9 Temmuz 2020 Perşembe

Boğazkale

Öncesi

Yeni bir gün, kuş sesleri, şırıldayan dere, pencereden sızan serinlik, "Uyanın artık," diyen horozlar ve tazelik... Sırt çantalarımızı da toparlayıp yerleştiriyor, Kadeş Anlaşması anısına yapılmakta olan anıtın önünden sessiz adımlarla yürüyerek kahvaltıya geçiyoruz.

Dün su verdiğimiz, üzgünüz ki onca yıl geçince adını hatırlayamadığımız ve yazıda köpek demek zorunda kaldığım ve bundan da rahatsızlık duyduğum dost, bizim masanın iki adım uzağında, sabah güneşinin tadını çıkarıyor. Tabii ki günaydınlaşıyor, halini hatırını soruyoruz. Dün Hattuşa'da karşılaştığımızda meğerse akşam yemekte olan iki arkadaşa eşlik ettiği için oradaymış ve sonra da onlarla geri dönmüş. Anlıyoruz ki O bir rehber! Muhtemelen de bizim kahvaltıyı bitirmemizi bekliyor!


Her ne kadar doğalının el altında olduğu bir yörede, otel usulü paket ve endüstriyel ürünlerle de olsa zevkli bir kahvaltının ardına birer de keyif çayı ekliyoruz ve teşekkür edip kalkıyoruz. Kasabamızın  merkezine gideceğiz. Sabahın çok hoş serini ve huzurlu sessizliği biraz ağır hareket etmemize neden oluyor. Rehberimiz çoktan ön almış, sonra da fark etmiş ki biz sabah yavaşlığındayız. Durmuş ve "Hadi," dercesine bize bakıyor; bir sertlik ifadesi yok, gayet şefkatle, toyluğumuza anlayışla, bekliyor bizi. Birlikte yürüyoruz. Sessizlikle, gürültülü hayatların yaşandığı yerlerden uzak ve yaşamın fena halde yavaşladığı bir diyardayız. Yemyeşil ağaçlarla dolu araçsız bulvarı yürüyoruz.


Rastlaştığımız Kazlar sabah toplantısında, bize yansıyan bir kakofoni olsa da onlar çok sesli... Mevzuyu pek anlamasak da sanki bir dernek ya da apartman toplantısı hali var. Rehberimiz, aynı zamanda da korumamızla selamlaşıyorlar. O da iki lafın belini kırmak için yanlarına doğru yol alıyor...  Kim bunlar, diye sordular, çünkü yan gözle bize bakıyorlar. Bir kaçı burun bükmüş olabilir. Biz sol kaldırıma geçip oradan yürümeye devam ederken Rehber de bize katılıyor. Kalbimizdeki yeri özel Müzeye günaydın demeden geçmiyoruz ki o henüz sabah mahmurluğunda ve yeni kabullere hazırlanıyor. Şimdi bizi bizden alan büfelerden birindeyiz.

"Üç su lütfen."

"Üç de şu gofretten lütfen"


Büfeden çıktıktan az sonra binayı fark ettik, sevimli bulduk; ama sokağın başına gelince de bayram ettik. Çünkü restore edilip de Halk Eğitim Merkezi haline getirilmişin ev olarak yaşamaya devam edenleri de var. Betona gömülmüş şehirlerden sonra korunmaya alınmış sit alanı gibi geliyor sokak. Elbette ki bu hesaplanmış bir koruma değil; gözden ırak, sessiz, nüfusu az, rantı yüksek bir yer olmaması onu şanslı kılıyor, mütahit eline düşmemiş... Çoğunluğu kırsalında yaşayan 3000'nin üzerinde bir nüfusu var ki merkez nüfusu 1700 civarında.


Tatlı tepeye yaklaşırken, tepenin ardıyla ilgili sinyaller de alıyoruz. Çoktan kaynaştık, benimsedik, sevdik birbirimizi. Üstelik hoş kokuların çekim alanındayız!


Henüz erken ama meydana masa atmış kahvenin dışında bir kaç kişi var, selamlaşıyoruz; belli ki tarla  dönüşü uğranılmış. Çay bardaklı sohbetler sabah mahmuru... imrendik. Biz dışında da buraya ait olmayan kimse yok ki bukalemun özelliğimiz devreye girecek ve birazdan buralı olacağız.

Dünyanın en kıymetli arkeolojik alanlarından birinde bu derece ıssızlıkla karşılaşmak bir yanıyla bize iyi gelse de bu potansiyelin -yazın göbeğindeyken üstelik- yeterince kullanılamıyor olması da üzüyor. Tamam bu iki gezginin bir bencilliği de var, iş olsun diye gelen, etrafa özen göstermeyen, kirletip geçen insanlar dokunsun istemiyorlar bu sessizliğe ama bu ülke de sadece o insanlardan ibaret değil sonuçta! Hem o zaman belki, bu şirin mi şirin meydanında, şu kahvenin bir yanında mesela, ya da onun karşısında bir mekanda, güneş dağların arkasına çekilmeye başladığı anda  buz gibi içeceklerin ve Hitit ruhunun tadına varılıyor olabilirdi...


Ama emin olun ki bu iki bukalemun başka bir şeyin tadını keşfedip, dibine kadar da çıkaracaklar az sonra ve bir mizansen kuracaklar. Çünkü anı yaşamamış olsalar da belki bu yazıyı okuyan ve bir gün buraya gelecek olan birilerine yaşatacaklar!

Meydana şimdilik göz atıp ara sokaklarına dalıyoruz Boğazkale'nin... Meydanın hemen ardı bir eşiği geçmek gibi. Yeni ve çok katlı binaya sırt çevirmiş evler bizlik; verandanın kenarındaki semaverin dumanı tazecik, miss  kokusu koşa koşa ulaştı tandırdaki ekmeğin, dönüyor başımız. Biz o ara evin çekerken fotoğrafını, bir teyze çıkıyor verandaya... Şefkatle, neşeyle, tatlı mı tatlı sesleniyor enn sevdiğim kadına; emekle yetiştirdiği ve gurur duyduğu çocuklarından söz eder gibi; "Çiçeklerimin fotoğraflarını da çek."  Biz seni yeriz be, teyzem. Sohbet ediyor enn sevdiğim kadın. Evin altında inekler. Adamı ve çocukları tarladan dönecekler. Teyzem karnımızı doyurmaya da kararlı, ama biz o işi yaptık be teyzem.


Teyzemden kopmak zor. Vedalaşsak da dilimizde hâlâ o var. Güzel güzel bahçelere gire çıka, güzel ve el yordamı taş kanal boyunca, içindeki yaz kurağı suya baka baka yürüyoruz. Yürürken elbette onun bahardaki coşkunluğunu da görüyoruz. Ondan ayrılan arklarsa şirin bahçelerdeki sebzeleri suluyor. Meydanın iki sokak arkası köy tadında. Ne güzel ki gezginler için bir avantaj bu; bir taşla iki kuş. Hem köy hem kasaba! 


Rehberimiz sağ olsun; bazen onun iştahının götürdüğü yerlere gidip sürprizlerle karşılaşıyor, arada bir de serbest takılıp onu peşimizden sürüklüyoruz. Her hâlükârda aramızdaki ilişki muazzam. Kasabalı arkadaşları ile rastlaştığımızda kim bunlar diye şöyle bir göz atsalar da O, pek de bize çaktırmadan, hâl yoluna koyuyor hepsini. 


İşte bu! Mavilerin hastayız ki bu artık malumun tekrarı... ama mavi doğramalı köy, kasaba, mahalle dükkanlarının bir başka derecede hastasıyız. Bir bakkal olmasını dilerdik elbette ki şu an kapalı. Ama bir bakkal olsaydı ve açık; işte o zaman değmeyin keyfimize. Hemen köyün çocuklarından olur, bakkal amca ile muhabbeti koyultur, markasını bilmediğimiz ucuz gofretleri, çikolataları ve varsa yerel gazozları, yağmalardık kesin.  Belkim iki de çay içerdik bakkal amcayla!  Gelmez mi Vahit Abi akla, görünce minik dükkanları? Gelir, hem de nasıl gelir.*  
  
Meydana doğru yürüyoruz.  Orada bir şey var, aklımıza yazdığımız ama henüz kahvaltıdan kalkmış olmanın tokluğu ile de sonraya bıraktığımız bir yer: Boğazkale Ekmek ve Pide Fırını. 


Dışa taşıyor sıcak fırının ve tazeliğin kokusu.  Gönüllüce tutunduk attığı oltanın ucuna. Anne kuzinesinden çıkmış gibi tütüyor hamurlar. Ekmekler misss... Pideler misss... Börekler-poğaçalar misss... Gözümüzse ketelerde! 

Alıyoruz... hatta götürmelik de alıyoruz. Daha dışarı çıkmadan da tadına bakıyoruz, hemen oracıkta, miss gibi pişmiş hamur kokuları arasında. Yok böyle bir şey! Hamur Tanrıça'sının başı döndü çoktan, kutsadı ustayı. Sohbetleriyse şahane. Çaylar geldi gelecek... Çok teşekkür ediyoruz, beğenimizin altını bir kez daha çiziyor, hayırlı işler dileyip, pidelerde kalan gözlerimizi de alarak çıkıyoruz.

Bununla kalmıyoruz elbette, övmeye devam ederken ve bir yandan da götürürken keteleri, bu yazıyı okuyan ve belki de bir gün Hattuşa'ya gelecek olanlara diyoruz ki: Bu fırından kete ya da ne isterseniz alın, ama fırından yeni çıkmış olsun! Sonra dükkanlardan birinden gram işi kahvaltılıklar... sonra kahvenin dış masalarından birine çökün, ister amele işi, ister ince bellide çaylarınızı söyleyin. Ve kahvaltınızı Boğazkale'nin meydanında ve anıtın solundaki kahvenin dışarı yayılmış masalarında yapın.


Ellerimizde ketelerimizle fırının köşesinden dönüyor, meydanın öte yakasını dolaşmaya başlıyoruz. Kocaman ve ekili bahçeler içinde çok güzel evler görüyoruz. Biriyle fazlasıyla haşır neşirken, tatlı bir amcanın Almanca sorusunu, Türkçe cevaplıyoruz. "Hayır, Türk'üz." Karşılıklı gülüşme ve kısa ama hoş bir sohbet. Sonra önümüze çıkan rehberimizin bir arkadaşı ile oynaşma, onun katılımıyla geldiğimiz sokakta da bir ülke klasiği olarak, yıkılsa da yenisini yapsak haline terk edilmiş evleri görüp bayılıyoruz. Oysa ki ne de güzel konaklama yeri olurlar, diye konuşuyoruz ama devleti yönetenlerde de bu vizyon ve heves olmalı; ya sübvanse etmeli ya da kendi alıp, kar zarar hesabı gütmeden yaşatmalı bunları diye konuşuyoruz ama konuştuğumuzun gerçekleşme ihtimalinin olmadığını da biliyoruz.

Konuşa konuşa, gördüklerimizin üzerinden geçe geçe kaldığımız yere varıyor, Rehberimizle vedalaşıyor, geldiğimiz yoldan geriye doğru bir miktar gittikten sonra direksiyonu sağa kırıp bir başka güzelliğe doğru yol almaya başlıyoruz.


31.07.2016


* Vahit Abi şu yazının ikinci fotoğrafından sonraki 6 paragrafta, 



Devam yazısı- İstikamet Alacahöyük için buradan lütfen

4 Temmuz 2020 Cumartesi

Tout Le Monde Debout*

 Dün

Güneş az önce doğmuş ve odama vuruyor. Ona uyanıyor ve  sabah mahmurluğundaki ısıtıcılığına gülümsüyorum. Başucu bardağımdan bir yudum su içiyor, yeniden kafamı yastığa koyuyor, tavana da gülümserken gün içi planları yapıyorum: Peynircime uğramalıyım, kahvaltı için de sıcak poğaçalar hayal ediyorum. Türkan'dan aldırabilirim!..

Yataktan çıkasım yok, sağımdaki yastıktan sarı kapaklı tuğlayı alıyorum; geldiğim sayfa sayısı nedeniyle gülümsüyorum. Gülümsememi dürten şeytansa sanki dostummuş gibi bir tonlamayla, "Hayatına iki kitap daha katmış olabilirdin, aynı sürede," diye bir cümle sarf ediyor. Oltaya gelmiyorum...   

Çünkü zevkle okuyorum. İki açıdan seviyorum kitabı: Birincisi bir gezi kitabı, üstelik bir öykücü ve romancı tarafından yazılmış, üstelik öyle sıradan biri tarafından da değil! İkincisi, o ülke ve benzerlerine çok eskiden beri ilgim var. Televizyonunu sıklıkla izliyor, ülkenin değişik yerlerindeki meydanlardan yaptığı açık hava konserlerine ve o konserler esnasındaki drone çekimlerine bayılıyor, dolayısıyla da kendisini görmemiş olsam bile yapıları, şehirleri, kültürleri ve yaşamları ile ilgili canlı ve görsel bir hafızam var.

Kitabın satırlarındayken ve yazarla birlikte adımlarken köylerini kasabalarını ve hatta şehirlerini; girdiği lokantalardan zevk, yemeklerinden ve şaraplarından tat alabiliyorum. Üslup öyle güzel, yazar öyle dalgacı ki çoğu zaman kitabın içinden geçip yağmurlarda ıslanıyorum. Çoğu zaman da; kitabı bıraktıktan sonra mesela, neden  yazmaya 10 yıl daha erken başlamadım, diye, hayıflanıyorum. Biriktirdiklerimi, iş için bile olsa anlatılası coğrafyalara yaptığım sık seyahatleri, tanıdıklarımı ve tanık olduklarımı yazmalıydım, diyerek, iç geçiriyorum.

Bir süre sonra da kitabı bırakıyor, salona geçiyor, camları açıyor ve denizi salona dolduruyorum. Hemen üsteki damlalıkta artık yeni nesil kuşlar var. Kusura bakmasınlar ama tatlı oldukları kadar da gevezeler. Sonra blogumu açıyor, gelen yorumları yanıtlıyor, son yazımın devamı olacak olan için yerleştirdiğim fotoğraflara üç paragraf ekliyorum ki normalde bugün yayımda o olacaktı!

                                                                                   ***

Sonra akşam oluyor, mesaim bitiyor, son verileri kaydediyor, kısa bir atıştırma sonrası televizyona biraz bakıyor, daha serin olan yatak odama geçip uzanmak ve kitabıma devam etmek istiyorum. Bir can sıkıntım var, sabahtan... Bir bardak su ve az önce soğutulmak üzere dolaba koyulmuş bir kadeh şarapla birlikte geçiyor ve kitabı elime alıyorum:

Uyku emareleri yok, taktığım mesele yüzünden kitap da yürümeyecek belli. Dönüyorum salona, dizilerde de aradığımı bulamıyorum ve favorilerime eklediklerime geçmeden önce filmlere şöyle bir göz atıyorum. Bir afişte duruyorum. Aldığım sinyaller güzel, üstelik komedi yazmışlar. Âlâ.  



Sen Komedi misin Peki?



Oyuncuları tanımıyorum. Yönetmeni bilmiyorum. Filmden de haberdar değilim. Afiş ve ondan geçen hoş bir duygum var. Hepsi bu! Erkek oyuncudan Alain Delon efekti alıyorum sadece...**

Giriş izleyiciyileri tam anlamıyla filme hazırlıyormuş meğerse! Zengin bir ailenin çocuğu, orta yaşı sayısal olarak tüketmek üzere, kadınlara ilgisi tümüyle bedensel, yaşlanma kaygılarını da sporla ve arabasıyla halleden ve yaşamla ilgili zevkleri şık, yakışıklı bir adam.

Spoiler vermeden yazmaya çalışıyorum ama uzun uzun anlatma arzumu ve aldığım tattan taşan coşkumu frenleme konusunda epey zorlanıyorum, bu da biline!  

Film ilerledikçe oyuncular oyuncu olmaktan çıkıp sahici oluyorlar. Bir gerçek an duygusundayım, film çekip alıyor beni, artık onunlayım. Üzüldüğüm anlar var, güldüklerim var. Bazen alkışlamak istiyor ve bazen de dürtmek... Bazen korkuyorum! Bazen talep ediyor, bazen çüşşş, diyor, bazen "Ya öyle bitmezse!" diye ürküyor, bazen de ileri sarsam da kaygılarımı gidersem, diye düşünüp müdahale etmek istiyorum.

Öyle sahneler var ki ve öyle anlar... öyle işte!

Mesela sekreterine bayılıyorum, çok güldürüyor beni. Başlangıçta, anne evine döndüğü anda ve Abinin  tavırlarına bakınca da bir yandan gülüyor ve başka yolda ilerleyecek bir film sanırken o sıralar,  hafta sonundaki aile yemeğinden sonra başka bir yöne çevriliyorum. Esas kadın karakterle tanışınca da düşünce dünyalarımda yeni ufuklar açılıyor. Onun filmin bir yerindeki sözüyle de nefessizliğe düşüyorum.

Çok güzel müzikleri ve şarkıları var filmin ki hayatımda ilk kez bu kadar hızlı hareket edip o şarkıları arıyorum ve soundtrack'ini buluyorum ama şarkı ismi vermeyeceğim, tanıdık gelenler de olacaktır, diye düşünüyorum.

Kusura bakmayın, sadede bir türlü gelemiyorum çünkü filmden kalan duygu ve tat çok. Ve ben neredeyse her anı yazmak istiyorum... hatta yazacak coşkumu zaptetmekte zorluklar yaşıyorum. O kadar mutlu bir film izleme anıydı ki bugün yazmazsam, bir başka günde başka bir yazı olur diye korkuyorum. O kadar hoşluk var ki aslında uzun uzun anlatmak istediğim... ve o kadar çok, güzel, umut tazeleten, hayat sen ne güzelsin, dedirten duygu... 

Mesela sayfalarca yazabileceğim ve izleyenlerin bayılacağı bir kaç yemek anı var. Onlardan birinin  öncesindeki cümle, mesela! Diğer birindeki "Müziğin sesini biraz alçaltır mısınız," isteğinin ardından gelen şarkıcı ve şarkı... Ve an kesinlikle şarabı çağıracak emin olun.

                                                                                   ***

Aslında sürekli beni geren, heyecanda ve hatta diken üstünde bırakan yönetmene ve hinliğine de iki çift laf edesim var ama yaşattığı gece muhteşemdi, diyor, fazlaca ipucu vermemek için de burada bırakıyorum. Üstelik de büyükçe bir fedakarlık daha yapıp okuyanlar için; kendi duygularımla detay geçeceğim ve dantel gibi işleyebileceğim bazı sahneleri de yazmaktan alıkoyuyorum kendimi. Takdir edersiniz ki bu, uzun uzun anlatmayı seven coşkun ruhum için ne kadar zor bir durum!

Fakat filmin son sahnelerinde ben gülerken gözümden aşağı benden habersiz sızan sıvıdan söz edeceğimi de aklınızdan geçirmeyin..

Filmin daha ortalarındaykense bir anda hiç saati fark etmeksizin direk tuşladığım telefonla Enn Sevdiğim Kadını aradığımdan, saate bakınca hemen telefonu kapattığımdan, sonra onun beni geri aradığından: Bin özürle... Uyandırdım mı? diye defalarca sorarak bu filmi paylaşma arzumdansa, görüldüğü üzere söz etmiyorum.



Sorun, Peki Neden?


Eğer Enn Sevdiğim Kadın olmasaydı... 

Bu filmin ardında nasıl bir duygu oluşurdu bünyemde, diye de düşünmüyordum! 

Sonra bakalım bizim insanımız ne düşünmüş, diye merak ediyor, üzerine yazılmış pek bir şeye rastlayamıyor ama bir zamanlar yıldızı olduğum sinema sitesinde bir kaç yoruma rastlıyorum. Biri hoşuma gidiyor ve onu bir pas olarak alıyorum: "İzlenmese pek de bir kaybın olmayacağı daha çok +50 yaşlara hitap eden akıcılığı düşük film."


Gülümseyerek düşünüyorum:

Duygular mı değişti, yoksa insanlık mı? Bazı kuşaklar var ki Love Story'lerle, kağıda yazılan mektuplarla büyüdü, insanların ayrışmadığı, mahallenin bir anlamı, paralı olmanın çok anlamlı olmadığı yıllardı, öğretmenler bir şeyi anlatırken hayata da dokundurtuyorlardı... O yıllarda çocuktular ki iyi ki de hep çocuk kaldılar. 

Bir kuşak da var ki eski zaman tarihi güzellemeli diziler, hızlı mesajlar, hızlı tıklamalar, kabadayımsı ve duygudan ziyade matematiği dayalı satacak televizyon dizileri, tek yönlü ve bilgiden ziyade kavga dövüş içeren oturumlar, yalan ve iktidar güzellemeleriyle dolu çıkar gözeten patron gazeteleri ve mizah yokusunu sulu sepken komikliklerle dolu filmlerle büyümek zorunda bırakıldılar... ve bırakılıyorlar. Ve ne güzel ki bir bölümü söküp atabiliyor bunları yaşamından. Ama bir gerçek var ki bugün kolay ulaşılabilenler, eskinin ki kadar derin ve emek sarf ettirici değiller!.. 


Aşk olduğu söylenenler bile!



*Google Translate Herkes Ayakta, olarak çevirdi filmin adını ve bir kusur varsa ona aittir. İzlediğim Portaldaki Türkçe adı ise Aşk İçin'di.

**Filmin yönetmeni, iki senaryo yazarından biri ve erkek oyuncusu: Franck Dubosc
    Kadın Oyuncu: Alexandra Lamy,

Son dakika: Kendisini Fransız Mutfağı adlı fimde oyuncu olarak izlemişim.


1 Temmuz 2020 Çarşamba

Rüya

Defalarca yanından geçiyorum. Defalarca en yakınına kadar geliyorum. Defalarca, hangi tarafında olursam olayım direksiyonu bir kıvırsam, gittiğim ya da döndüğüm istikametten bir sapsam tam göbeğine varacağım; o kadar el altında!.. Üstelik de kafaca en uyuştuğum, en ilgimi çeken, kendime en yakın hissettiğim, onlara dair ne bulsam okuduğum, seçme şansım olsa orada, onlarla yaşamayı isteyeceğim bir uygarlık... 
  
Bir tetikleyiciye ihtiyacım varmış, sadece. Ben kadar isteyecek, taşlarla dost olabilecek, yorulmak nedir bilmeyecek, yürümekten, tırmanmaktan üşenmediği gibi zevk alacak, coğrafyayla ve onun geçmişiyle bütünleşecek  bir tetikleyiciye...


Fikir, bu fikrin hayal dünyasının sunduğu ön izlemeler pırıl pırıl parlıyor, heyecandan ölüyorum. Araştırmaya başlıyorum. Bir konaklama yeri ilgimi çekiyor. Hayatımın her anlamda düzene girdiği, fikriyatımdaki işleri sıralı bir şekilde hallettiğim ve kişisel hayallerime yeniden alan açabildiğim bir zaman dilimine adımlar attığım süreçte beni gören Tanrı öyle bir armağan yolluyor ki bana, tamamlanıyorum. Onu buluyorum...

Kars'tan dönüyoruz, araya bir iki yer sıkıştırıyoruz, bahar geçiyor yaz yaklaşıyor, karar veriliyor ve aylar önce kafama taktığım konaklama yerinden rezervasyonu yapıyorum. Pırıl pırıl bir Cumartesi sabahı yola çıkıyoruz. Yan koltuk bende. Sürücüye bayılıyorum ve onu izlemeyi, onunla sohbeti yola tercih ediyorum. Üç, üç buçuk saatlik bir mesafe ve sevdiğim güzergâhlardan biri...

Çorum'u geçiyoruz ki güzel bir müzesi vardır. Bir de Konak! Çoğu zaman Ankara ve ötesine giderken ya da dönerken kesinlikle uğradığımız, geleneksel yemekler yapan, bunları geleneksele uygun sunan, şerbetleri âlâ ve her anlamda geçmişi yaşatan hoş bir mekândır; üç kızkardeş tarafından işletilir ki adı Kâtipler Konağı olan bu mekân aile yadigârıdır ve kesinlikle uğranılasıdır... ama bu kez uğramadan geçiyoruz. Önünden defalarca ama defalarca geçtiğim kavşağa varıyor ve sola dönüyoruz. Bir anda her şey değişiyor; toprağın rengi, gökyüzünün rengi, ruhlarımızın rengi, her şey... Alçak dağlar, uzun düzlükler  ve ay çekirdeği tarlaları arasından sakin, sessiz bir yolda ilerliyoruz. Bir eşiği geçtik, zamanda sıçradık, karmaşık ve kalabalık, heyulası tavanda bir dünyayı geride bıraktık sanki!


Yaklaşma sürecinde... yaklaşırken... küçük kasabanın "banliyösünü" geçerken... öyle çocuk, öyle meraklı, öyle yetişkin, öyle sevinçliyim ki... Bir huzurun, sessiz bir huzurun ama sıkı bir dostluğun, unutulmaz izler bırakacak bir zaman yolculuğunun ipuçlarının fena halde farkındayım. Dar yoldan ferah mı ferah bir meydana ulaşıyoruz. Kasabanın merkezine uzak ama kadim başkente kıvrılan yolun köşesinde kalacağımız yer. Görür görmez vuruluyoruz. Hevesle, Toprağın ruhuna uygun bir hevesle ve özenle yaratıldığı hissedilen, mobilyaları köy tadı veren konaklama noktamıza bayılıyoruz. Şırıl bir derenin sesi serinlik katıyor odaya. Muhteşem bir sessizlik. Köy hoşluğunda, konforu kendine özel, meyve ağaçları ile dolu kocaman bir bahçesi olan bayılınası bir konaklama noktası burası. Hittite Houses.


Serin odada uzanıyoruz bir süre. Pertek'e, dedemin evine, onun serinliğine ve arktan gelen suyun sesine ne kadar da benziyor ruh halim. Müşkülpesent insanlar değiliz, bin eleştiri yapılabilir belki; konforun başka bir şey olduğunu düşünen bünyeler için... Biz samimiyete, verilen emekteki heyecana, coşkuya ve etrafla benzeşen, ayrık otu gibi durmayan, oralı gibi hissettiren mekânların hastası iki insanız ki burası unutulmazlarımızdan olacak, eminiz.


Yolun ve duşun keyfinin ardından başka bir zaman diliminde, bundan çok çok eskide ve kadim bir uygarlığın içinde onlarla birlikte olmanın heyecanıyla geçiyoruz; yolun karşısındaki, aynı kişilerin işlettiği diğer tesise.

Öğrendiğimiz mesafe biz için yürünebilir ki niyetimiz de yürümek. Fakat genç adam arabayla gitmemiz konusunda ısrarcı. Neden acaba?!


Yürümekte kararlı olduğumuzu anlayınca önerisini yeniliyor. "Arabayla gidin, otaparkta bırakır, sonra yürürsünüz," diyor. Arabayla gidiyor, kapıdan geçip iç otoparkta bırakıyor ve ne kadar haklı olduğunu anlıyoruz. Park yerinin hemen önü bilinen en eski kütüphane; izleri var ve gerisi hayal dünyamızın; üstelik bu sıradan bir kütüphane değil, 32 metre uzunluğunda iki katlı bir bina, altı depo ve aynı zamanda bir arşiv burası, devletin belgeleri de burada ki Hititler bu anlamda öncü: Dünyanın ilk barış anlaşmasını, Kadeş'i* imzalamış ve bunu belgeye dökmüş bir uygarlık söz konusu olan. Üst kat ise beş odadan oluşuyormuş ve 3000-3500 belge ve eser barındırıyormuş. Kütüphaneciyse önemli kişi, belgelerden kaynaklı bir hakimiyeti var ve Kral bir yere gittiğinde yönetimi ona teslim ediyormuş. Bu alanda bir avlu ve bir de kral yolu var ki bir tür devlet agorasıymış bu bölge.

Alandaki zümrüt rengi kübik taşsa hemen dikkatimizi çekiyor. Başındayız ve direk uzaya bağlıyoruz mevzuyu... Ne de eğleniyoruz, sözcüklerimizle. Tanrıların Arabaları'nı ve Yıldızlara Dönüş'ü okumuş insanlarız. Üstelik ben, rüzgârının estiği, dünyayı kasıp kavurduğu yıllarda, hayal dünyası yerinde bir tıfıl olarak okumuşum... Bu taşın ve diğer pek çok kalıntının minyatürlerini satan bir genç adam yanaşıyor, rehberlik yapabileceğini söylüyor. O an elindeki objelerin aynılarına Antakya'da emekli bir öğretmenin çok sevimli dükkânında da rastlayacağımızdan habersiziz. Hititler her yerde!


Bu yazıda kalıntılarla  ya da fotoğraflarla ilgili derin bilgiler bulamayacaksınız, ama olur da bu yazı heveslendirir ve orada olmak istersiniz; işte o zaman bir kaç kitabı okumak yarar getirebilir. Hatta derin okumalar istemem, uğraşamam, şöyle kolay, hikâye anlatır gibi bir şey olsun, diyenlerdenseniz; "Muazzez İlmiye Çığ'ın, arkadaşı Sümerolog Hatice Kızılay'ın kızı İştar'ın dilinden yazdığı  Hititler ve Hattuşa adlı kitabını okuyun," diye bir öneride bulunabilirim: basit gelebilir, çocuğa anlatılmış gibidir ama yormaz! Fotoğraftaki surlarsa önemli. Kısa bakanlığının ülkeye çok şey kazandırdığını düşündüğüm Ertuğrul Günay'ın el atmasıyla ve Hititlerin kullandığı malzemenin aynısıyla yapılmış kendisi... Surlara bu kez uzaktan bakmak için bulunduğumuz daha yüksek alanın ucuna yürüyünce önümüze çıkan dev şarap küpleriyse bizi bizden alıyor, "Hımmm gerçek bir küp şarabı," diye iç de geçiriyoruz. Kader işte; yeter ki alına yazılan güzel olsun. Bir gün Tiflis'de, ona yakın bir köyde yapılan gerçek küp şarapları içeceğimizi, keyiften öleceğimizi henüz bilmiyoruz.**


Sonra bir başka kayadan vadiyi seyrediyoruz, uzun uzun. Yeni surların yapıldığı sürenin uzunluğuna bakıp ki 5 yıl, bu koca başkentin tamamının da surlarla çevrili olduğunu düşününce; içinden çıkamıyoruz bu uygarlığın vardığı noktanın. Ve biz bu kadim şehrin henüz toplu iğne başı kadar bir noktasındayız şu an!


Hava sıcak, Hitit başkenti kocaman ve yolu yokuş. Arabaya binmeden önce telaşla koşuşturan, dili dışarıda su arayan sevimli köpekle merhabalaşıyoruz. Pet şişeyle su içirmeye çalışıyor enn sevdiğim kadın ama, o kadar susamış ki köpek su ziyan olacak gibi. Bir plastik bardak bulup dolduruyoruz, nasıl bir içmek o görmek lazım... Sonrasında biraz seviyor, oynaşıyor ve vedalaşıp, yokuşları -arabayla- tırmanmaya başlıyor, sıklıkla duruyor, fotoğraf çekiyor ve devam ediyoruz. Sfenksli Kapı'nın önündeyiz ki en gizemlisi bu, altında, dış tarafı taşla kaplı piramid şeklindeki suni tepenin içinden geçen uzun bir tünel var. Yer Kapıdan girip gizli tünelden yürüyerek Hattuşa'nın dışına çıkılıyor. Elbette giriyor ve çıktığımızda gördüğümüz manzaraya, akan suya hayranlıkla bakıyor, en çok da o suyun kenarındaki ahşap evi kıskanıyoruz. Sonra da dış merdivenlerinden çıkarak piramidin tepesine; hayallere bağdaş kuruyor, bunları dile getirip eğleniyoruz.


Yine ülkemizden kaçırılmış ama yine Günay'ın çabalarıyla geri alınmış heykelleri kendi topraklarında görmek mutlandırıyor insanı. Bir Alman çift var, yaşça bizden büyük, Land Rover'ları bilim insanı hissi uyandırıyor, alanda sıklıkla karşılaşıyoruz;  şu an tabaklarını çıkarmışlar, güzel bir ağacın altında ve su kenarında, şehre bakarak yanlarında getirdikleri yemeklerini yiyiyorlar. İmreniyor ve bir fikir oluşturuyorum.

Yer Kapı ve doğu ve batı ucundaki Aslanlı Kapı ile Kral Kapısı surlar üzerindeki önemli kapılar. İşte tam orada ennn sevdiğim fotoğrafçının, bütün konsantrasyonuyla bir noktaya odaklandığı anda fotoğrafını çekiyorum ki ödül alması işten değil. Model muhteşem, duruş muhteşem, eller yukarıda, taşlar devasa... yakın ayarını yaptı, ve tık. 


Artık Hattuşa'nın en üst noktasındayız. Zirvedeki yanyana, kayalara oyulmuş küçük odalarda duvar resimleri var; onlara bakarken, uygarlığın boyutlarını iyice hissediyor, uzaylı esprilerini peşi sıra diziyoruz. Bilmiyoruz!

Tanık olduklarımızı, mesela kütüphanenin boyutlarını düşününce ve elbette raflarındaki kil tabletleri, ve hatta her şeylerini belgelediklerini ve sakladıklarını da düşünürsek bu kadim halkın; hayal, ona bağlı olarak da bilim kurgu cümleler kurmamak ya da onları aklın içinde çevirmemek mümkün değil. Her ne kadar Erich Von Daniken'in bahsettiğim kitaplarının etkisinde kalmış, gerçekliklerine çocuk yaşlarda inanmak istemiş, hatta inanmak hoşumuza gitmiş olsa da kesin olan, burası akıl almaz bir uygarlığın başkenti: insanın düşünce dünyasını zorluyor.


Nişantepe Yazıtı, şaşırtıcı. Koca bir kaya yığını tesviye edilerek düzleştirilmiş ve Hititlere ait, en uzun olduğu söylenen  ve 11 satırlık  hiyeroglif yazıdan oluşan;  Hattuşa’nın bilinen son büyük kralı II.Supiluliuma’ya ait olduğu ama içeriğinin ne olduğu bilinmeyen bir yazıt oluşturulmuş ki etkiliyor. Kalıyoruz bir süre, arkasına dolanıyor, yerleşim olduğunu düşündüğümüz küçük, saklı bir vadi ile karşılaşıyor, üzerine hikâyeler oluşturup  resmi kurumlara, kütüphaneye ve dolayısıyla şehir merkezine uzak, tapınaklara yakın bir bölgede, Yukarı Şehirde de olsa burada yaşamak keyifli olurdu, diye düşünüyoruz.


Şimdi zirveden, sadece izi az kalmış  kaleden, bütün şehri toplu izlemenin tadını çıkarıyoruz. Sadece surlarla çevrili şehri değil, şehire gelebilecek tüm tehdit alanlarını da görebilecek bir nokta burası!

Şehrin öte yakasını, mahallelerini dolaşarak inmeye başlıyor, inerken bir çeşme ve yalağında durup serinliyor, inmeye devam edip çıkışa varıyor ve Müzenin Dükkânı'na uğruyoruz. Alanı ve kafeteryasını beğeniyor, Hattuşa Şehir Merkezine veda ediyor, Tanrıların kutsal zirvesine, Yazılıkaya'ya doğru yol alıyoruz. Bir dağdan indik ve şimdi bir başka dağa tırmanacağız. Yol güzel, sürüş keyfi var, kalabalık değil ve manzara açısından şahane.

Yazılıkaya'nın seyir terası gibi bir geniş alanı, ve bu alanda da satış yapan dükkânları ve kafeleri var. Hattuşa'da yorgun düşenler için ideal bir dinlenme noktası.

Aşağı şehirde de, oradayken bahsetmeyi unuttuğum bir çok önemli dinsel  kalıntı ve tapınak var! Bunların en önemlisi 1.Tapınak: Hititlerin en büyük tanrıları olan Fırtına Tanrısı Teşup ve Arinna şehrinin Güneş Tanrıçası'na adanmış olan, Büyük Tapınak... Hayal modum, görkemini ve hatta bir ayin anını HD kalitesinde sunmuştu! 


Yazılıkaya'ysa sanki bir açıkhava tapınağı gibi... gibi değil bütünüyle öyle! İçinde dolaşmak ilginç; bir labirent sayıp öyle dolaşmak eğlenceli geliyor. Kayaların  arasına saklı, biri büyük iki galeri var. Galerilerin duvarı sayabileceğimiz kaya yüzeylerinde taşa kazınmış Tanrı ve Tanrıça heykelleri var ki bayağı kalabalıklar... Çok zaman harcamıyoruz burada ama harcanılası bir yer. Hititleri iyice anlamak ve hissetmek ve yorulup da bezmemek için iki günü bölüp Hattuşa'ya ve buraya ayırmak gerek! Elde dökümânlar olursa da şahane. Gerçi nete bağlanıp bilgiye ulaşan akıllı telefonlar da var ama! Kağıda dokunmak daha mı güzel acaba?


Zevkli bir yoldan zevkli bir dönüş, kapanmadan müzeye yetişmek istiyoruz. Arabayı tesisin önünde bırakıyor, bir soluklanıyor ve müzeye doğru yürüyoruz ki bizim konakladığımız yer bu anlamda çok avantajlı. Müzeyle de hemen ama hemen kaynaşıyoruz. Küçük kasabayla uyumlu, küçük ama çok iyi döşenmiş ve düzenlenmiş, insana başını okşayıp yanağından bir makas alsam hissi veren bir yerdeyiz. Mutlu ediyor bizi. Yavaş adımlarla dolaşıyor, hoş da vakit geçiriyor, sanki gün içinde biriktirdiklerimizin ve aldığımız hazzın sağlamasını yapıyoruz burada. Elbette çok da fotoğraf çekiyoruz. Rahat koltuklarına misafir oluyor, onu dinliyor, sohbetine bayılıyor, şirin bahçesinde soğuk bir şeyler içiyor, teşekkür edip ona ve genç personele; bu güzel günü kutlamak... hatta kutsamak için önce eve geçiyor, sonra da  karşıya, tesise doğru yürüyoruz.


"İki bira lütfen."

"Bir patates kızartması lütfen."

"Bir de kızarmış sosis lütfen." 

Mutfakta bir abla var; çok tatlı, elinden güzel iş çıkar duygusu veriyor, atıştırmalıklarımız, içine batırmalık iki sosla birlikte geliyor. Dışarının sakinliği ve akşamın ruhları dürtükleyen saatleriyse burada, Boğazkale'de bambaşka... Ortalık tahminlerimin aksine çok sakin, hafta sonu olmasına rağmen tur kalabalıklarına rastlamıyoruz. Yavaş, sessiz ve huzur veren, dokusu kaybolmamış küçücük bir kasabadayız ve bu o kadar güzel ve o kadar kıymetli ki...

O halde,

"Hattuşa'ya, onun halkına, bu güzel akşama ve bize!"


Masalardan birinde gezdiğimiz noktalarda sıklıkla karşılaştığımız genç bir İtalyan ve ondan bir kaç yaş daha büyük Japon iki arkadaş var, belki de burada tanıştılar! Ortak dil İngilizce, çok da keyifle biralarını içip sohbet ediyorlar. Başka da kimse yok. Canımız yemek de istiyor ki sabahtan beri bir şey yemedik. Soruyorum; ne var, diye. Hitit Kebabı varmış... Hımmmm... yaratıcılığa şapka çıkaralım! Meraklanmıyor değiliz?!

Küçük güveçlerde geliyor Hitit Kebaplarımız. Ama bu bildiğimiz güveç! 

Hemen bukalemun yeteneğimizi kullanıyor ve Hitit ülkesinin güzel mutfağından çıkan, daha önce hiç tatmadığımız Hitit Kebaplarımızın tadını çıkarıp, buz gibi Hitit biralarımızın ve cırcır böcekli bu güzel, iz bırakacağı kesin akşamın tadını çıkarıyoruz. Mutluyuz, çok mutlu hem de... ve çok eğleniyoruz.

"İki bira daha lütfen..."


Ve Sonra...

Eve  geçiyoruz ki odanın içinde derenin akşam senfonisi... ağaçların ve yabani çiçeklerin hoş kokusu... gecenin muhteşem serini... ve pırıl pırıl yıldızlar var. Gece ve sokaklar bizi çağırıyor! Çıkıyoruz. Hattuşa'ya doğru köy tadında, gecenin sesleri eşliğinde, çocukluk anılarımızdaki dede yörelerinin sıcaklığında, yıldızlardan ve seyrek evlerden yansıyan ışıkta  flörtöz adımlarla yürüyoruz. Hitit ülkesinde olmak muhteşem, ama Enn Sevdiğim Kadın'la olmak daha daha muhteşem. Fakat o an, tam da köprüden derenin gece senfonilerini seyrettikten az sonra... yolun ortasında bir beyazlık görüyoruz.  

Bir minik tavşan bu!


30.07.2016


* Kadeş Anlaşması üzerine detaylı bir yazı ve araştırmacı blog yazarlığı nasıldır, için buradan lütfen!

**Rastlaşma ile ilgili cümleler bu yazıdaki 5.fotoğrafın altında, ilginizi çektiyse buradan lütfen


Devam yazısı Boğazkale içinse buradan lütfen.

29 Haziran 2020 Pazartesi

Dönersen Islık Çal Woody

Filmi portalda görünce şaşırıyor izleyici. "Eski ve bilmediğim bir filmi mi?!" diye düşünüyor fakat afişine bayılıyor. Filmi izledikten sonra yazmayı düşünmüyor. Yazı akışından memnun ve araya bir film sokmak niyeti yok. Belki de bir başlık atacak ve sadece afişi koyacak; çok beğendi ve kesinlikle blogumda olmalı, diye düşünüyor. Belki altına bir iki satır yazar... Hepsi bir iki satır yani!

Hayatının bir evresi inşaat tepelerinde geçti. Sanat faaliyetlerinin neredeyse sıfırlandığı kurak yıllara denk geldiği için bilmediğim bu filmi izlerim bir ara, diye düşünerek, favorlerine eklemişti. Televizyonu açıp da favori filmlerin afişlerine göz attığı her seferde afişin tadını çıkarıyor ama her seferinde de başka bir filmi izliyordu, çünkü: bu filmi özel tutuyor, onu izleme akşamının da tadı çıkarılası olduğunu düşünüyor ve ona özel bir akşamı düşlüyordu. Hepsi afişin ve elbette yönetmenin  yüzündendi.

Sonra filmin tarihini görüyor ve şaşırıyor izleyici, "Dünyadan haberim yokmuş," diyor!



Film Özel Akşamı



Şişeyi karanlık ve serin yerinden alıyor izleyici. Mantarını çekip aldıktan sonra  kadehin dibine bir miktar KAV/Narince 2017 koyuyor, üzerine bir bardak kapatıyor ve onu buzdolabına soğumaya bırakıyor.  Bir süre serinletecek, ideal bir soğukluk için.

Kadeh sehpanın üzerindeki yerini alıyor. İzleyici tam televizyonun karşısında olmayan, ona doğru uzayan kanepeyi tercih etti ve ona uzandı. Gövdenin üst bölümü dike yakın, kafasının altında bir yastık var ve yerleşimden memnun. Portalı açtı, televizyonu kendine doğru çevirdi,  filmin afişini seçiyor.

Tıkladı.

Filmin renklerine bayılıyor. Bir dönem filmi, 1930'lar. Gülümsüyor, "Vayyy o yılların renkli filmlerinin tadında ama teknolojisi yüksek bir görsellik," diyor. İç sesiyle...

Bunu fark edebilmiş olması elbette kasılmasına sebep olacak. Hemen bakmayacak ama!  

Şimdi filmin tadını çıkaracak, sonra bilgilenecek, düşüncesinin onaylandığını görünce de kasılacak... 

Kesin!

Film izleyiciyi içine kabul ediyor. İzleyici buna zaten hazır. Kostüm başarısına bayılıyor.  Partiler, barlar, restoranlar, görkemli evler, caz orkestraları her şey mükemmel. Karakterlerle ilgili bir sıkıntı da yok, tiplemeler güzel ve her şey yolunda. İzleyici parti parti geziyor ki ne büyük bir öngörü diye takdir bile ediyorum kendisini; gerçi orada ağırlıkla viski içilse de, izleyiciyi bu anlamda tahrik etseler de o partilere şarabıyla katılmaktan memnun. Taşradan gelen bir genç var; ekmeği için dayısının yanına giden, kravatlı, takım elbisesinin içine anne örgüsü yelek giyen sevimli bir çocuk. Karakterler genelde sevimli zaten. Jet sosyete, paralı insanlar, film yıldızları, yapımcılar, senaryo yazarları  hakim olsa da filme, izleyiciyi aralarına almakta bir sakınca görmediler. Sıcak insanlar, şakacılar ve izleyici aynı segmentte olmasalar da hiç çekinmeden katılıyor aralarına. Arada bir şehir turları attırıp, dış dünyayı da tanıtıyorlar izleyiciye ki memnun, hiç bir şikayeti yok, çok da eğleniyor. Üstelik plaklar var, dönemin hoş şarkıları...

Fakat bir süre sonra ve film uzadıkça izleyici kalbinden bazı şeylerin sökülüp alındığını fark ediyor. Düzde ezip geçen, rampaya gelince de nefesi düşen BMC Kamyon gibi hissetmeye başlıyor. Filmi bıraktı bırakacak. Bu kadarına da yuhhhh, demeye başladığı anlar var; şaşırtmayan, klişe düzeyinde. Hani bunlar eleştirel bir cinlik olsa, şapka çıkaracak izleyici. Tazelenen aşklar resmi geçit yapmaya başlıyor. "Aşk mı para mı, parodisi mi bu acaba?" diye düşünüyor izleyici; ince, entelektüel bir gönderme arıyor ama nafile. Ya da izleyicinin küçük aklı, büyük ustanın görkemli zekasına, bu ince nüansına eremiyor.

Hikaye düzeyinde bir alışılmışlık, bir şaşırtmamışlık, bir tekrar başlıyor sanki. Bunları da sıkıntılı bulmuyor izleyici aslında ama Usta'dan beklediği bu değil. Umutla o an gelecek, usta kendine dönecek ve dudaklarımın kenarından "İşte bu!" lezzeti akıtacak, diye bekliyor nafile. Belki de anlatmak istediğine göre filmin süresi uzun, ya da daha kısa geçebilecekleri anları gereksizce uzatmışlar, diye de düşünüyor izleyici.

Vittorio Storaro'nun sinematografisi, 4K kameraların muhteşem görüntüleri, kostümler, zamanı yaşatan mekanlar, olağanüstü görsel başarı, kurgu, dönem gerçekliği ve elbette şahane müzikleri ile bir yanıyla da o yılları yaşatıyor film diye teselliler bulmaya çalışıyor izleyici. Artık ayıp olmasınla içinden gelenin, sıkılmışlığın, "Ne uzattın ama abi, bu filmi kendin için mi yaptın, o zaman alkış, eminim çok eğlendin, lütfen yeni bir şey söyle," iç sesleri ile başbaşa kalıyor izleyici ve son kertede...

Kadehini ve hayal kırıklığını alıyor sehpanın üzerinden. 

Kanepeyi terk ediyor.

Bilgisayarını açıyor.

Tavla oynuyor... 

Görselliğin etkisinden ve çağdan geri dönüp güncelinin tadını çıkaracak çünkü. 

O, tavlayla boyut değiştirmişken film bitiyor.

 ..............

Şimdi izleyicinin elinde bir tuğla var, ilk cümlelerinden itibaren onu etkisi altına alan!

Laf aramızda, bu yazıda o tuğlayı yazanın, tuğladaki üslubunu taklit etmiş bile olabilir! 


Son sözüyse şudur: Siz izleyiciye pek de kulak asmayın yine de filme bir bakın; severseniz sizinledir...

26 Haziran 2020 Cuma

Sıkıntıdaki Bir Okurun Garip Halleri

Önceki yazıda sözünü ettiğim ve bayıldığım bir yazarın, bayıldığım kitabını bitirince, bir süre kararsızlık yaşıyorum. Aklımın uyarıcı, bir önceki kitabın tadından kaynaklı olarak da kışkırtıcı sorusu şu: "Sıkı bir kitapla mı devam etsen, yoksa, kısa ve çabuk bitirilecek, gerçek hayatla bağının Korona normal koşullarında süreceği, işe güce engel olmayacak hafifçe biriyle mi?"

Aslında sıradaki kitabım bir tuğla olarak nitelenebilir! Üstelik elime ulaştığı anda ön okumasını da yapmıştım. Hatta bu durumu kitabı almama vesile olan Sevgili *EKMEKÇİKIZ'ın yorumundaki "Kitapların arasındaki sarı renkli tuğla için kolaylıklar dilerim, umarım kulağım çınlarken güzel sözler duyarım." cümlelerine yazdığım " ...bir kere bu tuğla kısa bölümlerden oluşuyor, istersem bir bölümü okur bırakırım, roman gibi bütünlük yitirme endişesi yok: sonra üslup kafa dengi, sonra bir edebiyatçı gözünden bir gezi... Üstelik gezgin hem kafadengi hem de tatlı dilli... daha ne olsun di mi ama..." yanıtıyla da okumaya istekli olduğumun altını çizmiştim.

Sonra, önceki akşam, ona başlarsam belki şu yeni gelen kitaplardan merak ettiğim ve tanımadığım yazarlara ait olanları kenarda öylece bırakırım endişesi de yaşayınca, vicdanım olaya el koydu. Önce, adından kaynaklı olarak daha umutlu olduğumu aldım raftan, bir giriş de yapıyorum.

I ıııhh...

Çok direndim... yürümedi!

Bir üslup denemesiydi, yazarlık heyecanı vardı, gençti ama iddiası beklentimi karşılamadı. 

Onu bırakıyorum ve yine benzer özelliklere sahip ve tanımadığım bir başka yazarın 150 sayfalık kitabına başlıyorum.


İlk andan itibaren etkileniyorum. Mevzu ilginç, üslup da... Gerçi içimden bir ukala hemen kafayı çıkarıyor ve aklımı çelmek, kışkırtmak için elinden geleni ardına koymuyor...

Ama?!

"Belki haklısın, epey önce okuduğum, dolayısıyla yanılabileceğim kitaplarla mevzu ve anlatım olarak yakın ama bence bir taklit ve öykünme, o gibi olma hali değil bu. Haklı mıyım, onu da bilmiyorum açıkçası. İhsan Oktay Anar'ın sıkı okuyucuları daha iyi değerlendirebilir bu durumu," diyerek yanıtlıyorum onu.


Aslında adına bakınca, müzikle alakalı olabileceğini düşünmüştüm. Viyana Nokta, nedense böyle bir çağrışım yapmıştı. Bu bir hayal kırıklığı yaşatmadı ki ilk satırlardan itibaren üsluba, mizaha ve akıcılığa bayılmıştım. Eğlenceli bir Viyana, eğlenceli bir Kuşatma hikayesi; sıkmadan, güle oynaya devam ediyordu. Üstelik kısacık bölümleriyle neşeli ve kolay bir okuma sağlıyordu. Yazarın diğer kitaplarına bakınmaya başlamıştım. Üstelik 152 sayfa ve  43 bölümlük hali ile kitap benim sıralama mantığıma da uygundu. Sıkı bir kitabın ardından gelecek sağlam ve tuğla sayılabilecek bir okuma öncesinde lokmalık, hoş bir ara sıcaktı yani!..

Fakat bir süre sonra... Sona yaklaştıkça... Çok hevesle başladığım, coşkuyla devam ettiğim kitap sanki yazarın barutu bitmiş, yorgun düşmüş de artık zorlamayla, illaki belli bir sayfada bitirmek arzusu ile uzatılıp, tamamlanmaya çalışılıyormuş hissi vermeye başladı; esprilerdeki düzey düşüyor, baştaki özen şaşıyor, üslup sanki biraz sululaşıyor, dolayısıyla da okuma hevesim zorlanmaya başlıyordu...

Henüz bitirmedim. 135.sayfa ve 38.bölümün başındayım. Elim belki bir daha gitmez diye korktum. Tanımadığım bir yazar Süreyyya Evren. Güzel bir kitaptı, diyerek bitirmek arzusundayım onu. Finişe çok az var. Boşluklarla birlikte 17 sayfacık. Son düzlükteyim yani. O ve ben nasıl bir performans göstereceğiz bilmiyorum. Önerilmiş kitap Portekiz'e Yolculuk'sa manzaraya paralel masamın üzerinden bana bakıyor ki virüsünü çoktan bulaştırmıştı. Her şey bu gece belli olacak. İçimdeki kışkırtıcıya boyun eğmeyeceğim ve ona  rağmen bitireceğim belki Viyana Nokta'yı. Sonra hakkında iyice bir düşüneceğim.

Bir sonuç bildirgesi yazar mıyım?

İşte bundan da emin değilim!


*EKMEKÇİKIZ

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP