12 Haziran 2020 Cuma

Bir Yeni Normal de Benden

Benim başım kel mi? dedim. Geri kalma, trende takıl, dedim ve Pazartesi'den itibaren düştüm yollara. Önce bir derlenip toparlanmak, Eski Normal'in tozunu toprağını atmak, yenisine taze bir başlangıç yapmak üzere erkenden, maskemi takarak, normal bir gün edasıyla berberimin yolunu tuttum.

Cumartesi bir ön denetim yapmış, dükkanın derli toplu ve yenilenmiş, temiz halini görmüştüm.

Personelden bir kişi gelmişti, müşteri yoktu ki bu da bir avantaj oldu benim için. Oturdum, tek kullanımlık örtü üzerime yerleşti, berberim maskesini taktı, eldivenleri eline geçirdi. Her şey kitabına uygun, gibi görünse de bazı insanımıza -ısrarla- eğitim şart, uyarmaya mecbur kıldı. Olmadı ki, dedim, maskeyi aldın ve iç tarafını üfledin, elinle de dokundun. Kıl vardı içinde, dedi. İyi ya, dedim.

Bu arada maskeleri hastaneden getirdiklerini, söylüyor ve belli ki eğitim de vermişler ama... insanımızın bir kısmı seviyor kahramanlığı!

Tıraş başladı, eli çabuk bir çocuk ve mesleki anlamda da bir şikayetim yok, nasıl keseceğini de biliyor zaten. Fakat favoriler kısmına gelince önce sağ kulaktaki bağı çıkardı, dedim bu da olmadı, virüs varsa ortamda gittim ben.

İşim bitince ellerine sağlık, dedim, teşekkür ettim, zam var mı diye sordum ki varmış ve eski ücretin %50 üstünü ödedim.

Çıkınca dışarı ilk çöp kutusunda durdum, maskemi çıkarıp çöpe attım ve yenisini taktım! Şimdi bir hasret giderme, bir Yeni Normal eylemi yapma anı daha.

Dış kapıdaki dezenfektandan avucuma alıp, ellerimi güzelce dezenfekte ettim. Salih Usta'dayım, dükkan tertemiz, tüm personel eldivenli ve maskeli; tezgah önünü genişletmiş ve geneldeki masa sayısını azaltmışlar... güven veriyor mekan. İki tatlı genç kadın, tezgahın arkasında.

"İki dilim su böreği lütfen."

"İki mantarlı tavuklu, milföy lütfen."

"İki de şu pastadan lütfen."

Bu arada fark ediyorum ki kasanın yerini de değiştirmişler ve yığılma olmayacak bir noktaya taşımışlar. Bravo! Maskesiz girilmemesi gerektiği konusundaki uyarı da dışarıda görünür bir yerdeydi ve kasada da dezenfektan var. Sahilden yürüyorum eve.
 

Poşetleri birinci karantina bölgesine, balkona bırakıyorum. Duş işini de halledince, naylon poşete hiç dokunmadan, kağıt torbalara ayrı ayrı koyulmuş börekleri içinden alıyorum. Kahve yanına birer tanesini ekleyip, Mussano'nunkileri bırakıyorum ve lezzetli böreklerle hasretin tadını çıkarıyorum.

                                                                               ***


Salı Yeni Normal'in ikinci günü. Uzun bir aradan sonra dışarıda yemek yiyeceğim, sonra da çok M'li Migros'a yürüyeceğim. Narince odaklı!

Hasan Abi'deyim. Kimse yok, koca dükkanda tekim, bu güzel. Fakat tatlı genç kadın da yok. Önce içeride bir masaya oturuyor, genç adama şiparişi veriyorum.

"Bir buçuk porsiyon mantı ve şekersiz kola lütfen."

"Ve her şey olsun üzerinde..."

İçerisi yürümenin de etkisi ile sıcak geliyor, dış masalardan en köşedekine geçiyorum. O ara genç kadın geliyor. Güleryüzlü.

"Hoş geldiniz, özledik sizi."

Eldiven ve maske takmamı ister misiniz?
diye de soruyor. Sorun olmadığını, söylüyorum. Fakat bunun insanlarda tedirginlik yaratabileceği noktasında uyarmak ihtiyacı da duyuyor ama şimdilik bunu söylemekten vazgeçiyorum.

Muhteşem mantım yanında dilimlenmiş enfes pidelerle geliyor. Öyle özlemişim ki, o nedenle birbuçuk istedim. Ödememi yapıyor, ellerime dezenfektan sıkıyor ve çıkıyorum. Bulvarı tadını çıkara çıkara yürüyor ve çok M'li Migros'a geliyorum, bu çok beğendiğim ve ülkedeki en rahat ve hoş Migros'lardan biri. Doğrudan şarap reyonuna... Bingo, Doluca Kav serisinden Narince var, alıyorum, ama nasıl şaşırıyor ve nasıl da ve çok, ama çok seviniyorum! Az sonra...

                                                                                 ***

Perşembe günü, sabah temizliği, sakal traşı, kahvaltı ve iş başı. Öğleden sonra için Yeni Normal planlarım var. Ama  daha önemlisi eski mi eski normaldeki gelen son kitap siparişimin tarihi 02-03-2020. Bugünse Yeni Normal'in ilk siparişi gelecek. Az önce yeni uygulama olarak telefona tek kullanımlık bir kod geldi ve kargoyu getirecek görevliye söyleyeceğim. Temassız bir alışveriş!

Teslim alıyorum koliyi ve doğrudan birinci karantina bölgesine taşıyor, orada açıyor, sonra da ellerimi yıkadıktan sonra içeri alıp kitapları, kutuyu balkonda bırakıyorum. Aylar sonra yeni bir ilk... o halde bir hatıra fotoğrafı. Korona Günlerinde bir aşk tazelenmesi...

  
Şimdi yola koyulabilirim. Üzerime cicilerime giyip, maskemi takıp, sırt çantama küçük bir fotoğraf makinesi ekleyip, sadeleştirilmiş Yeni Normal tedbirlerimle düşüyorum yola. Bu bostanın fotoğrafını çekmeliyim, demiştim, Salı günü Hasan Abi'ye giderken... Çekmeliydim ki eskiden bu coğrafyanın tamamı böyleyken, bu alan sanki Kuzguncuk Bostanı gibi tek. Köyün izlerini taşıyan son haliyle de belki mütahitlerini bekliyor ve belki de kamulaştırıldı... bunu bilmiyorum. Bir şehir hastanesi türerse de yerinde şaşırmam. 


Önünden, bir kaç kare daha çektikten sonra, tadını çıkararak yürüyor, Hasan Abi'den sonra uğramayı düşündüğüm, kahvemi içerken de Olga Tokarczuk'un son çıkan kitabı  Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde'sini okumayı planladığım küçük kahvecinin önünden geçerken mekana bir göz atıyor, satış tezgahını da dışarı taşıyarak zaten küçük olan alanı iyice daralttığını fark ediyor, vuran güneşi de hesap edince bu plandan vazgeçiyorum. Bu arada ilk sayfalarında olmama rağmen daha önce ülkemizde  çıkan biri roman diğeri öykü olmak üzere iki kitabını da okuduğum Olga'nın Koşucular'dan beri fanı olduğumun altını bir kez daha çizmeliyim ki yine beni yanıltmıyor, diye düşünüyorum.

Şimdi, Hasan Abi'deyim ve bu kez mantı yemeyeceğim. Önce elimi yüzümü yıkıyorum, bugün tam anlamıyla yaz, hafif de olsa terliyorum. Dış masalardan birine, ama öncekine değil, oturuyorum. Diğer masama yakın, Şark Köşesi şeklinde düzenlenmiş bölümde altın günü yapan bir kadın grubu var. Tatlı ve bıcır bıcır, hoş dövmeli genç kadın geliyor. Yemek olarak ne var, diye soruyorum. İzmir köfte ve karnıyarık varmış, keşkek ve mantı gibi yiyeceklerin yanısıra...

"Bir karnıyarık lütfen."

"Az da pilav lütfen." 

"Bir de ayran... lütfen."


Hımmmm... pilav şehriyeli!  Ayrı düşünmüştüm ama olsun. İlk lokma karnıyarıktan... Bıçakla keserken belli etmişti kendisini zaten. Muh-te-şemmmm... Lezzetli bir iç ve muhteşem bir pişirme süreci... Olağanüstü bir öğle keyfi. Usul usul, tadını çıkara çıkara, üzerine çeşitlemeler yaparak büyük bir keyifle yiyorum, Yeni Normal'in dışarıda ama aynı mekandaki bu ikinci yemeğini... Yerken çeşitlemeler de yapıyorum, çünkü, bir an üzerinde besamel sos olsa nasıl olurdu düşüncesi geçiyor aklımdan... bunun tadını hissediyor ama sonra vazgeçiyorum bu fikrimden, çünkü, bu hali çok güzel. Lokum gibi demeyeceğim, bu ifadeyi yaratsa da beynim... Çünkü bu şiir gibi akıp giden, literatürlük, gerçek, özüne sadık, tuzu baharatı yerinde bir Karnıyarık. Muhteşem bir Şehriyeli Pilav, güzel pide dilimleri ve az bulunur lezetteki, gerçek bir Köy Ayranı ile ruhu coşkulu kılan, şarkılar söyleten, günün tadını yükselten bir Öğle Yemeği.

Ödememi yaparken, kimin yaptığını soruyor ve tadının ve beğenimin altını çiziyorum; bunu aşçımıza söyleyeceğim, diyor genç kadın.  Kartımı alıyor, teşekkür ediyor, maskemi takıyor, elime dezenfektanı sıkıyor ve düşüyorum yeniden yola. Bir an bulvarın fotoğrafını çekmek geçse de içimden bundan vazgeçiyorum. Şimdi, çok M'li Migros'tayım; kahvem bitmişti, onu alıyorum, bir iki şey daha... Ve şarap reyonundayım, tüm Doluca Kav Narince'leri kaldırma fikriyle geldim çünkü...

Önce kırmızılardan neler var diye şöyle bir göz atıyorum. Bir an Narince olmadığını sanıyorum beyazların arasında ki sırtı dönükmüş, hemen kapıyorum,  fakat ne kadar aransam da başka yok! Elbette nesli tükenmemiştir, lakin buradan aldığım özel; ancak meraklısının, bilgisi olanın fark edebileceği bir kıymeti var... Az sonra, neden özel olduğunun ve peşine neden düşülmesi gerektiğinin altını çizeceğim, ama önce kahvecinin yerine tercih ettiğim mekana bir uğrayamalıyım.

Enn Sevdiğim Kadınla, genelde onun yolculuk akşamları geldiğimiz gerçek bir bulvar pastanesine gidiyorum, üstelik iki bulvarın kesiştikleri köşedeki hoş mekana, Eski Fırın'a...

"Bir şu pastadan lütfen."

"Bir de limonata lütfen." 


Pastanın adını bir türlü hatırlayamıyorum. Ama tadı unutulası değil. Yumuşacık bir dokusu var ve içinde yumuşacık çikolata katı, yine yumuşacık ve çikolata ile ton uyumlu bir krema ve yumuşatılmış, neredeyse diğer katlarla aynı kıvama gelmiş ince bir muz var. Her seferinde tercih ettiğim, bugün bile ikincisi için çok tereddüt yaşadığım, limonata ile muhteşem uyumlu güzel bir pasta.... Limontaysa buz gibi, ferah ve çok başarılı... Bulvarı, trafiğin akışını, ışıkta bekleşen arabaları seyrede seyrede, sindire sindire tadını çıkarmaya devam ediyorum pastanın, limonatanın ve Yeni Normal'in.

Sonrasında, bugün için son bir karar veriyorum; sahilden yürümeli, kısa bir süre önce Eski Normal'de ıssızlık hüküm sürerken, bakalım Yeni Normal'de neler, neler olmuş merakıyla.*


  
İskele açılmış... İskele Kafe açılma hazırlıkları içinde, Kahve Dünyası, Starbucks ve diğer mekanlar eski kalabalıkları olmasa da günün bu saati için yine de kalabalık. İnsanlarımız pikniğe uygun alanlarda masaları doldurmuş, kumsal yüklü. Deniz dalgalı olmasına rağmen hafta içi için yeterinden fazla insana sahip. Kumsaldaki futbol sahasında gençler, korona günleri bitmiş gibi, maskesiz ve temaslı bir futbol maçında... Aslında bir çok yetişkinin de onlardan pek farkı yok. Fakat İlçe Belediyemiz bu yıl cankurtaran kulelerinin sayısını artırdığı gibi her kuledeki cankurtaran sayısını da ikiye çıkarmış ve yüzme sınır mesafesini kıyıya daha da yaklaştırmış, gördüğüm kadarıyla... Upuzun, düzenli, canlı ve temiz sahilimizle ne kadar öğünsek azdır. Basketbol sahaları, kızlı erkekli... Ve belli ki bir kaç gün sonra, kanımca, bu gidişle Yeni Normal de eskiyecek.



Gelirsek Yeniden Narince'ye 

Gerek Migros'tan gerekse mahallemizin marketinden aldıklarım Doluca Kav Narince 2018'di, bir şikayetim yoktu ki övgüyle söz etmiştim kendisinden; üzüm zaten kıymetli, altını her zaman çizerim. Fakat, buralarda bulamayınca ki iyi ki de bulamamışım, çok M'li Migros'tan salı günü aldığımın 2017 olduğunu fark etmiş ve kapmıştım. Onun önemi şuradan; iyi bir rekolte ve başarılı bir üretimin eseri olması. Üstelik bunu uluslararası iki yarışmadan, Mundus Vini'den altın, Vinalies Internarionales'den gümüş olmak üzere aldığı iki madalya ile tescillemiş olması...** Eğer şarabın anlamına ermediğim yıllarımda olsaydım, kesinlikle 2018 ile 2017 arasındaki nüansı fark etmezdim. Zaten şarabı hissederek, usulca içmeyi bilmediğimden, bir anlamı olmazdı, ne olduğunun. Tıpkı klasik müzik gibi, bir gün bunu anlayınca ve öğrenince, şarap da beni yükseltmişti. Her ne kadar hâlâ kendi beğenim önde olsa da, o beğeniye zamanla ve bilgiyle katılanlar, bu şarabın tadına ermeme de sebep oldu. Sözün kısası, seviyorsanız şarabı, bulursanız, kaldırın!



 **Kaynak Degustasyon.org

*Eski Normal'de iskele ve sahil coğrafyası 
 

7 Haziran 2020 Pazar

Haftaya Dair Ortaya Karışık

 Bi Gün

Güzel uyku, güzel uyanış, iş güç falan fakat ruhsuz bir hava. Sonra dedim bir canlandırayım günü; öğleden sonra tüm ekipmanlarımı alıp düştüm yola; önce çevre mekanlara göz attım ki tek tük masalar olsa da halkımız mekanlara gelmiş, yiyip içiyorlar. Sahil çok kalabalık değildi, tedbir almış insanlarımız ile almamışların sayısı da dengeliydi.

Önce Migros'a gittim, alışverişimi yaptım; sonra fırından ekmek aldım, sonra da Adem Usta'ya geçtim.

Dışarıdaki dezenfektanda ellerimi hallettim, sonra içeri... sakindi! İki sandviç döner hazırlattım; patlıcan musakkaysa yarın beklerim, diyordu, sonra onları da alıp eve geldim. Torbaları ilk karantina noktasına, balkona bıraktım, karantina odasında üstümdekileri çıkarıp, diğerlerini giydim, sonra da sandviçimi zevkle yedim. Özlemişim valla!

Yeme içme yerlerinin açılması ruhen bile normalleştirdi içimi, tabii ki tedbiri elden bırakmıyoruz! Az önce de kahvemi Ülker Asorti kurabiyelerim eşliğinde tükettim. Yazın içeride kalmak çekilmiyor velhasıl-ı kelam, bugüne kadar çok fark etmiyordu da, şairin dediği gibi, bu havalar mahvediyor!

Sanal Markete artık son, Adem Usta'ya selam; benim gittiğim saatlerde zaten boş oluyordu ki masa düzeni yapmışlar ve bazı sandalyelere boş bırakılacak diye kağıt yapıştırmışlar; eldiven tekmil ve tüm personel maskeli. Öyle işte!


 Her Gün

Yeni rutinim, kapanışın ardından son verileri aldığım 18:05 den sonra bilgisayarla vedalaşınca bir kadeh beyaz şarabı alıp, elime de kitabı tutuşturup ki bu ara okuduğum Füruzan'ın Balkan Yolcusu adlı gezi kitabı, yeni okuma noktama çekilip denize karşı usul yudumlarla şarabımı içerken, lezzetli satırların içinde yok olarak, diyar diyar Balkan coğrafyasını gezmek. Demlenmek, hayattan dem almak... Sonra Fox Crime'da takipçisi olduğum dizileri izlemek ki şu görünen miktarın bitmesi dört saati buluyor. Bu Doluca Kav serisinden kıymetli bir üzümün, Narince'nin 2018 eseri. Entelektüel bir duruşu ve harbiden asaleti olduğu gibi saygı duyulası, ceket iliklettiren bir ağırlığı da var. Emrin olur abim, diyesi geliyor insanın!

Füruzan bu yolculukta Osmanlı eserleri, müzeler gezdirmekle kalmıyor, o coğrafyada yaşayan soydaşlarla, kültür karakterleri ile sohbetler de yapıyor; elbette doğa güzelliklerinden de söz ederek. Bulgaristan'ın Jivkov dönemindeki ad değiştirme eylemlerinden, Miloseviç'in gelmiş geçmiş tüm faşistlere şükrettirecek soykırım rezaletlerine kadar pek çok şeyi insanların dilinden edebiyatçı kimliği ile aktarıyor. İnsanlarımız Tito'yu ve onun sosyalizmini seviyor mesela; Jivkov öncesi Bulgaristan'ından da memnun. Sonrasında buraya göç edenlerin bir çoğunun oradaki hayatı özler hale geldiğini ve çoğunun döndüğünü öğreniyoruz. Gençler mesela, serbest dolaşımın tadını çıkarıyorlar, gibi şaşırtıcı nüansları da olan bu geziyi yazar 1996'da yapmış. Okunası bir kitap olduğu kanaatini taşımaktayım ki şarapla uyumları da pek güzel. Ölçümüz bahsettiğim gibi, uzun saaatlere yayılmış tek bir kadeh!


 Bi Başka Gün

Rutin bir kontrol için hastaneye gitmem gerek, bu kez toplu taşım araçları kullanmak mümkün değil ve dolayısı ile keyifleri eksik bir ziyaret. Muayyenem en fazla 10 dakika, bir 10 dakika da tahlil için kan dersek geçireceğim süre 20 dakika... İlk randevu benim. Kardeş götürecek, sonra da geri getirecek beni... Öncesinde diğer araçlar şehir dışında olduğu için yoldan ofis personelini toplayacağız, onları şirkete bırakıp hastaneye döneceğiz. Mezarlığın önünden geçerken yakında gömdüğümüz öğretmenimizin mezarını ziyaret edip etmediğini soruyorum ki mezarı bizim ailenin mezarlığına yakın. Sonra öğretmenimizin kıymeti üzerine konuşmaya başlıyoruz. Ben ilkokulu bitirince kardeşim başlamıştı,  dolayısı ile ikimiz aynı öğretmenin öğrencileriyiz. Ölmeden bir süre önce ziyaret ettiğimizde, koltuklarda oturan bizi, salona girdiği anda günaydın diyerek ayağa dikmiş, sağol dedikten sonra da mini mini birler halinde oturmuş, şahane sohbet etmiştik. O gün vasiyet etmişti, cenazeme gelin, diye. Gülseren Kaya: hayatıma derin izler bırakan, nikahıma dahi gelerek beni mutlu eden, kıymetli ve enn sevdiğim kadınlardan biri!* Durmadan geçsek de mezarlığın önünden, duasız bırakmadık onu ve yol boyu da bize kattıklarını konuştuk.

Elemanları bırakınca dönüyoruz hastaneye, kardeş o süreci şirkete hijyen malzemeler almak için değerlendirmeye karar veriyor, işim bitince arayacağım.


Hastane var Hastane Var!

Merdivenleri çıkarken ufak bir tedirginliğim var, çünkü boğazıma silah dayanacağını düşünüyorum, hani derece yüksek çıkarsa diye... kendimden eminim ama olsun, tedirgin olmak adettendir!

Kapı otamatik açılıyor fakat güzel ve silahlı kızlar yok. Oysa dizim için gittiğim hastane, üstelik bugünkü kadar popüler olmamışken Covid_19 "...önce sınır kontrol görevlilerini aşmam gerektiğini görüyorum. Üç genç kadın, eldivenli, maskeli ve çok şık. Gülümsüyorum. Biri doğrudan boğazıma silahı dayıyor. Ateş normal. Virüs şüphesi yok. Geçebilirim derken, diğer genç kadın durduruyor. Güzel adamım sonuçta. O da ellerime hoş geldiniz dezenfektanı döküyor. Bu hastaneye en son iki yıl önce ilaç raporumu, piyasada bulunmamaya başlayan bir ilacımı değiştirip, yeniletmek için gelmiştim ki bu kez gözüme daha bir hoş görünüyor. O kadar sakin yani. Sanki bir hava yolu şirketindeyim ve çok şık kıyafetler var çalışanlarda, kalabalıktan dikkatimi çekmemiş daha önce demek ki." gibi hoş cümleler kurdurmuştu bana...  Tamam burası daha küçük bir hastane ve kurumsal kimliği bu şehirle sınırlı ama bu basit eylem bile müşteri açısından bir kıyas değil mi? Tabii ki dezenfektan da yok. Üstelik bir kısım personelde maske de... Bunun bir imaj zekası olduğunu düşünüyorum, o kadar güvenli ki maskeye bile gerek yok manasında...  Ödeme için, allahtan buraya bant çekmişler ve genç kadınla aramızda sosyal mesafe var, kartımı uzatıyorum, şifrem için posu uzatmaya yelteniyor genç kadın, şifremi veriyorum ve siz tuşlayın diyorum, keşke herkes sizin kadar duyarlı olsa diyor. Bu hastane ortaklarından bir ikisi arkadaşım, doktora da tavsiye üzerine gelmiştim, elbette bu rezaleti kendileri ile paylaştım, her şeyi geçtim belki size ufacık gelen bu durum bir imaj, dolayısı ile kıyas kaybı değil mi, diye de sordum. Bu arada doktor yarım saat geç geleceğini söylemiş... sorun değil, yanımda kitabım var!


Son İki Gün

Migros, peynircimden beyaz peynir sonrasında berberime uğruyorum, yenilenmiş, temizlenmiş, pazartesi sabah geleceğimi söylüyorum. Migros'ta bu kez Narince'yi bulamıyorum, mahallemizin küçük marketinden alıyorum, gün cuma ve cumartesi, ve akşam için hayallerim var. Enn sevdiğim kadın, şırıl şırıl ve coşkuyla akan serin bir dere tadındaki ses tonuyla arıyor. Ben senin neşeni, onun çıtırlığını yemem mi be! Pek hoş bir bölgede, ayın denizden çıkışını izliyor ki akabinde daha uygun bir noktada, evinin coğrafyasında tutulmasını da izleyecek. Epey konuşuyoruz, öncesinde sevdiğim bir diziyi izlemişim ki hayatımda ilk kez bir sahneyi beş kere geri sarıp izlemişim az önce... üstelik mutlulukla gülümserken, gözümün kenarından damlacıklar süzülmüş... Bu kadar mı sahici ve duygulu olur abi, demişim; kaç yaşında, üstelik de son derece metanetli bir adama bile bunu istemsizce yaptırabildiniz ya, alkış, hepinize. Aslında o sahneyi yazasım yok değil, ama çok uzatmak istemiyorum bu yazıyı. Fakat bir gün bir yazı yazarken yeri gelir ve yazarım, kim bilir?

Haftayı kapatmadan, dün akşam kanepede uzanmış maç izlerken telefonum çalıyor, hoş bir kadın, adımı güzel söyleyenlerden... kimim ben, diyor ki sesi biraz eski bir komşumuza, Nur'a benzetiyorum, o adını söylüyor. Alemlerin siberinin sayesinde tanıdığım kıymetli bir dost. Oğlu benim şehrime gelmiş ve ev sorunu var. Tamamdır diyor, oğlunun telefonunu alıyor, ve sorunu hallediyorum. Sonra posta kutumu açıyorum ki bir mail, çok kıymetli, yazı arasını uzattım diye  endişe etmiş, şahane bir dost.

Aslında bir kaç taslağım vardı, fakat diyorum ki, taze bir yazı yazmalıyım! Aslında tüm bunlardan önce, mahallemizin marketinden aldığım şarabımı dezenfekte işleminin ardından açmaya başlıyorum. Şişenin tepesindeki kağıdın ucunu kesip alıyorum, mantarın durumu iç açıcı değil, cerrah titizliği gerektiriyor ki, o da biri dokunsa da dağılsam, diye beklemekteymiş! Alt tarafı ile ilgili umudumu koruyorum ama sonuç rezalet, mantar un ufak! Bütün hayatım boyunca ilk kez karşılaştığım bir durum bu, mantarın bir kısmı da şişenin içine dağılıyor, hadi süzdük diyelim... koklama, tat kontrol ki bir umut...

Sonuç hüsran, şarap olduğu gibi eviyeden kanalizasyona... Normal koşullarda gerilmem gerek, üstelik sinirlenmem de... oysa gülümsüyorum. Hepsi posta kutumdan çıkan mail yüzünden! Arkadaşlık kıymetli bir şey...  

Çoookkkk hem de! 


*Öğretmenim Gülseren Kaya.

26 Mayıs 2020 Salı

İki Film Birden

Eskiden... bazılarımız daha tıfılken yani, iki film oynardı kadim sinemaların bazı seanslarında; bizim şehrimizde mesela 14.30 ve 20.30'du bunlar. Birinci film yeni, ikinci filmse daha önce vizyona çıkmışlardan biri olurdu. Bir de matine ve suareye geçmiş bu filmlerin ilk gösterim akşamları vardı; biri çarşamba günü 18 seansı ki o film ertesi günden itibaren 14.30 matinesinin birinci filmi demekti; yanına bir film daha alır pazar 20.30'da da son gösterimini yapardı. Ama cumartesi 18 seansları başkaydı, bambaşka... Bir prömiyer havası vardı onun. En güzel, en gözde filmlerin ilk gösterimi o saatte yapılır, salonda ağırlıkla sezonluk biletlerini almış sanatseverler olur, bir operaya ya da klasik müzik konserine gidermişçesine şık kıyafetlerle gelinirdi ona... Cumartesi, pazar 18'de oynayan bu filmler ise pazartesiden itibaren yanına bir film daha alır ve çarşamba 20.30'la birlikte final yapar, yıldızı söner ve artık, ekleneceği daha genç ve taze filmi beklerdi. Biz tıfıllar için en ideal sinema günü cumartesi, en ideal seans da 14.30'du. Çok tıfılken ve henüz şehrimizde ve ülkemizde bu boyutta televizyon yayını ve diğer eğlence olanaklarının olmadığı bu dönemde cumartesi günleri okullar da yarım gündü. Bu da okulumuza iki adımlık mesafedeki sinemaya doğrudan ve kolayca ulaşabilmek; ayrıca, filmlerin de etkisiyle başka başka ve tatlı hayallere ulaşmış biz tıfıllar için çıkışta bekleşen 18 şıklığının tadını çıkarmak demekti. Bayram günleri ve hafta sonlarının ki burada kastedilen pazar günüdür, 10.30 seanslarını da unutmamak lazım, elbette...*

İlk televizyonumuzu aldığımız, TRT yayınlarının henüz şehrimize gelmediği, sadece güzel havalarda Rus televizyonunu izleyebildiğimiz, çoğu zaman evdeki koltukları sinema düzenine getirip sinemacılık oynadığımız günlerden de uzun uzun söz etmeyeceğim elbette... Ama yapardık, hatta tıpkı sinemadaki gibi bilet keser, film başlayınca  avizeleri söndürüp aplikleri bırakır, kısa süre sonra da tüm ışıkları söndürürdük.

İşte ben, artık tıfıl olmadığım için ama ruhumda da bir tıfıl barındırdığımdan tümüyle spontane ve hazırlıksız bir suare yaptım önceki gece. Bahsedeceğim, sinema sitelerinde izleyiciden yüksek notlar alamamış bu iki filmi aynı günde izlemedim aslında, ama ikisini aynı suarede izlemiş olmayı, sırf bu yazının gerçekliği açısından çok isterdim doğrusu!.. Her ne kadar ben bu yazıdaki ikinci filmi izlerken, ilk izlediğimin yerine bir önceki akşamın filmini taşımış olsam, o hissi yaşasam da  bunu gerçekmiş gibi yazmak, yazılardaki saf tavrımla çelişen bir durum olurdu. O akşam izlenen yazılmaya değer bir film olmadığı için çıkmadı akşamın duygusunun ve dolayısıyla bu yazının içinden,  ama bu yazar özentisi bir önceki gece izlediği filmi daha çok sevdi, iki farklı günün filmlerini ton olarak daha yakıştırdı ve ikinci bir yazı yazmak da istemedi! 



Şu Tatlı Kadınlar

Üyesi olduğum portalda filmlere göz atıyorum; ilgimi çekenleri, afişlerinin hissettirdikleri doğrultusunda favorilerime ekliyorum. Şimdilik bir kaç tane... Sonra favorilerime göz atıyor, şu kapalı günlerde can sıkmayacak bir film istiyorum. Son eklediklerimden bir film beni ayartıyor. Kısa hikayesini okuyor, içim ısınıyor ve başlatıyorum. Aynı binada oturan farklı uluslardan göçmen aileler...  Filmin yönetmeni ile ilgili bir bilgim olmadığı gibi oyunculardan hiçbirini de tanımıyorum. Binada bir Türk aile de olduğunu biliyorum ama! Filmin açılış sahnesine ve binaya ve binanın konumuna bayılıyorum. Eskiliğin hoşluğunu taşıyan apartmanın dibinden tren geçtiği gibi limanı da görüyor. İddia taşımayan, kasılmayan, sıcak, ince de mizahı olan, buram buram insan kokan bu İtalyan filmi usul usul sarmalıyor beni. Bir anda durduruyorum... Çünkü filmin sıcaklığı şarap çağırıyor. Türkan'dan alınmış tam buğday ekmeğinden ince bir dilim kesiyor, üzerine biraz zeytinyağı ekliyor, üzerine incecik domates dilimleri, birazcık fesleğen, biraz zeytinyağı, incecik mozerella kılığına girmiş beyaz peynir dilimleri eklemenin ardından; iki ısırıklık mesafelerle enine dilimliyorum hazırladığım ekmeği.

Hımmmm... işe bakın ki bu tabak da şarabı çağırıyor. Çok haklılar ki ben de aynı kanıdayım... Bergamot ve elma kokularının burunda, elmanın daha yoğun olarak damakta hissedildiği Kavaklıdere Misket 2016'dan bir içimlik koyuyorum kadehe.

Binanın miras yoluyla geçtiği yeni ev sahibi ile kiracılar arasında sorunlar var. İlginç ve huysuz karakter yaşlı amca enteresan. Hintli küçük kız tatlı, kıpır kıpır ve meraklı. İkisi arasındaki iletişimse bir klişe! Ama çok hoş ve iç ısıtıcı. Bir kültür merkezi var mahallede, dans ve benzer öğretilerin yanısıra göçmen sorunlarıyla da ilgili... Ben filme dalmış giderken filme çok yakışan, antenlerimi diken bir şarkı başlıyor. Önce ayılamıyorum, sonra fark ediyorum ki Türkçe. Bir yemek akşamı; komik, eğlenceli ve sıcak. Şahane bir final. Şahane final öncesi, kadınlar şıkır şıkır müzik eşliğinde dans ederek ve neşeyle yürürken, erkek egemen kültürden gelen bir hamle. Jenerik akarken pürdikkatim ve kağıt kalem elimde... Şarkıları not alıyorum. Yüzümde filmin bıraktığı sıcacık bir gülümseme... Kıvamlı, ferah ve nüanslı beyazın son yudumu. Ne güzel!



Bu Filmse Birer Kadeh Kırmızı Şaraplı Hafif Bir Akşam Yemeğinin Ardını Hak Ediyor

İkinci film yine bilmediğim oyuncuların ki filmin kendisinden de haberdar değilim. Başlıyor... Bir yargıç, mahkeme salonu, jüri üyeleri, avukatlar falan... Neredeyse sonuna kadar da mahkeme salonunda geçiyor, denilme olasılığı var! Fransız mahkemelerinin hakkaniyetli ve düzgün çalıştığına inanıyorum. Bu arada yargılanan gencin ve çocuğunun annesinin kara mizahın tadını fena hissettiren oyun güçlerine dikkat. Bunun yanısıra Yargıç hakkında fikir sahibi oluyorum ki biraz gıcık ve arızalı bile geliyor başlangıçta. Sanki sorunlu gibi. O zaman niye film öncesi birer kadeh şarap ve hafif bir akşam yemeği öneriyorum?!


Filmin sonuna varınca ve tüm işleyişi birbirine ekleyince içimden yükselen duygu ve yüzümde kalan sevimli tat yüzünden... Eskiden olsa misal bu filmle ilgili olarak daha uzun yazar, Ekvator Hikayeleri için yazdığım yazıdakinin benzeri bir ambiyans da kurgulardım.** Yapmadım çünkü çok uzatmak istemedim yazıyı. Birer kadehten kastım anlaşılmıştır sanırım; çift izleyecekler için ki masadaki şişeyi de televizyonun karşısına taşımaları hayırlarına olur. Ben olsam mumlar da dağıtırdım uygun yerlere. Tek izleyecekler için önerimse yine kırmızı şarap, fakat başka içkiler de olabilir. Sofradan kalkmadılarsa da atıştırmalık bir şeyler... Çok hoş bir finali var, ya da şu günlerin etkisiyle benim çok hoşuma gitti... İşte o zaman Enn Sevdiğim Kadını özledim, karantina günlerine lanet okumadım elbette, Ona sımsıkı sarıldım. Sanmayın ki finalden ibaret hoşluk. Yönetmeni ve oyuncuları çok takdir ettim. Hanımefendiye dikkat! Öylesine sahici ve öylesine ilmek ilmek yükselterek getirdiler ki finale hikayeyi... Mesela ilk mesajda yargıca kızmıştım, mesleği ile de bağdaştıramamıştım, koca adamsın, demiştim. Usul usul, ayarta ayarta, ruhuma dokuna dokuna beni de değiştirdi yönetmen ki finalde boynuna atlamışım!


 * O yıllardan ve hallerden bahisli bir film yazısı

**Ekvator Hikayeleri ve ambiyansı...

Yazıda ağırlıkla bahsedilen sinema ise bu yazıdadır.

21 Mayıs 2020 Perşembe

Sanal gerçeklik denen bir şey var sonuçta

Ne güzel geziyorduk, sonra oturup yazarken tekrar tekrar yaşıyor, tekrar yaşama anlarından daha da bir tat alıyor, yeni bir şehrin heyecanını onu hayal ederken ve planlarken yaşıyorduk. Şu kapanılmış günler uzadıkça normalleşme günlerinin mesafesiyle ilgili umutlarımız da azalıyor mu acaba? Yoksa bu yaz elimizden kayıp gidiyor mu?  Ekonomilerin ve fiyatların nerelere ulaşacağı konusunda bir fikrimiz yok şimdilerde; belki de bir kısmımız  bütçelerimizi yapmış, nerelere gideceğimizi planlamıştık çoktan.

En yoğun harcamalarımız market olduğu için ve diğer harcama kalemlerinden şimdilik uzak olduğumuzdan, hayat normale dönünce karşılaşacağımızın ne olacağını, bu karşılaşılanın gelirlerimizin içindeki payını henüz bilmiyoruz. Fakat blog yazarları olarak diğer eve kapanmış insanlara oranla daha şanslı olduğumuzu düşünüyorum. Bir kere ne ekonomik boyutta olursa olsun hayallerimiz var ve onlar diri. Sonra yaşanmış güzel anlar var, satırlarımızda ve komşularımızın satırlarında... Dolaştığımız alanlar güzel.

Ben mesela  yaz mevsiminde Prag merkezli bir yolculuk hayal ediyordum;  bir aylığına tutulacak, Charles Köprüsü'nü gören ve ona yakın  bir çatı katı bulmuştum, dolayısıyla uçak biletlerini de cebe koyacaktık. Verilmiş sadakamız varmış demeliyim mi bilmiyorum, ama bizi seven bir Rabbimiz olduğunu biliyorum. Prag'ı Praglı gibi yaşayıp, onun üzerinden diğer ülkelere gidip dönecektik bu bir ay içinde... Olamadı. Bundan mutsuz değilim elbette, sonuçta yaşadığımız süreç başa daha ne belalar getirebilir bilmiyoruz.


Hayalleri geniş bir çocuğum ben, ki onları gerçek gibi de yaşamayı becerebilirim.  Bunu da severim üstelik... Üstelik kurulmuş hayallerin gerçekleştiği anlarda da hiç bir şaşkınlığım olmaz, dokunulur hale gelirler sadece. Daha çocukken mesela; seyahat hayalleri kurarken ben, Almanya ve İngiltere diye iki kitap okumuş, neredeyse şehir şehir, sokak sokak, bar bar öğrenmiştim; üstelik bazı barların özelliklerini de. O zamanlar bir gün, şu an şehrin popüler şahsiyetlerinden birinin Almanya'ya gittiğini, sürekli sürekli Almanya anlattığını söyleyen ve buna inanmayan ortak arkadaşlarımız bana dediler ki bu bize hava atıyor, bir test et bunu. Oturduk evlerin duvarlarından birinin üzerine başladık Almanya konuşmaya. Test sonucunda anladım ki benim kadar gezmemişti! Münih ağırlıklıydı ama bir çok mekanı, müzeyi bilmiyordu, muhtemelen giden babasından dinlemişti. Bu çok okuyan mı çok gezen mi bilir meşhur münazarası için bir sonuç olmamıştı elbette benim için. Ama hem okuyan hem gezen biriyseniz sizden âlâsı yok demekti... O bakımdan dalalım hayallerimize, köpürtelim onları gelecek günler için.

Bunca girizgahı neden yaptım derseniz, fikrim aslında bir yazı değildi; ama klavyeyi alınca,  kelimeler akıverdi. Sonuçta mevsimlerden Anılardayız!

Bu yaz bir çoğumuzun  planları vardı, kimi yurt içi kimi yurt dışı... ve doğal olarak ertelendi hepsi. Belki de üzüldü bazılarımız. Hadi evde de sıkılmaya başladık diyelim. Üstelik yaz da birden hissettirdi kendini. Yakın mesafe gezmeleri kesmiyor, zamanın büyük kısmı belki de sanal denen şu dünyada geçiyor. İşte La Paragas gezmeyi sevenlere bir hizmet veriyor ve gidemediğiniz yerleri size getiriyor. Belki bilenler vardır, bu bilmeyenlere geliyor...

Giriyorsunuz siteye, istediğiniz şehri tıklıyor, hem müzik dinliyor hem geziyorsunuz. Bir espri yapasım gelmedi değil tam şurada ki sulu komik cinsin parodisi tadında, beni tanıyanları güldüreceğim kesindi de yazılı halini bilemedim işte:)

Buyrun lütfen! Drive&Listen

18 Mayıs 2020 Pazartesi

Rastlantı

"Son cümlenizle ilgili tesadüf, sanırım bir yazıya bile konu olabilir. Umarım yazabilirim." demiştim; hayatımın en izi kalmış, en kıymetli insanlarından birinin çok çok değerli yorumundaki övgülerine verdiğim yanıtın içinde...  Umarım yazabilirim demiştim ama kadim bir hayalin gerçekleşmesi için yoğun, yazmak için fazlasıyla kurak mevsimlerim başlayınca da ummakla kalmıştım.

O yazıyı yazamadım;  bunun sebebi o günden sonraki iletişimin, yazdığım yorumların ve aldığım yanıtların her birinin defalarca okunup, gülümsenip, bir sandıkta biriktirilip, sıklıkla açılıp bakılıp, sonra yine o sandıkta saklanılası nitelikte olmasıydı. O bir yazardı, öğretmendi, blogunun ve kelimelerinin bir müziği vardı. Sayfasına ön iliklenerek gidiliyordu ve bundan da çok büyük zevk alınıyordu. Bir o kadar da besleyiciydi satırları. Aynı lisede okumuş olmaksa başka bir lezzetti bu çocuk için. 

Kısa bir süre önce Sevgili Evren'le Kitabın Sadece Bir Kitap Olmadığı Bir Durum Üzerine başlıklı yazımdaki kesişmeyi  konuşurken ve ona, bu yazıda bahsedeceğim günü anlattığımda, "yazmalısın bunu," demişti, ben de bir taslak yazmış ve her zamanki gibi taslak olarak bırakmış, başka yazılarla devam etmiştim. Sosyal hayat durduğuna ve mevsimlerden karantinada olduğumuza göre anılarla yazmaya devam ettiğim şu günler tam zamanı, diyerek taslağı taslak olmaktan çıkarmaya karar verdim!



24 Ekim 2010

Pazar sakinliği, alt katta, ofisimside bilgisayarın başında yanımda kahve, atıştırmalık bir şeyler eşliğinde gazetelerde ne var ne yoklara bakınırken telefon çalıyor. Şu alemdeki enn sevdiğim adamlardan biri: Göksenin Abi. Fatoş'un bir blog açmak istediğini söylüyor, yardıma ihtiyacı var. Evleri bana yakın. Gidiyorum. Fatoş bebek sepetleri süslüyor, onları tanıtıp satışını yapabileceği sektöre uygun bir tasarım gerekli. Bir tane beğeniyor. Fotoğraf yüklemekten başlayarak kullanımı ile ilgili bilgileri veriyorum, bir iki tane de yüklüyoruz. O ara telefonu çalıyor. Güleryüzlü, sıcak ve neşeli bir konuşma.

Ben içinse enteresan bir rastlaşma! Fatoş açıklıyor, telefondaki kişi onun teyzesi, enteresan ki onun teyzesi girişte belirttiğim duygularımın sebebi olan kadın. O ana kadar aramızda hiç bir iletişim olmayan, varlığımdan habersiz olduğunu bildiğim, öyle olduğunu düşündüğüm bir blog yazarı aynı zamanda; basılı kitapları olan, piyano çalan, gri saçlarında kahkahalar saklı güzel bir kadın.* O sıralar sessizce gidip yazılarını okuyor, bayılıyor, yine sessizce çekiliyorum... Öğretmenden saklanan ödevini yapmamış çocuk çekingenliğim var, onun kocamanlığı karşısında ürküyorum, yorum yazmıyorum. Şahane bir ürküntü ama bu; bir imla, bir üslup hatası yapmaktan çekiniyorum ki yazılarım bu anlamda sefil ve ben bunun farkında değilim, ayrıca yorumlarımın onun kalem gücüne yetemeyeceğini düşünüyorum. 

Çay kahve, sohbet faslını da tamamlayınca ayrılıyorum Göksenin Abilerin evinden... Pazar sakinliğinde, ofisimside yeniden açıyorum bilgisayarımı, giriyorum bloguma ve bakınırken ne var yoka bir yoruma zıplıyorum, şaşırıyorum, çünkü bir prensibi olduğunu biliyorum, çocuk sevinçlerimse alkış kıyamet... Defalarca okuyorum. İnanılmaz bir sevinç anı... Son yazımın altındaki yorum Ondan.** Okuduklarımın içtenliği, övgüsü, karnesi hep pekiyi bir çocuk kadar sevindiriyor beni; bununla kalmıyor, tüm çekingenliklerimi bir pelerin gibi alıyor sırtımdan. Özene bezene bir yanıtı boyundan uzun bir sürede yazıyor ve o yanıtımı kaç kez kontrol ediyor, iyice emin olunca da göndere basıyorum. Sonrası muhteşem bir iletişim. Hayatımın en kıymetli anları hanesine kıymetli bir sürü çentik daha... 

Öğretmen öğrenci tadındaki bu iletişimin ete kemiğe bürünememesini bir kayıp olarak görüyorum.  Onunla yüzyüze bir sohbetin tadının ne olabileceğiniyse tahmin edebiliyorum. Burası bir dünya ise ki bence öyle... bir yerin boş kaldığını, tadının damakta kaldığını çoklukla hissediyorum. Blog yazmanın bana kazandırdığı, gelişimime katkıları olan ve eksikliklerini hissettirerek bu dünyadan giden iki insandan biri Gülsen Varol. Kars yazılarımı yazdığım süreçte, özellikle Kars Şehir Sineması yazılarımı yazarken onun yorumları motivasyonuma tavan yaptırmış, sonuçta ortaya 13 uzun yazı çıkmıştı. Serinin son bölümüne, hayatıma dokunarak beni yükselten iki güzel insanı da katmış; blog hayatımın en zevkle yazdığım, kişisel olarak en beğendiğim, kurgu kısımlarını bile yaşamışçasına hissettiğim satırlar düşürmüştüm akıp giden zamana...

"Evet ben de farkındayım, başlangıç ile nokta arasındaki cümle çok uzun oldu. Laf aramızda, ben yazmaya ilk başladığım dönemde noktası arşı alaya varmış cümleler kurardım. Nokta ve virgülden sonra gelen cümleyi de noktanın dibine dayardım. Boşluk bırakmazdım. De'leri da'ları ayırmazdım. Sonra bir yazı okudum ve utandım. Sonra, bir ayıbım olarak bir kitabını alıncaya kadar kendisinden haberdar olmadığım Sayın Ekmel Denizer, tesadüfen rastladığı bir yazıma yorum yazınca... Çok utandım. Yorum çok güzel ve değerliydi, yanlış anlamayın, bu konulara hiç dokunmuyordu. İmla bilmezliğimden utandım ben. Yazılarımın bu anlamdaki sefilliğinden. Bu hissimi onunla paylaştım. O bana dedi ki; önemli olan duygudur. "Yazının biçeminden dolayı kutlarım seni." Yani demem o ki ben hâlâ öğreniyorum, eski yazılarımı rastladıkça düzeltiyorum. Tekrar tekrar. Feyzaldığım çok değerli biri var, her seferinde bana istemsizce ama gönülden önümü ilikleten. O nedenle bakarız bir çaresine."***


*Gri saçlarında kahkahalar saklı güzel bir kadın. tanımlaması Sevgili Evren'e aittir ve Bizim Oralarda Sabah Olunca Zamanı Olmayan Yorumlar Yazılır, başlıklı yazıya yaptığı yorumun içindedir.

 **O yazı

***Kars Şehir Sineması 4.bölüm 4.paragraf

Bizim Oralarda Sabah Olunca Zamanı Olmayan Yorumlar da Yazılır... 

Gülsen Varol

14 Mayıs 2020 Perşembe

Balıkçı Pantolonundan Kota

Küçüğüm, etrafımda kot pantolonlar görüyorum, tek tük, ya da kot denen pantolondan sanıyorum gördüklerimi... Daha çok da filmlerde izlediğim kovboyların üzerinde!.. Özeniyorum ve istiyorum fakat o yıllarda ülkemizde ulaşmak zor. Bir de mağazaya gittiğim günlerde kolilerden çıkan tarihi geçmiş Amerikan gazeteleri ve dergilerinde boy boy reklamlarına ve bunun yanı sıra da çeşit çeşit modellerine rastlıyorum. İstiyorum, daha çok da tarz olarak seviyorum. Elbette izlediğim filmler ve reklamlar etkiliyor beni, bu tartışmasız.

Annem onları balıkçı pantolonu olarak adlandırıyor, balıkçı yaka kazak gibi. Onun bu tanımlamasıyla fark ediyorum ki balık satıcılarında ve balık teknelerindeki insanlarda bunlardan var! Bense ısrarcıyım. Sonuçta bir gün dayanamayıp alıyor. Zevkle giyiyorum, çocuk yaşıma biraz bol gelse de kemerle sıkıyoruz belini, paçalarını da balıkçılar gibi kıvırıyorum. Fakat ilk yıkanmada morlaşıyor pantolon. Bu olmadı işte! Hayallerim yıkık. Çünkü filmlerde gördüklerimin rengi mavinin tonlarında açılıyor; diz ve diğer aşınan bölgeleri beyazlıyor. Orijinal bir kotum olmalı benim! Tarabaları mutfak camının hizasında olan evden sosyal anlamda daha üst ve şehrin en önemli caddesi üzerindeki, anne burada da o kıyafetlerimi giyeceğiz, dediğimiz  bizim olan ilk eve taşınıyoruz o ara.

Bir süre sonra, belki de taşınma sürecinin hemen peşindeki bir kaç yıl içinde liseye başlıyorum. Tek tük orijinal kotlar görüyorum insanların üzerinde. O gün ulaşılabilen marka Rifle ki bildiğim kadarıyla bir İtalyan markası, ona sıcak değilim. Spagetti Western yılları... Lee, Levi's, Wrangler adlarını biliyorum; sonuçta yedek parça kolilerinin içinden Amerikan dergileri çıkıyor! Bunun bir tüketim algısı için mi az gelişmiş ülkelere özellikle yollandığı konusunu düşünmüşümdür, zaman içinde çoklukla. Çünkü sadece giyim kuşam yoktu o dergilerde, otomobilden beyaz eşyaya kadar her şey vardı. Sokaklar Amerikan arabalarıyla dolmaya başlamıştı ki babam da onların yedek parçalarını satıyordu.

Benim kot tutkumsa artarak devam ediyor. Bir iki insanda orijinalini görüyorum ki bunlar kalburüstü, sosyetik ailelerin çocukları ve yurt dışı ile ilişkileri olan insanlar... Sonuçta babam bir arkadaşına tembihliyor ve İstanbul'dan, muhtemelen Amerikan Pazarı'ndan bir pantolon geliyor. Haberini alır almaz, akşamı bekleyemeden mağazaya zor atıyorum kendimi. Biraz burun büküyorum, çünkü algıma işlenmiş markalardan değil. Brezilya malı pantolonumun markası Roy Roger's. Brezilya'da ucuz emekle yapılan bir Amerikan markası da olabilir! Kahrolsun Amerikan Emperyalizmi!


Neredeyse her hafta sonu deniz kenarına gidip, onunla denize girip, çıktıktan sonra da ilkel taşlama olayına girişiyor, kumlarla özellikle dizden yukarılarını ovmaya başlıyorum. Çok olmasa da kısmen başarılı oluyorum. Ne yazık ki okulda giymek yasak!

Sonra bir hafta sonu arkadaşlarla gezintiye çıkıyoruz, kotum üzerimde! Fuar alanına geliyoruz. Ama öncesinde aramızda para toplayıp bir dükkandan bir şişe köpüklü şarap alıyoruz; şampanya niyetine. Fuar alanında biraz dolaştıktan sonra Matasyon'a gidiyoruz bir minübüsle... Sahilde dolaşıyor, bir sürü şaklaban fotoğraf çekiyor, şarabı altı kişi paylaşıyor sonra da şehire doğru yürümeye başlıyoruz ki tam Veteriner Müdürlüğünün önüne geldiğimizde, içimizden birisi Bülent'e uğrayalım diyor. Kapıdan kolayca geçiyoruz, lojmanı aramaya bile gerek duymuyor görevli, çünkü Bülent'in babası kurumun başındaki kişi. Çocuklar ve biz yaşta bir sürü genç futbol sahasının civarında eğleniyorlar. Bir grup biz yaşlarda kız da bizi kesiyor sanıyoruz! Futbol maçı yapıyoruz, oradaki çocuklarla. Sonra da dönüyoruz evlerimize.


Kotum mu ben mi?

Sıramdayım, bir şeylerle oyalanıyorum ve Bülent sırasından kalkıp, geliyor yanıma... Bir kızın beni sorduğunu söylüyor, ne tür ve ne kadarlık bir konuşma olduğunu, konunun ne kadar ben olduğunu hatırlamıyorum pek, ama kotumun konu olduğunu, kızın onu beğendiğini biliyorum; çünkü konuşma nasıl gelişiyorsa, "İstersen imzalı bir fotoğrafını getirim," diyor Bülent. Bir gram bile şımarmadan, üzerine tek bir kelam bile etmeden şu fotoğraftan birinin üzerine "Kadriye E.'ye sevgilerimle," yazıp imzalıyorum. İnce uzun, esmer ve çok hoş bir kız.

Bir süre sonra da onun üzerinde benimkiyle aynı kottan görüyorum!

İlk kotum Roy Roger's olmasına rağmen ki onu çok sevmemiştim, en sevdiğim jean'lerim Lee olanlardı; onu ve elbette parkamı solculuğa ve emperyalizm karşıtlığına daha yakıştırırdım! Wrangler'i de severdim ama sanki o kızlarda daha hoş olurdu, ya da O kızın üzerinde çok hoş duruyordu!. Levi's ise Amerikan Emperyalizminin dibiydi!.. Bir süre özellikle dark mavisi ve kesimleri yüzünden Mavi ile takıldım, şimdi kesimini beğenirsem hepsine eyvallah ki yerli markalar tercihim. Çok özel günler dışında hep kot'umu çeker gezerim; şu hayatta, kumaş pantolonlu günlerimin sayısı pek azdır.

Bir Coca Cola'yı bir de jean'i icat eden için, her namaz sonrası dua et babanne, derdim bir de...

11 Mayıs 2020 Pazartesi

Göze Çarpmayacak Bazı Kitaplar

En sevdiğim kitaplar hanemde özel bir yeri olan, bayılarak okuduğum, Oylum Yılmaz'ın  Gerçek Hayat adlı romanında söz ettiği ilk kadın roman yazarlarımızdan biri olarak rastlamıştım Suat Derviş'e; yazar sadece onu dahil etmemişti elbette bu lezzetli ve mekanı İstanbul olan 132 sayfalık romanına... Aynı kuşaktan ve ilk kadın yazarlarımızdan Fatma Aliye ve Cahit Uçuk ile de tanıştırmıştı beni. Bu vesile ile almıştım Aksaray'dan Bir Perihan'ı, zevkle de okumuştum; elbette o yılları gözeterek ve eleştirel bakmadan, yücelterek... Yüksek bir beklentim yoktu, ne de olsa yakın çağın insanıydım, edebiyat denen şey de gelişiyordu sürekli. Fakat çok tatlı bir okumaydı ve sempatiyle, o yılların İstanbul'una, nadide semti Akasaray'a dahil olarak, ahşap yapılarını içime çekerek ve yazara, emeğine saygıyla yaşamıştım kitabı. Geçmişe, yaşamadığım yıllara dokunmayı seven bir insanım sonuçta!


Zabel Yeseyan'la rastlaşmamız nasıl oldu pek net hatırlamıyorum; "Nail Kitapevi'nde olabilir mi?" diye düşünüyorum ama netleştiremiyordum. Enn sevdiğim kadına sordum, değil, dedi. "Yine Oylum Yılmaz'ın kitabında mıydı?" diye düşünüyor, üçünün adı arka kapakta geçtiğine göre o neden olmasın deyip muhtemelen hakkında okuduğum bir yazıyla tetiklendim sanıyorum ki etkilenilmeyecek bir yaşam değil onunki... Sonu meçhul! 1922'de Viyana'da basılmış, Ermenice'den M.Fatih Uslu tarafından çevrilmiş Sürgün Ruhum adlı novellasının her satırında dönemin gerilimli fonunu hissediyor, İstanbul'un o yıllarına gidiyor, yurt dışından dönen ressam Emma ile birlikte o yılların partilerinde, sosyal yaşamında, entelektüel dünyasında dolaşıyorum. Dönemin baskıcı ortamına tanıklık edip, Emma'nın iç dünyasındaki sıkışmışlıkları hissediyor, Üsküdar'ın ve o yılların tadını çıkarıyorum.  

Ve yazıya şu an ara verip, uzun zamandır ertelediğim Son Kadeh adlı romanını da hemen şimdi sipariş listeme ekliyorum.

                                                                                 ***

Koç Üniversitesi ve Boğaziçi Üniversitesi yayımladıkları kitapların düzeyi ve bir ticari işletme mantığı ile satan kitap üzerinden bir yayın politikası gütmedikleri için başımın tacıdırlar. Arada bir  bakarım ve mutlaka bu ülkenin geçmişinden, ilginç ve tatlı izler bulurum. Koç Üniversitesi yayını Boşboğaz Bir Adem, 1852 yılında İstanbul'daki Mühendisoğlu Matbasında basılmış ve Latin harfleri ile Türkçe ve yazarın adı belirtilmeden yayımlanmış ki çok hoş da bir önsözü var. Yazarı Hosvep Vartanyan ilginç bir kişilik, devlet katında önemli görevler almış. Kitapta özetle bahsediliyor kendisinden... Boşboğaz Adem tasvirlerle süslenmiş -kısa- bir risale-roman, öyle tanımlanmış; ilk bölümde eserin günümüz Türkçesi ile sadeleştirilmiş hali var; ikinci kısımda da romanın latin harflerine aktarılmış orjinal metni... Boşboğazlık ve gevezeliğin sakıncalarını eğlenceli bir biçimle, gülümseterek anlatan kitap  zamanda bir  yolculuk yaptırdığı gibi, akılda hoş da bir tat bırakıyor. Meraklısına ama!.. Çok eğlenerek, dönemi hissederek ve severek okumuştum; bugünün tadına alışmış bünyelerde hayal kırıklığı yaşatmak ve günümüz kitapları gibi bir tat beklentisi de oluşturmak istemem açıkçası!


Boğaziçi Üniversitenin yayımladığı Ohannes Aram Kondanyan'ın  Sandıktaki Hatıralar-Çocukluk, Tehcir, İstanbul adlı anı kitabını, roman tadı alarak okumuştum. Huzurlu zamanları Bardizag (Bahçecik)-İzmit'de geçiyor ki bu beni şaşırtmıştı, yazar orada doğuyor ve büyüyor, sonra Konya'ya uzanan zorlu bir yolculuk ve zorlaşan bir hayat başlıyor. 95 sayfalık bence çok hoş, bir dönemi ve bu ülkede neler yaşandığını anlamak adına bilgi inşalarına bir tuğla daha ilave eden bu kitapta her şeye rağmen öfke yok. Aram Kondanyan daha sonra uzun yıllar matematik öğretmenliği yapıyor Robert Kolej'de. Çevirisi Karin Karakaşlı tarafından yapılan kitabın oluşma sürecinin anlatıldığı önsözü yazan ise Ohannes'in edebiyat öğretmeni olan Amerikalı eşinin bir öğrencisi: Nüket Esen. Çok severek ve yaşayarak okumuştum kitabı, ilk satırlarından itibaren, yıllarca dibinden geçip de hiç içine girmediğim bir İzmit heyecanı yaratmıştı bende... Gitmeyi düşündürtmüştü, Bardizag'a...

                                                                                            ***

Zahrad, asıl adıyla Zareh Yaldızcıyanla tanışmam muhteşemdi, hayatımın en  kıymetli anlarından biridir ki üstelik bayılınası bir semtte ve bayılınası bir kitapevinde... En özel kitaplarımdan biridir, diyebilirim rahatlıkla. Kuzguncuk'da ve Nail Kitapevi'nde yaşanmış bir an, daha ne olsun. O ana kadar varlığından haberdar değildim. Enn sevdiğim kadın bir an rafta göz göze gelince kitapla, gözlerindeki sevinci görmek lazımdı. Tazecikti kitap, dumanı üstündeydi. Sürprizin böylesine paha biçilemezdi elbette, zıp zıp zıpladı, o zıplayınca ben de zıpladım... Ama bana uzattığı kitabın içine yazdıklarına söyleyebilecek kelimem yok... Bilgileniyorum da. Ermenice şiirin en önemli yazarlarından olduğunu öğreniyorum Zahrad'ın ki bu kitap kedilerle ilgili şiirlerinden oluşuyor. İçinde çok ama çok bayıldığım bir şiir de var. Kitabın bir hoşluğu da Türkçe'nin yanısıra Ermeni alfabesiyle Ermenice de yazılmış olması. Ermeni alfabesinin altını özellikle çizdim ki Boşboğaz Adem'deki orjinal metin o yıllarda dahi Türkçe! Kitap, Zahrad'ın çizimleri ve ebatları ile de çok özel, benim gözümde, koleksiyon değeri bile var. O kadar yani!


İstanbul severlerle İstanbul'da yaşayanlardan olsam kesin okurdum diyebileceğim kitaplardan biri de İstanbul Anıları... İstanbul'u seven biri olarak da haberdar olur olmaz aldım zaten. Hagop Mıntzuri'nin anıları var bu kitapta, neredeyse 1897'den başlayan 43 yıl! Çok tatlı bir anlatımı var kitabın, sohbet eder gibi; bir çok semtin eski hallerini görmek, ekmeklerinin kokusunu hissetmek mümkün. Ben okumadım yaşadım, bugünden kalkıp taa o yıllara gittim, hissettim. Bugününü bildiğim bir çok semtin, güzergahın, sokakların o günlerine ışınlandım sanki... Ermeniceden Silva Kuyumcuyan tarafından çevrilen İstanbul Anıları Yetem Çubukçuoğlu'nun arşivindeki kartpostallarla da desteklenmiş ve sonuçta ortaya çıkan kitap film gibi akıyor; İstanbul'u ve yetişemediğim eski hallerini seven ve merak eden biri olarak, okurken yaşadığımın altını bir kez daha çizmek isterim. 

7 Mayıs 2020 Perşembe

Ve Evden Çıkıyorum

İnce belli bardakta çay fikrim net, istiyorum, oysa ki çayın delisi olmadığım gibi tiryakisi de değilim! 


10 Gün Önce

Çok uzun zaman geçmemiş olmasına rağmen kapalı günler yaşamak zamanı yavaşlattığı gibi günlerin sayısını uzatmış ya da sokakların özgür ferahlığının yerini sınırlandırılmış mekânların, ev hapislerinin almış olması algıdaki zaman kavramının ayarını bozmuş ve bünyeye "ya biz eskiden özgürce sokaklara çıkardık, güler oynardık," gibi çok eskideymişlercesine özlemsel hisler oturtmuştu.

Bu hissiyat çay içmenin ötesinde, dışarıda bir yerde, özellikle ince belli bardakta çay içme isteğinin de ötesinde bir duygunun, belki de bu kapatılmış hâle isyankâr ama aynı oranda da sınırlarının iradesi dışında çizilişine başkaldıran çocukça bir cesaret göstergesi... Ama ne olursa olsun yarattığı duygu hoş, oyuna çevirmelik ve eğlenceli.

O halde önce Saadet Hanım'ı aramalıyım; bahçede oturabiliyorlarmış, sorun yokmuş, fakat şirket ortakları ile az sonra başlayacak haftalık olağan toplantıları varmış...  O halde çay fikrine bir çizik. Sırt çantama iki kitap, fotoğraf makinesi, ıslak mendil paketi, maske, küçük bir şişe kolonya atıyor, montumu çantamın askısından geçiriyor, sağ elime de yine bir tek ıslak mendil alıyor ve işaret parmağımın dokunacak yerini o mendilin arkasına saklıyorum. Önüne gelince asansörün kapısı açılıyor, dokunmatik düğmesine mendilin arkasına saklanmış parmağımla dokunuyor, asansörcümüz tarafından kabine yapıştırılmış korona günlerine yönelik asansör kullanımı ile ilgili uyarıların olduğu, çizimleri çok hoş, çocukların da ilgisini çekecek şekilde tasarlanmış metinle karşılaşıyorum. Bu duyarlılıkları hoşuma gidiyor. Yöneticimiz ki kendisi kızkardeşim olur, binamızın giriş kapısının dış kolçağına bir dezenfektanı ipin ucuna bağlayarak asmış ve göz hizasına da dezenfektanı ok ile işaret eden bir uyarı yazısı yapıştırmıştı, ilk günden itibaren.

Bahçe kapısını da elimdeki ıslak mendille açıp, sokağa çıkıyorum.  Sanki sokağa çıkmanın yasaklandığı bir günde yasağa inat kendini sokağa atmış cesur ve başkaldıran çocuk tadındayım. Elimdeki ıslak mendili sorumluluk sahibi, kurallara uyan bir çocuk gururuyla çöpe atıyor, kendimi bir filmde, bütün insanları yok olmuş bir şehrin sokağında yalnız ve tek insan gibi hissediyor, neredeyse "ne oldu bu insanlara yahu," diyecek kadar bilimkurgunun içine dalıyorum.  Çocukluk işte...


Ne yazık ki  güneş çekiliyor, denizin kenarında çekilen güneşle birlikte sanki az öncenin 5 derece altında bir ısı oluşuyor ve montumu giyiyorum. Normalde oyun parkı dahil cıvıl cıvıl olması gereken alan bomboş... banklar ıssız. Görüş alanımdaki uzun mesafede iki polis görüyorum sadece ki iki genç kızı uyardılar, aslında kızların sorusuyla bir tarif verdiklerini düşünmüştüm ama bir süre sonra geri döndüklerinde rastlaşıyoruz ve kibarca beni de uyarıyorlar.

"Beyefendi bu taraf valilikçe yasaklandı, lütfen karşı kaldırıma geçer misiniz."

Bunu pek anlamlandıramıyorumsa da eve dönünce ve bunu anlatınca, deniz kenarlarının tüm ülkede yasaklanmış olduğunu öğreniyorum.

Yoluma karşı kaldırımdan devam ediyorum. Sırt çantamda iki kitap var demiştim; biri okuduğum Locos: Bir Jestler Komedisi ki niyetim çam ağaçlarının altında her zamanki bankıma oturup okumak onu ama, bugünlük, belki de daha uzun bir süre sahil yasak... Diğer kitabı ise fotoğraf için yanıma almıştım!

Takip ettiğim bloglardan Hayal Kahvem'in yazısında "Ayfer Tunç, Yeşil Peri Gecesi'nde roman tarzında bir yemek kitabı hazırlamış diyebilirim. İyi de, kitap kendini okutmak için  ramazan gününü mü buldu? Pes vallahi. Bitiim ben."* cümlelerini okuyunca tetiklenmiş ve kitabı raftan indirmiş, sonra da içinde bir tur atmış ve kendisi üzerine bir yazı hayal etmiştim. Toplu bir kitap alımıydı; sanırım 25 civarı kitap seçmiştim, muhtemelen Milliyet Sanat'daki ya da Cumhuriyet'de yayımlanmış kampanya ilanlarından... E Yayınları'nın çok popüler olduğu ve sağlam kitaplar bastığı yıllardı ve ayrıca tasarımlarına bayılıyordum. Yeni evimizdeki yeni kitaplıkta güzel duracakları kesindi! Üzerine attığım tarih 14-1-1976 olsa da onu muhtemelen bugünden 8-10 yıl önce okumuştum, çünkü o günlerde 15'ini süren benim favori romancım; başta Çakal ile dünyayı kasıp kavurmakta olan Frederic Forsthy idi.


Papaz Her Zaman Pilav Yemez, J.Mario Simmel'in hoş, casusluk faaliyetleri de içeren, karakteri epey ilginç bir kitabıdır; çünkü kahramanı faaliyet üzerinde bulunduğu şahıslara ilgi çekici menüler hazırlamaktadır. Bu listelerin kitaba yerleştirilmeleri de pek hoştur.

Kitapta Verilişe Bir Örnek:

Menü: 19 Ağustos 1940

Kuş Yuvası Biçimi Sosis Yemeği,
Josephine Usulü Yumurta,
İsveç Usulü Meyva Salatası

Sonrasında da "KARAVENÜS THOMAS LIEVEN'İN JOSEPHİNE USULÜ YUMURTASINA HAYRAN KALDI" gibi alt başlıklarla roman devam eder ve sohbetlerde yemeklerin tarifleri de yer alır..


Polislerle karşılaşmadan önce, ki yönüm iskeleye doğru, önünde neredeyse fotoğraf için sıra olunan Amazon heykelinin ve simge yazının önünde duruyorum; inle cin bile yok! İskele uzaktan mahzun mahzun bakıyor. En bayıldığımız, yazı sabırsızlıkla beklediğimiz, tam geliyorken ve tadını çıkarmaya hazırlanırken Covid-19'unun hışmına uğrayan restorana da özlemle bakıyor, işte buna üzülüyorum. Muhtemelen geçen yaz en keyifli işlerimden biri olan, mesai bittikten sonra İskele Kafe'de oturup kitap okumak ve okurken de denizin ortasında kitaba ara verip dört bir yandaki manzaraların tadını çıkararak bazen bir şeyler atıştırmak, çoğu zaman da kahve içmekti ki muhtemelen o da yok, bu yaz... O zaman bahçede, sokağın kadim lambasının ışığında kitap!


Her zaman insan kaynayan Diyarbakır Ocakbaşı, her zaman şirin ahşap masalarında ve çam ağaçlarının altında piknik yapan insanlara rastlanan park, Kahve Diyarı, yine her daim tıkış tıkış iki kahveci terkedilmiş bölge efekti veriyorlar. Bölgeye bir gece önce bir bomba düşmüş ve o sadece insanları yok etmiş. Körlük filmi geliyor hep aklıma nedense. Bir muhabir edasında dolaşıyorum, kimselerin giremediği yerlerde dolaşabilen, havalı bir muhabir edasında... İskeleye giriş kapatılmış, oyun parkı hüzün bürünmüş;  belli ki o da oyundan geri kalmış bir yalnızlık içinde. Az önce polisler karşı kaldırıma yollamamış olsalardı, teselli olacaktım elbette... Sadece seslendim, "sıkma" dedim canını, "sık dişini..."

Kahve Dünyası, Big Yellow Taksi, Starbucks, Palmiye Kafe ve onun komşusu; sıra sıra yerleştirilmiş, üstleri korunaklı ve halkın kullanımına açık, her daim cıvıltılı, arada bir oturup Türkan'dan aldığım poğaçaları kola ile tükettiğim, plajı da olan şirin parktan öte geçmiyorum, çünkü içim elvermiyor ve bu yalnızlık onlara olduğu gibi bana da iyi gelmiyor. Oysa bundan kısacık günler önce insan kaynıyordu buralar; neşeli, ateşli, tansiyonu yüksek tartışmalar, sohbetler, kahkahalar, müzikler, canlı, cansız konserler, gülüşler birbirine karışıyor; dertler dağları aşmış olsa bile bu coğrafyanın canlılığı bünyelere umut, neşe saçtığı gibi sıkıntıları da def ediyordu. "Masalar sandalyeler oldukları yerde kalsaydı," diye geçiriyorum içimden... Bu terk edilmişlik hali, sanki bir daha o günlere dönülemeyecekmiş  umutsuzluğu bağırıyor çünkü...


Dönüyorum geri, enn sevdiğimiz restoranın önünden geçerken özlediğimiz masamızla selamlaşıyorum. Yolda bir iki kişiye rastlıyor, onlarla teselli oluyor, Coolchicken'ın önünden geçerken içeride bir kaç kişi görüyor, uğrasam mı diye içimden geçiriyor, sonra bundan vazgeçiyorum. Ama tam bizim köşeye geldiğimde gördüğüm, görmemle eleştirdiğim, bu tehdit altında, hijyen bu kadar kıymetliyken kim alır abi bunları, diye içimden geçirdiğim Pamuk Şekerciyi şimdi, şu yazıyı yazarken anlıyor ve onu elim kızarırcasına alkışlamak istiyorum. Umut budur, hayatın elini bırakmamak budur; her biri poşete geçirilmiş ve bir tane bile satılmadığı belli pamuk şekerlerin hepsi PEMBE'ydi! "En az 10 tane almalıydım ve hepsini de eve varmadan önceki son çöp kutusuna atmalıydım." diyerek kızıyorum şimdi kendime... Şu siyah günlerin boş sokaklarında, boş oyun parklarının etrafında minicik bir umudun, ekmeğinin ve belki de çocuklarının derdinin peşinde bir adam!

Varınca bahçe kapısına, yeni bir ıslak mendili alıyor, dış kapıyı açıyor, binanın şifresini ıslak mendilin ardına sakladığım başparmağımla tuşluyor, kapıyı itekleyip içeri giriyor, asansörün kat düğmesine korunaklı parmakla basıyor, uyarı yazılarını gülümseyerek bir kez daha okuyor, evin kapısını açıyor, doğrudan balkona geçip sırt çantamı, montumu ve kapıda çıkarıp mendille aldığım ayakkabılarımı balkona bırakıyorum... Ev, iş, müzik, aryalarına devam etmekte olan kuş ve kahve iyi geliyor bana.



*Hayal Kahvem'in alıntı yaptığım cümlelerin olduğu yazısı.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP