24 Şubat 2020 Pazartesi

Fransa Esintili Alanos Usulü Omlet

 Ama sadece bir Omlet yazısı değil, isterseniz alt başlığa geçin!

"Fransa esintili, Alanos usulü ve tembel işi bir omletim var ki onu yaparken kendimi literatüre yöntem katmış şef gibi hissediyorum! Onu da bir fotoroman edası ile aşamalı resimleyip yazmayı düşlüyorum." diyerek bitirmiştim Alanos Usulü İzmir Kumru* yazımı ki aradan neredeyse beş ay geçmiş. Elbette çok kere yaptım ve kısmen de fotoğrafladım geçen süreçte, lakin yazmak bugüne kısmetmiş...

Yıllar önce aldığım standart dergilere ek olarak bazıları sürekli olmasa da ara ara yemek dergileri de alıyordum ve yeni yetme delikanlı merakıyla yemeklere ve kokteyllere sarmıştım.  Aslında yemek zevki ailenin bir sıçrama yapmasını arzulayan en amcamdan bulaşmıştı bana. Yemek ve giyim zevki olan, entelektüel gelişimi kıvamında ve o yıllarda bekâr en amca bankayı teftiş için şehre her geldiğinde işi dolayısıyla ve genelde de çok şık giyiniyor, hiç istemememe rağmen beni de şık giydiriyordu. En güzide mekanlara götürüyor, şehrin en güzel lokantalarının ki buna Cumhuriyet Lokantası da dahil mutfaklarına giriyor, yemeklerimizi şefler ve sahibi Aslan Kaptan ile  üzerlerine konuşarak, seçiyorduk. Aslında o bende, giyimi kuşamı ve mesleği ile hayalindeki insanı yaratmak istiyordu. Buna ailedeki ilk çocuk olmanın avantajı mı yoksa dezavantajı mı demeli, bilmiyorum. Aslında biliyorum da yazıya dramatik bir hava katıp biraz da eksik bıraktıklarımı, ya da zorunda kaldıklarımı savunmak istiyorum belki de... Kim bilir?!


Aslında muttfak camı ile paralel ve tarabalarına bayıldığım bir bahçesi olan kalabalık ailemizin kira evinde ve kuzinede çok güzel yemekler pişerdi... İçli Köfte ve Patile'nin, Bumbar Dolması, reyhan kokulu İşkene, sarımsaklı yoğurdu ya da Kurut'u ve üzerine dökülmüş miss gibi tereyağı ile ve bizim dilimizdeki adı ile Sürun'un; kavurmanın hamurun içine gömüldüğü, öylece fırınlandığı ve nihayetinde üst kapağı kesilerek ortaya çıkan görüntüsüne paha biçilemeyecek Gömme'nin; üzerine sarımsaklı yoğurt, onun üzerine de biberli ve yakılmaya az kalmış tereyağının döküldüğü bulgurlu köftelerin ve elbette ev yapımı, bir tık kalın özel yufkaların, soğanla ve çok az mukaşerle pişmiş lezzetli tavuk etiyle -bazen de tavşan ya da keklik ile ve miss gibi tereyağıyla buluşturulduğu Öfeleme'nin;  taze fasulye, bulgur ve et suyu ile yine kuzinede yapılan Helle'nin, Kurban Bayramlardaki muhteşem ötesi kavurmanın ve  -Ermeni Mutfağı etkileşimli- başta Işkın olmak üzere çeşit çeşit otlarla yapılmış yöre yemeklerinin âlâsı olurdu bizim evde. O zaman Kız Enstitüsünde öğrenci olan halaların bi tanesi mutfağın modern yüzüydü; Çılbırı onunla tattık mesela, üzeri vanilyalı ay şeklindeki ve içinde fındık parçaları olan minik pastaları, kekleri ve elbette Krem Karameli muhteşemdi. Çapkınlık derslerini aldığım, ilk maçlarıma onunla gittiğim, ailenin en ele avuca gelmezi ve haylazı en küçük amcamın eşi Nurhan Yengem çok iyi yaptığı bir iki şey dışında diğer şeflerden bir tık aşağıda olsa da Balkan Yemekleri sorumlusuydu... En Amcamsa et uzmanıydı ki ona da babanneden sirayet etmişti bu yetenek; içinde tel ızgarası olan, kek tenceresi gibi kapanan ve üzerinde dalgıç penceresi gibi camı olan elektrikli mutfak aletinde  üzeri kekiklenmiş ve elbette eti özenle seçilmiş kuzu pirzolalar yapardı ki mutfağa yayılan enfes kokusundan ve tadından yenmezdi. Her daim bizim evde sağlam bir mutfak ekibi vardı yani. Anneme ise ayrı bir sayfa açmak gerekir ki, babanneden sonra mutfağın uzun yıllar muhteşem şefi  oydu. Amcam evlendi sonuçta tabii ki, Keriman Yengemle; o biz için peri masallarından bir kızdır. Elbette mutfağı muhteşemdi ki masallardaki gibi soylu, çiftlik sahibi, senatör bir babanın ve yine gerçek bir soylu, o oranda da tatlı bir annenin kızıydı. Onun bizim ailemize katılmasıyla birlikte onun ailesinden öğrendiğimiz çok da şey var, aslında. Amcamın beni yine şımşıkır giydirdiği ve henüz nişanlıyken onlar, evlerine yaptığımız ziyaret, evdeki şömine, bizim kira ev kadar salon-salomanjesi, ve yemek masasının güzelliği ve ev halleri ben için bir Kül Kedisi hikayesi gibiydi. Tina çizgi roman dergilerini orada görmüştüm, çok hoşuma gitmişti...

Elbetteki tüm bu beceriler sonraki nesillere de sirayet etti...  Onlarınki kadar ve o yılların lezzetinde olmasa da güzel işler çıkaran, beş yıldızlı mutfak tadında masalar kuran bir kaç kişimiz var ki bire kız kardeşi, ikiye de en küçüğümüz olan erkek kardeşi yazmak gerek!

Ben mi?!..

                                     Fransız Omleti; ıspanaklı, peynirli, karabiber ve muskat dokunuşlu.
                                                   
           


Nihayetinde Gelebilirsem Fransa Esintili Alanos Usulü Omlet'e!

Aslında gerçek Fransız Omleti'ni yapabiliyorum ben ki o zaman kesinlikle tereyağı kullanıyorum; hem de çok güzel yapabiliyorum, öyle başarılı ki dağılmadan dilimlenebiliyor -tekrar bakınız, yukarıdaki  foto. Şimdilerde pek uğraşmak istemiyorum ama o yöntemden yararlanarak, tek tava ve bir çırpıda hallediyorum bu işi. Yani Alanos Usulü Omlet'i.

Önce, yıllar önce okuduğum ve muhtemelen Tat Dergisi'ndeki ya da Alacarte'daki tariften hareketle bir kişi için iki yumurtayı bir küçük kaseye kırıyor, işin sırrı olarak da iki yumurta için iki çorba kaşığı su ilave ediyorum; Fransız Omleti'nde olduğu gibi! Bazen, kullanacağım malzemeye göre içine çok olmamak kaydıyla muskat rendeliyor, yine malzemelere göre biraz karabiber, çok az pul biber, bazen de taze fesleğen falan ekliyorum. Elbette zevke göre tuz da ilave edilmeli ki ben peynirden ve diğer tuzlu ürünlerden dolayı tuza gerek duymuyorum. Sonra da yine Fransız dokunuşu olarak yumurtaları bir çatalla sarılar ve beyazlar çok biribirine geçmeyecek ve tümüyle sarıya bürünmeyecek şekilde, biraz çırpıyorum.

Ama önce tek kişilik döküm tavamı ocağın orta gözünde ve çeyrek ateşte ısınmaya bırakıyorum, o arada da diğer malzemelerimi hazırlıyorum ki bugünkü tarifim, malzemelerinden ve pizzadan esinlenerek adını Napolitanos koyduğum omlet.


Avuç içimi ara ara tavanın üzerine yaklaştırarak ısısını kontrol ediyorum; hemen cızırdatmayacak, tavanın tabanına el değebilecek bir ısıdayken yüzeyi kaplayacak kadar zeytinyağı döküyorum. Eğer  et ve türevi ürünleri peynirle birlikte kullanacağım bir omletse yapacağım, yağdan önce tatları da patlasın diye tavaya kekik ve pul biber ilave ediyorum ki Napolitanos Omlet için buna gerek yok.


Sonra soyulmuş ve istenen ölçüde doğranmış domatesleri kısa süreli cızırdatıyorum tavada ve kuru fesleğen ekliyorum bir miktar üzerlerine; sonra bir kez karıştırıyorum. İstenirse ayrı bir tavada da yapılabilir bu işlem ki gerçek bir Fransız Omleti'nde öyle yapıyorum. Domatesler kesinlikle öldürülmemeli ama!


Sonra kasedeki yumurtayı tavaya döküyorum, o ilk cızırdamayı duyunca altta incecik bir taban oluşuyor ve sıvının kaldırma gücü ile de domatesler yüzeyde kalıyor, sonra da beyaz peynir parçalarını dağıtıyorum üzerlerine ki burada peynir seçimi sizin. Benim çok sevdiğim, kısmen keçi sütü katılmış, çok yumuşak olmayan, Trakya yöresinden bir beyaz peynirim var ki onu kullanıyorum, domatesli omletlerimde.


Yumurta tabandan itibaren katılaşmaya, yani pişmeye başlıyor sonra, o zaman altını en kısığa alıyorum ocağın. O usul usul pişerken peynirler de erimeye başlıyor o ara. Bir dilim ekmeği kızarmaya bırakıyor, bir yandan da filtre kahvemi hazırlıyorum bu süreçte.


Buradan ötesi yine sizin zevkinize ki ben yüzeyini, kızarmış ekmek parçalarını banmak için biraz sulu bırakıyorum. Onun için de belli bir noktada altını kapatıp ocağın, döküm ayaklarının ve tavanın kendi ısısı ile tadının kolektifleşip, zenginleşmesini bekliyorum bir süre.

Bazen sosis, kaşar peyniri; bazen de sosis, adı her ne kadar hindi füme olsa da bir tür salam dilimleri ve eski kaşar ile de yapıyorum ki bazen de içlerine domates ve biber dilimleri de katıyorum. İşte o zaman peynir hariç tüm bu malzemleri yine yağda belli bir noktaya kadar çeviriyor, sonra tavaya döktüğüm yumurtanın üzerine dağıtıyorum.

Bir de küçücük kasede salatalık dilimleri, zeytin çeşitleri, eğer domates kullanmamışsam domates parçaları, kekik ve zeytinyağı ilaveli bir garnitür hazırlıyor, kahvemi de yanıma alıyorum.

Salona açık mutfağımın manzaraya paralel masasına geçiyor, sabaha yayılan Radio Swiss Classic'in enfes melodileri eşliğinde doğanın - bu sabah kuzey denizlerinden, yine bir kuzey olan bizim denize getirdiği- enfes "buzdağını" seyrediyorum. Bir gemi giriyor sonraki karede fotoğrafa... Bahar dalları açmış ve kuşlar denize bakan penceremin üzerindeki damlalığa  yerleşmiş! Yeni miniklerimiz olacağı kesin. 

Elimde kahve kokusu, kombinin bacasının üzerinde cikleyen kuşa bakıyorum. Aynı kuş musun sen, diyesim var; halkalasak mı bunları acaba?!**



*Alanos Usulü İzmir Kumru

Amca, ben ve bankaya dair cümlelerin olduğu bir yazı: Benim Kars'ım

** Geçen yıldan kuşlar ailesi bahisli yazı

20 Şubat 2020 Perşembe

Cumartesi'nin Hikmetinden Sual Olunmaz

Trene doğru yürüyorum, saat onikiyi ondan sayarsak, vakit öğlen. Bir kaç hafta evvel, ben için çok kıymetli bir blog yazarının, sevgili Evren'in yorumuna, "Bu hafta yazamazsam da haftaya kesin, kazın âlâsı nerede bildireceğim, alem kaz neymiş bir görsün!" cümlesini de içeren bir cevap yazmıştım. Yazıyı vaat ettiğim sürede yazamadım ki yazacak malzemem de vardı aslında! Sonra dedim ki ben bu Kazın tazesini de yazarım, nasılsa. İhmale bırakmadım yani, sıcak olsun istedim ki bir tık eksiğine rağmen lezzeti arşa değen ve yazabileceğim, bir kaç haftalık eski kaz fotoğrafı aşağıda.


Trene doğru yürüyorumdan devam edebilirim şimdi! Gerçi evden çıkmam zaman aldı, bankamatiklerde kuyruk vardı ki ayın maaş günü olduğunu bilememişim, vazgeçtim. Gecikmeli olsa da duraktayım. Sanki cebimden telefonun sesi geliyor. Alışkın olmayan kulak zor duyuyor, çoğu zaman da başkasının sanıyor!.. Enn sevdiğim kadın arıyor; gecikince merak etmiş, buluşma noktası konuşuyoruz. Binince arayacağım, mutabıkız.

İlk gelen trende bingo ki çok sevdiğim durakta inebileceğim; tren tırmanmaya başlayınca kapıya yanaşacağım ve göğe doğru yükseldiğinde de denizi seyretmenin tadını çıkaracağım. Hafta sonu ıssızlığındaki göğe değen o durakta inmeye bayılıyorum, çünkü kendimi Brooklyn'in tenhalarında sanıyorum. Yan yolda bekleyen araba merdiven başında görünmemle hareketleniyor; merdiveni inince de duruyor, mini sırt çantamı ve kabanımı arka koltuğa bırakıp enn sevdiğim kadının yan koltuğuna oturuyorum. Gün katmerleniyor.


İstikamet belli ki şu alemdeki en sevdiğimiz noktalardan biri; ünü dünyayı sarmış biriciğimiz, tam adıyla Kızılırmak Deltası Kuş Cenneti.* Sabah nerede kahvaltı yaparızı konuşurken telefonda, zokayı atmışım. "Katmer," demişim ki bir kaç hafta önce görünce heyecan yapmış ve aklı kalmıştı. Yanına kahvaltı, ya da şu bu demiş, sonuna da sanki bir seçenekmiş gibi kazı eklemiştim. Aslında ben bazı ipuçlarından hareketle cevabından emin olduğum tuzaklar kurabiliyorum; belki bilmezsiniz ki yazılarda hiç sözünü etmedim. Ama kesin olan bir şey var; bizim Kaz, o ünlü kazı döver!

Üst fotoğraf bahse konu cennetten ve bir kaç hafta önceye ait. Şu ipuçları verdiğim ve birazdan anlatacağım mekanı biraz da mecburiyetten keşfettiğimiz güne dair. Gerçi buna pek keşif denemez ki biliyorduk, önünden geçiyorduk ama biz o zaman başka bir yeri seviyorduk ve bak onu gördüler ve hemen açtılar, diyerek de ötekine sahip çıkıyorduk! Böyle de koruyup kollayıcı bir yanımız var.

"1,5 porsiyon Kaz Tiriti, lütfen" demiştik, o hafta.

"İki ayran, lütfen" de demiştik.

Üzerine de pek süslü bir sunumla gelen kahvelerimizi içmiştik.

Üstelik lezzetiyle ilgili olmayan bir eleştirimize rağmen çok güzel bulmuş, hatta ki ona gidiyoruz diye çıktığımız ama artık kapanmış olduğunu gördüğümüz ve bayıldığımız önceki yere göre bir tık daha lezzetli olduğunu konuşmuştuk, tiritlerinin.


Sonra da geçen yıl "Şu yoldan gidelim," diyerek saptığımız ve bayıldığımız yoldan devam etmiş, demir kapısına asılmış tabelasında "Giriş çıkışlarda kapıyı kapatın, kapatmazsanız girmeyin." yazılı olan ve bizi gülümseten evin, dereli arazisine dalmış, uzun ağaçların üzerinden göz kırpan dolunayın gündüz güzeli halinin fotoğraflarını çekmiştik. Sonra, o yolu devam etmiş, küçük köyün içinden geçmiş ki bir süre kavga eden iki genç ineğin yolun ortasındaki kavgasını beklemiş, henüz öfkesini dindirememiş olanın arabayı yeme niyetine posta koysak da yoldan çekilmesini bir süre beklemiş, o arada terk edilmiş ve içinden ağaçlar çıkan iki evin fotoğrafını da ihmale bırakmamıştık. Sonrasında da yoldan çıkmış, traktör izlerinin yol yaptığı  yemyeşil doğaya dalmıştı ki enn sevdiğim kadın, pek şeker ve çekik gözlü kuşu da dönüvermişti arazi aracına. Ben için ne konfor! Müzikler de doğayla uyumlu ki gün de olması gerektiği kadar ışıklı.


Bu genç benim can dostum, otlamakta olduğu çitlerle çevrili alandan, onu izleyen beni görünce doğrudan gelmiş, hemen sıcak bir iletişim kurmuş ve hoş sohbet etmiştik kendisi ile... Sonra, "Havalar ısınınca ama!" demiştik ve bazı planları birlikte hayal etmiştik. Hele bir havalar ısınsın, bahar topraktan fışkırsın ve çeşit çeşit kuşla birlikte leylekler de tepemizde uçsun... İşte o zaman "Şuraya serilelim, yanımızda kitaplarımız olsun," demiştik. Fakat bu saklı coğrafyanın, yer yer su birikintileri ile karşılaştığımız, sadece doğanın ve kuş sesleri eşliğindeki ıssızlığını çoğaltan ve insanı bir başka gezegende hissiyle arındıran, ruhuna konforlu bir coşku ve onunla birlikte de sürüş zevki veren halinin tadını çıkaran biri de var! Elbette çekik gözlünün radyosu bu rüya güzelliğe duyarsız kalmıyor ve konseptle uyumlu müzikleri ruhumuza akıtıyor.





Gelirsek Güncel Kaz'a

Varıyoruz ben için hep Engiz, değişen adıyla Ondokuzmayıs'a... Buradaki bankamatiği neredeyse her geldiğimizde kullanıyorum ki benimkinde sıra falan yok... Çıkıyoruz yeniden Delta yoluna, konumuz doğal olarak kuşlar ve onların peşinde bir tek kare fotoğraf için diyar diyar dolaşan insanlar. Saz Horozu yine baş konu. Sürü sürü geziyorlar ama bir türlü rastgelemiyoruz. Ahh... en sevdiğim kadın canlı canlı bir görse! Özellikle büktüğü ayağının üzerinden yemek yiyişini... Oysa görülmeyen neleri gördük.

Leylek yuvaları şimdilik ıssız, bir kaç hafta sonra gelecek sahiplerini bekliyorlar. Önce erkekler gelecek ve onaracaklar yazlıklarını. Sonra aile boyu şenlik; elbette burada doğacak çocuklar, renk katacaklar. Marteniçkalarımızı bir kez daha asacağız ağaca... Leylek Toki'miz var üstelik bizim, esprili de bir belediyemiz. Önceki iki başkan candı ki ikincisinin yaratımı Leylek Toki. Var fotoları ama hele bir gelsinler, güncelini yazarım, o zaman da koyarım fotolarını, diye düşünüyorum şu an.

Varıyoruz Osmanlı Yörük Çadırı'na. Hava güzel, çadıra girmiyor, dışarıda oturuyoruz.

"Hoş geldiniz."

"Hoş bulduk."

Biri daha genç iki abla; belki kardeş, belki iki elti. Genç olanı daha atak, sakin abla daha çok mutfakla ilgili.

"Bir sade katmer, lütfen."  

"Bir porsiyon da kaz tiriti, lütfen"

"Birlikte mi getirelim?"

"Kaz tiritini daha sonra, lütfen!"


Neredeyse pide boyutunda bir katmer geliyor ki daha gelirken aklı alıyor, iyi ki bir tane söylemişiz! Fakat muhteşem; miss gibi ev yapımı tereyağı kokuyor ve çıtır bir tazelik içinde. Götürüyoruz çayla ki beni bile tiriti bitiremezsek korkusu sarıyor. Öylesine bir porsiyon. O ara iki motorsiklet geliyor; sürücüleri full aksesuar. Önce biri, edalı edalı ve göstere göstere geliyor, o esnada kaskını çıkarıyor ki kadın. Doğrudan çadıra yürüyor, o ara diğeri de geliyor ki o da kadın. Ne güzel!

Çoğunu ben yemek kaydıyla bitirmek üzereyiz katmeri, çok beğendik ve kendisi ile ilgili hayallerim var...  Tiritse hazırlanabilir.

Geliyor alemin kralı... Yanında havuçlu, marullu bir salata ve turşu ile. İşte bu, mükemmel tirit bu! Geçen sefer "Bulguru bir tık daha diri olsaydı," demiştik, "lezzette bir sorun yok," diye de eklemiştik. Onlar da ilk kez böyle oldu diyerek kabul etmişlerdi durumu. Eklemiştik ki Kars'ta* da yedik biz bunu ama bu o ünlü ve artık endüstriyel tiritten çok çok daha güzel de demiştik.


Kusursuz tirit, kusursuz bir kaz tiriti, budur işte! Kazların yemeğe bıraktığı yağlarla yağlanmış pırıl pırıl ve incecik ve de çok lezzetli  yufkalar... etin yağının ve tadının geçtiği muhteşem bir bulgur pilavı ve bu coğrafyada büyümüş, lezzetlenmiş, dünyanın tüm kaz yemekleri ile yarışabilecek lezzetteki kaz etleri... Rüya gibi! Koca bir porsiyon, üstelik iki kişiye yetiyor. Önden bir şey yenmeyecekse de iki kişi için bir buçuk porsiyon ideal. Kapanan mekandaki tirit de çok güzeldi ki orada da iki torun bakıyordu mutfak işine, tatlı insanlardı da. Ama işletme yöneticisi ve bu işi bilirim havasındaki eş ile ilgili fikrimi de beyan etmiştim enn sevdiğim kadına ki beni yanıltmadı şahıs ve bir yıl sonra kapandı mekan. Bir haftasonu da kahvaltıya gitmiş, köy yerinde yöre ürünleri hayali kurmuştuk ama bu kez sıradanlığına şapka çıkarmıştım! Köy yerinde, üstelik böyle bir coğrafyada şehir özentisi bir işletmeye ne gerek vardı, en çok işlerine heves ve coşkuyla sarılmış kadınlara üzüldüm.

Aslında bu kaz tiritinin öncülüğünü eski belediye başkanı döneminde belediyeye ait mekanlar yaptı, örnek oldu ve çoğalttı sayılarını, ondan önce şehir dışında bir benzinlikdeki tek bir lokanta vardı, kaz tiriti yapan. Yok olmuştu lokantalarda bu gelenek. Ve dönüşü gerçekten muhteşem oldu.

"İki orta şekerli kahve, lütfen."


Başka bir yerde abartılı bulacağım ama burada, niyet ve heveslerinden de yola çıkarak çok sevimli bulduğum ve artık başka türlüsünü hayal edemeyeceğim bir sunumla geliyor kahvelerimiz. Öyle güzel gidiyor ki kahvenin yudumları bu lezzet kasırgasının üzerine ve öylesine lezzetli ki kahveler, sıklıkla tekrarlıyorum aldığım zevki. Ve öylesine ucuz ki günün şartlarında bu menü... Üç kişi yese doyar bir katmer, iki kişi doyuracağı kesin bir porsiyon kaz tiriti, iki çay, ayran ki kendi hayvanlarının sütünden yapılmış yoğurttan, üstelik de köyün tadının buram buram hissedildiği, hafifçe mayhoş, kıvamlı, çok ama çok lezzetli iki koca bardak ayran ve iki kahveye ödediğimiz para, sıkı durun, 73 TL.


Bugün kısa bir tur yapacağız; önce sıklıkla kahvaltıya geldiğimiz, açık alanına bayıldığımız, kahvaltısı zengin, köyün kadınlarının elinden gözlemeleri lezzetli, havalar soğuyunca ve yağmurlar başlayınca kapanan, su basar ormanlarının içindeki yine eski başkanın eseri mekana. Bolca, poz poz fotoğraf çekiyoruz. Kokinalar muhteşem. Bir de mini minicik ve özel tür kurbikleri görebilsek ama yoklar ortada. Güneş göründü görünecek ki şimdilik ısısız bir beyaz ışık halinde.

Ahhhh işte... bizim hipilerimiz. Canımız ciğerimiz mandalarımız. Manda Klasik Korosu. Provadalar ki enn sevdiğim kadın şahane bir video çekiyor anında, sesli. Duruyoruz elbette, iniyoruz arabadan. Şu deltaya en yakışan yaratıklar, sütlerinden yapılan dondurmaya ise paha biçilemez. Bir de sular çekilince açıkta kalan ay yüzeyi gibi geniş alanda koşturan yılkı atlarımız var bizim, elbette taylarıyla... ve onları yakalayıp binmeye çalışan köyün gençleri. Ne muhteşem bir görüntüdür o.  Peki, Cernek Gölü üzerine uzanan iskelenin uç noktasında, kırlangıç yavrularının hava gösterisi eşliğinde, kahve tadıyla kitap okumanın zevki? Üstelik düğün fotoğrafı için o noktaya gelen ekipler kızdırsalar da bizi yine de gelin damatla iletişimin ve bazen teknik desteğin tadına ne demeli?

Bu bizim delta var ya... ömür!


Öyle doymuşum ki salepten ve de muhteşem sütlaçtan vaz geçiyorum. Bir de akşamı var bunun, sakin olsam hayrıma!

İlk hedef Migros o halde!

Sonra da mahallemizin bir tanesi, pastaların kraliçesi Türkan'ın dükkanına geçiyorum.

"Bal kabaklı  pastadan iki dilim paket, lütfen" diyorum ki, o ara, önce göremediğim, sonra farkettiğim ve niyetimde olan Medovik göz kırpıyor bana.

"Pardon, Medovik varmış, görememişim, onun tamamı lütfen." 

Mutluyum, çıkıyorum pastaneden ve geçiyorum enn sevdiğim kadının yanına, bir dakika sonra da evdeyiz.

Biraz dinlenme derken kuruyoruz çilingir sofrasını televizyonun karşısına...

Şu cümleleri kurmuştum iki önceki yazımda ki bir özlemdi de bu aslında, yine aynı yolu izleyeceğiz, usul usul demlenirken...

"Cumartesi yemeklerinde müdavimi olduğumuz Kıbrıs Rum Kesimi televizyonunun şahaneler şahanesi programı eşliğinde yeni bir akşam. Fakat şöyle bir sorun oldu bir kaç ay önce; sevdiğimiz sunucu ki tatlı bir kızdı, programdan ayrıldı, o tatlı kızın olmadığı haliyle de sanki eski tadı bir türlü geri dönemedi. Şimdilerde yine açıyoruz ama eski tadı alamazsak da Yunan Televizyonu ERT''deki pek ışıltılı ve çok şenlikli tavernaya geçiyoruz."

O ara Rum kesimi televizyonu açık, spor haberlerinde ki bizim program bizim saatle 22.30'da başlıyor. O esnada program tanıtımları geçiyor. Fırsatı ganimet biliyorum ve espriyi patlatıyorum: İşte bu! La Paragas'ın gücü, diyorum. "Rum televiyonu bile duyarsız kalamadı," diye diye de olayı iyice köpürtüyorum. Ama çok ama çok mutlu oluyoruz, çünkü sevdiğimiz sunucu, aynı saatte, aynı ekiple hazırlanan, konseptte ve dekordaki yenilenme, yeni ve yerel koro eklenmeleriyle ve yeni program adıyla ekranda.

O halde yarasın! 



*Kars Kazı ve Kars'ta yeme içme

*Kızılırmak Deltası Kuş Cenneti'nden usta işi bir İzler ve Yansımalar

*Bu da amatör işi bir Kızılırmak Deltası Kuş Cenneti

13 Şubat 2020 Perşembe

Penfriend'lik Müessesesi

 Bir arife günü yazısı...


Kısa bir yazı planlamıştım. Oldukça kısa! Şöyle başlayacaktım yazıya: Bir gün, eski günlerini düşünürken blogların ve canlıyken dünya; diğer sosyalleşme alanları henüz yokken ve gözdeyken bloglar bir bakayım şimdiki zamanda, dedim; geniş alanda ve daha genç nesillerde durum nasıl? Önce eski blog yazarlarından sevdiğim bir bloga düşülmüş ve genç birine ait olduğunu düşündüğüm yorumdan hareketle o bloğa gittim, hoşuma gitti ve blogroluma ekledim. O blogdan da bir başka bloğa... O da hoşuma gitti, onu da ekledim. Sonra onlar üzerinden tıpkı eski biz dönemi gibi bir çember oluşturduklarını gördüm ve zaman zaman o çemberdeki diğer blogları da okumaya başladım. Çok da sevindim üstelik, bloglar yaşıyordu ve canlıydı! Üstelik bu insanlar geziyor, okuyor, fotoğraf çekiyor ve yaşadıklarını da kendi üslupları ve tazelikleriyle güzel güzel anlatıyorlardı. Ve üstelik başta mimler olmak üzere sürekli kendi çemberlerinde etkinlikler düzenliyorlardı. Buralardan önemli kazanımlar elde etmiş, her zaman bu ülke insanına ve gençliğine güvenmiş, bu ülke ile ilgili umutları hep pozitif olmuş biri olarak mutlandım da. İlgimi çeken, hoşuma giden, sıcak yazılara yorumlar yazdım. Gördüğümde beni en heyecanlardıran eylemlerden biri dünyanın dört bir yanından insanlarla mektuplaşıyor olmalarıydı. Birbirlerine ülkeleri ile ilgili kartlar yolluyor, onları süslüyor püslüyor, emekle güzelleşmiş bir iletişimi zevkle ve hevesle yapıyorlardı. Üstelik ekran üzerinden anlık ulaşabilme olanakları olmasına rağmen o mektupların ve kartların gidiş gelişlerindeki onbeş günlere varan zamanları büyük bir heyecan ve zevkle bekliyor, bu duygularını da pek güzel satırlarına döküyorlardı.





Yıllar yıllar önce 

Liseye yeni başlamışım, İngilizcem çok iyi ama bunu yeterli bulmayan, yıllar yıllar sonra içimizdeki en yetenekli Buraneros'tur diyecek en amcamın eksik kalmış hayallerinin bir projesi olan ben, onun zoruyla özel İngilizce dersi almaya mecbur kılınıyorum. Öğretmenim yıllar içinde bu şehrin bir üniversite, OMÜ'yü kazanmasına sebep olacak, uzun yıllar da Amerika'da kalmış güzel, tanınan bir kadın; Üstün K. Hanım... Fakat ben gönülsüzüm. Çoğu zaman ekiyorum. Bu derslerin de katkısıyla elbette İngilizcem iyice yükseliyor. Amerikalı, İngiliz dahil hangi ülke insanı olursa olsun, çatır çatır konuşabiliyorum. Okuldaki sınıfımda bir kız var, o da iyi. Zamanla İngilizce dersleri kızlar ve erkekler takımları arasındaki maça dönüşüyor. Öğretmen kilit ve zor bir soru sorduğunda sadece iki parmak kalkıyor. Bazen de tek ki o benim. Taraftarlar heyecanla bekliyor ama bunun farkında olan kadın  öğretmenimiz ise pozitif ayrımcılık yapmaya başlıyor. Bu da fayda etmiyor, o kız bilemeyince yine top bana geliyor. Benim içinse her soru topu boş kaleye atmak gibi... Yıllar sonra, sınavda öğretmen tahtaya soruları yazarken kağıdını alıp cevaplarını yazdığım sıra arkadaşım zaman içinde İngilizce öğretmeni olduğunda, "İlk yıllarımda en çok korktuğum, sen gibi bir öğrenci ile karşılaşmaktı" diyeceği kadar iyiyim. Uzun yıllar karşılaşmadığım arkadaşlarımla karşılaştığımda ilk sordukları: "İngilizcen o kadar güçlü kuvvetli mi?" olur, hala.  Fakat bir öğrenci olarak da fizik hariç fen derslerinde, cebirde, kısmen geometride, bir de olaylar ve süreçler değil de tarihler söz konusu olduğunda tarihte yokum.

Bu özel dersler ve özel öğretmenim sayesinde bir uluslararası arkadaşlık servisinden haberdar oluyorum; merkezi Finlandiya'nın Turku şehrinde olan International Youth Service. Bir de form veriyor bana. Kendi sınıfım ve yakın arkadaşlarımla başlıyorum işe ki yanlış hatırlamıyorsam 8 veya 10 kişi buluyor, onları forma kaydediyor, istedikleri ülkeleri, cinsiyetleri ve yaş aralıklarını belirtiyor ve ücretini alıyorum. Sonra o paralarla postaneye gidiyor, international reply coupon denen ve her ülkede paraya çevrilebilen kuponlardan alıp formla birlikte zarfı, sistemin kurulu olduğu Finlandiya'ya yolluyorum. Benim bu işten kazancımsa her formda ücretsiz bir arkadaş edinebilme.

İlk arkadaşım enteresan ki Finlandiya Turku'dan. Sonra İsveç'ten. Sonra jamaika'dan. Gözdem Finlandiyalı Anne ama! Diğerleri ile kısa tutuyorum. Anne ile ise frekansımız örtüşüyor. İkinci mektupta fotoğrafı geliyor. Çok güzel bir Finlandiyalı. Dünyamı ele geçiriyor. Plaklar gönderiyorum ki ilki Modern Folk Üçlüsü'nün bir albümüydü; içindeki şarkılardan birinin adı da Ali Veli. Bu sayede Veli'nin Fincede kardeş anlamına geldiğini öğreniyorum. Bizim müzik yelpazemizden, Esin Engin'in orkestra düzenlemeleri olmak kaydıyla oyun havaları dahil örnekler koyduğum kasetler de hazırlayıp yolluyorum. O da kendi müzikleri ile hazırladıklarını bana... Elbette bugünkü gibi kapıma gelmiyor bunlar, postanenin bir tür gümrük sayılacak ve bayağı uzaktaki birimine gidiyor, orada görevli polisler tarafından açılıp bakılmış halleriyle ve bir sürü sorgu sualden sonra alıyorum onları. Hakeza gönderdiğim her şey de kontrol ediliyor. 

Mina rakastan sinua,* diyor bir gün. Uçuyorum fakat bir yandan da dilin  Orta Asya Türkçesi ile benzerliğini düşünüyorum. Dünyamdaki bir numaralı kız oluyor Anne. Ne hayaller kuruyorum. O günün koşullarında tek iletişim olanağımız gitmesi ve yanıtın gelmesi toplamda neredeyse 30 günü bulan mektuplar. Ama okul dönüşlerimde apartmanın bize ait posta kutusundaki, günlerce yokladığım o renkli zarfı görmenin tadına da paha biçemem. Yüzüm ışıldıyor, yüreğim küt küt atmaya başlıyor, sanki asansör gitmiyor sanıyorum. Kapıdan girişim, defterleri kitapları bırakışımdaki hız anlatılamaz. Tüm ayrık otlarımdan kurtuluyor, kolamı alıyor, yanına da mutlaka tatlı bir şey buluyorum. Yaşamımın en güzel halleri hanesinden bir ritüel bu. Avrupa ile erişilmez bir bağ! Sanki mektubu okumuyor Anne ile yan yana kucak kucağa sohbet ediyorum, neredeyse kokusunu duyuyorum. Hatta bir yaz o İrlandaya dil okuluna gitmeyi düşünüyor, ben İngiltereyi düşünüyordum ancak o yılların şartlarında, döviz çıkarma miktarlarına koyulan sınırlar yüzünden ben gidemiyorum. O bana İrlanda Cork'tan mektuplar atıyor. 

Elbetteki kız arkadaşlarım var ki bu manada hiç sıkıntı çekmeyecek kadar hoş, talep gören bir çocuğum. Ama Anne bir masalın, benim masalımın kahramanı ben için. Sonra sınıfta kalıyorum. Sosyal bilimler, edebiyat, coğrafya,  felsefe, sosyoloji, mantık, ingilizce dersleri üst seviye olan bir çocuk olarak... fen bölümünde benim işim ne diye sorguluyorum? Amcamla benim hayallerim bir biriyle uzlaşmaları mümkün olamayacak kadar birbirine uzak. Sınfta kalma meselemi Anne'le paylaşamıyor, bundan utanıyor ve bir süre sahadan çekiliyorum. Bir süre sonra, toparlayınca kendimi  Anne'in bir arkadaşı ile mektuplaşmaya başlayan bir arkadaşımla atlası önümüze alıp Finlandiya'ya varacak bir Avrupa turunu, gün gün, santim santim planlıyoruz ama ülke koşulları yüzünden kağıt üzerinde kalıyor bu da. Babamın hep tahmin ettiğim erken ölümü gerçekleşiyor bir zaman sonra ve ben de zaten öngördüğüm ve hep hazır olduğum hayatı yaşamaya başlıyorum. Ama hayatımın en özel, en tatlı, en heyecan verici olaylarından biri olarak hem hafızamda hem de kalbimdeki yerini hep koruyor bu unutulmaz penfriend'lik serüveni ve müessesesi.

Elbette yıllar içinde zaman zaman düşünüyor, net üzerinden bulup ulaşabileceğimi biliyorum. Ama o yaşların ve orada kalmışlığın, o yıllardaki hayallerin, imkansızlıkların  o özel tadının ve çok hoş bu rüyanın da yiteceğini biliyorum o zaman. İngilizcem de yeni hayatımda pas tutan demire dönüyor zaman içinde.

Bir gün  annem yıllarca biriktirdiğim Hey, Gırgır, Fırt ve Alacarte gibi dergilerimi evde fazlalık yapıyorlar diye çuvallara doldurup atıyor ki onlarla birlikte tüm mektuplarım da gidiyor. O an çok üzülüyorum buna... ama çok. Özellikle St. Valentine's Day nedeniyle gönderdiği, çok hoş ve çok romantik renklerle süslenmiş, üzerinde bir kız ile bir oğlanın, kızın çıkardığı şapkasının arkasına yüzlerini saklamış oldukları çizim kart'a ve içine yazılmış sözcüklerin yok oluşuna üzülüyorum. O günlerde bilmediğimiz, bize uzak ama şimdi yaşamımızın bir parçası olan günden ve bu kültürden de onun sayesinde haberdar oluyorum. Fakat nasıl oluyorsa fotoğrafı kalıyor. Allahtan yaşadığı güzel anların izleri hafızasından ve kalbinden asla silinmeyen, her birini dün gibi hisseden, hatırladığında yaşayan ve kıymetlerini bilen biriyim.

Dün gibi!



*Seni seviyorum.


İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP