2 Mayıs 2022 Pazartesi

Bayram Şekerlerim



Bayramın benim açımdan hoşluklarından biri de geleneksel mezarlık ziyaretleridir.

Küçücük bir çocukken hiç görmediğim ama adını ikinci adım olarak taşıdığım amcanın mezarıyla başladı her şey...

Sonra amcaya dede ilave oldu, sonra ona ilave baba, ona ilave öteki dede, ona ilave babaaanne, ona ilave dayı, ona ilave en amca, ona ilave anne, ona ilave pervazsız ilk gençliğimin enn sırdaş amcası, ona ilave bir yenge, ona ilave bir dayı daha...

Bir de ziyaret kafilesine ilave olanlar var tabii ki; bir sırık oğlan, sonra ona ilave bir sırık oğlan, sonra bir oğlan bir kız, sonra bir sırık oğlan daha, ikizler, daha küçükler falan diye uzayıp giden bir yeni nesil...

Artık eskisinden çok daha kalabalık bir kafileyle gidiyoruz mezarlıklara ve içimizde onların hiç birini görmemiş olanlar ağırlıkta...

Ama çok önemli bir şey var ki; anlatılanlar, kendi aralarımızdaki konuşmalar, fotoğraflar, yeni kuşaktan çocukların meraklı soruları, kendilerine koyulmuş adları, dolayısıyla sohbetlerimiz; onların hepsini canlı ve var kılıyor hayatlarımızda.

Ve belki de; hepimizin ortak fikri şu ki: Bizi etrafta gördüğümüz ailesel ilişkilerin ötesine taşıyan bu keyifli farklılık; iyi günleri paylaştığımız kadar kötü günlerde de sırt sırta verip birbirimize koşmamızın en önemli nedenlerinden biri...

Büyüklerimizden çok sevgi gördük biz, belki bunlar saçımıza, tenimize dokunan, sarılan eylemler değildi. Ama biz hep sarılıp sarmalandığımızı hissettik hayatımız boyunca... İlk kitaplarımızı onlar aldı, ilk filmimizi onların sayesinde izledik, yollara salınıp gizli gizli takip edilerek yollar bulmamız onlar sayesinde oldu, ilk plaklarımız onlarınkilerdi... Ve hâlâ onların şefkatinin, sevgisinin bize yüklediklerinden öğrendiklerimiz bu kadar kalabalık ve keyifli bir aile olarak bir arada tutuyor bizi...

Şimdi aynı kalabalıklığı ve keyfi bizim çocuklarımız yaşıyor. Küçülmüş, bencilleşmiş, yalnızlaşmış bir çok ilişkiye baktığımızda ne kadar şanslı olduğumuzu fark ediyoruz. Ve bu keyifli yaşamı, bu aile olmanın erdemini, keyfini bize yaşatanları da şükranla anıyoruz hep...

Mezar başlarında, küçüklerin mezarlığın üzerindeki içtenlikli çabalarını tebessümlü yüzlerle izlemek ne hoş! Pıtır pıtır elleriyle otları yolmaları, toprağı eşelemeleri... Sonra gözlerine hoş gelip bahçeden kopardıkları kendi çiçeklerini dikmeleri... Mezarlığın çeşmesine gidip doldurdukları pet şişelerden onları sulamaları, bunu zevkle ve sevgiyle yapıyor olmaları ne hoş!

Mezarlık içindeki yürüyüş esnasındaki esprilerimiz, en küçükken hep tufasına düştüğü şakalarla tufaya düşenler büyüdüklerinde aileye yeni katılan bir ufaklığı aynı şakayla tufaya düşürdüklerinde, bizim de onları başka bir şakayla tufaya düşürmemiz ve bu sürekliliğin keyfi çok hoş!..

Sonra ufaklıkların mezar başlarında iki ellerini açıp hiç bir kitaba bağlı kalmaksızın büyük babaanne, dede, babaanne, anneanne, büyük amcalar, büyük dedeler için dua etmeleri... Bazen yolları şaşırdığımızda mezarlığa dağılıp adres aramayı çok eğlenceli, keyifli bir bilgisayar oyununa çeviren çekirge sürüsünün şen kahkahaları...

Biz her mezarlık ziyaretinde inanılmaz bir biçimde tazeleniyoruz, bunu hissediyorum.

Çok kalabalık ve çok güzel bir aile olduğumuzu biliyorum, biliyoruz. Hiç bir kırgınlığı içinde barındırmayan, her bireyinin özgürlüğünün sınırlarını çizmeyen ama düşme ihtimali olan sınır çizgilerinde bekleyen, tam düşerken el uzatan bireyleri olan bir aile...

Ve biliyorum ki; dünyanın en iyi abileri, ablaları, kuzenleri, kardeşleri, halaları, yengeleri, dayıları, amcaları, enişteleri, ufaklıkları bizde...

Onun için; düğünlerimizin, yaş günlerinin, mangal partilerimizin, nişan törenlerinin bahçesi, ailemizin kâbesi bu evde olmak, burada bir yemeğe katılmak diğer insanlarda hiç yaşamadıklarının şaşkınlığına neden oluyor. Burada bizimle olmak onların hayatlarını fazlasıyla ısıtıyor. Onların gözlerindeki hayranlığı, ruhlarından ışıl ışıl dökülüp açığa çıkan güveni, bir farklılıkla karşılaşmış olmanın koyvermiş mutluluğunu görmek çok keyifli oluyor.

Küçük yaşlarda pek fark edemediğim bir gerçeklik var ki hayatımda, belki de bu ailenin aile olma değerini en fazla ortaya koyan, kanıtlayan şey o... Bir gün düşünürken fark ettim ki bizim babaanemize, halamıza, amcamıza; komşular, onların çocukları, bizim arkadaşlarımız da babaanne, amca, hala, yenge diyorlar. Ve yıllar sonra çok eski bir arkadaşla rastlaştığımda, onların anılarında hâlâ bizim ev ve orada yenmiş yemekler var.

Ben bu aileyi çok seviyorum. Bu hazzı bize yaşatan, bunun temellerini atan tüm geride kalanlarımızı, bu düzenin baş mimarı dede ve babaanneyi şükranla anıyorum. Ve biliyorum ki, biliyoruz ki; hiç birimiz ölmüyoruz, ölmeyeceğiz. Nasıl ki ben hiç görmediğim amcanın ziyeretlerine en güzel bayramlıklarıyla aileye yeni katılmış bir ufaklık olarak gittiysem; bizim hiç görmediklerimizde bizim başımızda olacaklar...

Kim bilir? Belki de babaannenin, sonra yeni nesil çocukların babaannesinin: ''Ayak ucunda durun dedeniz sizi görsün,'' dediği gibidir her şey... Orada tanışıp hasbihal edeceğiz onlarla; ve her yaşadıkları mutlu olayda sevinçlerini... yaşadıkları her acıda, başları sıkıştığı her anda onlar üzülmesin diye en yanı başlarındakiyle paylaşmak istemedikleri dertlerini bizimle paylaşacaklar... Ve orada ısıtıp ellerini salınacaklar hayata yeniden...

Biz görüşüyoruz efendim, babaannenin dediği doğru...

İlk yayın tarihi: 30.09.2008

29 Nisan 2022 Cuma

Bu Mucize Değilse Nedir?

"Sabahattin Ali adını görür görmez ilk aklıma o iki şiiri gelmişti,

şarkılarsa aklımda dönüyordu.

Nükhet Duru'nun sesinden...

Melankoli ve Ben Sana Vurgunum.

Şimdi plaklara koşacağım ama yağmalananlar içinde olduğundan eminim, yoksa çoktan yazmıştım," diye içimden geçiriyor ve bu cümleyi olduğu gibi yorum kısmına yazıyorum; bu ayın başında, Radyo Momentos'daki Sabahattin Ali yayınını dinlerken
.

Yokluğundan o kadar eminim ki gidip plaklara bakma ihtiyacı bile duymuyorum.

Oysa ben için çok özel bir plak.

Yıl 1978.

İçindeki iki şarkıyı plağı her çaldığımda, durmaksızın başa alıp, deli gibi dinliyorum.

Sonra aradan biraz zaman geçiyor ve başka bir şey için çalışma odasına geçince, şu plakları bir kurcala istersen teşviki geliyor bünyeden. Tık... Tık... giderken, buluyorum, kalbim zıplıyor. Bendeki nasıl bir sevinç! Hemen fotoğrafları çekiyor, bloga yerleştiriyorum... Ve bugün de oturup yazmaya başlıyorum.

Bir Nükhet Duru fanı değilim, hiç bir zaman da olmadım. Ama Ali Kocatepe bestesi bu iki şarkı dinlediğim ilk anda, "Bizi seversin, kafa dengiyiz," demiş ve bunun candan olduğuna beni ikna etmiş olmalılar ki ayartılıyorum. Artık plak parası için kimseyi tavlamam gerekmiyor; babam küçük amcamı öteki mağazaya şutladı. Benim okul yok, yıl sonu sınavlara girip, kalan dersleri halledip, son sınıfı da bir seferde geçerek mezun olacağım. Dolayısıyla tam mesai çalışıyorum, muhasebe tümüyle bende, haftalığım harçlıktan maaşa dönmüş durumda. Patronum performansımdan çok memnun. Uzunçaları iş çıkışı eve patron babayla dönmeyip plakçıya koşarak alıyorum.

Sürekli o iki şarkı ama!

Artık yeni evdeyiz ve pikabımız efsane marka Dual ve tabii ki stereo.


Bıkmadan usanmadan dinliyorum. Bununla yetinemiyorum, çünkü bir şey eksik.

Birisine deli gibi aşık olmak istiyorum. Bu iki şarkıyı ona dinletmek, onunla dinlemek istiyorum.

Ama yok!

Aslında her şey var, olmayan aşk.

Ya da o nedir, nasıl bir şeydir?
ben bilmiyorum.

Tabii ki hayal ettiklerimle yetiniyorum. Elimde sağlam bir senaryo var fakat bir türlü esas kızı bulamıyorum.

Tertemiz duygularla. Mış gibi hissederek değil, tiril tiril, ütülü, kandırmacıksız, en doğal haliyle içim ona aksın istiyorum.

Ama yok.

O zaman şarkı defalarca çalar, ben gözlerimi kapatır, enfes bir gerçekliği göz kapaklarımın arkasında yaşarım!


"Oysa "Joan Baez"'ın dizlerine yatıyorum küf kokulu bir izbede...

Oysa... ben kantinin en ücrasında, üst kata çıkan dip merdivenin boşluğunda ağlıyorum.

Aradayım.

Yaşamımın sonraki hiç bir döneminde bir kez bile tekrarı olmayacak şekilde hem de..."*


diyen cümleler sızdırıyorum, yıllar yıllar sonra yazılarımın içine...








*Yazının italik bölümünden...

26 Nisan 2022 Salı

Bu Da Böyle Bir Şey Rastgele

Sen neylersen güzel eylersin Buraneros.


Oh, sabah sabah deniz kenarı yürüyüşü, iskeleden deniz seyri... Keyfiniz daim olsun, her daim.


İyiyiz Pek Değerli Yazarımız, Çok keyifle okudum yazını, yer yer gülümsedim. Tabii ki bu gençte iş var demiş biri olarak kendimle yine gurur duydum. Yazın o kadar sağlıklı düşünebilen bir zihnin ürünü ki... bayılmamak, bunun yanı sıra da kıskanmamak elde değil. Su akar yolunu bulur demiş ya atalarımız... Güzel olan şu ki senin suyun bilinçsizce akmıyor, akışın kontrolü hep senin elinde, sorgulama ve gerçeklik anlayışın ve farkındalığın şahane. E bunların sonucunun da güzel olmaması imkansız ve sonuç ne olursa olsun, gerektiğinde yeni bir yol açma ve o yolda yürüme konusunda da yetenekli olduğun kesin. Yani ve biliyorum ki sonuçları ne olursa olsun, senin için hayat boyu her şey çok güzel olacak.


Pek hoştu, keyifler okura kadar ulaştı, onun için de gülümseyerek başlanmış bir gün oldu ki güneş de elinden gelen gayreti göstermiş durumda. Taklitçi ve kıskanç ben şimdi kendini dışarı atacak ve iskelenin ucuna kadar yürüyecek, hemen.


Yazının içinde o kadar çok kopyalayıp yoruma taşımak, bu vesileyle altını çizmek istediğim şey var ki, ben kendi heybeme, alacaklarımı aldım. Biraz daha geliştiğimi, ülke gençliğine ve onların ülkeye katacaklarına dair umutlarımın bir kez daha tazelenmekle kalmayıp iyice arttığını hissettim yine. Dalgalanmaların farkında olmak ve onlara rağmen durumların da... çok sağlıklı geldi bana. Farkındalık ve sorgulama becerisi (bence) iki şahane eylem, sahip olanlar çok şanslı.


Evet yazıyı dün okudum, çok keyifliydi, yemekler fotolardan bile olsa afiyetlikti, fakat işte: Bu ülkede yaşayıp bir de TL kullanmak zorunda olunca bu zamanda, insan kurduğu hayalin fermuarını anında çekiyor ve hemen kafasının içindeki Facit hesap makinesinden gelen tıkırtıları dinliyor, üstelik öyle bir tıkırtı ki bunlar, okyanusun dalgaları bile duyulmuyor...

Yani bu yazıyı yazarak, bu mübarek günlerde çok sevap kazandın, yoksa Şeyseller nere biz nere?


Geç vakit, uyanmış bloglarda takılıyordum... ve Boris Vian. Tetikledi. Üşenmedim kitaplığa koştum. İlk okuduğum ve Boris Vian'la tanıştırılma kitabımı bir an göremeyince nasıl olur ama dedim, oysa hava atacaktım. Onları da yeni kitapların arasına koymuşum meğer. Küçük dayım almıştı onu bana. Mezarlarınıza Tüküreceğim. Tarihe baktım 1989, 2.Baskı. Günlerin Köpüğü ile yanyanalar. Gözlerim ışıldadı, içim köpürdü, ben zıpladım. Öyle yani...


Canın sağolsun kardeş, biz ara ara gelip dinleyip sessizce çekiliyoruz. Placebo yetti gari, baharı çıkarttırır, sen keyfine bak.


Sevgili Buraneros azıcık bile uzunsa dişi beyin diyor hoca. Fena değil bence de.


Çok teşekkür ederim, senin kadar yazamasam da ben de yazıyorum işte. Yazıyı gündüz görmüş ama Sevgili Okul Arkadaşıma yazdığım yanıtta belirtiğim gibi sonraya bırakmıştım, dün gece okudum. Ama bu sabah derin okudum. Derin okumalar beni şöyle bir yolcularlar... Koştum ve buldum, yazıya bir başlık koymuşum; U ile başlatmamış, Y'yi seçmişim. Sonuna da bir ünlem. Bir kurmaca... Bugünden bakmak bir başka bakış gibi dursa da, dışımdan biri, sanki başkası yazmış gibi baksam da dedim derin, bir hayal, hani biri yaşasa ve yazsa, bence çok kıskanılası. Çok severek yazılmış belli, kıymetli. Sonuçta aynı ayın bebeleriyiz dedim, bir iyi ki doğdun daha ekle, paragrafı şöylece bırak dedim, iyi mi ettim bilemeden... işte bu bilememezlik yüzünden bildim. Paragrafı eklemedim.


Canım Buraneros, ben de Aksaray'dan Bir Perihan'ı dinledim, seni ziyarete gelecektim "bittii" diye ünlemek için, sen erken davranmışsın.

Açıkçası kitaplıklarımıza koşmak kadar güzel kaç eylem var bilmiyorum, kıskandım, eski kitapları çok çok severim. Kim bilir kaç kere geldi eline, gözüne... Daha kaç kere de gelir.


Benimki çok az uzun, fena bir sonuç değil sanki.

24 Nisan 2022 Pazar

Ev Sahibinin Kurdu Da Var Kuzusu Da

Yazılarını ilgiyle takip ettiğim, kendine özel üslubuna bayıldığım Sevgili Neslihan'ın Boş* başlıklı yazısına keyifle başlamış biraz yol almıştım ki ulaştığım konu bünyemin taşlarını ufak ufak yerinden oynatmaya başladı, çok hak verdim, bir yorum yazdım şu minvalde: "Yazıyı aslında sıcağı sıcağına okumuştum, kızdım, sonra bir yazı yazmayı düşündüm, sonra vazgeçtim. Vurgum insan olmaya ve insanı bilmeye yönelik olacaktı ama sonra dedim ki ben kötü bir örneğim! Şimdi, yazsam acaba, bazı zihniyetlere bir etkisi olur mu, insan olmayı hatırlatır mı? diye düşünmekteyim. Kötü bir örnek olsam da..."

Ama Google ile WordPress'in arasına kara kedi girmiş olmalı ki yollayamadım yorumu. O zaman oturup bir yazı yazmaya karar verdim. Bu kez de içimdeki tembele tosladım. Bir süre yazmakla yazmamak arasında bocaladım. Gereksiz bir yazı olacağını düşündüm. Sonra, en azından bizim çocuklara yararı olur bizden sonraki yıllar için düşüncesiyle kararımı netleştirdim ve yazmaya karar verdim.

Ben tuğla aralıklarından içeri rüzgâr sızan kiracı olduğumuz bir evde doğdum. Kalabalık bir aile. O evden hatırladığım bir sahne var, etkisi otomobille uğraştığım her an içimden çıkmayan bir korku. Ben camdan, muhtemelen annemin kucağından dışarıya bakıyorum, Babam arabanın altına yatmış tamir yapıyor, o araba çalışıyor ve direksiyonda bir kişi var. Arada motor sesi yükseliyor ve babama bir şey olacak diye korkuyorum. 3-4 yaşında var mıyım? emin değilim. Bir süre sonra o evden aynı mahallede ama bu kez Kışla Sokak'ta bir eve taşınıyoruz. Yan komşumuz evin oğlu Harun Karadeniz adlı devle tanışacağımı henüz bilmiyorum. Arkadaki yatak odası ve mutfak camı bahçe toprağı ile hiza, bahçenin tarabalarına göre ise alçakta. Orası anne baba yatak odası, henüz bebek olan kardeşin beşiği orada, bazı akşamlar o odada oturuyoruz ve halam kitaplar okuyor; tüm aile radyo tiyatrosu formunda dinliyoruz. Aziz Nesin hikâyeleri gözde. Bize alınmış masal plakları ile birlikte başkaları da var ve hepsi 45'lik. Hâlâ durmakta olan Garrant marka pikap* ve onun entegre edildiği radyo ve kitaplar sokağa, aynı zamanda avluya bakan misafir odasındaki çok hoş bir ceviz büfede. Bir divan, üç koltuk zor sığdırılmış bir misafir odası. Geceleri ise halamla ikimizin yatak odası. Duvarla değil de iki kanatlı bir ara kapıyla ayrışan komşu oda ise dedemle babaannemin. Velhasıl nohut oda bakla sofa bir evde kiracıyız ve nüfusumuz 8.


Şu an kendi oturduğumuz binamızdaki daireleri baz alırsak ki benim mutfağım salona açık; benim salon mutfak birlikteliği kadar bir ev. Ama şahane bir aileyiz. Halam kız enstitüsünde öğrenci, gitar, mandolin, melodika, akerdeon ne bulursa çalabiliyor. Kekler, pastalar, vanilyalı aylar, çılbır gibi daha "sosyetik" yiyecekler ondan. Kuzinede babanne anne elinden enfes yemekler pişiyor. İçli Köfte, İşkene, Şille, Öfeleme, Gömme gibi yöre yemekleri baş tacımız. Enn amcam teftiş için şehire geldiğinde hayat biraz daha şenleniyor ve Aqua Velva kokuyor ev. Çok mutluyuz...


Enn amcam, bir tost makinesi ve portakal sıkacağı ile geliyor bir gün. Ne havalı bir durum. Kira ve minnacık evde zenginlik. Okuldaki beslenme saatine evde hazırlanmış tostlar ve koca şişe portakal suyuyla gidiyor, küme arkadaşlarımın getirdikleri ile kurulmuş masada artık pek geride kalmıyorum. İlkokul aşkım, küme arkadaşım, ancak çizgi hikâyelerde alıp kaçan köpeklerin ağzından sarktığını gördüğüm sosisler getiriyor. Çıkarıp masaya koyuyor ama biz el uzatmayınca geri eve götürüyor. Neden yemediğimizi ise bilmiyorum. Oysa evde sucuk pastırma oluyor ve o yıllar için satın alınması o kadar da zor değil.

Ev sahiplerimiz üst katlarda oturuyorlar. Yıllar sonra o evin dedesi, resmi nikâh öncesindeki -geleneksel- imam nikâhımı kıyıyor. En alt bodrumda da odunluklar var, orası bizim sinemamız aynı zamanda. Çevirme kollu küçük, tahtadan bir makaramız var ve ona sokaklarda bulduğumuz film parçacıklarını sarıyoruz, bir el feneri ile o siyah beyaz kareleri bodrum duvarına yansıtıyoruz, tabii ki bilet kesiyoruz. Sonra ilk evimiz -aile içi desteklerle- alınıyor. Hiç unutmuyorum. 90 bin  lirası peşin diğeri taksitli olmak üzere o yılların değerli parasıyla 150.000 TL'sına. Babam artık oto yedek parça satıcısı. Hatta çalışan iki minübüs aldılar enn amcamla ortak. Sonra onlar satılıyor ve minik parça dükkânı büyüyerek ara sokaktan ana caddeye çıkıyor. Artık Dedem dışında tam kadro "Anne o mahallede de bu kıyafetlerimi giyeceğiz?" dediğimiz, kendi evimizdeyiz. Sonra halam evlenip gidiyor. Nasıl ağlıyorum. O sadece hala değildi benim için, küçük çocuğun bir özleminin karşılığı, imrenmenin yansıması, dışa vurumu, tesellisi bir ablaydı.

Şehrin o yıllara göre epeyi dışında bir arsa var, deniz kenarı, şu ekilip biçilmez, bir işe yaramaz, köyün kenar mahallesi muammelesi yapılarak kızlara verilen, çoğu kumluk alanlardan. Ucuz. Evin taksitleri bitince yine taksitle orası alınıyor. Kocaman ve yoldan denize işe yaramaz bir arsa... Bir avantajı Meteoroloji Md'lüğü ile Y.S.E kampının arasında olması. Alt yapı yok. Su yok.

Önce bir çadır kuruyoruz ama kalmıyoruz ve yazları hafta sonları geliyoruz. Suyu epeyi ilerideki caminin çeşmesinden dolduruyoruz. Sonra kamyonlarca toprak seriyor, kumluk halini verimli bir hale dönüştürüyoruz. Sonra ağaçlar dikiliyor, sebzeler ekiyoruz. İki göz odası olan derme çatma bir minik ev, o eve de bir aile yerleştiriyoruz; ekip biçecekler, biz ihtiyacımızı alacağız, kalanı onların, satabilirler. O süreçte sanayi siteleri inşaatı başlıyor. Kooperatif'den ve temelden dükkan alıyoruz, krediyle. Onlar tamamlanıyor ve taşınılınca dükkân kirası derdi de bitiyor. Sonra da yeşermiş bahçede tek katlı bir ev inşaatı başlıyor, ben artık ortaokuldayım, inşaat para oldukça devam ediyor ve bir yıldan fazla sürüyor...  Ben liseye başladıktan sonra da bitiyor. Okullara oradan gelip gitmeye başlıyoruz. Dağdaki bir kaynaktan  karşımızdaki Jandarma'ya gelen, bizim bahçenin önünden de geçerek komşu kampa giden bir içme suyu hattı var. Oradan izin alarak eve bir içme suyu hattı çekiliyor ve artık o evdeyiz. Şimdi her şey daha şahane. Ben 1 aylık askerken, kız kardeşim Maarif Koleji sonda ya da bir alt sınıftayken, erkek kardeşim de lise 1. sınıfın ilk yarı yılındayken baba ölüyor. Taze 20'lik Buraneros artık aile reisi ki sürecin detaylarını ve öngörülerini Yavaş Hayat* başlıklı yazıda anlatmıştı.


Yıllar yıllar sonra imar geliyor buralara, parsellere ayrılıyor falan. Buraneros böyle olacağını biliyor: Çünkü bir gün enn iki arkadaşından biriyle şehirdeki D.S.İ'nin önünden geçerken, bir sempozyum olduğunu duyuran afişleri görüyorlar. Buraneros konunun imar meseleleri ilgili olduğunu okudu. Giriyorlar, dinliyorlar, sonra Buraneros duvarda asılı haritayı fark ediyor, gidip incelediğinde kendi evlerinin olduğu yerin geleceğini de görüyor. Yıllar yıllar geçiyor. Bütün tapular, parsel tapularına dönüşüyor, burada bir piyango vuruyor aileye ki bunu da bir gün yazar belki Buraneros. Sonra şehrin en iyi mimarlarından birine projeler çizdiriliyor ve  inşaatlar başlıyor, yaz kış kalınmakta olan kadim ev en son yıkılıyor, yerine ve diğer iki parsele apartmanlar dikiliyor ve bunlardan eski, kadim evin olduğu yere yapılan üç katlı ve altı daireli olan ve eski evin yeni giysili hali diye adlandırılanına  üç kardeş yerleşiyor, diğerlerine de kiracılar geliyor. Kardeşlerinki de dahil olmak üzere hepsinin kira sözleşmelerini Buraneros yapıyor.

İlk kontratlar üçer yıllık. Artış, rakamlar nereye gelirse gelsin, dolar mark nereye uçarsa uçsun üç yılın sonuna, yani kontrat bitimine kadar %10. Kontrat bitimlerinde o anki duruma, ekonomik koşullara ve fiyat artış oranlarına göre güncelenecekler.

Sonra bu üç yıllar doluyor fakat pandemi başlıyor. Kiracıların hepsi genç çiftler ve Buraneros artık bir insan sarrafı. Kiracılar kira güncellemele zamanları geldiğinde arıyorlar. Buraneros diyor ki "Pandemi koşulları nedeniyle %10 ile devam ediyoruz, önümüzdeki yıl güncelleme hakkımız baki." Önümüzdeki yıl da geliyor. Çocuklar yine arıyorlar. Buaneros diyor ki "Hâlâ pandemi, %10'a devam." Bu yıl geliyor, artık pandemiden daha bela bir ekonomik felaket var. Buraneroslarla aynı binada oturan ve yeni bebeleri olan ki apartmanın ilk bebesi, adı Pera, benim kiracılarım olmalarına rağmen kız ve erkek kardeşlerim de, ben de geleneğe uygun davranıp, birer altın aldık, çünkü onları kiracı gibi görmüyor, ailemizin birer ferdi gibi seviyoruz. Bahçelerde birlikte oturuyoruz ki yazlık sinema geceleri fikrim sabit, bir sinema perdesi ve projeksiyon makinesi alma fikrimiz diri!

Taze baba bu ayın başında yılın son kirasını yatırdıktan sonra telefonla arıyor, anne genç bir avukat; soruyor, yeni dönem için kira artışını. Diyorum ki "Devletin açıkladığı kira artışını uygulamıyoruz, enflasyon da umurumuz da değil, %20 artırıyorsun, çıkan rakam net olmazsa onu ilk yüz TL'ye yuvarlıyorsun." Telefondan kanat sesleri geliyor. Sonra ana caddedeki binanın altındaki, üçümüzün ortak dükkânının kiracısının muhassebecisi arıyor Aralık ayının sonunda. Gelinleri için bir güzellik merkezi açmışlardı. Bir deniz taşımacılık şirketinin sahibiler, para gani, ne desem verirler tartışmasız, ama bir de söz var. Onlarla yaptığımız kontrat da 3 yıllık, ve 2022 sonunda dolacak. Üçüncü yıl başlamadan aranıyorum, piyasa bilen insanlar. Cevabım: "Sonuçta üç yıllık bir kontrat var, ne olursa olsun baki bizim için, yani kontrattaki %10 geçerli, önümüzdeki yıl kontrat bitince duruma göre konuşuruz."

Bizim bir şiarımız var, önce insan, iyi insan. Gerisi kolay. Kiracılarımızı seviyoruz, alın teri nedir çok iyi biliriz.

Önümüzdeki Haziran'da artış yapılması gereken bir doktor çift var, onların ikinci bebeleri de orada dünyaya geldi. Benim kiracılarım, ön binada. Pandemi süreci başlangıcında onların kontrat süreleri de dolmuştu, emlakçıma arattım ve eski kontratın %10 ile devam ettiğini söyle, endişe etmesinler dedim. O iki yılın sonu önümüzdeki Haziran... 15 gün önce ev satın alan ve ilk kiracılardan bir çift taşındı ön binadan. Boşalan daire kız kardeşimindi ve 2+1'lerdendi, emlakçı çıkanın kira fiyatını bugünkü duruma göre güncelleyerek koymuştu sitesine ki kuyruk oldu desem yeridir. İndirim istendi, inilmese değişen bir şey olmayacaktı ama kıramadık ve tutuldu. Benim o binadaki kontratları iki yıl önce sonlanmış olan doktor kiracılarım için artışı normalde bu yeni ve güncel fiyatı baz alarak yapmam lazım, mantık ve günlerin gereği olarak! Hayır öyle olmayacak, üstelik 3+1 daire için -şu an onların haberi yok ama- en fazla şu an yeni kiralanan 2+1'e göre %15 daha az ödeyecekler, yine de indirim isterlerse de kırmayacağım.


*Boş başlıklı yazı için buradan lütfen...

*Yavaş Hayat


*Garrant marka pikabın fotoğrafı ve alakalı bir yazı da işte tam şurada.


19 Nisan 2022 Salı

Yaş Aldıkça Değil Yaşadıkça Büyüyormuş İnsan


Bu sabah erkeninde uyanınca blogu açtım. Tetikleyen neydi bilmeden an'larım etiketli yazılarıma gittim. Blog denen mecra ile tanışıp güzel anılar biriktirmeye başladığım yıllara... Aslında bu geri dönüşe sebep olan yazım çok tazeydi. Ağustos 2021. Yaşanan bir andı ve içimden plansızca akandı cümlelerim. Blogunda link verip paylaştı Sevgili KuyruksuzKedi.* O linki paylaşırken "Buraneros, bir kez bile "aşk" demeden aşkı anlatmış," vurgusunu yapmasa, ben zerre kadar farkında değildim. İşte bu sabah an'larımın içinde dolaşırken; beni "Geçenlerde Bir Akşam Üstü" başlıklı  yazıma taşıyan birikimin ne olduğunun farkında olarak... Yaşamayı, öğrenmeyi, bilmeyi ve yaşamla kurulan  ilişkinin belirleyiciliği üzerine düşündüm.

Güzel bir hayat benimki demek için lazım olanlar neydi?

Bir an geldi aklıma, 20'li yaşların ikinci yarısının 30'a yakın olduğu, belki de 30'un ilk yarısından bir an ki yaşandığı akşamın üzerinden 10 yıldan fazla süre geçtikten sonra, 14 Ekim 2008'de yazılmış ve yukarıdaki ile aynı mantıkla ama biraz daha uzun bir başlıkla yayınlanmış... İşte bu sabahki zaman yolculuğum bana, "artık bir yol gösterici olarak" bu yazıyı tekrar yayınlamalısın dedi!





Mutlu yıllarda, bir konser öncesi yemek için gittiğimiz lokantanın terasında, kapalı bölümün tam cam önüne oturmuştuk. Kapalı bölümde, camın hemen önünde bize komşu yaşlı bir çift dikkatimi çekmişti.

Adamın önünde bir kadeh rakı, peynir, salatalık, domatesten oluşan bir tabak, eşiyle sohbet ediyordu. Biz de onların en fazla yarısı yaşta bir çifttik.

Benim önümde de rakı ve aynı tabaktan vardı. Gün üzerine konuşarak usul usul içiyorduk...

Biz ana yemeklerimizi sipariş verdiğimizde, çapraz masamıza bizden daha genç bir çift geldi.

Onlar kalktığında, biz kahve içiyorduk. Biz hesabı ödeyip çıkarken, yaşlı çift hâlâ rakıyla peynirin keyfinde, kimseyi görmez bir sohbetin derinlerindeydiler.

O gün, ilk gençlikte aynı masalardaki tüketimimi, hızımı, tüm o davranışların egolarımı şişirmekten başka bir şey olmadığını, bunun yanı sıra da doğru olanı öğrenmeye ve hayatın tadını çıkarmaya yönelik bir öğreti olduğunu düşünmüştüm.

Gerçekten hayatın tadına vardıran şey, korkusuzca duyguların peşinden koşmaktı, fark etmekti.

Hissettiğini, arzuladığını yaşama gayretiydi. Onların ulaştığı noktaların iniş çıkışlarıyla yoğruluyordu insan.

İyi yerde yemek yemenin, sevgili peşinde koşmanın, iyi giyinmenin, iyi arabaya binmenin temel duygusu: İşlevsellikten, derin tatlar almaktan ziyade egoydu; büyürken gözlediğin yaşamlardan kafanda yer etmiş öykünmelerdi. Bu kötü bir şey de değildi ama!

Önemli olan o davranışlardaki hissedişleri fark etmek, onlarla yüzleşmek, niyelerini öğrenmekti. İyi yerde iyi bir yemek, tensel bir beraberlik: Çok gençken, temelde bir statü (ego) üzerinden içsel bir coşku yaratırken, aynı zamanda ruhunuzun anı paylaşma ve paylaşılandan zevk alma bölümünü de doyuruyordu belki!.

Oysa yemek, sevişmek, yaşamak aslında daha başka şeylerdi!.

Sonra şunu öğreniyordu insan: Aslında, çok lüks mekânda içilen neyse, herhangi bir yere oturup üç beş parça yiyecekle ''berduşça'' içilen de aynı şeydi! Mesele an'ın yarattığı ya da an'a katılan duyguydu, dekor değil!..

Ölüm gerçeğini bilmek, ve her tanık olunan ölümde eksik kalmış, tüketilmiş anlar görmek, bilinç altını tetikliyordu.

Çok gençken, pervasız ve asıl güzel olanı fark etmez bir hoyratlık vardı. Oysa, elinde olanın gidebileceğinin korkusu ne kadar güzel yapıyordu anları.

Anı yaşamak denen şey çok ama çok emek isteyen bir iştir; dillere pelesenk olmuş anlamının ta ötelerinde bir manada hem de...

Görebilenler şanslı...

Ve eğitim şart (uykuyla ilgili haller için*); hayat okulunda.


Not: Buradaki gençlik, yaşlılık ve ölümle anlatılmak istenen salt yaş değildir!


Yazının başlığı: ''Uyku'' adlı yazının içinden bir cümledir. Uyku adlı yazı ''elimde kahve kokusu keyfini çıkardıklarım'' adlı bölümden gidilebilecek kadar yakın.

(Demişim ancak link eklememişim ve bugün tahmin üzerine gittiğim bloglarda bulamadım, üzerinden onca yıl geçti, yazının sahibi eğer hâlâ okuyorsa, ve belirtirse sevinirim.)


Manxcat/KuyruksuzKedi içinse buradan lütfen!

15 Nisan 2022 Cuma

Kapıdan İçeri Sadece Yemek İçin Girmiştim Oysa

Bir iki ay önce biri kırtasiyeci olmak üzere yıllardır var olan binanın altındaki üç dükkân boşalıyor. Sonra hummalı bir tadilat başlıyor. Kadim fırına yürüdüğüm her sabah iki kere önünden geçiyorum. Sonra lokanta-kasap olacağına dair işaretler oluşmaya başlıyor. Kasap ve lokanta birlikteliği konumu itibariyle doğru bir seçim olmadığı gibi beni cezbeden bir durum da değil. Pandemi sürecinde pek çok yeni iş yerinin açıldıktan sonra yıldırım hızıyla kapandığını görüyorum. Üstelik bunların içinde çok yakın tanıdığım ama aklı evvel biri var ki tüm uyarılarıma rağmen onbeşbin lira kira ile yer tutup, aslında market ama ona göre şarküteri açtı. Dedim açtın eyvallah, hayırlı olsun, ama bir farkın da olsun ki etrafın anlı şanlı zincir marketlerle dolu.

Ona buradaki bir kaç iyi restorana meze yapan genç kadını önerdim. Kars'tan bir kaç peynirci, Hatay'dan da yine bir kaç üretici söyledim. Dükkânın önceki hali alt katı da olan, dışarı masa atılabilecek bir lokantaydı. Fırın'ı da var ve bu işler için normalde biçilmiş kaftan. Mezeler, peynirler, sandviçler ve diğer şarküteri ürünleri, fırından çıkacaklar satılırken burada da oturulup yenilebilsin, dedim. Şimdi adları ve şanları yok olan eskinin bulvar kafe-marketleri gibi: şu çocukluğumuzdaki adları ile, bir tür bonmarşe yani... Yüksek kar marjları olan bu kısmı kulak arkası etti. Zaten bir şekilde bildikleri ve alışveriş ettikleri yerleri bırakıp koşa koşa ona geleceklerini sandığı insanlara güvenerek, üstelik rekabete açık, kâr marjları düşük ambalajlı ürünlerle yola çıktı ve sonuçta 3 ay sonra kapattı ve bir sürü para çöp olmakla kalmadı; asıl işinde de sıfırı tüketti.

Buraya kadar olanlar çok keyifle yaşadığım iki öğlenle ve yazının ana konusu ile çok alakalı olmasa da; günlere ve döneme dair bir kaç not olarak şöyle bir kenarda bulunsun.


Bundan yıllar yıllar önce, şafak saydığım günlerde bir gün Aziz'le hiç o anki konumuzla alakası yokken ve o güne kadar tek bir kelam edilmemişken üzerine... Bana bir kişiden söz ediyor.


Dün

Öğleye yakın işe ara verip çıkıyorum evden. Bir konu var ve onunla ilgili görüşmek için emlakçımıza yürüyorum. Oradan çıkınca yemek fikrim dürtüyor beni. Buralarda mı yesem falan derken sahilden yürümeye başlıyorum. Nihayetinde önceki gün ilk kez gittiğim lokanta-kasap dediğim yerde karar kılıyorum. Aslında aklımı ona yönelten adı: "Et Lokantası-1933'den beri." Şehrin en hareketli ve popüler caddesinde yıllardır var ve belki de eski lokantalar adabını kolalı peçeteler dahil her şeyi ile yaşatmaya devam eden tek yer. Yemekleri muhteşem. Lokantanın kurucusu ve aşçısı baba, 11 yıl daha yaşarsa lokanta 100.yılını kutlayacak. Bir ilişki sezdirmekle birlikte aklımdan geçen orada çalışan bir grubun ayrılıp burayı açtığı, çünkü asıl yerin Et Lokantası kısmının önünde bir ad var!

Önceki gün ilk gelişimde genel olarak içerisi, masalar ve düzen hoşuma gidiyor. Mutfak ekibi tam tekmil, beyaz kıyafetler şık, aşçı şapkaları kafada. Hoş bir genç kadın alıyor siparişimi ancak tahtada yazılı menü iftar için-miş. Oysa aklımı çelen patlıcan kebap olmuştu. Yayla çorbası ile Ezo Gelin arasındayken Ezo da karar kılıyorum ardından da az döner istiyorum. Çorbaya bayılıyor ancak döner pişme ve etin kalitesi anlamında olmasa da tat olarak gerçek Et Lokantası'nı aratıyor. Şimdilik Ramazan nedeniyle sık kesilemediğine veriyorum bunu.

Dünse patlıcan kebap var. Oysa bu kez yayla çorbasına razı olarak gelmiştim. Patlıcan kebap ve az pilav söylüyorum. Görüntü muhteşem. Kuşbaşı doğranmış etler bol ve biz varız diyor. Muhteşem yani. Ödememi yaptıktan sonra gidip şefi bizzat kutluyorum ve işyeri sahibi olduğunu asıl konuya girerken öğreneceğim kişiye de "Bu coğrafyada bu patlıcan kebabını yapacak bir yer yok," diyorum ve önceki gün gerek duymadığım asıl mevzuya giriyorum.

Sorum üzerine anlıyorum ki rahmetli Ulutan Abi şahsın amcası. Kuzenlerinden ayrılmış ve burayı açmış. Sonra ona yıllar yıllar önce yaşanmış bir kesişmeyi anlatıyorum. Hayat ne kadar ilginç!

Yıl 1981, askerim. Bir gün bir boş zamanda bir şeyler içerken orduevinde, Bodrum'da yaşayan Aziz'le  Bodrum hakkında konuşurken Ulutan diye bir isim geçiriyor cümlesinin içinde. Çok bilinmeyen, en azından benim çok duymadığım bir ad olduğu için "Bodrum nere Samsun, nere"  demeden, ilk aklıma Ulutan Abi geliyor. Mevzuya biraz dikkat kesilince ve ben biraz detay verince aynı Ulutan Abi olduğu anlaşılıyor. Gel benle hafta sonu Samsun'a diyorum Aziz'e. Ulutan Abi'yi arıyorum. Pazar günü öğlen Serkan Restoran'da buluşalım diyor. Basıp geliyoruz. Aziz bizde kalıyor ve öğlene doğru verilen saatte Serkan Restoran'dayız. Mekân şimdiki Piazza AVM'nin olduğu eski garajların içinde; bizim mağazaların da olduğu sanayi sitesinin dibi. Gün pazar. Muhteşem bir masa hazırlanmış. Ben içmiyorum çünkü ev şehrin dışında ve sıkıyönetim sürecinde olduğumuz için çıkıştaki kontrol noktasında durdurulacağımız kesin.

Ulutan Abi'nin bir projesi olduğunu, muhtemelen Aziz'in çalıştığı Kortan Restoran'da tanıştıklarını, onu bir kaç akşam izlediğini, sonrasında beğenip sevdiğini ve bu konuyu Aziz'le Bodrum'da konuştuklarını artık biliyorum. O gün tüm bu projenin üzerinden geçiliyor. Göze kestirilen, incelenen ve projelendirilen yer Bodrum'un eski Belediye Sineması. Şarkıcılı gazino havasına modern dokunuşların da yapılacağı bir mekân hayal edilen. Solist sahneye şarkısını söyleyerek ve sinemanın eski balkon kısmından kıvrılarak ve açılarak zemine ulaşacak merdiveni, onun hareketiyle senkronize biçimde inerek gelecek. Solist olarak kimlerin adı geçmiyor ki. Ulutan Abi aynı zamanda bir otobüs firmasının sahibi. Kabadayı adam, film karakteri gibi. Bir çapulcu asla değil! Yaşamı ve yaşamayı bilen zarif, yakışıklı, arabası şık, o yıllarda birlikte olduğu kadın çok güzel, adını veremeyeceğim kadar ünlü ve off anam of... Kaç şise rakı boşalıp yerine yenisi geldi öğleden geceye kadar bilmiyorum. Elbette adabıyla yenildi içildi. Ama eve gider gitmez Aziz'in sızdığını, ve sabahın köründe oğlum firarımızı verirler dememle anca toparlanabildiğini, evden tam gaz çıkıp, gaz pedalı dibe yapışık bi halde Amasya'ya vardığımı, resmi kıyafetlerimizi giyip o konuta, ben de jipimi alıp tam saatinde binbaşımın evine ekmek teslimatını yapıp, jip'de onu beklediğimi söylüyorum.

Bunları gülümseyerek ve ilgiyle dinleyen genç adam şaşkınlık ve hayranlık içinde. "Ya," diyorum, "hayat bu kadar enteresan. Sen burayı açmasan, ben gelmesem, amcanın yıllar yıllar önceki projeleriyle ilgili bu bilgilerden hiç haberiniz olmayacaktı."

Ramazandan sonra sulu yemeklerin de olacağını, arkadaki depo olan bir yeri de lokantaya katacaklarını söylüyor ki o ara vedalaşmak için onlara doğru döndüğüm tüm personelin, bir masalın şaşkınlığı içinde, bitti mi şimdi diyen yüzlerini görüyorum.



13 Nisan 2022 Çarşamba

Şuraya Bir Link Bırakıyorum ÖZEL



MİLAT


 
27.03.2012 Sal 01:07
 
 
Blogunuzu yaklaşık iki senedir okuyorum.

(tam olarak La Traviata yazısından beri aslında)




La Traviata











12 Nisan 2022 Salı

Biri Bana Bunu Anlatsın Lütfen

Uzun zamandır dikkatimi çeken bir şey var. Bu yakın zamanla alakalı da değil üstelik. Üzerinde de hiç durma gereği duymamıştım. İnsanların birbirlerine mektupla ulaştığı yıllarda küçük bir çocuk olarak, ilkokula başlayıp da okuma yazmayı öğrenir öğrenmez; babaannem, mektuplarını anneme yazdırırken, görevi ben devralmıştım. Hoşuma da giderdi, öğretmenimiz kime nasıl bir hitapla başlamamız gerektiğini de öğretmişti. Bu aslında bana bir kültürün kıymetini anlama şansını yaşatırken, keyif veren bir uğraş da olmuştu. Üstelik güvenilir bir sırdaş olma duygusu, çocukça bir mutluluk da yaşatıyordu. Konularımız genelde uzak memleketteki toprakların ekilip biçilme durumlarıyla ilgiliydi; tüm mektuplara uygun hitapla başlar, sonra hal hatır sorulur, üzerimize farz olan selamlar gönderilirdi. Elbette bu sıcaklık hayal dünyamla birlikte kalbime de değerdi.

Sevginin buram buram hissedildiği bir ailede doğmuş olmak, altını çizmekten hep gurur duyacağım bir kazanım olmanın yanı sıra, tekrar etmekten asla bıkmayacağım şanslarımdan biridir. Coşkuyla ve içtenlikle sevmek nedir? bilirim. Bu öğretilebilir bir şey değildir üstelik, hissetirilirse ve hissederseniz öğrenirsiniz. Bu öğreti hayatın her aşamasında, yaş nereye varırsa varsın; içgüdüsel bir ezber olarak, plansızca dilinize ve kaleminize hep vurur. "Seni seviyorum," demeden, bir oyuna çevirdiğiniz alakasız kelimeler kendilerini seni seviyorum'a evirip, bu duyguyu en afacan biçimleriyle hitap edilene geçirebilir. Üstelik sadece bir adı dilinizden sahibine yolladığınızda ona yüklenmiş tonlama, sevginizin sıcacık ışığını karşıya geçirebilir ki bunun geri dönüşü muhteşemdir.

Bu mevzuya nereden geldim ben?! Bir çok yazımın içinde olduğu gibi beni tanıyan herkes bilir ki ben insanları ayrık otları ile birlikte severim. Mesafelerimi ayarlamayı bilir ama kimseyi de sevgimden uzak tutmam. Yazıya konu ettiğim mevzuyu, insan algısının ve edebinin dışsal faktörler ve çekincelerle değişmeye başladığı milattan beri görür ama önemsemem. Üstelik yakın tarihli de değil bu milat: Diyeyim bundan bir kaç on yıl önce başlayan, kim bilir belki de daha eski... Bizim evde mesela ben bildim bileli, diyelim kahvaltıda bardak boşaldığında ya da yenilen tabak boşaldığında; "Çay koyim mi?" ya da "Bir çay daha alır mısın?" ya da "Alır mısınız?" ya da mesela "Bir börek daha alır mısın?" kullanılırken... başka evlerde alır mısın'ın yerini "Bırakim mi?" ya da "Bırakayım mı?" ya da "Çay dökeyim mi?" nin aldığını fark ettim. Çok sevdiğim bir ifade vardır, kime ait ya da ilk nerede gördüğümü hatırlamadığım: "Söz manasını dinleyenden alır."

Yazının sadedi ise şudur: Bir süredir dikkatimi çeker derecede gözlemlediğim bir kelime var: sevgili. Ben bunu tüm ifade edişlerimde büyük harf kullanarak yaparım. Sevgili Falanca, gibi. Bilenler bilir ki seversem bir insanı, coşkuyla severim, yaşanan aşksa da coşkulu bir aşkla... Her iki halde de içim akar ve dilime vurur... Kelimelere yansımış duygularımdaki samimiyetse mutlaka geçer karşıya. Ve sevgililik olarak tanımlanan ilişkilerimin tarafları da bilirler ki bir kez bile "Sevgilim," hitabı çıkmamıştır dilimden. Sadece yazılarımda, o da çok nadir olarak ve bir tanım anlamında kullanırım.

Bir süredir gittikçe yaygınlaşan bir kullanım olarak gördüğüm ve merak ettiğim şey şu: Bir imla hatası mı benim yaptığım ki böyleyse bile umrum olmaz, asla da kullanımdan kalkmaz. Yoksa, kastını aşan ve çekince yaratan bir tavır mı?


Açık sorum şu: Ben cümle içinde de olsa Sevgili Falanca demek istediğimde Sevgili'yi büyük harfle yazıyorum; bu gem vuramadığım coşkumun vurgusu ben için, samimiyetle, sevdiğim insan karşımdayamış gibi. Oysa çoğu kişinin bunu küçük harfle yazdığını görüyorum. Acaba diyorum, ki kanaatim de o; bu bir çekince. Tıpkı çayı koyma ifadesindeki kaygı gibi bir anlayışla ve aman kastı aşmasın endişesiyle edep dışı bulunma ihtimali. Bu yadırgadığım bir durum değil, ama neden bu hale geldik ve nereye kadar uzayacak kısmı merakım. Aydınlatılmak istediğim sorumsa şu: Bir hitap olan ve baktığıma göre ve edindiğim -eğer yanlış bir bilgi değilse- hitap büyük harfle olmalı bir kural iken, Sevgili'deki s'nin bazı anlayışlarca küçük harfle yazılıyor olması, tıpkı çay, börek meselesindeki gibi bir çekincenin sonucu mu?

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP