5 Şubat 2013 Salı

Anna Karenina Üzerine Kısa... Kısa...

Kitabı okumamış ve hiçbir Anna Karenina filmini izlememiş biri olarak "yeni nesil" filmi aklıma yazmıştım.

Filmi beklerken oluşturduğum algı ise kendini şu cümlelerle ifade etmişti: Fragman epey fikir verdi bana ve yazımın ana temasını belirledi. Okumadığım ama algımda oluşturduğu bir hikayesi ve gücü olan roman ile filmin dozunun tutmadığının sanırım altını çizeceğim. Belki filmi romandan bağımsız bir gözle  biraz da öveceğim, ki kitabı okumamış biri olarak bunu kolaylıkla yapabilirim. Övebileceğim hatta çok hoşuma gidecek özellikleri de var gibi geldi filmin. İki yönlü bir yazı olacak sanki.
"Kitaplar, insanların hayal gücü ya da imgelem dünyasının zenginliği ile örülür. Doğal olarak görsellik hayal gücünü hapseder. Bir kitabın öznel hayal gücüne dayalı olarak farklı algılara açıldığı düşünüldüğünde yönetmenin hayal gücüne hapsolmuş bir film her zaman risklidir."

Benim birinci riskim okumadığım bir roman olmasına rağmen yaşam içinde oluşturduğum, tümüyle bana özgü  Anna Karenina profiliydi. İkincisi ise filmle ilgilendiğim evreden beri kafamdaki Anna için Sophie Marceau oyunculuğu üzerinden bir kadın şekillendirmişken Keira Knightley'nin bu güçlü kadın karakterin üstesinden gelip gelemeyeceği idi.

Filmin ilk bir kaç karesinin ardından, çok beğendiğim yönetmen Joe Wright'ın sinema dilinin, kitabı yorumlama biçiminin ve deneysel tavrının kitabın klasik yapısından tümüyle uzak olduğunu ve kitabın okurları tarafından bu halin hiç de hoş karşılanmayacağını düşündüm.

"Keşke yaşasaydım yerine iyi ki yaşamışım"  felsefesi üzerine oturttuğum filmi genel olarak çok beğendim, romanı okumamış olmam belki de bir avantajdı.

Keira'dan Anna olmuştu. Marceau'lı filmi izlesem muhtemelen onu öne çıkarırdım, ancak ilk kez Anna canlandırması izlemiş biri olarak kaygılarımı gideren bir performansa tanık oldum. Bu olmamış, demedim.

Film bana hikayeyi, sosyal çevresi ve dönemin sorunlarıyla birlikte -hem de- vurucu bir şekilde anlattı. Duyguları geçirdi.

Yönetmeni zaten seviyordum. Bana göre görsel manada da  çok iyi iş çıkarmış, böylesine güçlü bir romandan çok farklı bir dil kullanarak başarılı bir Anna Ruhu yaratmış.

Romanı okuyanlar ve bu konuda tutucu olanlar, bir film gözüyle izlemeyip de kendi imgelem dünyalarında yarattıklarını arayanlar çok eleştirebilirler.

Dün akşam izlediğim filmin tadı bende çoğalarak devam ediyor. Önemli anlar, nüanslar, bir takım simgeleri ve sesi kullanarak yaratılan vurgular bir bir gözümün önünden geçiyor.

Dario Marianelli'nin müzikleri ile muhteşem görsellik ve iyi oyunculuklar bana klip tadında, çok zevkli, ritmini asla düşürmeyen bir 129 dakika yaşattı.

Düşündüm ki ben romanı okumuş, diğer filmleri de izlemiş biri  olsam bu filmi yine de çok severdim.

Tüm bu düşüncelerde duygularımın pek de keyifli olmalarının bir rolü olabilir belki.

Bu filmi 9 ay önce izlemiş olsaydım ne düşünürdüm bilmiyorum.

Ve bunu asla bilemeyeceğim.

30 Ocak 2013 Çarşamba

Herkesin Bildiği Sırlar

Yine işkembe çorbası, bu kez daha keyifli olsun diye kalın doğraması oyunun ikinci perdesine tercih edilen, bir tiyatro akşamıydı.

Gerçi bir ara dönüp de arkama baktığımda benden başka çıkana da rastlamadım, hatta salondaki çocuklar ve bir kısım seyirci çok da gülüyorlardı ilk perde boyunca. Sanırım bende bir su kaçağı var ya da çoğunluk otoparka ve durağa yakın kapıyı kullandı.

Yavuz Özkan adı aslında irkiltmişti beni ama yine de bir coşkunun esiri olarak aldım işte bileti, almaz olaydım.

Aslında oyunları ne olursa olsun yerin dibine sokmayı sevmeyen, verilen emeğe koşulsuz saygı duyan, eleştirilebilecek noktaları dahi görmezden gelip iyi yanları öne çıkaran, izlediklerini beğenmese dahi parlatmayı seven bir adamdım ben.

Bu yıl bunun doğru bir tavır olmadığını hissettim. Çünkü izlediğim oyunlardaki insanlar sonuçta -üst- bir kurumun oyuncuları, yönetmenleri, teknik ekibi falan... Evet amatörleri, genç oyuncuları desteklemek, beğenmesem de hoş görmek anlaşılabilir bir şeydi şahsım açısından. Oysa egoları sahneden taşmış, ben oldum edasıyla oynayan, ya da bu edayla oyun sahneye koyan ve bunda da başarısız olan insanları neden eleştirmeyecektim ki.

Bu, geçen sene kafama dank etmişti. Bu işten para kazanıyorlarsa ve bunu benim gibi izleyiciler için oynuyorlarsa, işleri buysa, sözümü sakınmamın, beğendiğimi nasıl yazıyorsam, beğenmediğimi yazmamamın ne anlamı var ki diye düşündüm ve "beğenmediğim gösteriyi yazmama" prensibimden vazgeçtim.

Gerçi bu sabah altı çizilmiş bir durumdan yola çıkarak buraya taşıdığım "Kasların öğrenme ve unutma hızı konusunda anlatılanlardan hareketle, kendisi de sonuçta bir kas olan midenin tiyatroya gidildiğini hissettiği anda işkembe çorbasını hatırladığından ve beyne "bu kötü bir oyun, çık işkembe çorbası iç" demeyi öğrendiğinden şüphelenmiyor da değilim." cümlesindeki  gibi de olabilir durumum. Önümüzdeki oyunlara bakacağım artık.

Dün akşam sıcağı sıcağına şu cümleleri kurmuştum bu oyun hakkında: Güçlü bir oyun olmadığı gibi izleyiciye şekerlemeler dağıtan televizyon güldürülerine benzettim ve izleyicinin verdiği tepki ile Yavuz Özkan'ın yüksek sanatının çeliştiğini, kimsenin onun vermek istediğini "alamayıp" oyuna gayet güzel güldüğünü düşündüm.

Oyuncuların hakkını da yemek istemiyorum. Sonuçta yönetmenin istediğini oynamışlar. Söz konusu ilişkiler oldumu insan daha güçlü ve daha derinliği olan bir oyun ve oyunculuklar bekliyor.

Bu sabahsa tüm iyi niyetimi harekete geçirip oyun üzerine iyi şeyler düşünmeye çalıştım ama benim yaşadıklarım ve hayata bakışımla örtüştürebileceğim hiç bir şey bulamadım. Öncelikle iki bedene; sıradan, entelektüel, bohem, şımarık, basit, orta-üst sınıf, vesaire karakterlerin ilişkideki davranışlarını ve ifade edişlerini yüklemiş olmak, sahnedeki oyuncuları değişik elbiseleri sunan manken haline sokuyor ve bu da verimsiz ve derinliksiz kısa skeçlerden öte gidip de bir hikaye bütünlüğü sağlayamıyor.

Cinsellik vurgusu ve espriler hiç zekice değil, abartılı ve seyirciyi -kolaylıkla- güldürmek üzere koyulmuş. En çok çocukların gülmesi de bunun bir göstergesi sanki.

Oyuncuları tanımıyorum bu yüzden performansları konusundaki sözlerimi saklı tutuyorum ama sahnelenme biçimi ve gördüklerim; ilişki olayına düzeyi ne olursa olsun benim verdiğim değer noktasından baktığımda daha vurucu, esprileri daha düzeyli, daha doğrusu ucuz komiklikler içeren değil de tebessüm ettiren bir mizaha sahip, dramatik kurgusu daha güçlü bir oyun olmalıydı bu dedirtiyor.

Bir türlü sevemedim oyunu ki teknik aksaklıklar da vardı. Mesela müzik; şarap içilerek sohbet edilen odada, müzik çalardan çiftin anılarında yeri olan şarkılar şeklinde ve onların inisiyatifi ile çalınıyor gibi bir mizansenle yer almıştı oyunda. Ama ses, diyalogları bastırdığı anda kısılıyor ve dolayısıyla bu durum kurulan mantıkla hiç uyuşmuyordu. Doğal olarak ana kumandadan ayarlanan ses oyuncuların inisiyatifi dışında indirilince izleyende odada çalınan değil de oyunun tema müziği duygusu yaratıyordu. Belki de sadece bende.

Bir de insanlar ayrılık günündeki hesaplaşmalarını illa ki dışarıda şimşeklerin çaktığı, yağmurlu bir günde mi yapmak zorundalar.

Kısacası kendimi ne kadar zorlarsam zorlayayım, olan biten hiçbir şey içimde bir sıcaklık duygusu yaratamadı oyuna karşı. Oysa ilişkiler üzerine -çok da keyifle yazdığım- pek çok oyun izlemiştim. Sanırım benim hayata bakışım ve biriktirdiklerim, -net üzerinde yapılmış övgülere baktığımda- bu oyuna yetemedi.

29 Ocak 2013 Salı

Yarı Gölge

Bazı kitaplar zordur. Yarı Gölge benim için bu tür kitaplardan biri oldu. Bu zorluk okunmasıyla değil, insanlara tavsiye konusunda yarattığı tereddütle ilgiliydi.

Kitabı kuzeyli, kuzeyin de İsveç'inden bir yazarın sanarak almıştım. Altını hep çizdiğim üzere çok güvendiğim birinden tavsiye gelmediği sürece tanımadığım yazarların kitaplarını sadece kapaklarına bakarak alırım, dolayısıyla içeriklerinin ne olduğunu pek bilmem.

Kitabı kolisinden çıkarıp da dokunmaya başladığım ilk anda tahminimle ilgili yanılmış olduğumu fark etmiş, ancak yazar Uwe Timm'in Almanya'nın kuzeyinden olması nedeniyle de bir teselli yaratmıştım.

2009 Heinrich Böll Ödülü, kimi okur için kitabı satın almak adına bir referans olabilir. Ben ise kendi ödülünü vermeyi kitapların aldığı tüm ödüllere yeğ tutan bir okurum.

Almanların, anlamsız hayaller sonucu savaşa sürüklenmiş, görev ve ülke aşkının ötesinde idealleri olmayan ''insanları'' fazlasıyla ilgimi çeker. Dolayısıyla Yarı Gölge ödülünden bağımsız olarak ilgime yeni katkılar yapması açısından okuması keyifli ve güzel bir kitap oldu.

Yazar Uwe Timm farklı bir kurguyla alttaki insanların dilinden bir bakış atıyor savaş yıllarına... Başlangıçta yazı diline, kurulan kısa cümlelerle yapılan tasvirlere alışmakta zorluk çeksem de özellikle Etzdorf'un günlüğünden ve onun dilinden anlatımlar, uçuş esnasındaki duyguları ve tasvirleri beni fazlasıyla hikayenin içine çekti.

Kitabı ilginç kılan diğer bir nokta ise mezarlığın sessizliğinde, farklı ve ilginç özellikleri olan ölülerin dile gelmesiyle hikayenin içinde ilerliyor olmamızdı.

Ana teması kadın pilot Marga von Etzdorf'un dramatik sonundaki gerçeğin ne olduğunu aramak olan Yarı Gölge'de, Gaziler Mezarlığına giden anlatıcı orada karşılaştığı Gri'nin rehberliğinde, mezarlardan çıkan sesler ve seslerin sahiplerinin anlatımlarıyla kadın pilotun izini sürüyor.

Onun izini; onun ilgi duyduğu, ona ilgi duyan iki erkek üzerinden sürerken olaya müdahil olan farklı insanların anlatımlarıyla hem olay hem de kadın pilotun duygusal dünyası üzerine kanaatler oluşturmamızı sağlıyor. Yoğun bir siyasal dönemin perde arkasını "küçük insanların küçük hikayeleri" sayesinde daha iyi anlamamıza katkı yapıyor.

Konuya olan özel ilgimin dışında yer yer bu ödülü nasıl almış bu kitap duygusuyla okusam da, üzerine pek parlak laflar edemediğim gibi coşkulu bir yazı da çıkaramadığım Yarı Gölge'yi; farklı anlatım biçimi, toplamı 226 sayfa olan bir kitapta bir ana karakter üzerinden yer verdiği olayların çeşitliliği, ilişkileri, atmosferleri ve merak ettiren akışı açısından tavsiye edebilirim.

Şiddetle değil ama!

20 Ocak 2013 Pazar

Vecede

Bir cenin misali kıvrılıp kalmıştım rahminde yaşamın. Hikâyeye karanfilin ağladığı yerden başlayalım…

 Çalılıkların ardında kıvrılan bir yılandı, ipin üzerinde uzun boylu esmer adama dönüşen. Davranıp belime, silahımı çekinceye dek beni omuzumdan vurdu. Yanımdaydı. Korktu. Uyandığımda, terinde boğulduğum rüyamdan. Aslında benim hikayem -hikayem dediğime bakmayın daha ne görmüşlüğüm var da- yanlış adrese gönderilmiş yanlış mektuplarla başlar. Ve beni ancak bir üvey anne kadar sarabilen ve sevebilen şehrin, kırık ve saydam sokak lambalarının altında, fonda topuk şıkırtısıyla raksa kalkar.

 Ben bu köpek öldüren sevdaya tutulduğumda –sevda dediğime bakmayın daha ne kadar sevmişliğim var da- bütün eklem yerlerim ağrırdı. Düşünmek mi orası Allahlık… Hele yaşamak, hiç sormayın.

Aklım halen çocuk parklarında, ayakkabılarımsa bağcıkları salık, başımda kırmızı bir keple dolaşırdım. İçimde tıpkı bir çocuk kadar masumiyet, bir çocuğun ki kadar heyecan en az bir çocuğunkine eş değer öfke taşırdım.

Ve gün geldi, bir isyan yürüyüşünde panzerlerden sıkılan asetatla zehirlendim. İçimi birden kentin alacalı korkusu sardı. Nabzım asilzade bir şiddet ve kin adına atmaya başladı. O günden sonra çocuk parklarından hiç geçmedim, hiçbir zaman benim olmayan salıncaklarında gökyüzüne dalmadım. Nefsim ve zapt eyleyemediğim öfkemle yıllardır süregelen, iç savaşım fiilen başlamıştı.

Oysa; sadece bir avuç ipek böceğini ateşe vermiştim, oysa sadece bir avuç ipek böceğinden ne dehşet ne görkemli bir yangın yeri husule gelmişti. Ateşi gördükçe öfkeleniyordum, kızıl saçaklarının beyaz derime nüfus edişini tütünle sakinleştiriyordum.

Ben sevdiğim adama kusarken ona yaşamı zehir, kendime zindan ettim. Elimden geleni hatta elimden değil yüreğimden döküleni ardıma koymadım. Bütün kararları içimdeki muhakeme salonunda aldım. Tırnaklarını yediğim ellerim budaklandı. Dudaklarım alkolden ve tütünden ağardı.

Ben aslen bir başkasına yetişirken bir başkasından kaçmıştım. Mücadelemin kurşuni gölgesinde birkaç çağ yaşlanmıştım. Can yakıp, canımı acıtmıştım. Benim olmayan ve zafer sayılmayan zaferlerimin sarhoşluğunda çokça ağlamıştım.

Şimdi kesiği derin kanayan yerlerime dikişi ipliği tutturma derdindeyim. Her sabah ezana uyanan, saçlarının bittiği yerde keşmekeş bir aklı saklayan, küllenmiş vicdanını –geçeceksin bunları- asıl olan vicdansızlığını koynunda yatıran, biraz et biraz kemikten, kof bir kütleden ibaretim.

9 Ocak 2013 Çarşamba

Ay Ecesi

Yönetmenin çok şey yapmak isteyip de ritmi tutturamadığı ya da bir kısım izleyici olarak yapmak istediklerini bizim anlayamadığımız ama sonuç ne olursa olsun verilen emeği fark ettiğimiz, sonuç itibariyle tüm şatafatına rağmen çok üzgünüz ki zevk alamadığımız bir oyundu bu, yazıya yansıması da bu yönde oldu. İsterseniz okumayın.



Bu da Bizim Hikayemiz


Oyuna internette üzerine yazılan negatif yorumların beni tahrik etmesi sonucu gitmeye karar vermiştim. Herkesin sırtına çıktığı olaylarda mazlumun yanında konuşlanmak, onu anlamak, anladığımla doğru orantılı olarak onu  savunmak gibi bir huyum vardır. Oldukça genç bir yazarın elinden çıkmış metin ve yine genç oyuncular üzerine  kurulmuş oyun bu anlamda benim için biçilmiş kaftandı.

Üstelik çok keyifliydim: Çok severek yazdığım mektuplardan en yakın tarihli olanında kendisinden "Calvino gel de bir göz at, okuyucu nasıl gaza getirilirmiş gör" bile dedim. Bu kısım, yazara duyduğum çok sevecen bir takdirden kaynaklı  şefkatli bir mübalağa olarak değerlendirilebilir: Kendisini Calvino ile kıyaslamak haddim değildir elbet ama üslubunun ve kurgusunun çok lezzetli, hele hele gözlemciliğinin birinci sınıf olduğunu söylemeden geçemem. Çok keyifle okuyorum ve üstelik tam anlamıyla ters köşeye yatırılmış vaziyetteyim." diye bahsettiğim kitabı* da yanıma almıştım.

Beni asla terk etmeyen gülümsemem yerli yerindeydi ve ben zaten özlemenin tadını da dibine kadar yaşıyordum.

Kitapla birlikte çok keyifli bir yolculuk yaptık; hatta o kadar keyifliydi ki ben ancak Cumhuriyet Meydanına gelince fark ettim Opera Durağını geçtiğimizi.  Tabii ki buna da  şükrettim; Gar'a kadar gitmek de vardı!

Neyse ki kitap yürüme evresini sevdi, sonra  gişelere yakın yerdeki cephesi büyük camiye bakan  dört koltuklu bir masaya oturup hoşça vakit geçirdik, hatta genç bir kadın geldi ve "Oturabilir miyim?" diye sordu.

"Tabii," dedik.

 "Buyrun," dedik.

"Lütfen," dedik.

Teşekkür etti ve oturdu. Birazdan bir arkadaşı da geldi  oturdu ama biz yüz vermedik, onlarla takılmadık ve üst kata çıktık.

Zaten geçen yılın başından beri hayat sürekli sunuyordu, ayrıca önümüzdeki yılların büyük ikramiyelerinin tamamını kazanmıştım.

Hayatım fazlasıyla dolu ve coşkuluydu, rabbimden isteyecek hiçbir şeyim de yoktu.

Yani pek mesut ve bahtiyardım. Zaten baştan taraf olduğum oyundan coşkuyla söz etmem,   geceden zevk almam için koşullar uygundu. Üstelik mesafe kısa da olsa fazlasıyla özlüyordum.

Oyuna sempatiyle başladık. Girişini sevdik ama sonrasında  ilk perdesi bitsin diye dua ettik ve zor ettiğimiz arada -tarihimizde- ikinci kez  kendimizi dışarı attık.

Bu hayatta daha güzel şeyler de var deyip işkembe çorbası içmeye gittik, oradan çıktıktan sonra da kokoreç yedik.

Ay Ecesi oyun yerine roman olsaydı, ya da farklı bir biçimde sahnelenseydi çok iş yapardı. Burçak Çöllü herkesin bildiği ünlü Ferhat ile Şirin masalını almış bildiğimiz halini değiştirmiş, hikayenin odağına Şirin'in ablası Mehmene Banu'yu koymuş, bugüne kadar dilden dile dolaşan öyküyü aşk vurgusuna hiç dokunmadan, üstelik derinleştirerek başka bir gerçeklik üzerine oturtmuş.  Çok da güzel yapmış ki kendisini çok takdir ettik. Ellerine sağlık.

Ama kardeşim, içinde aşk, acı, kadınlığından vazgeçmiş bir iktidar sahibi  olan ve sonrasında aşkı, kardeşi ve iktidarı arasında kalan, bu halleri çok güzel cümlelerle ortaya koyan,  dramı önde ve metni güçlü bir oyun böyle mi sahneye koyulur?

Üstelik  yüksek sanattan anlamasak da kötünün ne olduğunu bilen saygılı izleyici çizgimizden bizi saptırmaya, sonra da bunun pişmanlığını yaşatmaya ne hakkınız var.

Tamam bir şey denemişsiniz ama takımı iyi kuramamışsınız, tiplemeleriniz hikayenin gücünü yansıtamayacak kadar çocuksu, mizahınız "komik", danslar, sözleri pek güzel olmasına rağmen şarkılar, insan sesiyle yapılan müzik(akapella) oyunun akışına entegre edilememiş ve ritmi düşürüp izleyiciyi hikayeden kopartıyor.

Mehmene Banu'nun duygularını, Ay Ecesi ile Ay Kız ikilemini, aynı sahnede iki oyuncuyla anlatmanız ne kadar başarılıysa, oyunun birinci perdedeki en dramatik sahnesinde yapılan komiklikler iğrençlik derecesinde basit ve sıradan ve de gereksiz.

Hikayenin ana rengi ile diğer renklerin serpiştirilme biçimlerinin tonu tutmuyor.

Yanımda oturan,  tiyatrodan benden çok daha iyi anladıkları ve daha çok sevdikleri  belli iki teyzeden biri oyun arasında "Çok uzatmışlar tam kendimi kaptırıyorum, tat almaya başlıyorum pat diye oyundan çekip alıyor birisi beni" dedi.

"Çocuk oyunu olsaymış daha iyiymiş" dedi.

Ve ben: İzlediğim bir şey üzerine hayatımın en keyifsiz, en zevksiz ve en  saçma sapan yazısını yazmak durumda kaldım.

Çünkü ben, yaşadığı anın rengine bürünen bir bukalemunum.


* Herkes herkesle dostmuş gibi.../ Barış Bıçakçı

31 Aralık 2012 Pazartesi

Kar Yağacak

Biterken bir vites yukarı çıkıp  hız kazanan, kendine  yapıştıran,  kendime ait izler bulduğum, soluksuz okuduğum, şiddetle tavsiye edeceğim nadir kitaplardan biriydi Kar Yağacak.

Özellikle kuzey ülkelerine, genelde de  küçük ölçekli şehirler ve kasabalara, dolayısıyla  "küçük" hayatlara ilgisi yüksek şahsım bu kitabı; caddeleri, sokakları, karı, buzu, soğuğu, sobaları yakılmış odadaki sıcağı, istasyondaki barda yaşanan noel gecesini, Sebastian'ın hafif tatlı kuru üzüm kokusunu hissedecek, "Ben şu an Norveç'teyim ve bir türlü oradan ayrılmak istemiyorum." cümlesini bir mektubunun içine yazacak kadar yaşadı.

Bunda yazarın olağanüstü anlatımının rolü yadsınamaz elbette... Ama kurduğu hikâyenin dinamizmi, insanların gerçeklik halleri, aksiyonu, basit gerçekliklere odaklanan esprili ve duygulu dili, nefes kesen gerilimi, sıcacık ilişkileri kitabı biraz da yılbaşı önlerinde gösterilen filmlerin duygusu ile okumamı sağladı.

Yaşamımda önemli yerleri olan başta Aqua Velva olmak üzere votkalı kahve ve Mona'nın bukalemun benzetmesi dahil pek çok şeyle karşılaşmanın yanı sıra kullanmayı çok sevdiğim bir cümlenin denklik haline de pek gülümsedim; ama bu cümle  on numaraydı: "Gece yapmadığın şeyleri düşünüp uykusuz kalmak, yaptığın şeylerden pişmanlık duymaktan daha kötüdür." 

En güzeli ise henüz yaşım 14-15 iken, bir film öncesindeki reklamına vurulduğum,  yerinde duramaz bir telaşla  kepenklerin kapandığı bir saatte dükkân dükkân dolaştığım, hiç açık yer bulamayınca ertesi günü zor ettiğim ilk parfümüm Old Spice'la karşılaşmaktı.

Müziğin  okura keyifli anlar yaşatan bir biçimde yer aldığı,  çevirmenin dipnotlarla şarkılar ve gruplarla ilgili bilgiler verdiği, pek çok tanıdık sanatçıyla karşılaşılan kitapta "cuk oturmuş tanımlar" kategorisinden değerlendirdiğim  "Ne derlerdi Country tarzı müzik için... hımmm... Plağı tersten çalarsan işine geri dönersin, karın boşanmaktan vazgeçmiş, atın da hala yaşıyor olur!" cümlesi de  gülümsediğim anlardan biriydi. 

Okumak açısından epeyi verimli geçen bu yılın  tanıştırdığı ve fanlarından biri olmaya aday olduğum yazar Levi Henriksen'in akıcı, kasılmayan, gözlemci, sıcacık üslubunun yanı sıra mekân ve karakterleri okura, olası bir filmde de  senariste ve yönetmene hiç de zorluk çekmeyecekleri bir biçimde tasvir etmesi göz alıcıydı.

Çevirmen Banu Gürsaler Syvertsen'e de hayran oldum; hikâyenin içinde geçen yerel kültüre ait dinsel ritüelleri, tanımlamaları, dildeki nüansları sıkıcı olmayan dipnotlar halinde vermesi; özellikle sokakta görsem işte bu diyecek kadar tanıdığım Müfettiş Rasmussen'in sorgu esnasında kullandığı -Norveç dilinde nasıl olduklarını bilemeyeceğim- ifadelerini "niçünn", "nas'sı yani" ve "amin" şeklinde çevirip uyarlaması, bu uyarlamanın karakterle eşlenmesinin yarattığı duygu ile de sadece Dan'ı değil beni de gıcık edip kanımı dondurması, çevirinin kalitesini ortaya koymak açısından önemli nüanslardı.

Orta soğuk hava, sanki bir perdeymişçesine açılan bulutların altından çıkan yıldızlar, ışıklı deniz ve votkalı kahve eşliğinde büyük bir zevkle okuduğum; karakterlerini ve özellikle bazı karakterlerin  (Dan, Amcası, Mona, Sebastian) birbirleriyle ilişkilerini öne çıkardığım  kitabın arka kapağını en sevdiğim banklardan birinde kapatırken,  en çok "iyi ki" dedim. Şu okuma meselesine yeniden ama daha pürüzsüz bir coşkuyla bulaşmış olmama şükrettim. "İyi ki etrafımda kimse yokmuş" da dedim.

O esnada, zaten zor tuttuğum pervasızlığım nelere sebep olurdu bilmiyorum; memnuniyetimin yarattığı coşkunun dışavurumunu ben bile engelleyemezdim. Üstelik çok soğukkanlı olabilen bir yanım olmasına rağmen.


Kahvenin Tarifi: İstediğimiz kadar kahveyi (bir tatlı kaşığı) küçük bir parça buz ile çözüyoruz, sonra istediğimiz kadar votka (bir kapak) koyup iyice karıştırıyoruz,- tavsiye edilen şekersiz ama istenirse bir şeker ilave edilebilir- ve sıcak su ile tamamlıyoruz.

14 Aralık 2012 Cuma

Das Boot


''Onlarla olmak insana yaşlı hissettirir kendini; sanki çocukların savaşı!''...


Kırmızlı kadının dokunaklı sesi eşliğinde, İkinci Dünya Savaşının sonlarında bir yığın kayıp vermiş Alman ordusunun bir ''u-botunda'' yolculuğa başlıyorsunuz. Belki  ilk kez bir filmde, öfkesiz bir anlatım ve farklı bir bakış açısıyla yukarıdakilerin anlamsız hayalleri sonucu savaşa sürüklenmiş, görev ve ülke aşkının ötesinde idealleri olmayan ''insanlar'' görüyorsunuz...

Yorumsuzca, hiç taraf olmadan, yalın insan manzaraları sunuyor film size. İzlediğiniz bir sürü soykırım filminde hep kızdığınız Almanların; kör milliyetçiliğin konforlu salonlarında yaşayanlarının kendi insanlarına yaşattıklarını görüyorsunuz bu kez.

Savaşın herkese acı veren ve ne kadar anlamsız bir şey olduğunu politik kaygılar taşımadan, sadece insan odağından bakarak başka bir boyuttan anlatan; güzel oyunculukları, birbirinden farklı ruh hallerindeki farklı karakterleri, ve her bir karakterin farklı farklı ruh hallerindeki duygularını olağanüstü güzel yansıtan diyalogları ile çok iyi ve çok nitelikli bir film Das Boot...

Yaklaşık üç saat boyunca denizaltının içinde her anın heyecanını hissederek; bazen o klostrofobik ortamın boğucu, can sıkıntılı hallerinde nefessiz kalarak; bazen de, üzerinizdeki koca bir ağırlığın kalkmasının hafifliğiyle seyrediyorsunuz(!) filmi...

Asker olmanın disipliniyle  avcıyken av, avken avcı olmanın bütün alt duygularını gözünüzün önüne seriyor film; ve insan olmanın... Belki biraz erkek bir film! Ama sinemaya film değil de ''sinema '' odaklı bakan herkesin izlemesi gereken de bir film... Muhteşemdir!

Ülkemizde pek bilinip hatırlanmayan, gözlerden ırak kalmış, Kusursuz Fırtına ile hatırlanacak Wolfgang Petersen'in  bir anı roman uyarlaması olan bu destansı filminde: Bazen pikaba koyulmuş bir plağın kuytusuna sığınıp uzarken ötelere, bir anda bir sarsıntıyla uyanıverirsiniz,  nefesinizi tutmuş bir halde...

Su yüzeyinde seyrederken koca denizde, nasıl bir yalnızlık olduğunu görürsünüz aslında o kalabalığın... Ve derinlikli insan manzaralarını... Ve aslında başkalarının savaşlarında ölenlerin, hep masum ''çocuklar'' olduğunu...

Sevdiğiniz eğer''sinemaysa'' mutlaka izleyin, izlemelisiniz! Muhteşem oyunculuklar görmek, enfes bir anlatımla müthiş bir sahicilik duygusu yaşamak için ...




Not:1981 yapımı bu film, satıcılar ya da kiralayanlar tarafından U-571 ile karıştırılabilir!..

10 Aralık 2012 Pazartesi

Lizbon'a Gece Treni Üzerine "Random" Cümleler

 'Bu da Ne Ya Şimdi' Denebilir! 2

Bir yazısının içine "Tek bir kelimenin ifade edilişindeki vücut diline ya da tonlamaya bakıp aynı kelimenin farklı insan karakterleriyle ya da aynı insanın farklı ruh hallerinde nasıl farklı anlamlarla yüklendiğini bilen biri olarak" diye bir cümle yazmış, sonrasında okuduğunda ve hâlâ okuduğunda  cümlenin kendisinden çıktığına şaşıran bir şahıs olarak bir kez daha altını çizmeliyim ki bu kitap öyle güzel bir denklik hali yarattı ki,  ne kadar  teşekkür etsem azdır.

Kitabın son sayfasındaki "Hayat, yaşadığımız şey değildir; yaşadığımızı hayal ettiğimiz şeydir." cümlesiyle karşılaştığımda, Gregorius romanın önemli karakterlerinden biri olan kitabı aldığı ve okumaya başladığı andan itibaren  hayal ettiği olayların içinde dolandırdı bizi diye düşündüm.

Sağlığı ile ilgili kaygılıydı ve kitabın sonunda Yunan göz doktorundan çıktığı anda dışarıda bir yağmur başlamıştı. Kitabın en başında da yine yağmur vardı!

Tamam bu kitap adından ve kapağından dolayı ilgimi çekmiş, favoriler listemde yerini almıştı. Ama eğer ki bir tetiklenme olmasa öne çekilmeyecek, ilk siparişte getirilmeyecek ve hatta okuma sırası önlerde olmayacaktı.

Üstelik hem bayramın, hem havaların, hem de aldığım maillerin güzelliği ve özlemle  öyle ekstradan bir ambiyans oluşturdu ki; şimdi hissiyatı anlatmam için cümleyi uzatmam, bu uzatma halinde dağılmam ve sonuçta anlam bütünlüğü kaybolmuş bir cümleye ulaşmam kesindir. O yüzden, hissiyatımın dışavurumuna engel olamayarak  giriştiğim şu boyumdan büyük işten yüzümün akıyla çıkmak  için şuraya nokta koysam şahsım için iyi olacak.

Aslında Portekiz'e gitmediğini, gittiyse de bahsettiği kişilerin hiçbiriyle karşılaşmadığını düşünüyorum. Gittiği ihtimalini biraz daha öne çıkarıp, trende karşılaştığı kadın ile iş adamını da hayalinin kahramanları yaptığını, trendeki kadına da, romanda bir türlü karşılaşamadığımız -sınıfa getirdiği- kadın rolünü verdiğini düşünüyorum.

Yani biz adamın yürürken kurduğu, aklında canlandırdığı bir hikâyeyi okuduk gibime geldi. Tek gerçek alınan kitaptı.

Yazar kitabı 300 sayfada toparlasa iyiymiş, çünkü son 100'e girildiğinde ritmi müthiş düşüyor.

Yeteri kadar tanıdığımız ve hakkında epey bilgi sahibi olduğumuz  Sözlerin Kuyumcusu'nu, bir anlamda çaprazındaki kişilerin ağzından teyit ediyoruz, hiçbir sürprizle karşılaşmıyor, şaşırmıyor, farklı bir durumla beslenmiyoruz. Sanki roman tekrar ediyor kendini ve "A..aa!" diyeceğimiz hiçbir şey olmuyor, ki bence yazar da dağılmış son düzlükte ve gereksiz tasvirler ve detaylar koymuş.

Tabii ki bu hissiyat tümüyle bana özgü.

Belki de ben ilgimi kaybettim son sayfalarda ve dolayısıyla kurguya atıyorum suçu. 

Bir de iki ana karakter Gregorius ve Amadeu Prado fazlasıyla doyurucuyken yan karakterlerden baba dışındakileri hafif kalıyor gibi... belki de benzer bir tema üzerinde giden iki kitaptan Rüzgarın Gölgesi'ni önce okumuş olmam bu kitapla ilgili farklı bir algı yarattı bende.

Rüzgarın Gölgesi'nden pek çok karakter iz bırakmışken bu kitaptaki iz bırakan karakter sayısının diğerinin yarısı kadar olmadığını fark ediyorum.

Kesinlikle insanı bir an önce bitireyim gibi bir telaşa sokmuyor, müthiş bir keyifle yaşanıyor kitap. Okurken aklıma gelen şeylerden biri şu denklik haliydi. Tıpkı hayatın ta kendisi gibi; insanın kendi gibi bakabilen insanlarla kurduğu bağın tadını duyumsatıyor her satırda.

Üstelik de içinden tren geçen bu kitap her cümlesiyle insan ruhunun pek çokları tarafından umurda olmayan, bilinmeyen, fark edilemeyen istasyonlarına uğrayarak gidiyorsa, insan daha ne isteyebilir?

İlk 300'de Isabel Allende'nin "Son yıllarda okuduğum en iyi kitaplardan biri.." fikrine katılsam da son 100'de kitap beni kendisinden koparttı. Suç çok zengin karakterler ve olay örgüsüyle aynı temayı işleyen Rüzgarın Gölgesi'nde olabilir.


21 Kasım 2012 Çarşamba

Şekil Bozukluğu

Pazartesi günü sanat aleminde ne var ne yok diye bakınırken oyunlara da göz atıyordum. Tiyatro sezonu açılmış olmasına rağmen henüz sezonu açmamıştım. Geçen hafta sevdiğim mizah yazarlarından Eprahim Kishon'un bir oyununun afişini bilboardlarda görünce heyecanla nete dalmış, salonun dolu olduğunu görünce de kaçıracağım oyun için üzülmüştüm.

Bu kez, özellikle de içgüdülerim "Bu oyuna git." deyince kıvranmaya başladım. İçgüdülerimi harekete geçiren oyunun adı ve afişi olmuştu, yazarı hakkında bir bilgim yoktu ama Trabzon Devlet Tiyatrosu çıkışlı Ben Feuerbach kişisel tarihim açısından önemli bir aksiyon yaşatmış izi derin bir oyundu.

Çok tereddüt yaşadım; bunun yanı sıra sürprizlerle karşılaşmayı seven yanım bu oyundan iş çıkar diye ısrarla dürtüyordu. Dayanamadım ve  en sevdiğim eylemlerden birini yaparak My Bilet.com'daki hesabıma girdim. Yer konusunda umutsuzdum. J sırasında bir boş koltuk görünce  bunu bir fırsat saydım ve  kaçırmadım.

Oyunun olduğu dün  gidip gitmemek konusunda sürekli ikilem yaşadım. Tanıtımında yer alan "Bekar bir kadının yalnızlığı ile hesaplaşması anlatılıyor." cümlesi ile tanımadığım yazarını yana yana getirince içimdeki ukala burun bükmedi değil... bir yandan da  "bir sürpriz çıkar ve ben oyunu ve yazarını parlatırım" diyerek keşfetmenin tadını da hatırlatıyordum kendime.

Salona girdiğimde dekordan etkilendim, dışarıda gördüğüm oyun resimleriyle sahneyi bir araya getirdiğimde hemen bir artı attım.

Oyunun açılışındaki  çerçeveye alınmış insan yüzleri ve doğru kullanılmış ışık ve tabii ki doğru seçilmiş müzik, şöyle bir koltuğa yerleşmeme sebep oldu. Bekar kadın ve yalnızlıktı sahnedeki, cümleler hoştu, atmosfer sıcaktı.  Bu da yazarla iyi bir tanışıklık demekti ve umuttu.

İçimde hep var olan ama arada bir ve aslında çok nadiren ortaya çıkan ukala, sonradan fazlasıyla utandırılacağı üzere, oyunculuk ve tonlama üzerine biri iki kelam etmeye kalktı oyunun hemen başında. Ama oyun ilerledikçe ve oyuncular ısındıkça ukala önce bedenimi sonra da sessizce salonu terk etti. Ben de  ukalaları salonu terk eden diğer izleyiciler gibi  koltuğuma çakıldım. O andan itibaren sadece beni değil tüm salonu eline geçiren bir oyun vardı; hüznü mizahla tatlandırmış, komikliklere başvurmayan, ukala bir bakışla komiklik sayılabilecek anları ve cümleleri bile sevimli kılmayı başaran  şahane bir akış vardı sahnede.

Bir saat beş dakika süren tek perdelik bu oyun derdini o kadar güzel anlatıyordu ki, o kadar geçirgen bir metni ve bu metin üzerinde o kadar samimi ve sevimli oyunculukları vardı ki,   anlar  çerçeveye alınıp dondurularak o kadar şık vurgular yapılıyordu ki,  ışık ve müzik, ufacık ayrıntılar, imgeler,  meslekler öylesine güzel planlanıp uygulanmıştı ki, her saniyesinde  oyuna  teslim olmaktan başka çareniz kalmıyordu.

Kanımca, oyuna sadece "bekar bir kadının yalnızlığı ile hesaplaşmasını anlatıyor" noktasından bakmak, başta iyi bir gözlemci olduğu anlaşılan başarılı yazar Hayriye Ersöz'e büyük haksızlık.

Oyun tek kişilik  yalnızlıkla, ilişkilerdeki yalnızlık halleri üzerine pek çok şeyi anlatıyor aslında... Bunu o kadar hoş noktalardan ve detaylarla  yapıyor ki bir anlamda bu detaylar izleyiciyi de oyunun  bir parçası yapıyor.

Ayrılma kararındaki bir evli çift, evlenme hayali kuran ve bunun zorunlu olduğunu düşünen bekar bir kadın, evlenmek için seçilen adam ve bir bedende somutlaşan yalnızlık üzerinden; her yetişkinin kendinden ya da tanıklıklarından bir parça bulacağı, bekar kadının hissettiği baskının nedenlerini de ortaya koyan son derece başarılı  öykü üzerinden son derece başarılı bir oyun kuruyor Yönetmen Yunus Emre Bozdoğan.

Bekar bir kadının yalnızlığı ile hesaplaşmasını anlatıyor vurgusu bir kişiyi öne çıkarıyor ve hikayesini onun etrafından  anlatıyor  algısı yaratsa da oyunun en güzel yanı aslında sahnede tüm karakterleri eşit kılıp hiçbirini öne çıkarmadan, derdini kolektif bir katkıyla anlatıyor olması. Her bir karakterin bir diğerinin katalizörü olduğu ve sonuçta ortaya bir mesele koyduğu ve bu meselenin salondaki herkes tarafından gayet iyi anlaşıldığı başarılı bir dil bu.

Keyifli bir tiyatro gecesi için biçilmiş kaftan olan Şekil Bozukluğu;  gayet sevimli, kasıntısız, kurgusu güzel, oyunculukları şirin,  ritmini asla kaybetmeyen, doğru tiplemeleri ve başarılı kostümleriyle eğlenceli ve"Kuzeyli" bir oyun. İzlenmeli.


Dekor tasarımı: Aytuğ Dereli, 
Giysi tasarımı: Töre Özsel,
Müzik: Fatih Veli Ölmez
Işık tasarımı: Yüksel Aymaz
Suflöz : Aynur Yılmaz


Oyuncular: UĞUR KELEŞ, EMRE ÖN, N. MERT HÜROL, F. DİDEM ÖZKAVUKÇU, SİNEM BİLGİN


İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP