9 Kasım 2022 Çarşamba

Duyanlara Duymayanlara Duyuruyorum

Adını hep duyardım.

Onu yeni yetme yazarlardan sanırdım.

Çok rastlaşırdım ama pop kültür ürünü öngörüsü ile burun büker, uzak dururdum.

Oysa bilirdim ki Enn Sevdiğim Kadın, okuyor ve seviyor.

Benim yolumsa bir türlü kesişmiyor.

( O ise, bir pusudan izlemekteymiş beni...)

Kullanmaya pek bayıldığım "Bekler her şarap belli bir anı," tekrarlarımı duyar, kıs kıs da gülermiş.



Demek ki  bazı yazarlar da beklermiş belli bir ânı...

Geçenlerde Apo ile sohbet esnasında yazar Akın Akan ile tanışınca ve onun kitabını almaya karar verince... Kargo bedava için de 75'TL'lik limit söz konusu olunca... Üç ince kitap ilave ediyorum listeye; kitapseverler tarafından tanınan, bilinen üç kadın yazara aitler ki biri taze Nobel'li.

Elimdeki kitap bitiyor. İnce bir şey okusam tembelliği ile hâlâ ara sıcak muamelesi yaptığım Melisa Kesmez'in dumanı üstünde, rafta taze kitabını alıyorum okunmayanlar hanesinden, getiriyorum yatağıma.


İlk paragrafı daha bitirmeden  hüüüpppp diye çekip, andan koparıp, taşımasın mı beni öykülerin içine...

Bayım bayım bayılmayayım mı ben cümlelerine...

Bir solukta bitiriyorum, gün ışığına henüz ermeden.

Ukalama sırtımı dönüyorum.

Hep senin yüzünden, diyor, suçu ona yükleyip kendime yine toz kondurmuyorum.

Duyduk duymadık demeyin dostlar!

An itibariyle bir Melisa Kesmez hayranıyım!


7 Kasım 2022 Pazartesi

Manyaklı Filme Bayılan Ben Manyağı

Bu kez biraz yavaş hareket edince film öncesi ritüellerim için acele etmek zorunda kalıyorum. Hava, güneş, onun pek hoş ışığı ile parlayan cumartesi bana dönüp topluca "Hadi bugün de iyisin," diyorlar. Tren de elinden geleni esirgememiş, fazla yolcu almamış ve gayet sakin. Doğal olarak kafamda keyif planları dönüyor. Bir an Şehir Müzesi'nde insem, ağaçlar altında bir masada kapuçino içsem diye aklımdan geçiriyor, hatta kendimi orada bir masada görüyorum. Beyindeki arşiv boş durmuyor ve o anlarımdan birini hafızasından çıkarıp damağıma, oradan da bütün bedenime hissettiriyor. Kararlı gibiyim ama saate de sormam gerek, onun fikri daha önemli. Gözlerinin içine bakıyorum ancak o "Yemekte harcadığın vakitle kahveyi kaçırdın," diyor ve buna izin vermiyor.

AVM'ye bir kaç durak var; saate tekrar bakıyor ve hemen yeni bir plan yapıyorum. Çünkü, bugün tren saati denk getiremedi ve film öncesi boşluğun az olmasının sorumlusu ilk anda o gibi gözükse de, ona asla kıyamam. Elbette ki bu düşüncelerimi ona hissettirmiyorum. O benim can dostum, gecikmenin sorumlusu asla o olamaz, biliyorum. Geliş yönündeki yolcu yoğunluğundan kaynaklı bir gecikme olduğundan eminim.

AVM'ye giriş yaptığımda ise saat 16'yı buluyor. Filme 20 dakika var ve iki ayağım bir papuçta, klasiklerim için Migros'a uğramam lazım lakin onda da cumartesi yoğunluğu.

Klasiklerimden minicik susamlı simit krakerleri ve klasik çikolatamı yiyemeyeceğimi düşünerek almıyor, ama ısrarlarına dayanamadığım bir başkasını hızla alıyor ve kasa sırasında buluyorum kendimi; kuyruğa bakınca ise bir an elimdekileri bırakıp çıkmak geçiyor aklımdan çünkü daha biletimi alacağım.

O sırada yan kasalardan birinin bu anayol kasasına göre sakin olduğunu görüyorum ve hemen oraya sıçrıyorum ki oh ne âlâ. Dört kişi var ve ellerindeki ürünler ben gibi hafif şeyler.

Ödememi yapıyor ve sinema katı için yürüyen merdivenlere adımımı atıyorum. Gişe boş ve aldım biletimi ve attım kendimi terasa ancak filme de çok az süre var. Bir an filmi izlerken yesem bunları diye düşünüyorum, sonra "Albeni Albeni," diyerek almam konusunda çok ısrar eden Albeni nedeniyle bundan vazgeçiyorum: O, bize bugünlük katıldığı için hep böyle yapıyoruz diye düşünebilir, neden teras keyfi yapmıyoruz diye de eleştirebilir, o bakımdan.

Artık salona bir girsem mi ha, ne dersiniz?


Salon bugün gözlerimi yaşartıyor. İlk kez bu kadar kalabalığız. Grubun en önünde oturduğum için yine kendimi tek gibi hissediyorum. Bu, salonu kapatmışım hissim açısından iyi oluyor.

Ve film başlıyor.

Coğrafya benim coğrafyam. Bir restoranda, Signe ve Thomas ile tanışma faslındayız. Bir şarap istediler ki güzel bir seçim. Fiyatını sordular, âlâ. Garson söyleyince ben şöyle bir dikeliyorum. Sonrasıysa alem! Bu arada tanıştırayım, Signe (Kristine Kujath Thorp), Thomas ise (Eirik Sæther). Yönetmenimiz Norveçli Kristoffer Borgli ki kendisini filmde de oyuncu olarak bir sahnede görüyormuşuz.

Signe tatlı bir abla. Gayet makul, aklı başında, şirin, sevimli bir kişilik. Açılış sahnelerinden izleyicilere yansıyan bu. Hatta cümleten görücü olup bu hanım kızı tüm izleyiciler olarak anne babasından gişedeki yakışıklı delikanlı için isteyebiliriz; o kadar hanım hanımcık, aklı başında ve sakin. Thomas'sa hayta, pek güvenilir biri değil, biraz narsist olabilir, çantalara cüzdanlara da dikkat etmek gerekebilir. Bana hiç güven telkin etmediği için cüzdanımı sağlama aldım. İlk izlenimler önemli tabii ki. Sonrası bizi bağlamaz ancak Rabbim sahiplerine bağışlasın deyip biz izleyiciler olarak aradan çekilip, sonrasında olan biteni şaşkınlıkla ağzımız açık olarak ve Rabbim beterinden korusun diyerek izleyebiliriz.

Filmde güneşi göremiyoruz ama olsun. Özellikle bana uyar, sonuçta bir kuzey manyağıyım. Mobilyalardan çevreye, mekânlardan bağ bahçelere kadar kuzey. Sonuçta ben de kendi ülkemin kuzeylisiyim, kan çekmesi normal.

Velhasıl filmden mutluyum, ilk anda kaynaşmış durumdayız. Bir ara, ikinci yarı salon nüfusunda bir azalma olur mu, diye, diğer seyircilere yönelik küçümseyici bir tavır sergiliyorum. Antraktan sonra ise golü kendi kalemde görmek bir ukala olarak mutsuzluk verse de şahsıma, bukalemun özelliğimi kullanıp edepli bir sinemasever oluyor ve mevcut durumdan memnuniyet duyuyorum.

Sonra Signe abla'nın içinden başka bir abla çıkıyor. Ciddiyetli bir durum ama film bu durumu çok tatlı bir mizahla pek güzel anlatıyor. Thomas bir sanatçı. Kötü bir alışkanlığı var, bunu bilinçli de yapıyor ki bu kısım konusunda bir görüş beyan etmek istemiyorum; filmi izleyenler olur, diye. Ama Signe abla her sahnede rolünün hakkını verdiğini ve bundan keyif aldığını ve keyif verdiğini bu izleyiciye hissettiriyor. Ve "Ben geliyorummm," diye bağıran bu genç oyuncu Kristine Kujath Thorp -kişisel- görüşüm olarak bağırtısının altını bana da kalın kalın çizdiriyor.


Sonuç olarak beklentileri karşılanmış, yan rolleri çok beğenmiş, kadın oyuncuya ve başka karakterlerdeki oyunculara da bayılmış, yönetmenin ciddiyetli bir meselede mizahı bu kadar başarılı kullanışını alkışlamış, bunun yanı sıra kuzey havası tadında ve tonunda akan filmde aradığı her şeyi bulmuş mutlu biri olarak yine de şiddetle öneririm diyemiyorum ancak filmden çok keyif almış bir amatör olarak konuyu, mizahın kalitesini, oyunculukları çok beğendiğimin altını bir kez daha kalın kalın çiziyorum, çünkü; o kadar çok sahne, an, diyalog, olay ve karakter var ki zihnimde...

Ve elbette Signe'ye yapılan makyaj meselesi!

Filmdeki şarap mı tetikledi bilmiyorum, dolaba atıp soğutacağım bir beyaz şarap hayal ediyorum. Sanırım bunun nedeni filmdeki şişe değil çünkü onu hayal bile edemem. Doğrudan şarap reyonuna yürüyorum. Genç bir çift kırmızı şaraplara bakıyorlar, bir karar veremiyorlar, çok tatlı bir acemilikleri var. Gülümseyerek katılıyorum onlara, fiyat aralıklarını fark etmiş durumdayım. Diyorum ki Buzbağ Öküzgözü'ne uzanarak, "İsterseniz bunu alın, üzümü çok iyi tanıyorum, ata yöremizin, bağdan toplayıp tatmışlığım var ve bu ülkenin Tekel tarafından üretilen çok kıymetli bir markasıdır ki satın alan şirket de güvenilirdir. Yalnız bir süre havalandırmanızı öneririm." Hâlâ karar vermiş değiller, sanırım Vinkara'nın etiketini sevdiler, genç kadın onu elinden hiç bırakmıyor. Ben son cümlelerimi kısa kesip onları son kararları ile başbaşa bırakıyorum: "Aslında Boğazkere-Öküzgözü kupajı sizin için daha ideal lakin rafta yok. Mesela şurada bir şarap var," diyerek Consensus'ları gösteriyorum, "muhteşemdir ama bundan 4-5 yıl önce o şarabın iki şişeşini, şarabın bağındaki restoranda o fiyata içmiş ve üstelik eşlikçilerinin tadını çıkarmıştık, şu an fiyatı daha çok da onu günahkâr kılanların ideolojik bakışından kaynaklı olarak yükledikleri vergilerden dolayı can yakıcı!"

Elbette bu genç çiftte kendi emekleme dönemimi görüyorum, ve çok tatlılar ve hâlâ kararsız.

Filmin gazıyla niyetlendiğim benim markamsa net, onu bizim mahalleden almak kararıyla trendeyim. Eve gelir gelmezse dolaba atıyorum Leyla'yı bir de kadehi, soğusunlar diye. Ona eşlik etsinler diye seçtiğim peynir ağırlıklı krakerleri ise yatak odamda saklıyorum. Bugün üçüncü akşam olacak. Henüz açmadım. Fiyatı 100 TL'nin altında. Filmden alınmış tatlarsa hâlâ sürüyor.

4 Kasım 2022 Cuma

Ve Roman Biter...

Ama öyküsü şöyle başlar:


22 Ekim 2022
Saat 22:00 suları...


O arada telefonum çalıyor. Asker arkadaşım Apo. Arkadaş grubu ile. Bense anında Aydın'da asmalar altında bir terasta, enfes bir meyhanede rakı masasına ışınlanmış durumdayım.

Kafa çakır tertibimin. Aydın Samsun arası kaç saat muhabbeti yapıyoruz. Sonra konu bir kitaba dönüyor. O an masadaki arkadaşlarından birinin kitabından söz ediyor ki romanın kahramanlarından birinin kendisi olduğunun altını da keyifle çiziyor. Sonra kitabın yazarı katılıyor sohbete. Çok hoş, kısa ama keyifli bir sohbet.

Sonra Apo tekrar alıyor sazı eline, roman kahramanı olmanın havasını güya çaktırmadan atıyor. Ona kitabı alıp okuyacağımı söylüyorum. Kitap okumaz can dostumun kafa çakır hali çok tatlı; roman kahramanı olmak pek hoşuna gitmiş. Ertesi sabah Amazon'da buluyorum kitabı ve başka bir kaç kitapla birlikte istiyorum. Ve umduğumun fevkinde bu polisiyeye bayılıyorum.




Çünkü ilk satırdan itibaren iltimassızca, gerçekten etkileniyorum üsluptan. Bir ilk roman olmasına rağmen anlatım dili, betimlemeler, zamana hakimiyet etkiliyor beni. İçimde övgü cümleleri kaynıyor ve muhteşem bir şaşkınlık. Bu hızla kendi içinde bölümlere ayrılmış, bu anlamda kolaylıklar sağlayan, sıkı araştırmaya dayandığı belli, fonu epey geçmiş zaman olan romandaki akış beni tümüyle şimdiki zamandan alıp geçmişin baş köşesine oturtuyor. O kadar şaşkınım ki; bir ilk roman ve bu zaman diliminden olmamasına rağmen belli ki yazar döneme hakim, üstelik bunla yetinmemiş akademisyenlerden bilgi almış, araştırmış. Romanın ciddi bir emekle yazıldığı kesin. Yazarın heyecanındansa söz etmeme bile gerek yok, çünkü buram buram hissettiriyor satırlar bana. İlk işim enn sevdiğim kadını aramak ve kitabın üzerimde yarattığı şaşkın, umduğumdan çok çok öte ilk izlenimlerimi, altlarını çize çize onunla paylaşmak oluyor.

Sürekli gelişen bir heyecanla ve akıcılıkla kitabın ortalarını geçiyorum. Bu süreç boyunca öykünün içinde bir karakterim, kenardan da olsa olan biteni izliyorum. Kelimelerin gücüyle ve bilgiyle çizilmiş zamanın tam göbeğindeyim; altını bir kez daha çizersem satırlardaki döneme hakimiyet neredeyse kusursuz ve doğal olarak bu gerçeklik duygusu okura da geçmiş, onu da şimdiki zamandan alıp romandaki zamana taşımış durumda. Bildiğim şehrin geçmişinde hiç yabancılık çekmeden dolaşıyorum. Sürekli telefona sarılma, Apo'yu arama ve tüm bu hislerimi ona, onun vasıtasıyla kısa da olsa konuşma fırsatı bulduğum yazara ulaştırma arzum paçalarımı çekiştiriyor.

Elim telefona çok yakınsa da daha soğukkanlı yanım, daha coşkulu bir mizansen için sürekli frene basıyor ve diyor ki, "Önce oku bitir, sonra üzerine yaz, blogda paylaş ve sonra Apo'yu ara ve "Bloga bakar mısın?" de...

Derken kitapta ilerledikçe yazarın coşkusunda bir azalma olmamakla birlikte, artan bir heyecanla daha çok detaylandırma başlayınca okurda soru işaretleri oluşmaya başlıyor; durumun kendini, kitabın akışkanlığı ile bağını zorladığını hissediyor ki bu elbette bu okura ait bir durum. Çünkü okuduğum bir polisiye diye bakıyor romana. Bunu hisseden içindeki ukala dikiliyor ayağa ve sürekli kafa karıştırıyor. Diyor ki mesela, bu kadar tarihsel detaya ve mekâna gerek var mıydı? Betimlemeleri, yan hikâyeleri bu kadar detaylandırıp, çoğaltmaya gerek var mıydı, bir tık aşağıda bırakılsa, sonu merak eden okurdaki katil kim heyecanı daha diri kalmaz mıydı, o zaman?

Elbette kendiyle çelişse de bu okur yazarın coşkusuna ortak, heyecanının, iyi niyetinin, en güzeli olsun arzusunun ve hevesinin farkında ama sonuçta her okur yazarın yazma anındaki coşkusuyla aynı hislere sahip olamaz ki, diye geçiriyorum aklımdan.  Okur bir hazırcı sonuçta, çoğu zaman verilen emek umurunda değil, bencil, keyfiyle alakalı bir karakter o.

Ve kabul ediyorum ki yazar kurduğu öyküyü birebir yaşayan, daha çok isteyen, kurguyu daha iyi sindiren ve yazdıklarının özünü bilen... Romanı en iyi olsunu, zenginleşsini samimiyetle, bir çıkar gözetmeksizin arzulayan kişi. 

Oysa okurlar bir konfor alanına sahip ve seçme özgürlükleri var. Kitabı sıkıldığında bir kenara atıp gidebilen kişi. Okuduğu kitap onun evladı değil, yazanla aynı hislere sahip olması mümkün olmadığı gibi, kendi konfor alanlarını gözeten de kişi, bencil.

Bu okurun bencil tarafı, yazarın niyetini, en iyisi olsun arzusunu, coşkusunu fark etmiş olmasına rağmen sonuçta şöyle düşündü: Biraz daha kısa tutulsaydı roman acaba, ansiklopedik bilgi tadındaki detaylar bir tık daha azalmış olsaydı; mesela bu okur gibi arazlılar, konfor düşkünleri ve okuduğuna emek vermek yerine sonuca odaklı hazırcılar açısından ve romanın ileri bölümlerinin akışkanlığı için daha mı iyi olurdu?

1 Kasım 2022 Salı

Yine Bir Film İçin Düşüyorum Yollara

Yeni adıyla Paribu Cineverse'deki ikinci filmim için fikren hazırım. Güney Kore yapımı, dağıtımı Başka Sinema tarafından yapılan ve Bir Film'in ülkemize getirdiği, hakkında spoiler içermeyen kısa bir bilgiye sahip olduğum, kanımın kaynadığı ve kafa dengi bulduğum, sıcak hisler çağrıştıran ve karar verdiğim filmi; Filmgündemi'nin ertesi gün yine spoiler içermeyen ama tarz anlamında ipuçları veren yazısıyla birlikte netleştiriyorum ve bunu kısa yorumumla beyan ediyorum. Pazar akşamına karar versem de Fenerbahçe maçı ile çakıştığını görünce erteliyor ve pazartesi akşamı ile mutabakata varıyorum.

Aktif bir iş günü, saat 15:30 sularında kendimi dışarı atmayı planlıyorum. Bir yerlerde bir şeyler atıştırır sonra da sinemaya doğru yol alırım fikrindeyim.

Vakit geliyor, işi bırakıyor, nerede ne yesem konusunu yola bırakıyor ve çıkıyorum. Ora mı bura mı soruları kafamda dönerken de kararımı netleştirip Mantucu' nun -artık- ara sokaktaki imalathanesinin üst katına taşıdığı şirin lokantasındaki masama çöküyorum ki Suriyeli Musa Şef de mekâna dönmüş. Biraz sohbetin ardından önüme tablo gibi diziyor enfes mezeleri ile mantımı.



Trendeyim. Güzel bir gün. Saat itibariyle tren sakin, keyfini çıkarmaksa benim işim.

Bu kez doğrudan Migros'a giriyor, Pepsi Max'im ile klasiklerimi alıyorum.


Sinema katında ve gişenin önündeyim.

İlk kez gördüğüm genç adama filmi ve koltuk numaramı söylüyorum. Ve doğrudan yürüyen merdivenlerle üst kata çıkıp terasa yöneliyorum. Günün en keyifli saatleri. Kuzey tadında bir hava ki yağmur izleri var. Pepsi Max'imi masanın üzerine çıkarıyor, yanına da Hindistan cevizi ile süslenmiş, çikolata dokunuşlu kekimi ekliyorum lakin onlarla sınırlı kalamıyor, fındıklı mini gofretler ve tam buğdaylı bisküvileri de zamana ve manzaranın sunduklarının çeşitliliğine yayarak, götürüyorum.


Ve işte o anda ve ortalıkta yağmur yokken gökyüzünün kuşağını görüyorum.

Tek tuş ve enn sevdiğim kadın. Lojmana yürürken yakalıyorum. Tabii ki şaşkına döndüren gökkuşağını anlatıyorum ama bununla yetinmiyorum; Amasya ve saati itibariyle sorunlu tren konusunda ürettiğim senaryoyu da sunuyorum ve mutabıkız. Lakin enn sevdiğim kadın şu an benim konumuma göre şehrin öte yakasında ve ne yazık ki gökkuşağını ne kadar aransa da göremiyor. Bense neden ciddiyetli fotoğraf makinemle gelmedim diye düşünürken küçüğüm yine de iyi iş çıkarıyor.


Gökyüzü diyor ki, "Şimdi yağmur damlaları düşebilir."

Düşüyorlar.

O kadar güzel bir andayım ki!

Karşımda gemiler, şu an havaalanından kalkmış ve yükselmekte olan uçak gökkuşağının ardından rol aldığı duman rengi sahnede ve bulutların arasından sürekli yükseliyor. Limanınsa 8.katın haricinde bir başka noktadan bu haliyle görülebilme şansı yok. Elbette içimdeki Amasya heyecanı diri ve hayatımda önemli yeri olan, en kıymetli anılarımı yaşadığım bu şehirde, eskilik içinde bir konakta kalmak ve yine benzer bir mekânda rakı eşliğinde O'nunla durmaksızın sohbet ederken; bu güzel kadını, gülüşünü ve kelimelerini doyumsuzca ve gülümseyerek izlemek paha biçilemez bir an benim için. Onunla yeni tanıştığımız ve onu da bu şehirdeki ve anılarımdaki izleri derin noktalarla tanıştırdığım yıllar önceki güne dönüyorum birden.* Değişen tek şeyse tren saatleri. Ve demiryolunun yenilenmesi tamamlanmadığı için de uzun yol seferlerinin başlamamış olması; dolayısıyla aynı günün sabahında gidip akşamlarında trenle dönülememesi...


Oysa bir film yazısı diye başlamıştım. Yine akıp giden zamana notlara çevirdim. Kısa ve net yazılar da yazabilen biriyim. Neden bazen kaptırıp gidiyorum ve ana konudan farklı şeyler yazıyorum, bilmiyorum ve bunu bir türlü de çözemiyorum. Mekaniklik içeren pandemili hayatın acısını belki de böyle çıkarıyorum, kimbilir...


"Bunlar ne şimdi Bay Buraneros, hani film?" dediğiniziyse duyar gibiyim!


Nasıl anlatsam inanın ben de bilmiyorum. Olağünüstü müzikler eşliğinde hayatımın en güzel sinema günüydü desem yeridir ki bu vurgum aynı kıymetle seyretttiğim hiç bir filmi incitmez, eminim. Hatta tadı hâlâ sıcacık Leo Grande bile beni anlayacaktır...

Yine görüntü yönetimine bittiğim bir filmdi. Her bir sahnesindeki özene dikkat kesildim. Bir ressamın elinden çıkmışçasına ya da çok çok iyi bir fotoğraf sanatçısının objektifinden özenle yansıtılmış fotoğraf kareleri kadar güzeldi her an. En küçüğünden en büyüğüne kadar oyunculuklar muhteşemdi ve hatta bu muhteşemliğin ötesinde bir sahicilikti sergilenen. Suç vardı, suçlular vardı ve elbette suçluların peşinde olanlar da. Ve her bir karakterin ayrı bir hikâyesi de... İlmek ilmek örülen filmin her anında tüm bu karakterlerin ortak noktalarının tadını, hislerini fark edip paylaşmak da...

Ve elbette bunun salondaki karakterlerin kalplerine oya işçiliği tadında geçirilme becerisi de...

Yaşanana bir dramlar kesişmesi demek asla abartı olmaz ancak niye film boyunca gülümsedik ki biz! Oysa bir başka elde baştan sona gözyaşı döktürecek film olarak çıkabilirdi karşımıza ki aslında sergilenene, önümüze serilenlere baktığımızda hissimizin tam olarak bu olması gerekirdi.

Oysa biz, yani salondaki üç izleyici hiç böyle hissetmedik. Sevinçle, inançla, hayranlıkla küçüğünden büyüğüne oyunculuklardaki sahiciliğe inanarak gülümsedik, sevindik... Özenli cümlelerden yayılan sözcüklerin gerçekliğine ve büyüsüne kapıldık ve aslında bazı cezalandırmalara üzülmemiz gerekirken üzülmeden tamamladık filmi. İnsan olduğumuzu anladık belki de. Yolda aracı durduran, araçtakileri her anlamda tedirgin eden polis arabasından inen polis bizi ürkütse de içinden çıkan kişiyi sevimli kılan noktanın doğasını, kamera açısından yola çıkarak görüntü yönetmenini ve kameramanı öpesimiz geldi. Üzüldüğümüz tek şey belki de son yazıların perdeden geçip de ışıklar yandığındaki andı.

Birden uyandık ve neden bitti ki dedik. Çünkü dahil olduğumuz, izlediğimiz filme doyamadık.

İçimize bir hüzün düştü, koltuklarımıza yığıldık. Tıpkı sevdiğimiz insanlarla birlikteliğimiz sonlanmış gibi vedalaşmanın yokluğunu yaşadık; en sevdiğimiz oyuncaklarımız zorla elimizden alınmış gibi koltuklarımızda çakılı kaldık..

Öylesine benimsemiştik ki ötekileri...

Perdenin bu tarafında olan biz üç seyirci sanki çok hoşlandığımız, çok mutlu olduğumuz, naif kelimesinin gerçek anlamını bulduğu, gönüllüsü olduğumuz bir -suç- dünyasından, arkadaşlarımızdan koparılmış; içiçe geçmişliğimizin, paydaşlığımızın, sevgimizin ve mutluluğumuzun bitirildiği bir salonda yapayalnız kalmıştık.

Koparıldığımız anda bir özlem düşmüştü içimize. Özledik.

Oysa kavuşmak bir tren mesafesi!

Şu satırları yazan kişi...

Sanki...

Hiç yapmadığı bir şeyi yapacak gibi!

Sanki bir kez daha... sadece bu film için...



*Filme başta yönetmen olmak üzere emek verenlerle ilgili detaylı bilgilerse bir tık yakınınızda, buradan lütfen.

*O Amasya yazısı: Kal Gelince Bir Üşengeçlik de Geliyor Haliyle

23 Ekim 2022 Pazar

Enfes Bir Cumartesi Enfes Bir Film: Leo Grande

Önce takip etmeye bayıldığım Filmgündemi'nin sayfasına şunları yazdım:

Amsterdam'ı söz verip de izleyemediğim ve yazamadığım için üzgündüm, son güne kadar umut ettim ancak mümkün olamadı ve saklandım. Filmi -beni düşünmüş olmalılar ki- iki hafta vizyonda tuttular üstelik... Bu film içinse bir mesaj yazmadım, izlerim, diyemedim, çünkü -alınmasın ama- dizime güvenemedim; zorlamak da istemedim. Sonuç itibariyle sinemasever melekler işbirliği yapmışlar ki ben dün filme (Leo Grande) güle oynaya gittim ve bayım bayım bayılarak izledim.

Müthişti!


Dilerseniz filmle alakasız alt metni atlayıp, Gün Artık Cumartesi alt başlığından itibaren devam edebilirsiniz!

Bir an pazar gününü beklesem mi diye düşünüyorum. Bu kez benden beklenemeyecek derecede disiplinliyim. Yere basamaz haldeyken bir iki gün içinde normale dönen bacağı zorlamıyorum. İşimi yapıyor, interneti icat edenlere dualarımı eksik etmiyorum. Hayatla bağlantım şugar. İşler yolunda. Bir üzüntüm var ama! Amsterdam. İçim kaynamıştı ona. Hakkındaki eleştirilere rağmen iyi anlaşacağımızı hissediyordum. Üstelik filmi bana en yakın sinemaya çekmişlerdi, üstelik de ikinci haftaya uzatmışlardı.

Daha ne yapsınlardı!

İçim sürekli dürtmedi aklım da filmde kalmadı değil elbette. Farklı çıkış yolları aradım ancak içimde de son derece otoriter, bana benzemeyecek kadar disiplinli bir çip üremiş olmalı ki; ruhum uçarak gişe önüne gitmeyi düşünse de çip sürekli frene basıp o coşkuyu nötr hale getirmeyi başarıyordu.

Ama öte yandan kıs kıs da gülüyormuş.

Bir anne şefkati ve sabrıyla beni ayar ediyormuş.

Bu hafta enteresan bir şey oldu aslında. Ben cuma gününün tamamını neredeyse cumartesi gibi yaşadım ve sıklıkla cumayı cumartesi sandım...

İş çok keyifliydi. Hava muhteşemdi. Dizim bina içi seyahatlere başlamıştı. Enn sevdiğim konser kızı ise İstanbul'a Peyk konserine gidiyordu. Uzun telefon konuşmalarına, onun coşkulu anlatımlarına, zıplayan sevinçlerine bayılıyorum. Aslında o telefonda şakırdarken ben kendimi onun yanında, anda ve o noktalarda hissediyorum.

Farkındayım ki aldım sazı elime ve yine sadece filmden söz etmek yerine uzattıkça uzatacağım. Ha bu arada ilginç bir şey daha oldu. Cuma akşamı geç vakit, gece muhteşem, enn sevdiğim kadın yola çıkmak üzere, garajlara bırakmak konusunda ısrarcıyım. O da bana kıyamıyor, o arada telefonum çalıyor. Asker arkadaşım Apo. Arkadaş grubu ile. Bense anında Aydın'da asmalar altında bir terasta, enfes bir meyhanede rakı masasına ışınlanmış durumdayım.

Kafa çakır tertibimin. Aydın Samsun arası kaç saat muhabbeti yapıyoruz. Sonra konu bir kitaba dönüyor. O an masadaki arkadaşlarından birinin kitabından söz ediyor ki romanın kahramanlarından birinin kendisi olduğunun altını da keyifle çiziyor. Sonra kitabın yazarı katılıyor sohbete. Çok hoş, kısa ama keyifli bir sohbet. Sonra Apo alıyor sazı eline, roman kahramanı olmanın havasını güya çaktırmadan atıyor. Ona kitabı alıp okuyacağımı söylüyorum. Kitap okumaz can dostumun kafa çakır hali çok tatlı; roman kahramanı olmak pek hoşuna gitmiş. Ertesi sabah Amazon'da buluyorum kitabı ve başka bir kaç kitapla birlikte istiyorum. Ve umduğumun fevkinde bu polisiyeye bayılıyorum.

Bitirince yazacağım elbette...




Gün Artık Cumartesi


Muhteşem bir güneş. 14 seansı için yola çıkıyorum. Neredeyse 10 gündür bahçeye bile çıkmış değilim. Şimdi trendeyim. Ve şimdi sinemanın olduğu AVM'nin önünde. Bu arada Cinemaximum'ların el değiştirip Paribu Cineverse olduklarını da öğrenmiş durumdayım. Ve gişe. Ben daha filmi söylemeye fırsat bulamadan çok tatlı genç kız Leo Grande, diyor ve ekliyor, sizi tanıyorum, sanat filmleri izliyorsunuz. Ve D-4 olarak biletimi uzatıyor. Gülümsüyorum. Bir kaç dakikalık ve sadece bilet alışverişini içeren sıcacık sözcüklerle hoş bir sohbet. Sonra Migros'a inip sinema klasiği atıştırmalıklarımı alıyorum.

Ve terastayım.

Günün rengi muhteşem.

Bu gazla film sonrası Penguen'in terasında kapuçino ile kendimi şımartmaya karar veriyorum.

Yan koltuğumda bir hanımefendi var.

Yerime oturmayıp bir koltuğu boş bırakıyorum. Çıkarken önden kalkacığım, salon kapısını itip çıkarken duracak, kapıyı tutacak ve onun çıkmasına yardımcı olacağım. O ise -dayanılmaz- gözlerime bakıp gülümseyecek ve teşekkür edecek.

Film enfes bir müzikle başlıyor.



Ve film bir dış sahne ile açılıyor. Genç ve tatlı bir delikanlı belli ki bir adrese yürüyor. İlk yarının tamamı aynı mekânda ve iki karakterin sohbeti ile geçiyor. Olağanüstü bir keyif anı. Emma Thompson büründüğü karakterle muhteşem, olağanüstü ve son derece doğal; sıcak, yanağından makas almalık, saf bir kadın, din bilgisi öğretmeni. Çoktan kanımız kaynadı, ısındık ve sevdik kendisini. Onun tarafındayız. Nasıl da gülümsetiyor bizi. O arada sinema görevlisi bir genç kadın salona giriyor ve az önce salona sızan 14-15 yaşındaki iki oğlanı film 18 yaş üzeri diyerek salondan çıkarıyor. Çocukların tatlı kurnazlığı ise beni benden alıyor. Ellerindeki bilet filme giremeyeceklerini bildikleri için Avatar'a ait. Savunmalarını da onun üzerinden yapıyorlar, sözde yanlış salona girmişler. Yemezler abiler.

Kıs kıs gülüyorum çünkü iyi bir plan ama, ahh o kameralar! Elbette aynı yaşlardayken dünyada kıyamet koparan Emmanuelle'e okul çıkışı, kitap defterlerimiz ellerimizdeyken görevlinin ağzından girip burnundan çıkarak, binbir şirinlikle ikna edip girişimizi anıyorum.

Filmden uzun uzun söz etmeyeceğim, çünkü yazı bir romana evrilebilir ve ne yazsam hep bir eksik kalır! Çok ama çok keyifle izlediğim genç oyuncu Darly McCormack'e bayılmakla kalmadım, Emma gibi güçlü bir oyuncu karşısındaki çok doğal ama o oranda başarılı oyunculuğunu çok beğendim. Ve finalde kısa süreyle de olsa filme katılan genç oyuncu İsabella Laughland'in tiplemesine ve o esnadaki diyalogların tadına bayıldığımın altını da kalın kalın çizeceğim. 

Velhasıl bu film anlatılamaz, uzun cümlelerle yazılamaz, en azından bunu ben beceremem. Becerme cesaretini bulursam da üç oyunculu, 1 saat 37 dakikalık bu filmi sayfalarca yazarım ve anca o zaman  anlatabildim hissine ererim ki okuyanın ki de can. Yani son sözüm odur ki bu film okunmaz! İzlenir... ve yaşanır.

Yine bir kadın yönetmen, Sophie Hyde ise beni benden alıyor. Katy Brand'in cin gibi, muhteşem birikiminden ortaya çıkmış metninden çok keyifli, çok renkli, olağanüstü ve geniş bir duygu skalasını perdede izleyicinin önüne öyle bir seriyor ki, hadi gel de durup düşünme. Muhteşem görüntü yönetimi ile seyirciyi filmin içine alıp eğlendirirken aynı anda tüm duyguları hissettirip yaşatan bir tadı da zihinlere kazımayı başarıyor. Hani bir kahve kartonuna iyi soğutulmuş beyaz şarap koyup sinemaya sızdırmak ve onu usul usul götürürek filmi izlemek süper olurdu lakin önce enn sevdiğim, çevre dostu kadını bu AVM ile barıştırmam gerek ki sanırım bunu başarmak üzereyim.

Ve bir özet geçersem bu muhteşem filmle ilgili olarak:



Biribirine çok yakışmış bir genç ve bir orta yaşlı iki karakter!

Ana konu seks olsa da temeli insan; ki seks üzerine konuşmalar açık sözlü, anlayışlı ve çok hoş, Emma'nın çok tatlı bir komikliği var ve çok tatlı da acemiliği.

Yani kısacası Sevgili Arkadaşlar:

Bu film anlatılamaz...

Yaşanır.

İzleyin!

19 Ekim 2022 Çarşamba

Sahibini Bulan Düş

Yanındayım...

Uyurkenki seni izliyorum; dibine çektiğim bir sandalyeden... Yüzünün bütün kıvrımlarına,
uykunun sıcağında gördüğün düşe, tebessümüne gülüyorum. Yatağın içindeki hareketinden, yüzünün altındaki ellerinden, sıcağına gömülüşünden, huzurundan... huzur buluyorum. İzlerinden seni seviyorum, öpüyorum. Ve seni günlük hayata teslim edip, başucuna sıcacık poğaçalarla bol sütlü bir kahve bırakıyorum.

2008


15 Ekim 2022 Cumartesi

Ara Sıcak Tadında Hastane Yollarında

1.Bölüm


Randevu günü öncesindeki gece sabahı ediyorum.

Diz benimle kapışmış durumda.

Altındaki yastığı alıp bacağı uzatmaya yelteniyorum, o bana ağrı engeli koyuyor. Sen inadım inat yapıyorsan ben de o eşiği aşıyorum, diyor ve uzatıyorum bacağımı. Lakin bu da başka bir sorun çünkü sırt üstü yatmak bana uzak. Dizse bana kan kusturmaya yemin etmiş, nedir benim senden çektiğim intikamı peşinde sanki. Yıllardır diyor, dağ dere tepe yürürken, koşarken, zıplarken, şut atarken, pedal çevirirken, merdivenleri hoplaya hoplaya çıkarken beni hiç düşündü mü?

Bir an içim acıyor kıymetli dostuma.

Onca futbol maçı, onca basketbol maçı, yenen tekmeler, bisikletle gidilen mesafeler, atılan şutlar, sıçramalar, smaç yaparak atılmış, tribünleri ayağa kaldıran, oradaki sevgiliyi gururlandıran keyifli sayının ardından güvenle çemberde asılı kalıp yere inerken onun yastıklığına sığınmalar geliyor gözümün önüne.

Muhtemel ki onda da gençlik ateşi vardı ve onun da umrunda değildi o zaman dünya; ama!.

Okşuyorum yoldaşımı, ağrısını dindirmek için jel sürüyorum, bir de Volteren SR atıyorum ağzıma.

Sonra sızmışım. Kısa süreli olsa da...

Oğlan duşakabine bir sandalye yerleştiriyor. Evin diğer bölgeleri ile dört gündür bir bağım yok. Tek ayak üzerinde dört beş sağ bacak zıplamasıyla yatak odamın banyo kapısına erişiyorum.

Sıcak su iyi geliyor.

Bu kez ıslak ayakla zıplama korkusu. Ama geleceği düşünerek olmasa da seçtiğim ahşap görünümlü yer döşemeleri konusunda kendimi alkışlıyorum; çünkü kaydırma engelleri var. Sekerek ulaştığım yatağımın üzerindeyim.

Diz kendini biraz salacak gibi.

Oğlana seslenip buzu istiyorum. Yastığın üzerine bir havlu, üzerine jel şeklindeki buz, dize ince bir bez sargı, hoop havluyu sarma.

25 dakika sonra tık yok.

Bu bir mucize.

Kardeşin gönderdiği araç gelmek üzere. Sol bacağı zor da olsa basacak durumdayım. Biraz bahçede oturabiliriz. Neredeyse beş gün olmak üzereyken açık hava.

Arabaya yürüyorum. Yolda sohbet iyi; genç sürücümüze geçtiğimiz yerlerin eski hallerini anlatıyorum.

Bunları şimdi uzun uzun yazmayacağım tabii ki! Belki bir gün bugünkü fotolarını çeker, çocukluk günlerimden başlayıp geçmişlerini anlatırım.

Hastanedeyiz ve ben tekerlekli sandalyedeyim.

Hep merak etmiştim.

Şimdi doktorun odasına... Yürüyerek giriyorum içeri. Önce dinliyor beni. Sonra elle gerekli kontroller.

Bir de röntgenden görelim.

Bir kat aşağı, sonra tekrar yukarı.

Benim bacak çok da şakacı.

Yine aynı şey: Doktorun ifadesiyle filmdeki durum anki halimden iyi. Kemik sistemimde bir sorun yok. O halde sabah akşam jel ve Volteren SR'e; 20 gün sonra tekrar bakalım.

Önceki geceyle kıyaslanmayacak bir uyku.

Bu kez dersimi almış durumdayım.

20 gün sonraki gelişme nasıl olur şimdilik bilmiyorum. Belki bir de MR ile görelim denir.

Sonu nereye uzayacaksa varım.

İki bacağım, iki güzel dostum; ballandıra ballandıra anlattığım gezmelerimin, spor keyiflerimin, galibiyet sevinçlerimin, izlediğim konserlerimin, filmlerimin, oyunların ve çileli anlarımın can dostlarından ikisine de; siz olmasanız ben olmazdım, dedim ve onları yatağımın en keyifli noktasına uzattım.

Ve bu sabah ben onlardan erken uyandım ama hiç ses etmedim. Onlara duyurmadan haklarınızı asla ödeyemem, dedim ve bundan sonra onları elinden geldiğince doktorlara düşürmemelisin, diyerek, kendime ayar verdim.

Bugün uyandıklarında bir söz vermeyeceğim, düşüncemden de bahsetmeyeceğim; solun durumuna bakacağım ve duruma göre bir iki gün içinde sinemaya götüreceğim onları... Hatta yıllar yıllar sonra patlamış mısır bile alabilirim, onlar için.

Elbette David People'ın terasında pasta-kahve keyfi ve yeni dönem kararlarımın kutlamasını da yapacağız birlikte...

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP