18 Haziran 2023 Pazar

Minnetle!

Babalı çocuk arkalı sandalyede oturmaya benzer, demişti; en can arkadaşlarımdan birinin babası...

Peki, hayatın ilk basamaklarında babalarını kaybeden çocuklar neye benzer?

16 Haziran 2023 Cuma

15. Yıl Özel Sayı-8



 Demir Küpte Günü Batırmak

Aralık 2016
 

Güzel gecenin günü yeni doğmuş bebek tadında, sıcacık ve pırıl pırıl. Çok kara olmayan karga güneşin tadını çıkarırken sanki de uzaklardan gelecek birini bekliyor. Ondan aşağı kalır bir yanımız yok. Dipdiri, suyu verilmiş çelik tadında, kış güneşli sabahı içimize çekiyoruz. Balkondan bakınca görebildiğimiz, bir kaç saat içinde varacağımız, pek de güzel anlar yaşayacağımız coğrafyada her şey yolunda. Sabah rutinlerinin ardından hazırlanıyor, çantalarımızı odada bırakıp, yine güzellikler geçerek kahvaltıya iniyoruz. 



Akşamın tüm izleri silinmiş mekân, pırıl pırıl; odalarından birine hazırlanmış kocaman açık büfe, hem ürün çeşitliliği hem de estetik açıdan kusursuz. Dışarıdaki aydınlığa oranla içerinin loş hali, henüz uyanamamış "hane halkından" dolayı salondaki sakinlik, kahvaltıyı kapatmışız hissi veriyor. Sükunet muhteşem. Abdülezelpaşa Caddesi'nden akan hayat şimdilik ıssız; tatil sabahı mahmurluğunda... Deniz pırıl pırıl.


Balat'ta, Haliç'e bakan bir masada, güneş bütün şefkatiyle yaşamı ısıtırken, lezzetli böreklerin tadını çıkarıyoruz. Özenle seçilmiş kahvaltılıklar ve aynı özenle düzenlenmiş bir alanda şahane bir pazar keyfi. Güzel gecenin, güzel olacağı hissedilen gününe bundan daha güzel bir başlangıç olamazdı. İkinci çayımı alıyorum. En sevdiğim kadın kahvesinin keyfinde. Dün geceki masamız gözümüzün nuru. Az ötemizde ve aydınlık penceresinin önünde... Seviyoruz onu. Yumurta tokuşturmayı yine ben kazanıyorum. Ardımızdaki eski Roma surunun hemen dibinde, yani mekânın içinde, kadim bir su akıyor; yılların ötesinden bir kaynak suyu. Kıymetli! Beyaz örtülü, çiçeği eksik bırakılmamış masalar bir başkadır... Beynim kısa süreli bir zaman yolculuğuna çıkıp, bir an canlandırmasının içine yerleştiriyor bizi. Sonradan doldurulmuş yolu ve gezinti alanını sıfırlayıp, denizi bulunduğumuz masanın dibine taşıyor. Öyle kalmalıydı diyor iç sesim.


Bitirince kahvaltımızı, tekrar odaya çıkıyor, çantalarımızı omuzluyor, son kez sevimli ve kadim oturma odalarına göz atıp vedalaşıyor, teşekkür ederek ayrılıyoruz; güzel anlar yaşadığımız, çok da memnun kaldığımız, hikâye tamamlayıcısı Troya Hotel Balat'tan. Sabahın güneşli soğuğu yanaklarımızda, gözlerimiz mutlu, tadını çıkararak sabahın, planladığımız noktalara doğru yürüyoruz.


Bir tereddüt yaşasak da, daha Unkapanı Köprüsü'ne gelmeden, Haliç'in sağını değil solunu seçiyoruz.  Kadir Has'ta öğrenci olmayı düşlüyoruz. Tur hazırlığında olan vapurlara imreniyoruz. Oltaları denizde, bakışları hayat gailesinde, günlük nafakasının peşinde ve sigarasını dudağında unutmuş balıkçılara bakarken, nedense Sait Faik düşüyor düşüme. Şişhane'nin dibinden, bizim istikametimize göre Haliç'in solundan Karaköy'e doğru, pek de neşeli cümleler kurarak yürüyoruz.


Orada ne işleri var diyecek pek çok insanın aksine benim için tadı hâlâ aynı, gün pazar olduğu için kapalı küçük büyük rulman dükkânları, hırdavatçılar, yedek parça dükkânları, aralara sıkışmış küçüklü büyüklü esnaf lokantaları, minik çay ocakları, çağa biraz daha uyan -taklitçi- kafe özentisi, önlerine bir kaç masa atılmış, suya yakın, zamanın ruhuna uymuş teneke büfeler... ve elbette tüm bu yolun geçmişini, eski ve canlı zamanlarını çok bilmiş tarihi şahsiyet edası ile, bugününe mezbelelik diyecek insanların aksine, sevgiyle anlatan ben.

Bir süre sonra, doğruca Galata Köprüsü'ne gidecekken, sağa kıvrılıp aynı noktaya daha geniş bir açı çizerek varma kararını veriyoruz. Epey de eğleniyoruz. Bir yanda da sahildeki değişikliklere, inşaatlara üzülüyoruz. Karaköy'ün kedileriyse kaçmaz. Hani bilmeyen biri görse, kendilerine kaidesinin üzerindeki ne güzel kediler heykeli muamelesi yapması kesin. Ne de canlılar, ne kadar gerçeğe yakın yapmışlar denileceği mutlak. Pek emin olunmadığında, acabalı sorular sıraya dizildiğinde, birazcık tereddüt edince de dokunup kontrol edilmesi muhtemel  kediler... Seviyoruz kendilerini.


Keçiler de kaçmaz. Asla kaçmaz! Gençlerbirlikli-söylenişi bile güzel*, en Alkara yol arkadaşım ve cümle Gençlerbirlikliler için, kutsal. Bir de laf aramızda, sayı olarak diğer takım taraftarları kadar çok olmasalar da, entelektüel kapasiteleri, deplasman kaçırmamaları, yardımseverlikleri, akademik kariyerleri, takımı sahiplenişleri, örgütlenme ve hoca yollatma becerileri açısından koca koca takım taraftarlarına etki anlamında nal toplatırlar. Bulaşmayın!



Ve varıyoruz İstanbul Modern'e...

Milyon kere gelsem bıkmam... bıkmayız. Dünyanın tüm islerinden, çirkinliklerinden, can sıkıntılarından, siyasetin kirleten yorgunluklarından, gamdan kederden, acıdan isyanlardan kurtulmanın en güzel noktası. Rehabilitasyon merkezlerinin âlâsı. Canımın içi. Hoş bulduk. Sırt çantaları dolaba.

Meğerse Yalı Salonu Orkestrası sabah konseri için bizi bekliyormuş. Öylece kalıyoruz. Enfes bir yerleştirme. Bir kenara çekildik ve izliyoruz. Müthiş bir gerçeklik duygusu. Şahane tebessümler içindeyiz. Olağanüstü bir sessizlik ama duyuyoruz. Zevkle, hayranlıkla, şaşkın bir rüyanın tadında -uzun süre- dinliyoruz. Göğe eriyoruz yahu... göğe.


Sonrasında... girdiğim odalardan birinde oynamakta olan kısa filme bakınca, kala kalıyorum, oturuyorum kanepelerden birine. Yıl 70'ler. Toplum polisleri devri. Umutlu ama zor yıllar. Amcamın kitapları yakılırken, mahallemizde İşçi Partisi'ne 3 oy çıkarken, hiç aklıma gelmezdi ki bir gün de annemin korkularından, mutfak çekmeceleri çıkarılıp onların altına saklanmış kendi kitaplarımı yakacağım. İzliyorum. İçim kararmıyor. En sevdiğim kadın güzel güzel fotoğraflar çekiyor. Karanlıktan, aydınlık pencerenin önüne çıkıyorum. Orada kalıyorum. İstanbul Modern'den, denize ve akıp giden hayata bakıyorum. Filmi ona anlatıyorum. O... Enn sevdiğim kadın.


Ferah, sade, insanı yormayan salonlarını dolaşırken, her bir resme, objeye göz atıyor, bazılarının önünde kalıyoruz elbette. Bunlardan biri Burhan Uygur'un ahşap ve tuval üzerine karışık teknikle yaptığı Kapı adlı çalışması. Frene bastıran renklerin göz alıcılığı mı yoksa figürler mi, yoksa hepsinin birlikte anlattıklarını çözme çabalarım mı bilmiyorum. Düşünmüyorum da... Sonra bakıyorum!.. Sırrımı çözmeye çalışıyorum. Kalıyorum. Yazının tam da şurasında, İstanbul Modern üzerine bir gün harcasam ve başrolünde onun olduğu bir günü yazıya dökebilsem diyorum. Eserlerden de bahsetsem, tek tek. Saf, zaten pek anlamadığım teknik kısımlarına girmeden, kenarlarına yazılmış yazılardan okuduklarımdan ve anladıklarımdan notlar alarak, sadece bana anlattıklarını, hissettiklerimi kendi kelimelerimden yazıya döksem istiyorum.  Aynı yerinde bekler mi beni acaba?


Ben yukarıdaki düşüncelerimin samimiyetiyle, ilgimi çekenlerin önünde kala kala, kendimce anlamlar çıkararak gördüklerime, yürürken; yine ilgimi çeken, gerçekten beğendiğim ve etkilendiğim bir grup, ışıklı enstalasyonun önünde kalıyorum. Aslında kalıyoruz da benim kalmam başka türlü. Cesaretim kırılıyor. Okuyorum. Mimar Bilgehan Şenel'in beğendiğim çalışmasının açıklama bölümündekileri.


"Enstalasyon şehri çevreleyen deniz üzerinde gün ışığının yansımalarından ilham almaktadır. İstanbul'un karmaşık yapısı, hala bitmemiş bir şehir oluşu, mimari bozulmaları, farklı sosyo kültürel yapısı, yıllar içinde aldığı göç, farklı sosyo ekonomik kesimleri içinde barındırması, kapsamlı bir şehir planının olmaması, sonuçta planlanmamış doğaçlama gelişen, tarihi dokusunu, yeşil dokusunu koruyamamış beton ve demirden bir kent oluşturur. Tasarımda kullanılan ham demir konstrüksiyon inşaat sahasına dönüşen bugünkü İstanbul'u temsil etmektedir."


Şimdi bu bilgiler ışığında aynı çalışmaya bakıyorum. Bu kez sanki görmeye başlıyorum; az önce ışıklı bir obje olarak hangi odama koysam acaba, diye düşündüğüm şey, yani Demir Küp, anlam kazanıyor... gün batımı, anlam kazanıyor. Şu yazma fikrim zenginleşiyor. Önce ben ne anladım, sonra açıklamaları okuduktan sonra ne anladım şeklinde bir yazı hayal etmeye başlıyorum bu kez.

Balkonda manzara hep güzel. Tarihi yarımadanın en güzel görüldüğü noktalardan birindeyiz. Güneşin karşıdan vurması teknik açıdan sorunlu fotoğraflara sebep olsa da başka türlü güzeller. Balkonda oturabiliriz. Güneş ısıtıyor.

"İki frambuazlı cheesecake lütfen."

"Frambuazlı cheesecake maalesef."

"Limonlu, frambuaz soslu cheesecake lütfen!"

"İki de limonata lütfen."



Bir yandan frambuazlı cheesecake'lerimizin tadını çıkarıp, lezzetli limonataları yudumlarken, bir yandan da devletimizin mütahhitler eliyle önümüze serdiği, canlı enstalasyonu izliyoruz. Pek topoğrafik bir yerleştirme. Bitince acaba, alışır mı gözlerimiz?


Güneş, açıktan geçen şehir hatları vapuru, miss gibi limonata ve bu kez yenilen frambuazlı cheesecake, nelere alışmadın ki deyip teselli ediyorlar beni... sahi nelere alışmadık! Biraz daha oturuyoruz balkonda. Sonrasında küçük adımlarla dolaşa dolaşa, baka baka, bazı eserlerin önünde kala kala, şimdiki zamanın İstanbul Modern'ini içimize ve anılarımıza kazıya kazıya kitapların olduğu alandaki -sanatsal-çalışmaya varıyoruz. Seviyorum alanı. Matrixvari bir filmin içindeymiş gibi hissediyor, bundan da çocukça bir tat alıyorum. Her ne kadar kız arkadaşına -çirkince- ayar veren bir adam ayarımı bozsa da, ve tepki verme damarlarım hareketlense de, bunun da filme dahil iki karakter olduğunu düşünüyorum.


Sırt çantalarımızı alıp çıkıyoruz. İnşaatların arasından geçmek, binaların sessiz hali, bir sürü yasak tabelası, baretli insanlar, beton mikserler, gelen giden dev kamyonlar ve bunca gürültünün arasından kafasını çıkaran garip sessizlik;  Matrix oyunumu sürdürmeme katkı veriyorlar. Varınca yeşil alanlara ve caddenin canlılığına, dünyaya dönüyorum. Aslında ve nedense İstanbul Modern'den çıktıktan sonra yürüdüğüm yollara bayılıyorum. Garip? Ve her seferinde, geçtiğim yollar sanki İstanbul'a ait değilmiş de ben bir rüyanın içinden geçiyormuşum gibi hissediyorum.


Şu binaya fazlası ile şefkatliyim, aramızda yıllardır süren -sessiz- bir iletişim var. Bana bir hikâye anlatıyor ama ne? Görmüş geçirmiş yalnızlığının çok şey söyleyecekmiş de susuyormuş gibi olduğunu hissediyorum. Bir gün orada olmazsa ve ben onunla sohbet edip onu dinlememiş olursam o güne kadar diye de, çok korkuyorum. Karaköy'ün alışveriş merkezi tadındaki alt geçidine neredeyse varıyoruz. Buralara ne zaman gelsek mutlaka uğradığımız, saatten cüzdana, tişörtten kupalara, magnetlerden kolyelere, küçük küçük ama çeşit çeşit hediyelik eşyalar satan iki kapılı köşebaşı dükkâna giriyoruz. Sevdiği arkadaşlarını asla boş geçemeyen bir tanıdığım var.

Hemen Galata Köprüsü'nün çıkışındaki, üç beş yolun yol bulmaya çalıştığı, tünele gitmek için geçeceğimiz, bol trafik lambalı ama senkronizasyon sorunlu kavşağı seviyorum; hani birde treni kollamamız gereken noktadaki! İşte tam oradayken ve tüneli hedeflemişken, Yüksekkaldırım yönünde, elinde Türk bayrakları olan kalabalığı fark ediyoruz. Irak Türkmenleri'nden kaynaklı bir Rusya protestosu. İzinsiz bir gösteri ama olsun. Bizim çocuklar!


Keyifle çıkıyoruz Taksim'e. İstiklal'de çok polis var. Sırt çantalarımız uğraştırır diye giremiyoruz Saint Antuan'a; Rus Konsolosluğu'nun önünde yine eylemciler. Yalnız iki noktadaki eylemcilerin görsel durumlarında bir sorun var! Sanki bir film platosundalar ve tam anlamı ile yönetmen yerleştirmesi ile hareket için işaret bekleyen figüran gibiler. Bizi Çiçek Pasajı paklar! Öğrenci yaşlardayken ama maalesef ben öğrenci değilken, iş için geldiğimde İstanbul'a, Lise'den -can- arkadaşlarımla buluşur, eğer başka bir planımız yoksa mutlak buraya gelirdik. Severdi de sanki Cavit Abi bizi. Entelektüel Cavit'in mekânındayız yani. Huzur'da. 

"Bir midye tava lütfen."

"Bir sigara böreği lütfen."

"Bir patates kızartması lütfen"

"İki de bira lütfen." 


Tam da herkesi kendi hardalını yapma merakının sardığı sene... Geliyor hardal, peşinden de doğal olarak uyarı. Fena yakar çünkü! Gerçi hardallık bir işimiz yok ama oğulu da kırasımız yok. Tecrübeliyiz de. Birazcık alıyoruz. Gözümüzden yaşı başarıyla getiriyoruz ve takdirlerimizi beyan ediyoruz. Ne yazık ki acımız bununla kalamıyor. Daha  Abi maharetlerini ve hardallarının nasıl özel olduğunun altını çize çize anlatacak.

Sonrası her zaman olduğu gibi iyilik güzellik. Sonuçta günün en güzel saatleri. Sigara börekleri hayal ettiğimiz gibi olmasa da, iki bukalemun olarak, onları da çok güzeller yahu kategorisine terfi ettiriyoruz. O zaman bayılıyor, bir süre sonra bir daha istiyor, buz gibi biralarla çiçek gibi yapıyoruz günün bu güzel saatlerini. Ne becerikliyiz ama!

Dönüş saati yaklaşıyor. Çiçek Pasajı'ndan ayrılmak her zaman zor. İstiklal'de yürümekse her zaman güzel. Sanki içime doğuyor. Eylemcilerden aldığım his bana mizansen tadı veriyor. Ruslarla sorun yaşıyoruz ve aldığımız tutum, verdiğimiz tepkiler, sözlerimiz hiç de akıllıca ve öngörülü değil. Mahalle kavgasında laf dalaşı yapıyoruz. Putin'i geçiyorum. Ama Lavrov, yani dışişleri bakanı Sergey Lavrov, zeki adam; serinkanlı, poker suratlı; uzun vadeli, stratejik ve sinsice planlar yapmayı biliyor. Bi tek onun aklından tırsıyorum.

Konuşa konuşa, İstiklal'in simge yapılarına baka baka Gezi Parkı'na varıyoruz. Sırtımızı ona verip banklardan birine oturuyor, Rusları, eylemcileri ve sıcak gündemi bir kenara bırakıp, önümüzden akıp giden kalabalığı seyre dalıyoruz. Rus büyükelçisinin bir suikasta kurban gideceğiniyse o an için düşünemiyoruz!

Sonrasında Havabüs ve Atatürk Havalimanı'ndayız.

Elimizde kahve kokuları, dilimizde hoş sohbet, Demir Küpte günü batırıyoruz.


*Söylenişi bile güzel, ifadesi taraftar Mahir Ünsal Eriş'in Sarı Yaz ve Kara Yarısı adlı kitaplarındaki biyografisinden.

11 Haziran 2023 Pazar

Oğlan Bizim Kız Da Bizim!

10 Haziran Cumartesi


Kahraman dedem ve Babıda'yı baz alırsak bizler 3.kuşağız.

Vakit saat gelince şık kıyafetlerimizle bir araya geliyoruz.

Elbette yine kız almıştık ve nişanlılık döneminin ardından işin resmi imzaya bağlanacağı nikah töreni için hazırdık.

Önce damat evine ulaşıyor, sonra da konvoy tamamlanınca, gelin evine doğru yola çıkıyoruz.

Kısa süre sonra da kapıdayız.


*

Davula güm güm vuruluyor, zurna da gerekli çağrıyı pek hoş yapıyor. Mahalleyi inlettik desem yeridir. Üstelik caddeden geçmekte olan, çocukları sırt ve kucaklarında, yabancı oldukları net ve çok hoş bir çift; bir düğüne ve ona bağlı olarak da bir geleneğe denk gelmenin keyfini çıkarmakla kalmıyor, bizimkilerden etkiyle ve aynı ritmle oyunlara uyum sağlıyorlar.

O sırada, şehrimiz düğünlerini nasıl haber aldığı üzerine bize kafa yorduran, yaşı konusunda şüpheler içinde olduğumuz, diğerlerinin üzerinden -gerektiğinde- arabayla geçerken ona kıyamadığımız için paraları bayıldığımız ve kendisi ile en çok rastlaştığımız yerin nikah salonunun önü olduğu, şehrin müstesna karakteri, gelin arabası önü kesicisi ile karşılaşmak; hâla yaşıyor mu sorularımızla birlikte hepimizde şaşkınlık yaratıyor. Buradan nasıl haberi olduğu konusunda çeşitli görüşler ortaya atıyor ama yine de işin içinden çıkamıyoruz.


Coşku zirveye doğru yükselirken, gelin ve damatla birlikte oynamakta olan ve erkek kuzenler sıralamasında 6. sırada bulunan kuzen, 2. sıradaki kardeşime yanaşıyor ve bayılıyor.

Ağanın eli tutulmaz elbette!

Alına yapıştırılan para da kuzen eliyle davulcunun davuluna sıkıştırılıyor ki bu akşam bir takım çocukların yüzlerinin güleceği kesin...

Kardeşim üç harflisi ile sağlam bir pozisyon almıştı zaten. Düğün salonuna gittiğimiz güzergâh boyunca öne geçmeye çalışanlara bir kez daha nal toplatıyor ve otoparka ulaşıp da hep birlikte düğün salonuna çıkınca da kız tarafı ve erkek tarafı için, imzaların atılacağı platformun iki kenarına ve dikine yerleştirilmiş uzun masaların bize ait olanına yerleşiyoruz.

Yaş ortalaması küçük, son nesil çocuklar arasındaki kız sayısının sıfır olduğu güzel bir aileyiz biz diye düşünmüyorum... istesem de düşünemiyorum! Ama bu ailenin bir ferdi olduğuma masadaki tüm paydaşlarım gibi; ben de bir kez daha çok seviniyorum.



Masamızdaki sohbet şen şakrak... Her yaştan çocuklarımız şık ve fıkır fıkır. Hepsi pırıl pırıl ve kaçınılmaz derecede gururlandırıyorlar insanı. Birbirleri ile iletişimleri ve ânı paylaşım tavırları tıpkı biz kuşağı gibi. Ve içlerinde hiç kız olmayan o kuşağın liderinin, biz kuşağının benden sonrakilerinin de sonrasında kim olacağını biliyorum sanki. Elbette bunu dile getirmiyor, kendimde saklı tutuyorum. Bu oy vererek olacak bir iş değil... Doğal akışın bir sonucu olarak tıpkı benden önce olduğu gibi şekillenecek bir hal... Lazım olan tek şey liderlik vasfı ve birikim. Şu an adını açıklamadığım ve açıklamayı asla düşünmediğim ama emin olduğum kişi belli, henüz 20'sine varmadı, önünde epeyi kişi var. Karizma muhteşem, özgüven doruk, kariyer yolu diğer çocuklar gibi 10 numara beş yıldız.


Nikah memuru göründü. Kıyım aşaması geliyor. İki taraf için de son çıkış. Ancak aşk gözlerden akıyor. Yüzükler el değiştiriyor, evet'ler yüksek sesle çıkıyor...

Ve gelin alnından öpülüyor.

Resmiyet kazanmış, karı-kocalık makamına ulaşmanın ardından ilk dans...

Eğlence gittikçe yükseliyor. Gelin çiçeği sırt dönülerek atılıyor, ancak kimse kapamıyor. İkincide bir şanslı havada kapıyor. Orkestra kıvamında. Bir zirve olmasa da sempatik ve tam manasıyla düğün orkestrası tadında.

Gençler hiç gaz kesmiyor ve o sırada... gelin sahneye fırlıyor, damat anında orada.

Show must go on...


Salondaki coşku genç. Ve dozu gittikçe yükselen bir keyif hakim; sanki keyif tozları periler tarafından sihirli değneklerle salondaki herkesin üzerine boca ediliyor. Bütün yüzlerde mutluluk parıltıları. Çok eğlenildiği o kadar belli ki... Üstelik tüm salona hakim olan son derece doğal bir zarafet. Genç kayınvalide, yani bizim gelinimiz, her ne kadar ünvan gelin olsa da kardeşimiz, doruğu nereyse o kategoride bir şıklık içinde. Hakeza kuzen, yani kayınpeder, yüreği güzel adam zarif ve şık takım elbisesi ile ışıldıyor.

Lakin ailenin büyüğü olarak da benim gözüme takılan iki -öğrenci- genç var. Eğer ben duygu okumayı, hâl ve hareketlerden yola çıkarak biraz hissedebiliyorsam; dikkatimi çektiği andan beri izlemekte olduğum iki genç bana güzel şeyler fısıldıyor. Bu ikiliden tek kulağındaki küpesine bayıldığım uzun boylu, naif ve çok yakışıklı -bizim- oğlanı boş anında yanımdan geçerken durdurup oturtuyorum. Bir süredir konuştuğu kıza dikkat kesilmiş durumdayım. Düşüncemi, hissettiklerimi ve beğenimi onunla paylaşıyorum. O bir yanıt veriyor... Sadece gülümsüyorum. Ama muhteşem sahne, bakışlar, tebessümler ve heyecan düğün bitene kadar çok kere tekrar ediyor ve gözümden kaçmıyor.

Sanırım ben geleceği görüyorum ve o nedenle öngörülerimi tarihe bir not olarak düşüyorum.


Tüm bunların yanı sıra salonu, konuklara sunulanları ölçülü ve hoş bulduğumu da söylemeliyim. Bütünüyle şık, abartısız, sıcak ve sevimli bir tören akşamıydı ve artık dağılma vakti gelmişti. Gelinimize bazı erken ölümler nedeniyle ailenin - hazırlıksız ve zorunlu- en büyüğü olarak ve halam törene katılmadığı için iki kelam etmek sanki bana düşerdi. Elini tuttum ve geniş ailemize katılımı manasında,

"İyi ki geldin...

Hoş geldin,"


dedim.


Otoparktayız,

arabalara doluştuk ve eve gidiyoruz.

Bizim eve...

Çocuk anılarımızla dolu, eski kıyafetlerini yenileriyle değiştirmiş, imar uygulamaları nedeniyle eskinin yerine yeni binalar diktiklerimiz içinden onda oturmayı tercih ettiğimiz, ilk evimizin olduğu yerdeki binamıza...

Kardeşin dairesindeyiz ve viskileri kola ile servis etmeyi tercih edenler nedeniyle hazırlanmış bardağıma, itiraz bile etmiyorum. Sohbet muhteşem, bütün büyüklerimizi içine kattığımız ne anılar paylaşıyoruz. Çocuklar maç izliyorlar ama kulaklar bir yanıyla da bizde. Ardı arkası kesilmiyor anıların. İki kuzen artık Marmaris de yaşıyor olsalar da iletişimde bir kayıp yok. Özellikle çocuklar arasındaki bağ çok hoş, gelinlerimiz, yani kardeşlerimiz o kadar candan ve sıcaklar ki ve bu hal dışarıdan bakanlar için o kadar imrendirici ve dikkat çekici ki; insan ister istemez, yani bu satırları yazan kişi olarak ben, her seferinde bu geniş ailemle gururlanmadan duramıyorum.

Ve şöyle düşünüyorum:

Babıda ve Dede, onca yoksulluğa rağmen öyle bir "imparatorluk" kurmuşlar ki kaç nesil sonra bile, ve artık bir kısım mesafeler söz konusu olsa da aynı soyadı taşıyanların imparatorluğunda bir çatlak bile oluşmuyor!


Ve sansürlediğim son fotoğraf!

Onu da akıp giden zamana bırakıyorum.

Bir yanıyla da acaba bu sefer...

ve ilk kez, -uzun vadede- yanılacak mıyım testi yapıyorum...


4 Haziran 2023 Pazar

Şımartan Bir Keşif


Güne dair geniş bir planım var,

hevesliyim de!

Şehire inmek ve biri bira, diğeri kahve için olmak üzere iki mekânda takılmak ve eğer sezon devam ediyorsa da bu eylemler öncesinde Düş Evi Oyuncuları'nda sahnelenmekte olan oyunu izlemek.


*

3 Haziran Cumartesi


Saçlarım için berberime doğru yürüyorum, aheste ve az önce aldığım kaşarlı milföylerin tadını çıkararak... Oradan dönüşte duş, akabinde hayal edilenlerin hayata geçirilmesi ve günün akşamında ise önceki yazıda bahsedilen şirin pastanede San Sebastian...


Saçlarda işlem tamam; teşekkür edip ellerine sağlık dedim berberime. Fikrim gökyüzü ile istişare halinde; hava yağdı yağacak. Tedbirliyim; alaylı meteorolog evden çıkarken koklamıştı havayı. Geldiğim caddenin paralelinden, yeşillikler içinden ve bulvara kestirmeden iniyorum.

Az önce, eğer doluysa berbere işinin bittiğinde haber vermesini söyleyerek yürüdüğüm ve  banklarında kitap okumaya bayıldığım minik parkın önünden geçtim.

Hedefimde enn sevdiğim kadının önerdiği ve geçen gün olmadığı için alıp yiyemediğim kaymaklı dondurma var.

Adımlarım aheste; coğrafyanın tadını çıkarıyorlar.

Yağmur ufak sinyaller gönderiyor.

Yağmurluksa sırt çantamda istirahat halinde.

Aptal ıslatan denir mi, gökten düşen küçük ve hoş damlalara?

O zaman ben aptalım; sevdim ufak dokunuşlarını, yağmurun.

Şehire inme fikrinden gittikçe uzaklaşıyorum. Şahane bir dinginlik bünyemi ele almakla kalmıyor, büyük de bir keyif bahşediyor bana. Mutluyum; şahane gün ben buna derim. Teşekkürler Cumartesi.

Süzülüyorum Tarım Kredi Kooperatifi'nin düzenine ve dekorasyonuna bayıldığım marketinden içeri. Şımartan tatlar rafında kalıyorum. Göz göze gelinen ilk an ve etkileşim içe düşen bir kor kadar yakıcı.

Aklım alınmış durumda.

O halde elde var bir!


Alışverişi kaymaklı dondurma, bir paket kesme şeker, bir litre yarım yağlı süt ve yeni tanıştığım, o ilk bakışma anında beni etkilemeyi başaran paketle tamamlıyorum.

Bulvardan tekrar ayrılıyorum, dondurmaya yumulmuş durumdayım; onu öneren enn sevdiğim kadına sevgiler yolluyorum.

Ve elbette blog dostlarıma özellikle kaymaklı dondurmayı şiddetle öneriyorum!

Bağ bahçeler arasında keyifle yürürken yeni tanıştığım paketi de açıyorum; çünkü dondurmayı az önce bitirdim, kutusunu da çöpe attım.

İlk defa gördüğüm bir marka Elle. Ayakkabı çantayı elbette biliyorum ama bu ne iş? Paketin içindeki her bir minik top da ambalajlı.

Yırtıyorum ilkini.

Bir ısırık...

Hımmmmmmmm!!!

Gittim ben!

Tamam minik topun dışı çikolata kaplı, alt gofret, ama gofreti aşınca da içeride akışkan bir çikolata; sup kıvamından bir tık daha şelale ve muhteşem bir kombinasyon.

Bitter tercih etmiştim çünkü o henüz raftayken, göz göze geldiğimiz o ilk anda, bir ışık yakmıştı zihnimde!

Denizin kıyısına iniyoruz; damaklarım fena şımarık; hep birlikte zevk içinde yüzüyoruz.

Sonra fikrim beni uyarıyor, heyecanlanıyorum. Damaklarım bir ortaklık teklif ediyor, tereddütsüz kabul ediyorum.

Ve yolumun üzerindeki ilk markete girip 4 gramlık minik paketlerdeki Nescafe Gold'lardan alıyorum.

O arada wafer ball'ları ufak ufak götürmekteyim...



Günün Ruhları Dürtükleyen Saatleri



Kanepedeyim, televizyon açık. Şaşkınım çünkü tekrar edeceğim üzere, uzun zaman sonra bir diziyi, dolayısı ile bölümlerini peş peşe izliyorum. Dördüncü sezona bu akşam geçeceğim; belki de beşinciye giriş yapacağım. Başta kadın karakter olmak üzere ikilinin ilişkilerine hastayım. Kadın karakter -benden ırak- hayal kurdurmalık. Lakin ufacık bile bir imrenmem yok, ah keşke diye bir kıyasım da. Sadece şansıma gülümsüyorum, bazı benzerliklere tebessüm ediyor, 10 yılı aşmış süreden bir çok enstantaneyi gözümün önünden geçiriyor, sürekli gülümsüyor, onca yıllık iyi ki'lerime yeni iyi ki'ler ekliyorum.

Sonra, bir sonraki sezon için ara veriyor ve Wafer Ball paketini elime alır almaz kurduğum hayali hayata geçirmek üzere kupaya süt doldurup üç minik şeker atarak onu mikrodalgaya yerleştirip, süreyi de iki dakika yirmi saniyeye ayarlıyorum. O krema tadında köpük oluştura dursun, ben bu kez dört gramlık Nescafe Gold'u, çok az sıcak suyla çözüyorum ve mikrodalganın ötmesinin ardından kahveyi süte usul usul eklerken bir yandan da karıştırıyorum.


Diziyi kaldığım yerden başlatıyorum. Biraz önce enn sevdiğim kadınla gezi planları yapmıştık ve tüm konuşma bir görsel olarak akmıştı zihnimden.

Wafer Ball'ı alıyor paketten ve çıkarıyorum minik ambalajından.

Yarısından ısırıyorum. Ortasındaki sıvı çikolata dilimin üzerinde yayılırken, bir yudum sütlü kahveyi gönderiyorum içeriye... Minik topun dışındaki katı, içindeki sıvı çikolata ve gofretin sütlü kahve ile buluşma hali muhteşem, ardından bu kez sadece bir yudum daha kahve ile damağı temizliyorum ve az önce zevkten ölmüş damağı yeni kombinasyon için hazır hale getiriyorum.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP