Güneşli ama soğuk bir öğle üzeriydi. Mevsim bahardı. Güneş henüz karargâh binasının sol çaprazındaki açık garajımızın olduğu yere gelmemişti. Kendimizi, bir numaralı makam aracı olan Ford'un içine atmış, teypten gelen müziğin eşliğinde sohbet ediyorduk. Benzer döneme ait yazılarda sıklıkla bahsettiğim gibi, çok kaliteli ve çok kafa dengi beş arkadaştık. Günün diğer günlerden hiçbir ayrıcalığı yoktu.
Ya da bugünden dönüp baktığımda farkettiğim gibi; o genç heyecanların içinde, yaşadığımız aksiyonları çok olağan karşılıyorduk. Bize sıradan oyunlar gibi geliyordu. Risk almayı, korku ve heyecanı seviyorduk. Militan bir geçmişten gelmiştik ve şimdi askerdik. Bu yaman çelişkiye hem gülüyor hem de yeni pozisyonumuzun avantajlı halinin keyfini çıkarıyorduk. Geçmiş... Yüzüme kocaman bir tebessüm konduruyor. Kavramın, o günkü yaşın biri iki yıl öncesine tekamül eden haline bakıp, insan algısındaki zaman kavramının göreceliğine, farklı yaşlardaki ve farklı ortamlardaki mesafelerin uzak-yakın ilişkisine gülüyorum. Yirmi yaşındaki bir çocukla, kırkların sonunda bir adam için bir haftanın, bir ayın, bir yılın ifade ettiği uzaklıkların, saçlarını okşuyorum.
O "olağan" günün o saatlerinde; bir tiyatro oyunu öncesinde, fuayedeki kızlı-erkekli üniversite öğrencisi gençlere, onların henüz görmedikleri geleceklerine, kaygısız neşelerine, bilemedikleri zaman kavramının değişkenliklerine bakarken o gün yaşadıklarımızın, bugünden bakınca ne kadar önemli olduğunu fark edeceğimden, henüz haberim de yoktu.
Bazen yaşamıma geri dönüp içindeki anlara baktığımda, çok olağanlıkla yaşanan olayların aslında, ortalama insan hayatından bakınca ne kadar olağan dışı olduğunu düşünüp, tıpkı İnnaritu filmlerindeki gibi farklı senaryolar üzerinden aynı hayatların farklı sonuçlara ulaşacak öykülerini kuruyorum. Bir de, geleneksel Bodrum buluşmalarında biraraya geldiğimizde, 'o günkü genç çocuk' anılarımızı paylaşırken, dinleyenlerin şaşkınlığında fark ediyorum, "olağan" anların olağan dışılıklarını.
En çok da terhis olduktan bir yıl sonraki buluşma günümüzden bir kaç gün önce, Bodruma birlikte gitmek için yanına gittiğim sevgili Apo'nun yakın arkadaşı Ali'nin, bir güzel eylül akşamında, güzel kokulu bir mekânda bira içerken kurduğu "Bu bize hep anlatırdı da biz abarttığını düşünerek dalga geçerdik" cümlesinde ve bu cümleyi kurarkenki hayranlık ifadesinde buluyorum.
Gün olağandı(!) demiştim, değil mi?
Olağan günün akşamüstünde, mesainin bitimine yakın dakikalarda bir numaralı makam aracını, karargâhın çıkış kapısına çekip hazır ettik. Komutan çıktığında arka sağ kapıyı açıp, selama durup, onu arabaya yerleştirdikten hemen sonra ben arka koltuğun sol tarafına, Apo'da her zamanki yerine sağ ön koltuğa oturdu. Alemin 'en komutan şoförü' Cemal, kurmay başkanı ve diğer subayların her akşam ve sabah tekrarlanan selamlamalarına kısa bir olanak tanıdıktan sonra, rutin ve yakışıklı çıkışını yaptı, önce karargâhtan sonra da tugaydan...
Küçük bir kent olduğu için, tugaydan komutanın evinin de olduğu orduevine giderken kullanabileceğimiz iki yol seçeneğimiz vardı. Bazı sabahlar, özellikle evden alıp tugaya giderken, arka koltuktan keyifli bir ses gelirdi: "Bugün sahilden gidelim çocuklar!" Her biri deniz kentlerinden gelmiş askerler olarak tebessüm ederdik, şehri ikiye bölen ırmağın kenarındaki yola verilen bu ada.
Uğrayacağımız herhangi bir yer olmadığı için direk orduevine yönelmiştik. Biz, herhangi bir protokol yemeği ya da güvenlik toplantısı olmayan o akşam için, kişisel planlarımızı yapmıştık. Bu tür durumlarda, içimizde tek evli ve çocuklu olan Cengiz'i nöbetçi şoför olarak bırakır, gerektiğinde onun telsizle bizi haberdar etmesi üzerine görev yerimize dönmek kaydıyla gecelere akardık.
Akşamın hayali aklımızda, şehrin ana caddesine bağlanan ve şehri boydan boya geçen yolda ilerlerken, arabanın havalandırmasından giren bahar esintisi, anne şefkati gibi okşamaktaydı yüzlerimizi. Ülke, büyük bir darbenin ardındaki sakinmiş gibi görünen günleri yaşıyordu. Ama hayatın hiç de sakin olmayan bir tarafı vardı: Cezaevleri, karakollar ve birtakım illegal yerlerdeki işkenceler... Anlamsızca tutuklamalar... O insanların evlerine düşen ateşler... Meçhul bir gecede evlerinden alınmış ve nerede oldukları bilinmeyen, hiç bilinemeyecek olan binlerce kayıp.
Ülkenin en büyük ve en uzun sürecek siyasi davasının sanıkları da, anlatmakta olduğum olay dahil bir çok aksiyonlu gün yaşadığımız bu küçük şehrin kocaman tugayının içindeki iki askeri cezaevinde yatmaktaydı. Tugayın dışındaki büyük "Sivil Cezaevi"nin başında da bir yüzbaşı vardı. Yüzbaşı aynı zamanda bizim bağlı olduğumuz bölüğün komutanıydı. Dolayısıyla cezaevinin dış güvenliğini sağlayan askerler de bizim arkadaşlarımızdı.
Yaşadığımız ve anlatmaya çalıştığım bu "olağan" günden bir kaç ay sonra, ülkenin henüz sonuçlanmamış en büyük davasının iddianamesini hazırlayacak savcılara mihmandarlık yapmam için görevlendirilecektim. Ama orduevine doğru seyir halinde olduğumuz bu "olağan" günde, henüz bu tarihsel sürecin tüm evrelerine tanıklık edeceğimin hayalinde bile değildim.
Şehir, şehzadeler kenti olarak da anılan, tarihsel dokusundan fazlaca bir şey kaybetmemiş şirin bir yerdi. Hâlâ, hayatımın en sevdiğim kentlerinin en başta gelenlerindendir.
Standart güvenliğin standart hızında,
'bir bahar akşamı'nın alıp götürdüğü hayallerimizle seyir halindeyken, şehrin girişindeki görevli asker ve polisleri, komutanın geliyor olduğundan haberdar etmek, toparlanmalarına olanak tanımak için oluşturduğumuz sinyal kornasına bastığında Cemal; biz, her zamanki telaşlı toparlanmalarına ve selam duruşlarına tebessüm ediyorduk. Bir kaç dakika sonra başlayacak süreçte yaşayacaklarımızın farkında bile değildik. Yaklaşık beş dakika sonra komutanı eve bırakmanın ardından sivil kıyafetlerimizi çekip gideceğimiz mekânlarda yaşayacağımız keyfin tadındaydık .
Sol tarafımızda kalan tarihi camiye yaklaşırken, onun çok sevdiğim bahçesine, eski bir medrese olan yan binasına, kütüphanesine bakıyor, isten elde edilen mürekkeplerin bulunduğu kısımdaki kokuyu duyumsuyordum. Bir yandan da, araçtaki dört kişiden üçümüz, aynı zamanda etraftaki olağan dışılıkları da gözleyerek, ikimizin elleri silahlarımızın tetiklerinde, Cemal de olağan dışı hallerdeki güvenlik prosedürlerinin gereği manevralar için eli direksiyonda dikkatlice ilerliyorduk. Sessizliği arka sağ taraftan gelen ve arabanın içini buz kestiren ses bozdu: "Bana suikast yapacaklar!"
Gözlerimiz bir anda, aslında fark ettiğimiz ama bir olağan dışılık hissetmediğimiz ve pozisyonlarını kendimizce doğru adlandırdığımızı sandığımız komutanın işaretlediği iki kişiye takıldı. Cemal etrafı kolaçan edip hızını daha da artırırken, Apo'yla ben, kendi kontrol edeceğimiz alanları paylaşmıştık bile... Hepimiz, ellerinde fotoğraf makineleri olan ve o an itibariyle caminin fotoğraflarını çeken bu iki kişinin gözcü olacağı algısına çoktan erişmiştik. Bulunduğumuz noktanın sol tarafında bir meydan vardı; o alana ve caminin siper görevi yapabilecek duvarlarının arkasına bir bölük sayısına ulaşacak suikastçıyı hiç sezdirmeden konuşlandırmak mümkündü. Allahtan, kendi senaryolarımızda yeri vardı bölgenin ve olası durumda yapabileceklerimizi kurmuştuk hayallerimizde... Ama an, hayallerin rahatlığına hiç benzemeyen bir gerçeklik olarak karşımızdaydı.
Eylül ayında çıkmaz bir leke gibi kalan, o meşhur darbenin hemen arkası günlerdeydik. Her karakol, her perili köşkten dışarıya sessiz, çaresiz ve duyulamayan frekanslarda işkence çığlıkları yankılanıyordu. Size bakan iki gözün, solcu olduğunuzu söylemesi bile yeterken... Tüm bölgenin sıkıyönetim komutanın aracından gelen suikast ihbarı, nelere kadir olabilirdi. O günün ortamından bakınca, bu anonsun gücü ve sonuçları çok net anlaşılabilirdi. Bu bir emirdi!
2.bölüm...
Görsel: Sanatçı Jeff Carr'ın 'looking back' adlı fotoğrafıdır.