12 Aralık 2021 Pazar

Ben Böyle Günü Yerim

Dün Ve Gün Cumartesi



Uyanıyorum. Bugün aşmışım. Çünkü perdenin kenarından gün sızıyor. Saate bakıyorum. Sekizi bulmuşum. Oysa gün ışımadan uyanmaya alışmıştım. Elim ayağıma dolanabilir ki dolanıyor. Bünyemse kısa sürede hayatla senkronize oluyor ve her şey sırasıyla ve telaşsızca halloluyor. O sırada beynim bir mesaj atıyor. Heyecan verici. Bir itiraz da var sanki. Ama bu aralar bir ben daha var ki bu tür ikilemlerde daha önce de belirttiğim gibi oldukça dirayetli. Tuttumu koparıyor... İnisiyatifi bir kez daha alıyor ele. Direktif direktif üstüne. İtiraz mâkamı ehh pehh etse de yine mağlup. Ve Çınarlık Pidesi galip.

Gidilecek!

Gidilmeli de...

Hava muhteşem. Oysa parçalı bulutlu gösteriyordu dün. Pencereden sızan bahar havası coşkulu, güneş piste davet ediyor.

"O halde dans!"

Ufacık bir ekmek arası yapıyorum.

Ama ufacık.

Aceleye gerek yok. An itibariyle her şey yolunda ve sakinlik yerini alıyor.

Evet evet, öğleden sonra ve hatta saat 13:30'dan sonra plan işleyebilir.

Kitap okuyor, nette dolaşıyor, yorumları yanıtlıyorum. Arada bir itiraz makamı "Off ya!" nidaları ile sızma harekâtları yapsa da anlıyor ki kendisini takan pek yok. Yine de hakimiyet bende havasını atacak ve tek karar merci benimin altını çizecek ki bünye alıştı artık buna. Yavaş yavaş beyaz bayrağı eline alıyor, sanki son noktayı yine o koyuyor ki varsın koysun.

O şimdi köşesinde. Artık bizimle değil!

Alaylı meteorolog şu an bulutlarla temas halinde. Görüşme olumlu. Belli bir saatten sonra güneşi perdeleyecekler ve doğal olarak da rakımı yüksek coğrafyada hava soğuyacak.

O halde ince, sıfır yaka bir tişört, gömlek, v yakalı bir kazak, sırt çantası kenarına asmalık da bir mont yeterli. Yedek maskelerimiz yerinde.

Haydi istasyona!

Rektörlük'de iniyorum. Otobüse aktarma için durağa gidiyorum. Bir köpek arkadaş boylu boyunca uyuyor. Battaniyesi, enfes bir güneş. İki karga yemyeşil ve güneş pırıltılı çimlerin üzerinde ve afiyette. Pek de neşeli bir sohbetin içindeler ki arada bir vals yapıyorlar.

Saat 13:30 civarı. Durakta otobüs yok. Dolaşalım o halde. Kültür Kafe dışarıdaki masaları toplamış. Neden ki acaba? Hımmmm, içeride de yoklar.

Aslında vakit geçirme halleri içindeyim çünkü az önce aktarma yapacağım otobüs durağa yanaştı ve şoför hareketin 14:00'de olacağını söylüyor. Bu biraz işime gelmedi tabii ki. Şaka değil, pandemi başlangıcından bugüne, iki yıldır yani, biraz sonra ulaşacağım coğrafyadan uzağım.

Aklıma düşünce oluşan ve karar sonrası zıp zıp zıplayan heyecanım şu an isyanda.

Sonra, içinde bulunduğum ortam ve şefkatli güneş sakinleştiriyorlar beni. "Sayılı dakika çabuk geçer," diyor iç sesim. Biraz dolaşıyor, yeşillikler ve ağaçlara karışıyorum. Ve 15 dakika kala da otobüsteyim. Elimde ilk kez okuyacağım, Rus Edebiyatı'nın önemli ve çağdaş yazarlarından Mihail Şişkin'in Mürekkep Lekesi adlı öykü kitabı... Üsluba ve kurmacalarına bayılmış durumdayım.

İstikamet yokuş yukarı ve varacağımız nokta -şimdinin mahallesi ama benim için hep- Büyük Oyumca Köyü.

Bir uçak gibi sürekli tırmanırken manzaraların tadını çıkarmalıyım.


Aşağı Oyumca'yı az önce geçiyoruz. Toparlanıyorum. İki kişi iniyoruz ve kapıdan süzülüyoruz. Bir köpek havasını atıyor ve simsiyah havlıyor. "Buralar benden sorulur," agalığında. Yanaşıyorum. O demirden ve ızgaralı bir kapının ardında. Hâlâ kabadayı. İyice yanaşıyorum ve arada laf atıyor, gülümsüyorum. Elimi uzattım, bir kez daha burnundan kıl aldırmadı... Ve artık kankayız.

Bu kapkara ve pırıl pırıl atla bir kaç adım sonra karşılaşıyoruz. Adı Şimşek olsa yakışır. Ateş gibi bir genç. Biraz sen kimsin havası atıyor bana. Bense Pony Kafe'ye doğru tırmanmakla meşgulüm. O sanki kızgın ve orada olmaktan memnun değil. Ahşap çite paralel biçimde en alttan en üste kadar son hızla koşuyor, sonra aynı hızla aşağı doğru. Duruyorum. Ben bu havaları yemem pozumu takınıyorum ve fotoğraf makinemi sırt çantamdan alıyorum. En alttan koşmaya başlıyor, kafam çitin üzerine paralel, hatta bir tık içeride. Seri şekilde fotoğraflarını çekiyorum. Yokuşu çıkan arabalar yavaşlıyor. Kim bu deli merakındalar sanırım. Bu kara şimşek her yanımdan geçişinde neredeyse nefeslerimiz tokuşuyor. O kadar yakınız... Şimdi alanın en tepesinde ve sanki duruşuna bakılırsa direncini kıracağım. Göz göze gelsek, bu yolla bir iletişimimiz olsa da tokalaşma fırsatı vermiyor bana. Kaç poz çektim sayamıyorum. Şimdi makine çantada. O az önce tam gaz indiği aşağıdan geliyor. İşte bu. Durdu. Aramızda şimdi bir ten teması var. Elim pırıl pırıl tüylerinin üzerinde geziniyor. Başını uzattı. Şimdi yanak yanağa bir kucaklaşma. Ve yeniden uça uça gidiyor.


Bir an bütün alanları dolaşsam sonra pidemin başına otursam diye düşünsem de bundan çabuk vazgeçiyorum ve Pony Kafe'den içeri süzülüp verandasında bir masayı gözüme kestiriyorum. Çok tatlı bir genç kadın gülümseyerek, menü ile geliyor. Menüyü alıyorum ama aslında kararım net. Fakat artık az rastlanır ve şık bir menü olduğu için dokunmadan bırakmak istemiyorum.

"Bir Çınarlık Pidesi lütfen"

Bir şekersiz kola ama birlikte getirin lütfen"



Hımmmmmmm misss. Görüntü ve yayılan koku muhteşem. Bir parçayı alıyorum elimle. Bir ısırık. Çıtır diye bir ses ve muhteşem bir kavurma kaşar peyniri işbirliği. İncecik ve çıtır bir hamur, susam ve çörek otuyla, beraber ve solo tatlar. Şahane, gizemli, kara mizah, ilginç karakterler, alışılmadık bir anlatımla Güzel Yazı Dersi adlı ilk öykünün finali.

Ve muhteşem bir manzara.

O halde ölebiliriz...


Epey süre ölüyoruz. Bir de çay içsem mi diye düşünmüyor değilim. Otobüs Rektörlük'ten saat başı kalkıyor ve 15 ila 18 dakika sonunda, hemen tesisin çıkışındaki durağa varıyor. Biraz fotoğraf çeksem ve gelecek otobüsle dönsem diye düşünüyorum ve istemeye istemeye de olsa ödememi yapıp verendayı terk ediyor hemen üst kısmına çıkıyorum. Küçük çocukların gözetim altında Pony'lere bindikleri alanda hoş görüntülerin tadını çıkarıyor ve çocukların olmayacağı bir anda fotoğraflar çekmek için bekliyorum. O sıra aşağıdaki ve uzak manejde iki genç kadının antreman yaptığını fark ediyorum. Bir süre izliyorum, sonra oraya yürüyüp, onlardan izin alarak fotoğraf çekmeyi düşünürken, bindiği at neye kızdıysa fren yapıyor ve genç kadın hooopp aşağıda; ve atın önünde. Bir süre kalkmayınca endişe ediyorum. O ara antrenörü görünüyor, yanaşıyor; bir şeyler soruyor, genç kadın ayağa kalkıyor ve atlar sahadan çekiliyor.


Bense ahırlara giriyorum. Flaş kullanmamak koşuluyla fotoğrafa izin var. Enfes bir enstantane yakalıyorum: Loş odasının penceresinden uzak ufuklara, gözlerinde bir hasret, özlenen bir özlem varmışçasına bakan simsiyah ve çok asil bir yetişkin at. Muhteşem bir açıdayım; arkasında, sol yanında ve kafanın duruşundan tek gözünü görsem de duygunun bütününü hissettiğim bir yerdeyim ki kendimi saklamayı becermişim. Beni hissetmiyor ya da umursamadı. Duygu yüklü fotoğraf için her şey müsait. Bir yandan havada uçuşan duygunun tadını çıkarmak istiyorum; bir yanda da yakaladığını bırakmak istemeyen blogger hevesinde fotoğraf arzum var. Çekiyorum peş peşe. "İşte bu tamam!" dediğim bir tane var içlerinde. Ancak bazı fotoğrafların öyle bir büyüsü vardır ki tüm sözcüklerin boyunu aşar. Bu fotoğrafa baktığımda anı canlı yaşadığım için bana duygu yüklü bir hikâye anlatıyor. Ama düşünüyorum ki bloga koyduğumda bir hiç olacak. Vazgeçiyorum.

Onu da, bir hapishane gününün son sayımı öncesi toplanılan avluda dolaşan, ve o anın öncesinde, getirdiğim savcılar ifade alırken takıldığım yazıcı odasında görülmüştür damgası basılmış mektubunu okuduğum Kumru Öğretmen'e baktığım andaki ve bana ait duygunun, bir yazımda kelimelere dökülmüş, bir kaç satırlık halinde bırakmaya karar veriyorum.


Tek kapıdan girilen, koğuş düzenindeki bu ahırdan çıkıyor, pencerelerin önünden uzayıp giden manzarada soluklanıyor; pencerelerden kafalarını uzatan atlarla fotoğraf çektiren, selfi yapan ya da pozu eşlerinin çektiği insanların, çocuklarının atlarla birlikte fotoğrafını çeken ebeveynlerin arasından geçip; biraz sonra söz edeceğim "vahşi" atın yanına gidiyorum. Oradan dönüşte de 1+1 tadında, muhtemelen özel kişilerin özel atlarına beli bir ücret karşılığı kiralanmış üst fotoğrafdaki daha konforlu mahalleye göz atıyorum ki bu bir tahmin. Gerçeği sorup öğrendiğimde de bu cümleyi muhtemelen değiştirmiş olacağım.


İşte benim ikinci kankam. Padokta tek. Sanırım stresini atma bölümü burası. Çitlere saldırıyor ki birinin bir tahtasını kırmış. Oradan oraya deli gibi koşuyor, sonrası da tahtaları zorluyor. Adamım. Bir türlü yakınlaşamıyoruz. Çılgın hali herkesin dikkatini çekmiş vaziyette ve ilgi odağı. Önce kendimi fark ettiriyor, ilişki kurmaya çalışıyor, sonra da en uzak köşeye gidiyor, oradan izliyorum onu. Ara ara da fotoğraflarını çekiyorum. Sanırım anlaşmak üzereyiz. Üsteki, üzeri giyinik olansa otobüsü kaçırınca turladığım esnada, alanın daha alt kesiminde ama elektrikli tellerle çevrilmiş ve uyarı işaretleri olan bölümde rastlaştığım, en espritüel at. Ne numaralar yapıyor. Bir star havası var. Ben atların yatınca kalkamadıkları, o nedenle ayakta uydukları gibi bir inanca sahiptim. Bu sırt üstü bile yatıyor. Kalıptan kalıba rahatlıkla geçiyor, arada bir narasını da ihmal etmiyor ve an itibariyle iki ayrı bölümde olan diğer atla birlikte sakin ve enfes bir bölgesindeler Atlı Spor Tesisler'inin. Muhabbeti koyultuyoruz, kahve içsek yeridir. O da kalan numaralarını fotoğrafa hapsetmem için peşi sıra sergiliyor. Kişiye özel enfes bir gösteri ki teşekkür edip, tokalaşarak vedalaşıyoruz. Sarılmamıza engelse, ne derece çarpıcı olduğunu test etmeyi aklımdan bile geçirmediğim elektrikli teller oluyor.


Bir sonraki otobüs için vakit yaklaşıyor. Usulca durağa doğru yürüyorum. Siyah köpekle vedalaşıyorum. O ara tepemden bir yolcu uçağı geçiyor. İnişte. Bir kaç pozunu, isteğini kırmayarak çekiyorum. Ve duraktayım.

Banka oturuyor, manzaramın enfes havasını soluyor, kitabımı açıyorum. Tam kitaba kapılmışken bir çıngırak sesi gözlerimi sesin geldiği yöne dikiyor ki ne göreyim. Bir inek. Üstelik yokuş aşağı inen bir inek. Asfaltta. Fotoğrafını çekiyorum tam, bir inek daha... ve bir fotoğraf daha. Böyle devam ederken, Teyzem görünüyor. Muhteşem. Sanki çocuklarıyla konuşuyor. O ara fotoğraf çeken beni fark ediyor. Tırsıyorum.

Fotoğraf makinem artık sırt çantamda. Sanki hiç çekmemiş rolünü oynuyorum. Çok mutluyum ama. Şahane günün finalinde sanki bana sunulan bir bonus bu. Köy akşamında eve dönen mallar ve muhteşem ötesi bir çoban. Teyzem. Çok tatlı! Hayal etsem olmazdı. Otobüsü kaçırma endişem olmasa yanındaydım. Çubuklarına hastayım. Orkestra yöneten, teyzemin sopa kullanışı yanında halt etmiş. Niye video çekmiyorum ki ben. Günü çıngırak sesleri ve teyzemle hayvanların sohbeti katmerliyor.


Otobüsteyim. Bu kez geldğimiz yoldan değil de daha geniş bir coğrafyayı dolaşarak, köyün merkezinden geçerek ve sonrasında yokuş aşağı inerek varıyoruz Rektörlük durağına.

Aslında daha önce yürüdüğüm ve enn sevdiğim kadına ballandırdığım bir yol. Caminin yanındaki mini meydana ve karşılıklı dizilmiş banklara ve bir arka sokaktaki ahşap konağa, evet konağa bir kez daha bayılıyorum; köyün merkezinden geçerken...

Durakta inince doğrudan trene geçiyorum, bir aktarma bu. Yoldayken fikrim dürtüyor. "Bu güzel, pek pastoral güne şık bir final yakışır," diyor iç sesim. Kırmıyorum ve trenden iner inmez fikri net ama seçimi şüpheli bir şahıs olarak pastaneden içeri süzülüyor, pastamı seçiyor, sonra da bulvarı gören her zamanki masama oturuyorum.


Daha önce denemediğim bir seçim: Karamelli Profiterollü Pasta.

Dışı yakıyor beni.

İlk lokma üzerindeki minik profiterol. Muhteşem. İçinden cevherler fışkırıyor. Çok eğlenceli. Sanki etrafı çevrili silindir bir kutu.

Acaba içinde neler saklı?

Keselim o halde... ve açıp bakalım Pandora'nın Kutusu'na: Profiteroller saklı, vişne dokunuşu var, kiminin içinde erimiş beyaz çikolata, kiminin içindeyse kakaolu çikolata var.

Üstelik baymıyor ve hayaller aleminde tura çıkarıyor; günün tadına kesinlikle tat katıyor.

Demi ve kokusu yerinde çayla birlikte pastoral güne şahane bir final, aferin içgüdülerime.



Ay tepemden gülümsüyor...

10 Aralık 2021 Cuma

İştah Açıcı



...

Yıllar geçti. Evrenin yaşı. Tapınaksız çağlar. Paslanan ince dallar arasından, her yıl cüretkâr termitlerin daha çok kemirdiği kubbe kirişleri arasından güneş doğdu, battı, tekrar doğdu; her şey pul pul döküldü, her şey soyuldu, her şey toprağa, çamura ve acı suya karışıp kayboldu, son bir hamleyle kendi içinde filizlenecek enerjiye sahip ne varsa, her şey onlarla karışmak ve yeniden biçimlenmek üzere şekilsiz bir kozaya dönüşüp ortadan kayboldu. Hepsini daha önce görmüştüm. Aynı uykudan uyanıştı, aynı uykuya dalıştı. Eğer gündüz vakti rüzgâr kuvvetli eser ve bataklıktaki otları çiğneyip dümdüz ederse, geceleyin rüzgârın kesileceğini ve havanın sakinleşeceğini, ya da sıcak bir günün ardından daima serin bir esintinin geleceğini ve pusu dağıtacağını ezbere biliyordum. Yine de elimden geleni yaptım. On yıllar boyunca ihmal ettiğim mektupları yazabilmek tam bir yılımı aldı, eski arkadaşlarım sonunda bana ne olduğunu, hayatımın ne hale geldiği, eski aynalar, karanlık halılar ve bitmek bilmeyen kamaralar arasında, kederli bir senfoni dinlemek için ayda bir kez bir limuzinle konser salonlarına götürüldüğüm büyük ve öfkeli bir şehrin en yüksek binasının tepesinde nasıl inzivaya çekildiğim konusunda fikir sahibi olabildiler; sürgünde, vahalarda, su kemerli ve fıskıyeli surların ve karmakarışık çinilerle kaplanmış duvarların arkasında, develeri gut hastası olan suratsız haydutlardan başka kimselerin oturmadığı alev alev yanan bir çölün ortasında nasıl yaşadım, develerini hurmalarla nasıl besledim, çocuklarına nasıl Fransızca öğrettim; ya da kuzey dağlarındaki hayatım, yılın dokuz ayı gövdeleri yarı yarıya karın içinde gömülü kalan çam ağaçlarının kilometrelerce uzandığı, kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde kurulmuş oturan büyük taş ev, üst ve alt katlarda boydan boya kitaplarla kaplı duvarlar, okumalarım, hayatlarım, hepsine söylediğim yalanlarım. Çünkü denizden söz edemiyordum.

...

Bayan Unguentine'nin Seyir Defteri, Sayfa 88, ve 89'un bir kısmı...

Yazar, Stanley Crawford.

Çeviri ve dip notlar, Suat Kemal Angı




Üç Gün Önce Ben

*Kitabımı açıyor, denizdeki ilginç yolculuğa eşlik ediyorum. Bay ve Bayan Unguentine çok ilginç iki karakter, bense yazarın edebi ve şahane üslubu sayesinde onların mavnasında, heyecanlı, meraklı, gülümseten, çok keyifli bir yolculuktayım.

Velhasıl an itibariyle ortamımdan çok memnunum. Eski bir yazlıktan evrilmiş, dolayısıyla kadim ağaçları olan ve güzel düzenlenmiş bir mekândayım. Hava enfes, minik kedi çok tatlı, ve anında kankayız.

*Film Tapas Kitap FalanFilan


8 Aralık 2021 Çarşamba

Film Tapas Kitap FalanFilan

Önceki hafta pazar günü, havalar son değil de ilkbahar tadındayken Enn Sevdiğim Kadın'la sınavları sonrası Gloria jean's Coffees'de buluşmaya karar veriyoruz. Günün ve güneşin en güzel saatlerinde arıyor. İlçemizin yeni ve ikinci AVM'si CityMall'da ve benim de çok sevdiğim ve çok hoş kitapçının, O'nun altını çizdiği ifadeyle enfes manzaralı terasında... İlk gelişi ve an itibariyle bayılmış durumda. O halde Gloria iptal. Hazırlanıyorum ve kısa süre sonra terastayım. Oradan buradan daha çok da coğrafyanın eski hallerinden söz ediyoruz ki laf buralar dutluktuya kadar uzuyor. O son 17 yılını bilen bir Angaralı, bense yerlisiyim. Uzun sohbet, keyifli kahvelerin ardından içinde gerçek ve çok hoş kahve mekânları da olan, tam anlamıyla küçük kasabanın şirin AVM'sindeki hoş buluşma tadının ve güne çok yakışan keyif anlarının ardından eve bırakıp beni, sahilden devam ediyor O. Eve varınca arıyor ve tabii ki sahilin ve mekânlarının kalabalığından söz ediyor. Bir yer var ki uzun süredir aklımda. Bir kaç kez niyetlendim fakat pandemi yoğun nedeniyle gerçekleştiremedim; daha doğrusu yalnız gitmek istemedim, daha çok da uzun soluklu bir akşamüstü sohbetinin geceye ulaşacağı, mevsim sonbaharın sonu olsa da serin bir yaz akşamı tadında bir zaman dilimi hayal ettim.

Bundan bir kaç gün sonraysa CityMall'un sinemasının vip salonunu öven bir telefon aldım; O ve arkadaşları Sen Ben Lenin'i izlemişlerdi. Bu beni tetikledi. Bir plan yaptım. Filmi izleyecek, sonrasında da şu hayal ettiğim mekânda kendime biçtiğim senaryoyu yaşayıp işin asıldığı bir gün keyfi yapacaktım.

Ne yazık ki sinemayı iptal ettim çünkü o akşam filmin son günüymüş. Dolayısıyla ardındaki eylem de iptal oldu. Önce İskele Kafe'ye gidip yeni elime aldığım mavi kapaklı kısa kitabı okumaktı niyetim. Yürürken önünden geçtiğim ama hiç gitmediğim, yine belediye işletmesi kafe aklımı çeldi. İskelede bir tur attım ve dönüşte kafede bir karışık tost, çay ve kitapla denizin, manzaram, iskele ve onun ardındaki gemilerin tadını çıkardım. Evde temizlik vardı, biraz daha vakit geçirmek için bu kez boş yakaladığım, babamın ağaçlarının son noktasındaki kadim bankıma oturdum ve bayım bayım bayılmakta olduğum Stanley Crawford'un Bayan Unguentine'nin Seyir Defteri adlı 118 sayfalık enfes kitabını okumaya başladım.


Hafta içi doktor randevum vardı. İki yıl önce baktırdığım dizimin son halini merak etmiştim. O dozda bir sıkıntı yaşatmasa da arada bir kendini hatırlatıyordu.

Güneşli bir gün. Keyifli ve uzun bir tren yolculuğu. Yıllarımı geçirdiğim sanayi sitesinin içinden, eski stadın yerine yapılan Millet Bahçesi'nin önünden geçerek hastaneye varma, ama daha vakit olduğu için karşısındaki kocaman ve çok hoş parka dalma ve Erlend Loe'nun şöyle bir baktığım, Türkçe seslendirme dolayısıyla vazgeçtiğim filmi de yapılan, edebi anlamda yüceltilmeyecek ama stand up lezzetinde ve hoşlanarak okuduğum, hoş bir ara sıcak olan kısa kitabı Kadının Fendi'ni bitirme... Sonra doktor. Önce elle muayene, sonra diz röntgeni, filmdeki durumun elle muayeneye göre daha iyi olduğu, iki yıl önceki ilaçlardan bir reçete, sonra kadim eczaneye yolun tadını çıkararak yürüme...

Tren ve ev.


Pırıl pırıl bir sabaha uyanıyorum. Enfes bir güneş misafirim. Çok kararlıyım. Bugün kesinlikle hayali kurulmuş gün yaşanacak. Bunun öğlenle akşam arası ama ikindiden önce başlayan ucu açık bir süreç olmasını istiyorum. Sabah kahvaltımın ardından gazetelere göz atıyor, kahve içmiyorum. Gong çalıyor ve işe girişiyorum. Vakit yaklaşıyor. Saat 14:30 gibi evden çıkmayı planlıyorum.

Hazırlanmam gerek. Bir an yürüsem mi, minübüsle mi gitsem ikileminde bocalarken, öğle yemeği için burada bir şeyler atıştırsam, sonra da mekânda usulca, avarelik tadında kitabımla başbaşa mı takılsam, diye düşünüyorum. Bu plansızlıkla yola koyuluyorum. Aslında minibüsle gitsem yürüme mesafem kısalacak!

Ama yol keyfi azalacak.

Bir ara niyetimi bozmak üzereyken tam... Keyfim olaya el koyuyor. Çok itiraz etmiyorum. Sanırım işime geliyor ve ona uyup buralarda bir şey yemeyi iptal ediyor ve trene doğru yürüyorum.

İyi de yapıyorum.

Bir taşla çok kuş.

Eğer minibüsle gelsem bu enfes ve daracık sokaktan inmemiş olacaktım; çünkü fırının önünde inip normal caddeyi kullanacaktım. Üstelik durmayacak, çantamdan fotoğraf makinesini almayacak, güneş düşmeyen sokaktan film sahnesiymiş gibi güneş parıltılı denizi böylesine görmemiş ve keyifle seyretmemiş olacaktım.


İki yanındaki, hâlâ eskinin tadını yaşatan ve kendini koruyan bahçeli yazlıkları ile kendisine bayıldığım dar sokağın köşesinden sola dönüyorum ve bir sonrasında kesin geleceğim İrish Pub'ın önünden karşıya geçiyorum. Fikrimde az sonra masalarından birine oturacağım mekânın cepheden bir fotoğrafını çekmek var. Deniz kenarından yürüyürek gelince önüne, bundan vazgeçiyorum; çünkü hemen yola kenar masada ve yine onun hizasındaki bir başka masada toplam beş hanımefendi, şarap eşliğinde bir keyif yaşıyorlar.

Yolu karşıya geçiyor, Latina Tapas Bar'dan içeri süzülüyor ve denizi gören daha ortalarda, daha sakin iki kişilik bir masaya yerleşiyorum. Önüme menüyü bırakıyor bir genç adam. Ben elle dokunulabilen, sayfaları açılan, kağıt menüleri seviyorum. Fakat bu yeni moda tek sayfa, antet dışında harfsiz bir kağıt ve barkod okumalık olanlardan. Soruyorum. Yokmuş öteki tür menüleri. Bu eksi puan. İkinci eksi puan garsonların maskesiz oluşu. Sadece bir genç kızda var. Çocuğa diyorum lütfen al şu elime tıkıştırılmış telefonu ve ayarla.

Ve kamerayı yaklaştırıp, zevksizlik abidesi bu menü okuma eylemini, eskiye özlem duyarak tatsızca yapıyorum.

"Bir bonfileli tapas lütfen"

"Bir kalamarlı tapas lütfen"

"Bir de 50'lik, Tuborg filtresiz lütfen."


Biramla birlikte daha yetkili biri geliyor. Son derece kibar ve bu kibarlık gayet ölçülü. Mutfağın saat 3'de başladığını, tapasların bu nedenle gecikeceğini söylüyor. Bunun benim için bir sakıncası olmadığını belirtiyorum. O önden çıtır tavuk öneriyor. "Olur," diyorum; sonuçta öğleni boş geçmiş durumdayım.


Kitabımı açıyor, denizdeki ilginç yolculuğa eşlik ediyorum. Bay ve Bayan Unguentine çok ilginç iki karakter, bense yazarın edebi ve şahane üslubu sayesinde onların mavnasında, heyecanlı, meraklı, gülümseten, çok keyifli bir yolculuktayım. Sanki beşyüz sayfalık ve elden bırakılamayan bir kitap gibi keyifli bir içerik.

Velhasıl an itibariyle ortamımdan çok memnunum. Eski bir yazlıktan evrilmiş, dolayısıyla kadim ağaçları olan ve güzel düzenlenmiş bir mekândayım. Hava enfes, minik kedi çok tatlı, ve anında kankayız; ancak anneyi sevmedim. Biraz hain. Ben arada miniği besliyorum. O neredeyse elime dalacak ki onu uzaklaştırmak için boş elimi ileri götürüp, öteki elimdekini küçüğe verdiğim esnada inceden bir tırmık yiyorum.
.

Bir birayla kalkarım planım bu arada iflas ediyor. Öyle güzel bir gün ki, güneş sanki yeni bir hikâye yazıyor. O ara bir kaç masa daha doluyor. Ortam biraz daha canlanıyor ama ne kitap okumama engel, ne de alanı terk etme hissi yaratıyor bu durum. Seçilen müzik çok hoş, doğal seslerle ve doğa ile çok uyumlu ve asla kulak tırmalamıyor ve "Ben haddimi bilirim, sizin keyfiniz için buradayım," tadında usul usul okşuyor anı.

O halde ben de devam ederim, diyorum ki başlangıçta erken kalkarım diye düşünüyordum.

Tapaslar ve çıtır tavuklar, öldüm bittim... Neydi be, denecek kıvamda değiller, ama benim keyfime gayet güzel eşlik ediyorlar. Ortamı çok sevdim ki bunda havanın etkisi olduğu kadar garsonların sürekli başımda bitmiyor olmalarının da etkisi var. Müşteriye alan açtıkları kesin ve bu yönde belli ki tembihlenmişler. Elbete ki bulunduğum saatteki sakinliğin bana daha çok kalma isteği yaratmada etkisi var ve bu sakinlik çok hoş.

O halde...

"Bir 33'lük bira lütfen."


Kitabımı yeniden açıyorum. Onun meraklı ve hoş bir yerindeyim. Biramı yine zamana yayıyorum. Günün ruhları dürtükleyen saatleri... Bir akşam yemeği hayal ediyorum. Nedense şarap çağırmıyor aklım. Oysa ortam çağırıyor şarabı. Sonra finali tatlı olan, baştan sona İspanyol bir akşam geçiyor fikrimden. Çünkü bahçenin farklı noktalarında çok hoş, içinde ateş yakılacak, bacasız şömine türevi düzenekler ve kenarlarında ve yerde de kesilmiş odunlar var. Hayal kurduruyorlar ve hayallerin görselleri ve anları da çok hoş. Düşünmeli!

Artık kalkma zamanı. İşin kapanışına yetişmem ve son durumu almam gerek. O an aslında Enn Sevdiğim Kadın'ı aramak, isterse iş çıkışı gelebileceğini söylemek geçiyor aklımdan. Öte yandan hafta sonu şehir dışında yoğun bir iş günü olduğunu biliyorum. Bu fikirden vazgeçiyorum. Ödememi yapıyor; Tip Box'ı gönüllüce boş geçmiyorum. İrish Pub'ı bu kez daha yakından ve daha dikkatlice inceliyorum. Yine ara sokağa dalıyorum, istasyona yürürken de fikrim tatlı çağırıyor. Reddetmiyor, uyuyorum çağrısına. Bizim istasyonda iniyor ve pastaneye giriyorum. Büyükçe çilekli eklerden bir tane ve bir çay lütfen, diyor, rayları gören cam kenarı bir masaya oturuyorum.

Muhteşem bir yaz akşamı sanki. Pencereler açık. Akşamın ruhları dürtükleyen saatleri... Eve sahilden yürüyorum. Ekranımı açıyorum. Gün kapanmak üzere, her şey yolunda. Son verileri iş defterime kaydediyorum.

Telefon...

Tek tuş.

Keyfimi, keyifle Enn Sevdiğim Kadın'a anlatıyorum. Onun dinlerkenki gülümsemesine bayılıyorum. Sonra ETS'nin sayfasına giriyorum. Odalara bir kez daha bakıyorum. İki odadan birini netleştirmeye çalışıyorum. Çünkü geçen bir yazıda söz ettiğim hedeflerimden, bizim opera balede bir konser, bir de Amasya kaldı geriye.

An itibariyle kalacağım yer net. Ve şu 10 gün içinde, her an yola koyulabilirim.

Gibi...

Güneş, duy beni!

6 Aralık 2021 Pazartesi

Neredeeeen Nereye!

Önceki gün eski bir yazıma bir yorum geldiğini fark ediyorum. Başlangıçta şaşırtıcı bir durum yok ki çok daha eski yazılara da arada bir geliyor. Sevdiğim bir şey var: E-postama düşen yorumları açmadan doğrudan yazıya gitmek ve yorumu oradan okumak, sonra da yazıya göz atmak.

Yazıya gidiyorum. İşte o zaman ve her zaman diyorum ki: "Şu hayatta yaptığım, insana değen, ekonomik bir değer içermeyen en iyi işlerden biri, hayatımın en güzel imecesi, blog aleminin bir ferdi olarak yazmaktır."

Dört yıl önce 7 Mehmet'de bir akşam rakı içsek, mezelerinin tadına baksak diyoruz ve Antalya'ya uçuyoruz. Odak yemek olsa da hedef aslında Antalya. Yıllarca her iki yönünden de dibine kadar geldiğim ama kendisine hiç uğramadığım şehir.

Bu kez neredeyse altını üstüne getiriyoruz ve doğal olarak da müzeyi geziyoruz. O ara salonlardan birinde bir de sergi olduğunu fark ediyor, onu da geziyoruz. Sergi alanında sadece biz varız. Fotoğrafı Enn Sevdiğim Kadın çekiyor. Sergideki seramik kuşların fotoğrafı...

Sergiden, sanatçının adı dahil bir kaç satırla söz ediyorum. Ve enn sevdiğim kadının çektiği fotoğrafla biraz oynayarak, Antalya'da Mutlu Bir Pazar Günü* başlıklı yazıda 11.fotoğraf olarak kullanıyorum.

İşte önemsiz gibi duran, kim nasıl ulaşacak ki diye düşünülecek o fotoğraf, yıllar sonra bugün önemli bir işe yarıyor.

Yorumun bir talebi var. Cümlenin ad ve adres dışındaki şekli aynen şu: "Boyalı kuş sergisinde çektiğiniz fotoğrafı çok beğendim, bir makalede kullanmak üzere fotoğrafın orjinalini mail adresime gönderebilir misiniz, ilginize çok teşekkür ederim."

Fotoğrafı kullandıktan sonra silmişim. Önce blogdakini indirip orjinal haline getirmeyi deniyorum ama nafile. Sonra arıyorum ve orjinalini enn sevdiğim kadından istiyorum. Bir kaç dakika sonra elimde. Sonra onu, fotoğrafı nette bulup, beğenerek isteyen, aynı zamanda öğretim görevlisi olan ve 4 yıl önce o salonda eserleri sergilenen sanatçıya gönderiyorum.

Bir e-posta geliyor: "Çok teşekkür ederim, gözünüze sağlık."

Bizse bir işe yaramanın sevincini yaşıyoruz.


*Antalya'da Mutlu Bir Pazar Günü

4 Aralık 2021 Cumartesi

Şuraya Bir Link Daha Bırakıyorum



İz Bırakanlar-3
 
 


Gerçekliğin Ötesinde, 



Gerçeğe Aykırı, 



Ezber Bozan Zamanlar...





Bölüm 2











Görsel, Gisele van Oepen'in suluboya çalışmasıdır ve sitesinden alınmıştır.

3 Aralık 2021 Cuma

Şuraya Bir Link Bırakıyorum



İz Bırakanlar-2
 
 


Gerçekliğin Ötesinde, 



Gerçeğe Aykırı, 



Ezber Bozan Zamanlar...











1 Aralık 2021 Çarşamba

Gez Göz Arpacık

Tarih 26 Ağustos 2012. Rallinin ikinci etabı. Yer kıymetli. Araçlar, olası bir Rus saldırısında bizim tankların konuşlanacağı zirveden devam edip, tam anlamıyla bir dağ etabı yapacak ve harika köylerden geçerek aşağı vadiye ulaşacaklar. Çok zorlu ama aynı oranda da sürücülerin çok keyif alacağı ve harika manzaralara sahip, doğa ile iç içe bir çekişme alanı.

Profesyonellerle, çok iyi makinelere sahip fotoğraf tutkunlarının arasındayız. Ancak onlarla hareket etmiyor, kendi seçtiğimiz noktalarda konuşlanıyor ve bolca fotoğraf çekiyorum.

Sonra güzergahta bir boşluk oluşunca etabın en alt noktasına inmeye karar veriyor, tatlı bir yokuştan son sürat inip akabinde sola doğru, sert kayaların arasındaki keskin ve dar virajı dönüp tırmanacakları noktayı benimsiyor ve oraya konuşlanıyoruz. Yemyeşilliklerin arasından gürül gürül bir ırmak akıyor.

İki gündür Tırtıl'la uğraşıyorum çünkü ona alınmış bir fotoğraf makinesi bu. Henüz 9-10 yaşında ve fotoğrafla ilgilenmek yerine amcayla arabalar üzerine sohbet halindeler.

Kendime bir açı buluyorum. İlk araçlar geçiyor. Bir kaçını fotoğraflıyorum ama bu ısınma. Zaman tayini yapmaya çalışıyorum. İstediğim kadraj için deklanşöre basacağım süreyi saptamaya çalışıyorum. Etrafım üst düzey makinelere sahip profesyoneller ve iyi makineleri olan fotoğrafseverlerle dolu.

Ralliye katılanların içinde Burcu Çetinkaya da var ki tek kadın yarışmacı olduğu için onun birinciliği garanti.

Araçlar tam karşımdan, son virajın ardından çıkıp geliyorlar. Bana birincinin fotoğrafı lazım. Bütün insanların hedefi o ve herkes hazır.

Kadrajım ayarlı, yakın plan istiyorum ve makinenin izin verdiği ölçek nedeniyle araçla mesafem riskli. Makine seri çekmiyor, çocuk işi ve tek atışlık şansım var.

Öyle bir hesap yapmalıyım ki saliselerin altında bir sürede deklanşöre basmalı ve makine işlemi yaparken araba flash diskteki kareye hapsolmalı.

Herkes nefesini tutmuş vaziyette. Tripodlar kurulu, bizim makine elimde. Askerden tecrübem var. Daha yavaş eski Kırıkkale tüfekleri ile atış yaptığımızdaki yöntemimi kullanacağım. Mermiyi hareketli hedefin öyle bir zamanlamayla ve ölçüyle önüne atmalıyım ki mermi yolu katederken gelen hedefin hızıyla senkronize olmalı ve tam istenen noktada onunla buluşmalı.

Şampiyonun önce toz bulutu görünüyor. Birazdan küçük tepenin ardından çıkacak ve görünür olacak. Nefesimi tuttum. Üzerime tam gaz geliyor. O sola viraja girdi girecekken matematiksel hiç bir veri olmadan tümüyle içgüdüsel verilerle deklanşöre bastım. Klik sesi geldi.

Veee...


İşte bu!



Kimse istenen fotoğrafı yakalayamıyor. Kimsede şampiyonun en özel virajdaki arzulanan fotoğrafı yok.

"Ben de var," diyorum. "Tırtıl'ın minik Nikon L23'ünde hem de..." Etrafım sarılıyor, ekranından gösteriyorum. Nasıl becerdiğimi soruyorlar. Gülüyorum. "Tank şoförüydüm ben," diyorum.

"Simülatör dahil eğitimini almadığım ve kullanmadığım hiç bir silah yoktu," diye de ekliyorum. Gülüyorlar. Herkes e-posta adreslerini veriyor; o kareyi istiyorlar. Keyifle alıyorum adresleri ve eve gelir gelmez, fotoğrafı bilgisayara aktarıp herkese tek tek gönderiyorum.


En amcamın bir lafı vardı. Dolmakalemin revaçta olduğu klas çağlardı. Bana birlikte gittiğimiz kırtasiyeciden, ilkokul çocuğu elimin ölçeğinde Parker marka mürekkep çekilen bir dolmakalem almıştı ve bankaya gelmiştik. Onun çalışma odasınaydık. Daha sonra onun müfettiş arkadaşı; yıllar sonra CHP'den milletvekili, ardından da Devlet Bakanı olacak Doğan Kitaplı odaya gelmişti ve benimle konuşmuştu ve beğenisini daha sonra amcama söylemişti. Henüz Cumhuriyetin kokusu silinmemiş ve tüm masaları ceviz ağacından Ziraat Bankası'nın muhteşem binasındaydık. Koltuğuna oturttu enn amcam beni. Önüme bir kağıt koydu ve "Yaz bakalım," dedi.

"Güzel yazı yazan kalem değildir, insandır!"



*Daha çok fotoğraf içinse buradan lütfen, 25-26 Ağustos 2012 Hitit Rallisi

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP