19 Ekim 2021 Salı

Bu Bir Şehire Yazılmış Mektuptur



Daha ne olsun vurgusu, söz konusu bu küçük ve şirin şehir olunca bir yeterlilik, bir doyum ifadesi olarak anlam bulamıyor. Onun bir arzusu var; tamam noktasına getirene kadar sizi, bırakmamak. Dönüşe başladığınız anda özlediğiniz, tez zamanda dönmek arzusu ile yeni planlar yaptığınız bir duyguyu yanınıza ekleyerek uğurluyor sizi. Çok misafirperver ve asla sizi boş bırakmıyor. Zorlayıcı, göze sokulası bir kibarlıkla değil, aksine görmüş geçirmiş bir edanın yumuşak, gerektiğinde müdahil ama çoğu zaman sizi kendi halinize bırakan ve uzaktan uzağa, size sezdirmeden ama sıkıştığınız anda yanınızda biten ve yolu gösterip çekilen bir olmuşluğu var. Şu an onun şefkatine sığınmış, utangaç bir edayla yazıyorum bu satırları. Hayatımızın en özel izler bırakan iki gününü orada yaşadık oysa. Eğer başladığım gibi sürdürebilseydim onu anlatmayı, çok eminim ki küçüklüğün aksi büyüklükte ve sayıda, kısacası  bir şehiri anlatmak konusunda rekor yazı dökerdim ortaya. İhmal ettim. Ama aradan onca zaman geçmesine rağmen sıcağını hissediyorum. Belki bilgisi eksik ama duygusu tazecik bir yazı olacak. Yazmazsam, benim ve ennn sevdiğim kadının, ona dair duygularına ve her saniyesinde zıp zıp zıplanan bir yaşanmışlığa ihanet olur. Bu biraz duygusal bir yazı, bir şehiri tanıtma yazısından öte bir mektup; yüzüne bakamadığım için ona hitaben değilmiş bir üslupla yazılmış ve görebileceği bir taşın altına, akıp giden zamana bırakılmış bir mektup.


Diye başlamışım ve orada kalmışım. Çok yoğun bir iş döneminde iki günlük bir nefes planıydı. Bir gece ve iki gün! Nasıl dolu dolu ve şaşırtıcı... Sanki yüz yıldır oradaymış gibi samimi, öte yandan da şimdiki zamandan geri dönülmüş gibi bir lezzetti. Oysa aşağı bırakacağım linkle gidilecek yazıda anlaşılacak ki yabancımız değildi. Şaşırtıcı bir duyguydu. İlk kez tanışıyormuş gibi. Sımsıcak ve sıfır kilometrede bir Aşk.


Ne lezzetlerine doyabildik. Ne zamana...

Ne müzelerine, ne sokak aralarında geri sardığımız kaç katmanlı zamanlarına...

Evlerine, camilerine, türbe ve ibadete koşan siyah çarşaflı kadınlarına, ne de ince işlemeli ahşap konak kapılarına...

Her sokakta bir başka zaman çıktı önümüze. Her müzeye çevrilmiş konağa ya da camiye girdiğimizde sanki bir zaman sıçramasıyla uçuverdik gülsuyu kokan günlere.

Terk edilmiş konakların önünde kaldık, alacakaranlıkta ve buzlar içinde vardık, balık gözü mercekle fotoğrafladık perili köşklerini.

Ürpertici ama dost öyküler yazdık, Cumhuriyet kokan binalarında.


Saat kulesine çıkarken çok güldük kendimize. Buz tutmuş merdivenlerden  sakınımlı adımlarla  korkuluklarına tutuna tutuna çıktık. Sonra bu manzaraya bu emek değer dedik, bir kaç saat önce onunla olduğumuz karşı tepedeki kaleye kuş uçurduk.

Dibindeki kafeye bayıldık; kahvelerimizin yanına manzara kattık.

İnişi arkasındaki yoldan yaptık ve şaşırdık; sanki bir başka mevsimdeyiz sandık.

Tıpış tıpış iniyorduk bahar gelmiş sokaktan ki; işte budurun önünde çakıldık. Muhteşem -perili- evle duvar yazısının arasında kaldık.


Evet şapka? Şapkalar!

Orası bir müze. Daha doğrusu müzeler cennetindeki bir müze. Şehir merkezinin uzağında ama yürümek çok keyifli. Vedat Tek. Bir mimar. Muhteşem bir kompleks. Vedat Tek Kültür Merkezi. Silah, Şapka, Dantel, Bebekler ve Oyuncak-lar.  Son derece güzel düzenlenmiş bir alan ve muhteşem bir bina ve alana dağıtılımış müzeler.

Hepsi özel!

Saatler yetmedi dersem anlayın. Ahh bir de buraya şehrin ortasından yürüyerek gelmenin keyfi; yol üstünde rastlanan, insana buralara kadar mı geliyormuş diye düşündürten, önce gemileri akla getiren sonra o oyukların ev olduğunu hissettiren kayalar. Her adımda bir sürpriz. Çağlar arasında yolculuk. Açık havada müze bir şehir.

Kentle bütün geçmişim sıfırlanmış ve sanki herşey sıfırdan bugün. Yeniden tanışıyoruz.

Şaşırtıcı?


Bütün o müzeler, sergi salonları; bu muhteşem, çoookkkk keyifli alanın içinde. Kimlerin şapkaları yok ki müzede. Göz nuru danteller bir ışık yakıyor. Kalbim çarpıyor. Annemin iğne oyaları geliyor aklıma. "Bu müze onları hakediyor," diyor içsesim. Coşuyorum. Fikrimi Enn Sevdiğim Kadın'a açıyorum ve eve döner dönmez ilk iş kardeşlerimle paylaşıyorum.

Sonra dediğimle kalıyorum.

Unutmuyorum.

Aramıza başka seyahatler ve sonra da pandemi giriyor.

Şöyle bir hayal kuruyorum ve sırf bu yüzden bugün dördüncü aşı randevumu alıyorum.

21 Ocak 2017'nin seneyi devriyesinde...

Bir kez daha...

Evet bir kez daha ve yine bir gezgin olarak, hiç görmediğimiz bir şehir tadıyla orada olmak

Ondan özür dilemek ona sarılmak, sokaklarında nefes almak ve geçmişinde kaybolmak.



Sonra günün içine dağıtmak lezzetlerini. Aynı konakta, aynı odada kalmak ve dede ile babannenin  sedirinin üzerinden bakmak gecenin ışıklarına...

İstiyorum...



On yazılık duygu yaratan ama iki yazıda kaldığım ve devamını sıcakken getirmeyişime üzüldüğüm, bize en çok fotoğraf çektiren şehire yaklaşık beş yıl önce yazılmış ve devamı getirilmemiş iki yazı tam da şurada.

17 Ekim 2021 Pazar

Dili Eşşek Arısı Soksun. Ya Da...

Erken kalktım.

Havanın rengi bugün evdesin diyordu.

Planlarım vardı ancak onlar da güneş varsa varız diyorlardı.

Salondaki kanepeye uzanmış, Habitat TV'yi açmış, bir yandan onu izliyor bir yandan da bacaklarıma spor yaptırıyordum.

Habitat'daki konu güzeldi. İş Bankası Kültür Yayınları üzerinden kurumun 60 yıllık yayın geçmişini anlatıyordu ki yazarlarla desteklenmişti. O ara ve bitmişken tam belgesel, gün bir kez daha kıyağını geçti: Yağmur izi eşliğinde sızıyordu salona güneş.

Koştum, makineyi kaptım. Poz üstüne poz çektim. Sonra sabah taslaklarda gördüğüm ve Bu Bir Şehire Mektuptur, başlığını taşıyan yazımla karşılaştım. Onu besleyip yayıma hazırlamayı düşündüm. Çok fotoğraf koymuştum ve altlarını dolduracak ilhamı bulamadım kendimde...

Fotoğrafların birkaçını kullanıp, başa da bir açıklama yazıp, iki de link ekleyip o halde yayımlamayı düşündüm sonra.

O niyetle geçtim çalışma odasına ve oturdum bilgisayarın başına. Gördüm ki, günün epeyi erken bir saatinde benim bile unuttuğum, hatta varlığına şaşırdığım bir yazım okunmuş. Ben de okudum. Hoşuma gitti. 12 yıl öncedendi.

Isındım birden; o günleri hatırlayan duygularımı okşadım. Sonra zamanı bugünüme doğru akıttım, yaşadıklarıma sevindim ve onun başlığını bu yazıya başlık yaparak yeniden paylaşmaya karar verdim.

Çünkü bu sabahın peşpeşe sunduklarını bir işaret olarak aldım.

Bana ait olmayan bir kalemden çıkmış, ilk kez okuduğum ve bilmediğim birinin yazısı gibi okumak için, yayım saatini 15:55 olarak ayarladım.

Bir kahve alıp okuyor olacağım.

Yorum bile yazarım belki?



Anlar vardır her şey tersine gider.

Kastedilmeyen anlamlarında çıkar sözcükler... Çünkü o an, uygun değildir bir diğeri için.

Kaçınılmaz bir şekilde konuşma ilerler...

Haklı olarak taraflardan biri, kendi halinden çoşkusunu paylaşmaktadır o anda; ve aldığı yanıtlar bekledikleri değildir.

Oysa söyleyen de onları, anlaşıldığı ya da anlaşılacağı anlamlarda söylememiştir.

O anki takıntıların dilinden dökülür sözcükler, o anının hissiyatındandır tonlamaları.

Bir çuval incir berbat olur.

Sonra düşünülür, düşünülür, düşünürsün... Üzülünür, üzülür.

Anlaşılır.

Hak verilir!

Üzülünmüştür.

Üzüntü sürekli büyür.

Keşkelerle birlikte şunlar denir her seferinde: ''O konuşma ya hiç olmasaydı, ya da bir şekilde erteleyebilseydim daha sakin bir zamana...'' Bu hep olur!

Konuşma anlarında elden gelen yapılır, an'dan çıkmak için.

Ama çıkılamaz!

Ok yaydan çıkar. Kepenkler iner. ''Anlamlı'' bir inat şekil bulur. Karşıya bir şekil koyulur. Beklenen yanıtlar liste olur. Bakış noktası kendindendir ve ötekinin keşkeleri görünmezdir.

Oysa beni benimle bırak bağrışları farkedilmez değildir.

Vurulamaz nedense dile bir kelepçe...

Koca bir 'an pişmanlığının' sevgisi ve şefkati heba olur.

Çekilen sızı ve farkediş görünmezdir.

Kemale erdikçe; daha dikkatli davranılsa da, daha özenli olunsa da, faydası yoktur?

İnsan çoğunlukla kendi beninden bakan bir görmezdir.

Anlamak için dinlemez!

Dinlemek için (yüreği) susmaz!



Bazen...

16 Ekim 2021 Cumartesi

Üzücü Bir The Day After*

 Öncesi


Hareketli gecenin sabahında normal saatimizde uyanıyoruz. Ranzalarımız yan yana. Her yerde beraberiz. Günlük bakımlarımızın ardından arabalarımıza geçip,  komutanlarımızı evlerinden alıp karargâh binasının önüne varıyoruz. Onlar binaya girdikten sonra  arabaları hemen karargâhın karşısındaki, sadece üstü kapalı ve makam araçlarına ait mini garaja park edip araç içinde sohbete başlıyoruz. Miss gibi çaylarımız da geldi. Olay mahallinde olmayan Cengiz ve Cemal'le akşamın geyiğini yapıyoruz.

O arada Yarbay'ın cipi giriş yapıyor ve binanın önünde duruyor.  Oysa nasıl olacaktıysa sabah bizden önce Komutan'la konuşacaktı! Bizim olduğumuz yere hiç bakmadan, hızla inip karargâhın kapısından giriyor. O girdikten sonra da şoförü cipi park edip bizim yanımıza geliyor. Akşamdan beri çok sinirli olduğundan söz ediyor. Muhtemel ki geceyi uykusuz geçiriyor. Aslında biz de üzgünüz. Gözü karayız eyvallah; kimseye, bedeli ne olursa olsun papuç bırakmıyoruz. Serde gençlik de var. Ama ne olursa olsun rütbeyi geçtik karşımızdaki yaşça bizden büyük, en azından saygıyı hak ediyor ve hiçbirimiz de saygısız çocuklar değiliz. Alttan alabilir miydik? Eğer bizden büyük olan bu kadar keskin ve emin bir ön yargı ile yaklaşmasa, kapıyı ufacık da olsa aralık bıraksa buralara varmayabilirdik. Subayların geneli bizi severdi, kimseye rütbesi ne olursa olsun saygısızlık etmezdik. Ama rütbesinin gücünü kullanacağını sananlara da asla papuç bırakmazdık. Elbette bu "pervasızlığı" -kısmen- bağlı olduğumuz insanların gücünden alıyorduk. Ama bu gücü bize dokunulmadığı sürece asla istismar etmiyorduk. Herkesle aramız iyiydi, gücünü üzerimizde test etmek isteyenler hariç.

Yarbayın dışarı nasıl çıkacağını aşağı yukarı biliyorduk. Hatta emindik. Çünkü bizi şikayet edeceği kişi belki de bu Tugay içinde bizi en iyi tanıyandı. Ve herkesten çok biz onlarla vakit geçiriyorduk. Şoförlerdik biz, en tepelerin makam şoförleri ve muhafızları! Bir sürü askeri ve stratejik konuşmaya, alınan karara tanık oluyorduk. Aslında ailelerinin birer ferdi gibiydik. Hepsini bizler taşıyorduk ve onlarla gerektiğinde sohbet ediyorduk. Bu da bizi diğer askerlerden farklı kılıyordu ama ne yazık ki bunu bazıları anlayamıyordu. Ve de keskin, hiyeyarşik ve düz asker mantığıyla bakınca normaldi bu. Bizler belki de oradaki subayların çoğundan daha özel, daha stratejik  bilgilere çok daha önceden, henüz onlara ulaşmadan tanıklık ediyorduk. Çünkü Komutan'la Kurmay Başkanı subaylar hakkındaki tüm meseleleri, kararları bazen arabada, bizim tanıklık anlarımızda konuşuyorlardı. Hakkımızda detaylı araştırmalar yapılmış ve seçilmiş adamlardık biz; üst kademelerde olmayan ve katı kuralları olan, rütbelerinin ve onun gücüne inanan disiplin aşığı bazı subayların anlayamadıkları belki de buydu. Bizden önceki şoförler, muhafızlar ve postalar gibi herkesle yalapşap bir ilişki içinde değildik ve mesafe koymayı çok iyi biliyorduk.

Bir süre sonra Yarbay'ın çıkacağı haberini getirdi bizim Posta. Şoförü koştu arabayı yanaştırdı kapı önüne. Bindi ve gitti. Giderken artık Orduevi'nden sorumlu değildi. Kendi mi istedi yoksa Komutan mı aldı sır. Merak da etmedik. Sadece üzüldük. Hem de çok! Kötü biri değildi ve disiplinli bir asker gibi davrandı aslında! Sıradan olmayan kaliteli bir adamdı ve farkındaydık. Bir özürü fazlasıyla hak ediyordu. Ne yazık ki artık hasım olduğumuz R.'nin bizle hesaplaşmasının tuzağına düştü ve bizim nasıl çocuklar olduğumuz konusunda hiçbir fikri yoktu. Bizim gibi tanıyamadığı ve anladığımız bir kurgunun gereği olarak telefon görüşmesi yaptığı, ardından cipini göndererek kaldığı otelden aldırdığı R.nin sanki olayın dışındaymış, bir dahli yokmuş gibi kurguladığı bizi harcatma oyununda yenik düştü. Tanımadığı bizi de genel disiplinin içindeki askerler gibi değerlendirdi. Oysa bizim ne çalışma saatlerimiz belliydi ne de günlük rutin askeri ritüeller içindeydik. Görev tanımımızı diğer sivil kişi makam şöförlerinden farklı kılan şey sadece üniformalarımız ve yattığımız koğuşlardı. Biz bizden önceki ekipten tümüyle farklı karakterlere sahip cin gibi, belli bir kültüre erişmiş, gözünü budaktan esirgemeyen ve bir o kadar da efendi çocuklardık. Bir benzer grubun askerlik tarihinde ve böylesi bir dönemde bir araya gelmemiş ve biz kadar organize olamamış olduğunu bile iddia edebilirim. Ve bizim komutanlarımız aradan yıllar yıllar dahi geçince, bizi unutmadılar. Yakınlarımızda bulundukları her zaman haber yolladılar ve bizi görmek istediler. Çünkü bu ülkenin nispeten yakın tarihli en özel döneminde silah arkadaşı olmanın yanı sıra sırdaştık da biz. Pratik zekâlarımız, iş bitiriciliğimiz ve ele avuca gelmez gençliğimizle sempati yaratan çocuklardık da aynı zamanda.

Günün sonunda mesai bitip de binbaşımla ev dönüş yolundayken öğrendim ki yeni Orduevi Müdürü benim patronum. Bir koltuk da iki karpuz taşıyacak-tık artık. O çok güzel bir adamdı ve Jean Paul Belmondo, Louis de Funés kupajıydı sanki.




*The Day After (Ertesi Gün) tüm zamanların spor dışı en çok izlenen televizyon filminin adıdır. Ve Vikipedi bilgisine göre 2009 yılına kadar hep zirvede kalmıştır.

14 Ekim 2021 Perşembe

Ya Operasyon Çekme Ya Da Çek Git

1.bölümü

Öncesi


Mesainin tamamlandığı bir akşam. Apo'yla sinemaya gitmeye karar veriyoruz. Sivilleri çekmeye gerek duymuyoruz çünkü  film sonrası yapacak başka bir şey yok. Ana caddeye indiğimizde ve yoldayken Süleyman'la kaşılaşıyoruz. Aynı bölüğün askerleriyiz ancak Süleyman dış görev olarak Merkez Komutanlığı'nda. İnzibat çavuşu kendisi ve nöbet akşamında: Diğer askerleri nöbet saatleri geldiğinde şehire dağıtacak nöbeti bitenleri de toplayacak, daha sonra da isterse nöbet noktalarını denetleyecek. Az önce gerekli yerleştirmeleri yapmış. Ayaküstü sohbette sinemaya gideceğimizi söylüyoruz. Nöbetçileri iki saatte bir değiştiriyor. Vakti var. O da sinemaya gelmeye karar veriyor.

Saat 20 civarı. Bedava girebiliriz ama bilet alıyoruz. İzliyoruz filmi; Jaws'lardan biri olabilir. Sonra çıkıyoruz. Onunla Orduevi'nin yokuşuna kadar yürüyor, yokuş başındaki taksi durağında şoförlerle çay içip sohbet ediyoruz.

Varınca Orduevi'ne doğrudan bizim sohbet ve içme mekânımız olan elektronik odasına çıkıyoruz. Burası aslında eskiden bir film makinesinin kurulu olduğu ve büyük salondaki perdede film seanslarının düzenlendiği ve sonradan bu işlevini terk eden, elektronik cihazların tamir edildiği ve aynı zamanda bizim takıldığımız bir alan. Küçük bir oda. Dış duvarda demir ayakların duvara sabitlendiği bir merdiveni var. Düz duvarı tırmanarak çıkıyoruz oraya. Bir yolgeçen hanı değil ve biz dışında kimse giremiyor. Elektronikçi de Selçuk. Bizim ekipten.

İçeri girdiğimizde görüyoruz ki bir köle var. Zafer. Bir cin o. Uyanık. Gönül telini titretenlerden. Anlıyoruz ki bir şarap açmış. Şişe ortada yok, muhtemelen bizim ayak seslerimiz saklatmış. Limonata bardağı ile götürmüş ki bardak tezgâhın üzerinde.

İçmeye niyetimiz yok ama şeytan her an dürtebilir. Gecenin bir vakti. Kuşlar bile uykuda.

O ara bir cip sesi duyuyoruz. Bu çok normal olmasa da anormal gelmiyor. Biraz sonra dış merdivenin altından konuşmalar, sonra da demire tırmanan ayak sesleri geliyor ve kapı çalınıyor. Açıyoruz, bizden birileri olduğunu düşünüyoruz ki büyük sürpriz!

Karşımızda Yarbay. Orduevi'nden sorumlu ve aslında Merkez Komutanı.

Anlıyoruz ki bu bir baskın.

Bize özel.

Topluca orada olacağımız düşünülmüş ve defterimizin suçüstü dürüleceği hesaplanmış. Süleyman onun adamı, şaşırıyor görünce ve soruyor. Süleyman nöbetçileri kontrole geldiğini söylüyor ki makul, lojmanlar ve çevresindeki nöbetleri inzibatlar tutuyor.

Baskınsa mükemmel. Aklımızın ucundan bile geçmeyecek bir başarı. Büyük bir organizasyon ve Orduevi'ndeki üst devre askerler dahil tüm düşmanlarımız elele vermiş, kesin. Anlık bir karar asla değil. Had bildirmeye yönelik özel operasyon!

Tezgâhın üzerindeki bardağı görüyor. Dibinde kalmış bir kırmızılık var. Yarbay sert ama Apo dik ve daha sert. Ayar oldu farkındayım. Zafer pozisyonu itibariyle en zayıf halka. O garson ve Orduevi'nin, dolayısı ile Yarbay'ın askeri. Biz rahatız. Hem içmedik hem de bağlı olduğumuz insanlar belli. Süleyman gerekçesi ile bizden ayrıştı ve dışarı çıktı.

Zafer zaten ilgi alanında değil Yarbay'ın, farkındayız. Av biziz; topluca ve bir alemde yakalanmamış olsak da ekibin iki sivri adamı elinde. Sessiz bir sürtüşme anındayız. Apo iyice gerildi ve burnundan soluyor. Yaka düğmesi açık. Uyarıldı.

Gerilim gittikçe artıyor. Öyle artıyor ki Yarbay, "Onbaşı... onbaşı, senin karşında Türk Ordusu'nun yarbayı var," demek zorunda hissediyor. O bize göre zayıf çünkü öfkesi dilinden taşıyor. Kontrolsüz... Apo sözün altında kalmıyor ve alttan almaya hiç niyeti yok. "Sizin de karşınızda Türk Ordusu'nun onbaşısı var," diyor.

Yarbay cevapsız ve hiç alışkın olmadığı bir direniş; dik, ölçülü ve serinkanlı bir karşı koyuşla yüzyüze.

Anlaşıldı ki odasına geçecek, ve bizi oraya istiyor.

İniyoruz. Aziz'e haber uçurulmuş, sonradan anlayacağımız üzere... Konuttaymış. Cemal'le Cengiz, uykuda ve koğuşta. Komutan evde. Yarbay elinde kesin kanıtlar olan güç kasılmasıyla masasına yerleşti.

Bana dönüyor, "Sen arabanla kaçıp kaçıp git," diyor. Daha fazla detay bildiğini ve sağlam satıldığımızı anlamamıza sebep oluyor her cümlesinde. "Arabanı nereye park ettiğini bilmiyorum sanma," diyor. Ben her şeyi biliyorum kül yutmam havasında. Düşmanlarımız biraraya gelip ekip olmuşlar ve bizi fena okumuşlar. Net. Ancak bunu çok aptalca yapmışlar ki şu an kimler olduğunu tek tek, isim isim anlamış durumdayız.

Diyorum ki "Benim saklamak derdim olsa zaten siz göremezdiniz ve araba olayını asla bilemezdiniz. Üstelik ben onu Tugay'ın içindeki otoparka bile bıraktım ve Kurmay Başkanı, araba hakkında benimle konuştu, hatta satar mısın diye takıldı; Komutanın da bundan haberdar olmaması sizce mümkün mü?"

Bu olayın sonrasında da meydan okurcasına, arabayı doğrudan orduevindeki subay lojmanlarının otoparkına bırakmaya başlıyorum.

Olay görünüşte kapsamlı bir operasyon ama arkasında asıl kimin olduğunu ve kimlerle işbirliği yapıldığını kolayca anlayabilmemiz şaşırtıcı değil. O kadar rahatız ki sorguyu çoktan eğlenceye çevirdik. Rahatlığımız ve verdiğimiz yanıtlar ve emin duruşumuz iyice geriyor onu. Biz tam anlamıyla öleceksek ölelim halindeyiz. O ise bükülmeyen tavrımız karşısında öfkeli ve kontrolünü kaybetmiş durumda. İçtiğimizin altını kalın kalın çiziyor sürekli ki içmedik. Bu konuda çok rahatız. Sesleniyor ve bardağı getirmelerini istiyor. Aziz'e haber uçmuş.

Bardak geliyor. Dibi kırmızı. Kokluyor. "Vişne... vişne suyu bu, bardak değiştirilmiş," diyor.  Bingo! Arkamızı her zaman toplayan adam, son silici Aziz, işi halletmiş. Küplere biniyor Yarbay ama yapabileceği hiçbir şey yok.

Şimdi daha hiddetli... ama çaresizlik içinde olduğu seziliyor. Tugaydaki askeri hastaneyi bağlatıyor. Nöbetçi doktorla konuşuyor. "Siz gelip alamazsanız ben bir ciple gönderirim," diyor. Alkol testi yaptıracak. Canımıza minnet, çünkü temiziz. Gerçekten içen olayın içine hiç dahil edilmedi çünkü satılan biziz ve stratejik akıl yerine öfkeye kapılan, baştan beri biz odaklı bir intikamın peşindeydi. Zafer bir hedef değildi.

Tam hatırlayamıyorum ama sanki hastaneyi aramadan önce bizi düz bir çizgide yürütüyor da... Evet evet... onu da yaptı. Sallanmadık. İçsek de sallanmazdık zaten.

Sonra hırsın kontrolsüzlüğündeki bir mantıkla "Şimdi sabah siz ilk iş olarak komutana Yarbay Orduevi'ne kadın getiriyor, dersiniz"  dedi ve ekledi "ama sabah sizden önce karargâhta ve odasında olacağım."

Çok korktuk!

Telefonu tekrar bağlatıyor hastaneye ve gerekirse ararım diyerek alkol testinden vazgeçiyor. Belki de gerçekten içmediğimizi anlıyor. R.'ye gerekli talimatları veriyor ve gidiyor.

Aziz saklandığı yerdeki şarapla geliyor.

Yüksek bar taburelerine oturmuyoruz. Takvimden bir yaprak kopuyor.

Limonata bardağında şarap köle işi.

O halde dolsun kadehler!

Çalsın savaş davulları.

Çınnn...

Ve çınnnnnnnnnnn.
..



Devam yazısı: Üzücü Bir The Day After.

12 Ekim 2021 Salı

Hayatım Bir Odaya Sıkışmış Gibi

Dün hep telefonla hallettiğim bir iş için kısa bir yolculuk yaptım. Detaylandırsam konunun ne olduğunu gülmekten ölürüm. Okuyanlar da ölür.

Gülmekten!




Aslında fazlasıyla hareketli hayatım, iş dışı keyiflerin peşini bıraktığım yok ki hep yazarım. Ama bir an fark ettim ki sanki her şey bir odaya sıkışmış ve onun içinde başlayıp bitiyor. Garip bir duygu, tüm bu aktif hayatın içinde sanki kocaman da bir boşluk var. Bazen bir rüyanın içinden hiç çıkamadığımı düşünüyorum. Tek başına bir hayatım var ve ben bu tek başına hayatın içinde bana biçilen rol çerçevesinde diğer rollerin her biriyle de temaslıyım. Bir robotik durumun içindeyim ve robotlar alemindeyim. Sanki? Hatta bunu daha ileri de taşıyabilirim. Taşımalıyım da... Gerçek bir hayat değil bu; senaryosu yazılıp elime verilmiş ama benim bilmeden oynadığım bir filmin içindeyim ve verilen rolü iyi ya da kötü oynadığımın da farkında değilim.

Ve bu rolü öyle bir gerçeklik algısı ile oynuyorum ki aslında, durumu bir yanımla bilsem de bilmezden gelip, kendimi kandırıyorum.

Normal benken ve dünya da normalkenki zamanlarda yaptığım çok şey bu yeni halin içinde de var. Ama sanki bunlar hibrit. Ben ne kadar gerçekmiş hissiyle yaşasam da önceki gün birden dank edince fark ettim ve dedim ki kendime:

"Yanılıyorsun."

"Bir düşün ya da beni dinle."


Sonra sordum:

"Bir boşluk duygun, gerçeklik dönemine göre bir sunilik hissin yok mu yaşadıklarında?"

Sonra yanıtlıyorum:

"Bir his aldım, bir an kendimi sanal karakter sandım bugün ama; sanırım bildiğimi de görmezden gelmek niyetim."

Diyorum!

Mesela bu hafta sonu, düşündüğüm her şeyi yaptım.

Bu ara  başka bir ben var içimde, tanımaya çalışıyorum. Bir kararda tereddüt ettiğinde, çoğu zaman vazgeçen benim tersime bu robotik şahıs bu ikilemlerin eylem yönünde baskın, ve ben vazgeçme tarafında olsam da hep, onun bu isyan tavrına uymak zorunda kalıyorum.


Kitabımla çıktım. Pastaneme gittim mesai sonrası, okudum, bir ıslak kek ve bir Triliçe yiyip şekersiz iki bardak çay içtim. Güzel yıldızların altından geçtim, sessiz sokaklarda yürüdüm. İskeleye uzadım ve eve döndüm. Ertesi öğlen sevdiğim bir lokantada hem lafladım hem keyfini çıkardım öğlenin ve yemeğimin.

Bir sonraki gün ki cumartesi, mesai yok. Sabah rutinleri sonrası uzandım, biraz kitap okudum. Çok keyifle ekmek kızarttım ve sanat eseri bir kahvaltı tabağı hazırladım. Uygun bir saatte evden çıktım, sahilde takıldım. Sonra yürüdüm ve bir önceki yazımdaki anları yaşadım, hoş kahve dükkânında. Fotoğraflarını çektim huzur veren denizin. Kumsalında yürüdüm tatlı bir rüzgârın.

Ertesi gün. Yani Pazar. Erkenden ve keyifle dünümün yazısını yazdım, bitirdim, kontrollerini yaptım. Sonra da akşam yayımlansın diye saatini ayarladım. Sonra da sırt çantama yeni bir kitap, gözlük, küçük fotoğraf makinesi, yağmurluk atarak ve sallana sallana Rock City'ye vardım. Ancak bu kez tedbirliydim ve saat 15'de başlayacak mutfak için daha 15 dakika vardı ve ben bir bankta oturup kitabımı açtım.

Önümde muhteşem bir deniz varken ve ağaçlar altındayken, beş bank ötemde de bir Abi Türk Sanat Müziği'nin hakkını, tıpkı çocukluk günlerimdeki tadıyla veriyordu. O beni mutlu ettiğine göre hakkını ödemek de boynumun borcuydu ki ona uğramadan geçmedim. Günün bu en -gerçek- insan halinin keyfi bir süre normalleştirse de beni. Allahtan uzun da sürmedi!

Süzüldüm Rock City'den içeri. Bir kişi vardı verandada. Bu kez köşe masaya oturdum. Yüzüm denizde. "Bir Tuborg filtresiz, lütfen," dedim. Bir de Orhan Baba istedim; muska böreğini çıkarttırmadım ve patates de koyun ama abartmayın ve fiyata ekleyin, dedim. Azıcık demiştim ama...

Keyifle mi yedim bilmiyorum. Ama geçen haftaki tadı almadığımı biliyorum.

Kitaba biraz göz attım.

Göz hizama gelip yüksek masanın yüksek taburesine oturan sarışına daha çok göz attım. Muhtemel ki aynı ruh halindeydik. Hiç âdetim olmamasına rağmen onu da fotoğraf karesine yine de flu aldım. Biraz hareketlerini izledim. Üşüyünce üzerine bir ince pardesü aldı ama giymedi. Omuzlarını açıkta bırakan, göbek üstü, bedeni saran siyah bir bluz ve aynı kumaştan bir pantolon giymişti. Sigarasını üst üste yaktı. İşte o zaman onun bizden olmadığını anladım ve gerçek duyguları olan gerçek bir insan diye sevindim. Birasının yanına patates istemişti ve birasını şişeden yudumluyordu ki o zaman daha da rahatladım. O da bizdendi. Arada bir telefonu ile ilgileniyor, çakmağı bir alıp bir bırakıyordu.

Sonra geçen haftanın aksine açık kısım dolmaya başladı ve doldu. Hep erkek ama. Sonra ablanın yanına bir abla daha geldi; o araçlıydı ve yanında bir de köpek vardı ve gerçek insandı çünkü araç kullanacağı için alkol almayıp, kahve içti. Onların iki arka masasına da bir çift geldi. Daha diğer masalarda kimse yokken bu iki kadının arka masasına konuşlanan kişiyi de adamdan saymadığım için onu kalabalığa ilave etmiyorum.

Bugün önümdeki alanın kalabalık olması bir fırsat oldu ben için ve onlara tek tek baktım. Dedim oğlum rahat ol. Biz artık makineyiz. Ruh şekillerimiz aynı. Mutluyu oynuyoruz.

O sıra biriyle konuşmak için yanıp tutuştuğumu görmezden geldim. Ve bu sorunu hallettim. Kendimle konuştum! Görüş alanı geniş bir ortamdayım ama sanki sınırlarım masamın ötesine geçmiyordu ve o yüzden de insanlara ulaşamıyordum. Dolayısıyla onlar da; ne aynı masayı paylaştıkları insana ne de bana ulaşamıyorlardı. Kendi başına bir müzik çalıyordu ki... O da ne?

Bir insan karışmış aramıza. Dışarıya müzik isteyebilen bir insan! Garson hemen bir hoparlör konuşlandırdı bahçeye.

Sonra ödememi yapıp ki ikinci birayı istemeden yürümeye başladım. Çok kalabalıktı ortalık. Herkes dışarıdaydı sanki! Ama sırtlarındaki odalarını yere koymuşlar da onun sınırlarını aşamıyorlarmış gibi bir curcuna.

Eve hemen dönmedim, doğu yönünde devam ettim. Fark ettim ki bir şey değişmedi. Kendimi eğlendirdim sandım ama sanırım öyle de değildi.

Dün işte, başta bahsettiğim "seyahati", bu yüzden yaptım. Yalnızlığa ortak aradım ama vardığım herkes yalnızdı. Lafladık, güldük ama bu da bir rüyaydı.

Oysa daha trene binmeden köşebaşı, bulvara bakan ve sevdiğim tarzda bir kafede, güzel bir masada enfes bir su böreği yiyip, çay içerek başlamıştım güne. Hatta neden daha önce buraya hiç girmedim demiş, bundan sonraları için listeme eklemiştim ki birazdan bu yazıyı bitirip, yayım saatini akşama ayarladıktan sonra oradayım.

Dönüş trenimde karşıma oturan çok tatlı bir öğrenci genç kızla, elimdeki kitap nedeniyle çok güzel laflamıştık üstelik.

Eve döndüğümde sırt çantamı boşaltıp asınca doğru yatak odama yürüdüm, az önce uğradığım marketten aldıklarımı mutfağa bırakmıştım. Döndüm ve içinden kolayı ve sandviç kekleri aldım ve doğrudan yeni yaşam alanıma, yatak odama sıkıştım. Uzandım boylu boyunca. Elime alınca, sabit telefonda bir asker arkadaşımı gördüm. Aradım, danıştıklarına detaylı yanıtlar  verdim, buluşma hayallerimizi konuştuk. Güzel de konuştuk. Bir an taa Alaçatı'da hissettim kendimi, sanki onun otelinin bir masasında bir şeyler içip laflıyorduk. Sonra kapattım ve yataktan çıkmadım. Laptopu dizlerime açtım. İş başı yaptım.

Bir karar verdim ilerleyen saatlerde: Şirketin  araçlarından biri o yöne gittiği gün ki -özellikle- hafta içi;  beni de hayatımın en iz bırakmış şehrine taşısın diyorum.

Bir eski konakta iki ya da üç gün için oda ayırtmak istiyorum.

Ve orada geçirdiğim iki ya da üç günümü; her gün oradan yazmayı hayal ediyorum.

Sıkıştığım bu odanın duvarlarını mutlaka yıkmak istiyorum.

Sinemaya da gideceğim, opera baleye de...



Merak ediyorum...

Yüzleşmek istiyorum.



Kendimle...





Sevgili Okul Arkadaşım'ın bağlantı yazısı için buradan lütfen.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP