14 Aralık 2011 Çarşamba

Bir Yudum Luz Casal



Güneş dağların ardına doğru çekilmeye başlarken; ağaçların üzerine emanet bıraktığı turuncular, yeşersinler diye dallara astığım cümleleri boyayınca... günün, ruhları en dürtükleyen bu saatinde, bir de şarabın dibine yatırılmış sözcükler göz kırpmaya başlayınca... Birden düşüverdi aklıma!

Tahta masalardan birinin üstüne koyuverdim şişeyi: Pamukkale Anfora Trio.

Onunla tanışmamız bütünüyle rastlantı aslında: Günlerden bir gün, elimdeki gazeteye göz atarken gözüm takılıverdi reklama; girdiği pek çok uluslararası yarışmada, almıştı çeşit çeşit madalya.

İlk markette park edince arabayı, ayaklarım otomatik gitti reyona.

Onu alırken bir de kadeh almıştım. Tek bir kadeh!

Eve gelip kadehe doldurunca şarabı, fark ettim ki, hayatımda ilk kez tek kadeh almıştım. Oysa bugüne kadar kadeh benzeri ne aldıysam sayıları hep çift olmuştu: 2, 4, 6 gibi...

Pamukkale Anfora Shiraz favorilerimdendi. Trio ile hiç tanışmamıştık. Ve gariptir ki ben hiç bir zaman şarabın ritüellerine bulaşmamıştım. O kez kadehe koyduğum şarabı kokladım. Kadehi yerden hiç kaldırmadan tabanından tutarak çevirdim. Kadehin duvarlarına çarptım onu. Çalkaladıkça renklerine ayırdım. Her bir rengini ayrı ayrı kokladım. Kokladıkça şarap izi bırakmış kadınları düşündüm.

Şimdi, bugün, şu saatte yani!

Pamukkale Anfora Trio, uzun bacaklı bir kadeh, ben ve Luz Casal.

Düşlerim kimsesiz.

Tavsiye ederim!

Kimsesiz düşleri değil.

Shiraz, Kalecik Karası, Cabernet Sauvignon kupajı... son derece yumuşak ve içimi keyifli, fiyatı kalitesine göre oldukça uygun Pamukkale Anfora Trio'yu.

Ve tabii ki bir Luz Casal CD'sini.

Gökyüzünün ışıklarını yakmayı unutmayın! Unutmayın ki; her bir cümleniz en halleriyle üzerine düşsün. O, her bir cümleye uzun uzun baksın. Baktıkça cümleleriniz kapansın. Kapandıkça yüzünden anlayın.

Sonra o uykuya dalsın. Siz usulca yatağına taşırken uyansın. Uyandığında bir kahkaha atsın.

Ve "Sen delisin" desin.

Bunu sesle söylemesin;

Kelimeleri, dudaklarınıza değsin.

12 Aralık 2011 Pazartesi

Ritüel

11.30' da başlayacağı haberi düşmüştü kulaklara... 
Ailenin şehirde olan fertleri bir araya geldi tam 11.30' da. 
Pideler  için gitmişti malzemeler fırına...
Saz arkadaşları, hazır olmalıydı masada...


Pide sofrası kalabalık kaldırmaz!
 Kapalı pidelerin üzerine sürmek için tereyağı, 
iki kenarından tutup içini açarak eklemek için karabiber, 
kırmızı pul biber... 
salatalık, domates, biber 
ve turşu yeterlidir.


Masadaki yerlerini almalarıyla birlikte ortaya saçılan kıyma, tereyağı, pastırma ve kavurma kokuları; 
gözlerde ve burunlarda nağme olur ki 
o esnada göze kestirmek gerekir,  
kapmak için en uygunu...


Açık pidelerle başlamak adettendir. 
Ucundan koparılır bir parça,  önce içindeki yağa batırılır, sonra arasına bir parça pastırma şıkıştırılır, yumurtaya şöyle bir değdirilip,

mest olunur.


Kavurmalı pay edilir tadımlık... 
Solist altı olmak yakışmasa da,
ağır gelir bol çeşitli sofraya...


Turşu olmadan asla!


 Kavrulmalıdır evde
soğan ile  kıyma;
tuz, karabiber 
ve bol tereyağıyla...


Buluşmalıdır mahalleli bir fırında;
odunun kokusuyla. 
 
Akarken usul usul yağ,
harman olmalıdır hamurla... 

Çıtır... çıtır... çıtır  
(yerken pidenin çıkardığı  ses)


Açık pidenin en güzel anı: 

Yarısına kadar kopartarak yedikten sonra, 
 aramoların kolektif bir tada ulaştığı o anda, 
iki yakasını bir araya getirerek 
 dinlemektir ondan,
beraber ve solo şarkılarını...


Sen Kendini Sadece Pide mi Sanmıştın

11 Aralık 2011 Pazar

La Bohéme

Opera Bale; yine muhteşem bir eserle, Giacomo Puccini'nin, metni Giuseppe Giocosa ve Luiga İllicia tarafından yazılmış, dört "bohem" sanatçı arkadaş ve bunlardan birinin hüzünlü aşkı üzerine kurulmuş, içinde sevgi, kıskançlık, bağlılık, fedakarlık, neşe ve hüzün barındıran operasının prömiyeri ile ve tamamı dolu bir salonla sezonu açtı.

Yine -ve çok kere olduğu gibi- olağanüstü coşkulu bir gece idi. Orkestra performansı, müzik, şarkılar, oyunculuklar, seyirci tepkisi, finaldeki kol kopartan alkışlar muhteşemdi. Geçen yılki açılış oyununda bazı karakterleri oyuncularla örtüştürememiştik. Ama bu kez olumsuz anlamda söyleyecek sözümüz, herhangi bir ânı, karakteri eleştirecek tek bir kelimemiz bile yoktu. Dekorlar; yan koltuğumda oturan beyin 3. perde açılırken "Artık dayanamayacağım ve coşkumu haykıracağım." diye ifade ettiği kadar kusursuzdu.

İlk -ve dördüncü- perdesi yokluklarla dolu bir çatı katında geçen eseri izlerken, kalabalık sahnelere bu alan yetecek mi endişeleri taşıyordum. İnsan algısı garip; ânı, ânla değerlendirmek gibi bir açmazı var. Oysa geçen ve önceki yıl pek çok kalabalık sahnenin bütün ihtişamıyla sahnelendiği gösteriler izlemiştik. Yani demem o ki; sahneye o kadar muhteşem bir çatı katı yerleştirilmişti ki, oyuncular o sahnenin her santimetrekaresini sesleri ve hareketleri ile o kadar güzel dolduruyorlardı ki, kaçınılmaz bir biçimde bu çelişkiyi yaşıyordunuz. İkinci perde açıldığında karşılaştığı alanın güzelliği karşısında her izleyici "Budur!" dedi, eminim. Son derece kalabalık ve dinamik bir meydan, bu meydanın uygun bir yerine konuşlandırılmış, öykünün sürdüğü, geliştiği Cafe Momus şahaneydi.

Yaklaşık 30- 40 kişilik figurasyon ve kafede oturan 6 ana karakterle birlikte müthiş, son derece dinamik bir görsellik sunulmuştu. Bu kadar büyüklükteki kalabalığın tek tek planlanmış oyunculuğu olağanüstü estetik, keyifli, anlara yedirilmiş lezzetli bir mizahı da içinde barındıran enfes görüntüler sunuyordu. Kafede oturan ana karakterlerin yanı sıra, en azından kusur aramak maksadıyla bakındığınız her noktada, gerçek hayatın kendisini görüyordunuz. Ana karakterlerin arkasında kalan bar tezgâhındaki barmen, ona yardım eden garsonlar, servis yapanlar, metrdotel, meydanın bir köşesindeki laternacı, bir başka köşedeki müzisyenler, cambazlar, oyuncakçı, onun etrafını sarmış çocuklar, çocuklarıyla cebelleşen anneler, jandarmalar olağanüstüydü. Koca bir alanın tüm dinamikleri kendi mantıkları içinde yaşarken, tüm bu dinamiklerden oluşan görsel bütünlüğe, bu karmaşıklık halinden yaratılmış bütünlükteki uyuma, şapka çıkarıyordunuz. Hele Merve Bengier'in koreografisinde Cansu Bekaroğulları'ndan bir dans seyretti ki izleyici; meydana, meydanın tüm dinamiklerine ekstra bir lezzet ve renk katan bembeyaz bir kelebekti o.

Ana karakterlere fokuslandığı anda öykü; zamanın kalabalık için donması, etraftaki herkesin birer heykel halini alması, bunun yanı sıra ana kahramanların hikâyesinin devam etme anı muhteşemdi: Gözlerim kırpışacak bir gözü, titreyecek bir eli, denge kaybına uğrayacak bir kişiyi nafile aradı.

Hikâye bildikti, üstelik gösterinin başında size anlatılıyordu. Yani bildiğiniz bir öyküyü yine de merak ederek izlediğiniz dinamik ve başarılı bir reji, samimiyetin lezzeti ile soslanmış muhteşem bir oyunculuk hakimdi sahnede. İki saat süresince; girişini, gelişimini ve sonucunu bildiğiniz bir öykü de bile, sizi koltuğunuza çakan ve sanki hiç bilmediğiniz bir öyküyü sıfırdan izliyormuşsunuz duygusu yaratan bu dinamik akış için, elbette Rejisör Vincenzo Grisostomi Travalina'yı ve ortaya koydukları oyunculuklar için sanatçıları defalarca kutluyordunuz .

En az 40 kişiye giydirdiği kostümleri -her gösteride olduğu gibi- renkli, pırıltılı ve kusursuz olan Aydan Çınar; muhteşem kıyafeti ve alımıyla final seremonisine damgasını vururken, hak ettiği alkışı seyirciden fazlasıyla alıyordu.

Bütün bu coşkulu ve "müşteri memnuniyeti içeren" ifadelerden de anlaşılacağı üzere, Samsun Devlet Opera ve Balesi'nin sergilediği La Bohéme: Bu sanata ücralar kadar uzak insanlar için müthiş bir başlangıç eseri olabilir. Hiç değilse bir kez olsun bu sanatla tanışmak, en azından bir kez gidip sahnede, o atmosferi yaşayarak canlı izlemek, çocukları bu sanatla tanıştırmak için önemli bir seçenek.

Diyelim ki bu tarz şarkı dinlemeye tahammülsüzsünüz, diyelim ki klasik müzik sizin canınızı sıkıyor! Öyle bile olsa, inanın sadece dekorları izleseniz, kıyafetlere baksanız, öykünün uygun yerlerine yerleştirilmiş esprileri yakalasanız, tüm bu devinim içinde kulaklarınızı tüm seslere kapatsanız bile; sadece 3. perdedeki soğuk ve karlı gecenin sabaha kavuşma anındaki sokak lambalarının söndürülüşüne, gecenin güzelliği ve sahiciliğine, bir itirafın sevgili tarafından ağaç arkasından dinlendiği âna, gerçeğin ortaya çıkışına ve tüm bu anlara eklenmiş şarkıların
söylenişine, güzelliğine, ve şarkılarla ifade edişin mimiklerine, duygusuna kesinlikle bayılırsınız.

Yani bir kez daha demem o ki; mutlak seveceğiniz bir ân yakalayacaksınız bu gösterinin bütünlüğünde.... ve eminim ki finalde sizde kalacak olan en önemli duygu; ortaya koyulan emeğe duyduğunuz saygı olacak. Ve bir kez daha gerçek sanatçılığın nasıl bir özveri, çalışmak ve beklentisizlikle oluştuğunu göreceksiniz. Ve eminim ki bu yolda emek veren sanatçılara o andan itibaren daha olgun, popüler kültürün gözlerinize soktuğu "sanatçılardan" daha farklı bir gözle bakacaksınız.

La Bohéme'i izleyin! Muhteşem dekorları için övgüyü tüm süreç boyunca alan Adnan Öngün'ü... Tulio Gagliardo Varas yönetimindeki Samsun Opera ve Balesi Orkestrası'nı... her performanslarında "İyi ki bu şehirde, bizim operada ve bizimle birlikteler," dedirten iki şahane soprano Mimi'de Esra Çetiner ve Musetta'da Zerrin Karslı'yı... oyun bütünlüğüne harikulade ışığı ile anlam katan Giovanni Pirandello'yu... Rodolfo'da Murat Karahan'ı, Marcello'da Hasan Çelik'i, Schaunard'da Şahan Gürkan'ı, Colline'de Zafer Erdaş'ı, Alcindoro'da M. Orçun Gün'ü, Benoit'de Cüneyt Erdoğan'ı... Aydan Çınar'ı... Koro Şefi Alexei Vinogradschi'i... oyuna renk katan tüm çocuk sanatçıları... Merve Bengier'i, Cansu Bekaroğulları'nı, rejisör Vincenzo Grisostomi Travalina'yı alkışlarınızla çoğaltmak için, kendinize bir iyilik yapın ve mutlaka orada olun. Çünkü salonu terkederken yüzünüze konmuş güzel bir tebessümle birlikte kendi çoğalışınızın da tadını hissedeceksiniz.

* Yazıdakiler, 1.Ekim.2011 akşamındaki ilk gösterimde görev alan sanatçılardır. İzleyeceğiniz gösterilerde farklı sanatçılar olabilir.

7.Ekim. 2011

10 Aralık 2011 Cumartesi

Üçü Bir Arada: Don Kişot, Amazonlar ve Seslerle Anadolu

Don Kişot

O gece seyirci yeni bir Don Kişot yazdı. Süreç içinde Aleksandr Gorsky tarafından süresi kısaltılmış bu gösteriyi finaldeki alkışlarıyla, sanatçıları sürekli sahnede tutarak, tekrar tekrar selam vermek zorunda bırakarak 4. perdeye taşıdı.

Don Kişot'un oldukça kalabalık kadrosuyla altından kalkılması zor bir gösteri olduğu düşünüldüğünde; seyirci ilgisini iki saat boyunca diri tutarak coşkuyu finale taşıyabilen Samsun Opera ve Balesini kutlamak gerekiyor.

Perşembenin gelişi çarşambadan belliydi aslında; yan koltuğumda oturan üç teyze her bir dans esnasında kendilerini zor zapt ediyor, hayranlık ifadeleri telaşlarına yansıyor ve her performans sonlandığında duyguları alkış sağanağına dönüyordu.

Onlar böyleydi de salon başka türlü müydü sanki. 2 saat boyunca bir türlü düşmüyordu seyircinin ilgisi..

Ludwig Minkus'un dinlemesi keyifli, oldukça hareketli müziği üzerinde yeni bir destan yazıyordu Bujor Honiç (ve Tolga Taviş*) yönetimindeki Samsun Devlet Opera ve Balesi Orkestrası.

Gösteri esnasında zaman zaman (Basil) S.Boğaçhan Bozcaada'nın zorluklarını düşündüm, öyle bir balerinle ikiliydi ki.... insan, hayranlıkla onu mu seyretse yoksa işine mi baksa ikilemi arasında kalırdı. Anna Goriashvili hem fiziksel duruşu hem de sahne performansıyla öylesine büyüleyiciydi ki elin ayağın tutulmaması mümkün değildi.

Gülden Sayıl'ın başarılı kostümleri ve dekorları, seyirciyi alıp götüren rüya bölümündekiler başta olmak üzere etkileyiciydi.

Nazmiye Kıratlı seyircinin en çok takdir ettiği sanatçılardan biri olarak, üstlendiği Çingene Kız karakteri ve yaptığı dans ile yine tüm salonu büyülemeyi başarıyordu. Oyunu iki farklı kadroyla izlemiş biri olarak seyirciyi en etkileyen karakterlerden birinin rüya bölümündeki sempatik dansıyla Merve Gürer Bozcaada olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Bir Marius Petipa koreografisi olması, özellikle son perdede her dansçıcının solo performanslarına tanık olmanızı da sağlıyor. İki farklı kadrodan izlediğim gösterinin prömiyer kadrosunun, karakter-oyuncu uyumu konusunda takıntılı olan bende daha derin izler bıraktığının altını ise çizmem gerekiyor.

*İkinci izlediğimde Orkestra Şefi Tolga Taviş'di

Amazonlar


Dünya prömiyeri Samsun'da yapılan, librettosu ve koreografisi Samsun Opera ve Bale sanatçılarına ait, bu anlamda tarihsel bir önemi de olan; heyecanlı, dinamik ve sert hikayesini romantizmle tatlandırmış son derece lezzetli, önemli ve kaçırılmaması gerekli bir bale gösterisi Amazonlar.

Vakhtang Kakhidze tarafından yapılmış müziği; orkestra tarafından çalınmamış olmasına rağmen olağanüstü... Medeia Magalashvili tarafından yazılmış son derece sağlam bir metin ve Nugzar Magalashvili'nin muhteşem koreografisinin bileşimi, görkemli, akıcı ve son derece dinamik bir gösteri.

İsmail Dede'nin canlı renklerle bezediği kostüm ve dekorlarına, O. Murat Yılmaz'ın başarılı ışığı ve öykünün akışına uygun anlara yerleştirilmiş Murat Turgut'un etkileyici video görüntüleri eklenince; izleyiciye sadece, iki saatlik, içinde aşk, aldatma, savaş olan rüya gibi balenin keyfini çıkarmak kalıyor. Oyunun girişinde salona yayılan sis her ne kadar astımlılar konusunda sorun yaşatabilecek olsa da, son derece etkileyici.

Penthesilea- Nazmiye Kıratlı-Khozaashvili, Hipopolyte- Anna Goriashvili ve Antiope- Elif Ilgaz canlandırdıkları karakterlerin hakkını sonuna kadar veriyorlar. Theseus- Boğaçhan Bozcaada, İason- David Khozaashvili oldukça başarılılar. Fakat sertliği, estetik güzelliği ve erkek vurgusu üst düzeyde olan, son derece dinamik solosundaki başarısından dolayı Herakles- Barış Erhan'ı bir adım öne çıkartmak gerekiyor.

Aslında üzerine daha detaylı ve uzun bir yazıyı fazlasıyla hak eden Amazonlar sezonun en dinamik, en akıcı, hikayesini en doğru ve güzel aktarabilen bale gösterisi. Kesinlikle izlenmeli.

Seslerle Anadolu

Seslerle Anadolu, TRT'nin eski müzik eğlence programlarının formatını hatırlatan, ülkenin değişik yörelerinden türkülerin Opera sanatçıları tarafından yeni bir formla söylendiği, danslarla tadlandırılmış, seyircinin hem katılıp hem de beğendiği bir gösteri. Sevtaç Demirer'in sade dekorları ve kostümleri, O. Murat Yılmaz'ın ışığı formatın ruhuna oldukça uygun.

Sopranosundan basına, tenorundan altosuna tüm sanatçılar  her türküyü başarıyla yorumlarken aynı zamanda fıkır fıkırlar. Türküler ülkenin farklı yörelerinden seçilmiş ve kulaklara en aşina olanlar. Meddah tarzı bir anlatımla her performans öncesinde türkünün hikayesi ile ilgili bilgiler veriliyor;  anlatıcı, aynı zamanda da gösteriyi sahneleyen Mehmet Yılmaz tarafından...

Video görüntüleri hikayeleri destekliyor. Türk Müziği enstrümanları ile zenginleştirilmiş Samsun Devlet Opera ve Balesi Orkestrası mükemmel. Roman havasındaki danslar kusursuz, son derece lezzetli ve esprili... Özden Aktürk'ün koreografisi hoş... Fakat, tüm öne çıkardığım başarılara rağmen;  okul müsameresi hissiyatı yaratan akış planı, seçilen  türkülerdeki popülizm, araya serpiştirilmiş, izleyiciyi etkileyeceği açıkça belli olan şekerlemelerle seyirciyi tavlama anlayışı, bir türlü içime sinmiyor.

Salonu  eğlenceye zaman zaman katan, çoğunluğun fazlasıyla eğlenip mutlu olduğu, yer yer coştuğu, sanatçı performansları mükemmel olan bu gösteri,  geçişleri ve sunumu anlamında -bende- akıcı ve kalıcı olmayı bir türlü başaramadı. Dekorlar, ışık ve sahne performanslarına baktığımda eski televizyon günlerine hoş bir gönderme diyerek sevindim. Ama sahneleme konusunda, özellikle ritmi düşüren ara anlatımların, ifade edişin lezzetsiz, sıradan ve ilkokul müsameresi hali, altını çizdiğim popülist yaklaşım; çok sevdiğim, her zaman yürekten alkışladığım, her geçen gün üzerine koyan gösterilere, esprilere, hoşluklara zemin oluşturmuş bu sahneye ve SDOB markasına yakışmadı. Sanki bu marka altında değil de başka bir  alanda sahnelenmesi gereken, eğitim amaçlı bir gösteri olmalıydı diye düşündüm hep. Ya da sadece orkestra, danslar ve solistler olmalıydı sahnede. O zaman çok coşkulu, sıkıntısız, yüreğe taş bastırmayan, son derece lezzetli kelimeler dökülecekti klavyeden... adım gibi eminim.

9 Aralık 2011 Cuma

Flaş Haber

Bir süre resim çalışmalarına ara verip piyano ile uğraşan ünlü ressam Naz,  çalışmalarını iki yazdır ön balkona kurduğu açık hava atölyesinde -hobi tadında- sürdürüyordu.

Kısa bir süre önce, ilk eserlerini yarattığı Sanat Evi ile yollarını ayıran sanatçı, çalışmalarına artık yeni bir Sanat Evinde devam ediyor.

Yeni üretimlerini yaptığı Sanat Evindeki ilk tablosunun kısa bir süre sonra kamuoyu ile paylaşılacağının müjdesini verirken, sanatçının ilk tablolarından birini elinde bulunduran değerli koleksiyonere de  bir kasa kiralamasını hatta elinde bulundurduğu tabloyu sigortalatmasını öneriyoruz.

Sanatçının gün ışığına çıkmamış Rüzgar Gülü adlı tablosunu hummalı bir çalışmanın sonunda ele geçiren La Paragas; eseri sanatseverler ve takipçileriyle -yeni resim öncesinde- paylaşmış olmaktan da onur duyuyor.

8 Aralık 2011 Perşembe

Bütün Oğullarım

Sonunda dersimi aldığım, afişine bayıldığım, ikinci perdenin ikinci bölümüne kadar iyi mi- kötü mü olduğu noktasında  net bir fikre varamadığım bir oyundu, Bursa Devlet Tiyatrosunun "Bütün Oğullarım"ı.

Bunun oyunun kurgulanış biçimiyle ilgili olduğunu düşündüm hep. Birinci perdenin içinde ve ikinci perdenin başlangıcında hâlâ; "sıkıldım mı, yoksa merak ettiğim şeyler var mı?" sorusunun yanıtını arıyordum. Ve bulamıyordum.

İçimdeki kişilerden biri  sürekli "Çık," diye dürterken, hayattan birazcık da olsa nasibini almış, biraz da talim terbiye görmüş  diğeri  "Otur oturduğun yerde!" deyip ayar veriyor, her isyanımda paçamdan tutup koltuğuma çakıyor, uyuklamak üzereyken de gözlerimden tuttuğu gibi sahneye fırlatıyordu.

Farklı benler arasında süre giden bu itiş kakış içinde tutunmaya çalışıyordum oyuna. Önce süresini uzun buldum, sonra dizilerde, filmlerde alttan alta müzik duymaya alışmış kulakların boş kalmasına bağladım.

Bir türlü  ritmi tutturamıyordum. Neredeyse oyunculuklara bile dil uzatacaktım. İçimdeki ukalayı sürekli çimdikliyor, yakın ara iki eleştiri  yakışmaz  diyor, bir yandan da pırıltılı cümleler kuruyordum. Arthur Miller gibi  bir büyük usta tarafından yazılmış, sağlam bir  metne sahip oyunun daha çok izleyiciyle buluşmasına  katkı verebilmek için çabalıyordum.

Üstelik oyun Behzatımın abisi (Ege Aydan ) tarafından sahneleniyordu. İşin ilginç yanı salona baktığımda sıkılan kimse de gözüme çarpmıyordu. Hatta tiyatro denince sadece komedi bekleyen  türden izleyiciler dahi yer yer kıkırdayıp, güzel  güzel  gülüyorlardı.  Salonun genelinde olumsuz bir hava yoktu. Belli ki  haddimin bildirileceği vakte daha vardı.

O an; ikinci perdenin ilk yarısında kendini göstermeye başlayıp ikinci yarısında doruğa ulaştı. Nefesler kesildi. İlk perde boyunca sarfedilen tüm cümleler, duygular, olaylar anlam kazandı. Sürekli yükselen bir heyecan, üst üste koyulan tuğlalar, hızla tamamlanan sıvalar, boyalar ortaya öyle bir yapı çıkardı ki;  yerin yedi kat altına saklanmak bile bana az geldi. Utandım.

Para, dolayısıyla kapitalizm eleştirisini son derece insani bir durum üzerinden yapan oyun;  tümüyle ideolojik bakılabilecek bir meseleyi klişelere başvurmadan, mesajlarını sloganlaştırmadan, kolaylıkla suçlu ilan edilebilecek bir kapitalisti çarmıha germeden anlatmayı beceriyor. Paranın amaç olduğu bir halde insanların başına neler getirebileceğini  tümüyle insani bir gerçeklikle ve oyunculukların tavan yaptığı dramatik bir finalle anlatıyor.

Üzerinden iki gün geçmiş olmasına rağmen hâlâ oyunun damağında bıraktığı lezzetle dolaşan, karakterleri üzerine düşünen, öykünün bütününü fark eden, irdeleyen ve an itibariyle suçlu suçlu dolaşan ben gibileri de utançtan yerin dibine gömmeyi başarıyor. Daha ne olsun!

6 Aralık 2011 Salı

Satranç

New York'tan Buenos Aires'e Atlas Okyanusu boyunca yol almakta olan bir gemi... Bu geminin içinde birbirlerinden çok farklı yaşanmışlıklara sahip insanlar... Hepsini ortak bir noktada buluşturansa dünyanın en eski ve en nev-i şahsına münhasır oyunlarından birisi: “Satranç”.

Bir tarafta bu pratikteki başarısı dünyaca tasdiklenmiş; bu işi yapmaktaki amacı popülaritesinin tadını çıkarmak ve kesesini doldurmaktan başka bir şey olmayan zamanın Dünya Satranç Şampiyonu Mirko Czentovic, diğer tarafta Avusturyalı asil bir aileden gelmesine karşın SS subaylarının hışmına uğrayıp önce işini, sonra da aklını kaybetme noktasına gelmiş Doktor. B. Satranç onun için sadece bir oyun değil. Aylarca hapis hayatı yaşadığı bir otel odasında, hayatının en zor günlerinde onu bunalımdan kurtaran bir arkadaş, bir mucize.

Bir tanesi ahlaki ve kültürel açıdan bomboş, iki kelimeyi bir araya getiremeyen, defolarını örtmek için insanlardan kaçan “önemli” bir adam. Dünyada iyi bildiği tek şey Satranç. Diğeriyse hayatı büyük mücadelelerle geçmiş, dürüst, çalışkan yani “önemsiz” bir adam. Bildiği şeyler arasında belki de en önemsizi Satranç.

Bu iki adam, şampiyonumuzun büyük lütfu sonucu sıradan insanlarla (tabi ki yüklü bir meblağ karşılığı) geminin sigara odasında birkaç el satranç oynamayı kabul etmesi sonucu tesadüfi bir şekilde karşı karşıya gelir. Dr. B. Czentovic'i kafasında defalarca yener; ancak bu işi tıpkı hapis hayatındayken bir nebze vakit geçirebilmek amacıyla zihninden kendine karşı oynadığı oyunlardaki gibi o kadar abartırki, satranç tahtasının o anki gerçekliğinden uzaklaşır. Sonuçta da Kaybedenler Kulübü'nün üyelerinden biri haline gelir.

Zweig, yalnızca 70 sayfada o kadar çok şey anlatmış ki, hayata dair çıkarılacak o kadar çok şey var ki afallamamanız imkansız. Kıssadan hisseyi Zweig'ın yaşadıkları açısından anlamak isterseniz, 2. Dünya Savaşı'nın yıkıcı atmosferini gözünüzün önüne getirebilir, bir köşeye kazanmakta olan cani, insanlıktan nasibini almamış Nazi terörürünü; diğer tarafa ise bu terörle, hepsinden önemlisi terör ortamı yüzünden kendi değerleriyle bile mücadele etmek zorunda kalmış insanları koyabilirsiniz.

“Yok ben genel bir çıkarım yapacağım” derseniz; benim yaptığım gibi güncelden yola çıkabilir, mavi köşeye bağırıp çağırmaktan başka işlevi olmayan, kendini popüler etme derdindeki adamları(kadınları); kırmızı köşeye ise onlara sayısız ayar vermelerine rağmen, fazla bağırıp çağırmadıkları için halk arasında onlar kadar popüler olamayan vakur, görmüş geçirmiş değerli abilerimizi, ablalarımızı yerleştirebilirsiniz.

Şu da bir çözümdür: Önce bir tanıdığınız Facebook profilini, daha sonra ise gerçek hayattaki profilini gözünüzün önüne getirin. İkisi ne kadar örtüşüyorsa Dr. B odur!

Okan Bayülgen'in hep dediği gibi: “Hayat sokaklarda” aslında. Ve ayrıca Satranç gibi modası hiç geçmeyecek değerli kitaplarda sanırım...

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP