24 Nisan 2010 Cumartesi

Bir Tren Penceresinden...

Geziyi haftalar öncesinden planlamıştık Tırtıl'la; havaların ısınmasını, dağlardan akan suların ırmaklara karışmasını bekliyorduk. Demiryolcu bir dedenin torunu olmanın avantajını yaşamıştım hep. Zamana akan trenlerin, raylarla ortaklaşa yarattıkları müziği suratıma konduran yaz sıcaklarının şefkatli öpücüklerini, hep sevmiştim. Uzun düzlüklere bakar, her tünelin ardından çıkan coşkun ırmakların suyunda serinlerdim.

Dünkü yolculuk Tırtıl'ın ilk tren yolculuğu idi. Bu açıdan önemli... Aslında çıkış noktamız 23 Nisan ve Ulusal Egemenlik olmamakla birlikte, dünkü tanıklıklarımız, hiç ummadığımız kalabalıklar; çok umutlu ve çok güzeldi.

Yol boyunca Tırtıl'ı da gözlüyordum. Sürekli üzerinden geçtiğimiz köprülerin altından akan bahar coşkunu ırmağın fotoğraflarını bir türlü yakalayamaması, ve buna telaşları çok hoştu. Sonuçta makinayı hazır etme halinden anladım ki işin matematiğini çözmüştü. Her tünel çıkışının, virajlar ala ala akan ırmakla trenin kesişme noktası olduğunu farketmişti.
Seni seviyoruz...

Sonra, yemyeşil çayırlara salınmış hayvanların peşine düştü. Rayların yamacında, küçük ölçekli bir apartman boyu yukarımızda, aşağı düştü düşecek korkusu yaşatan bir rahatlıkta dolaşan inekleri, ne yazık ki yakalayamadı objektifi. O da, o klasik sözü ineklere uyarladı ve onları düz ovada yakaladı.

... altımızda uzanan rayların bizi uzaklara taşımasına sevdalı;.... diye bir cümle kurmuştum, bir yazımın içinde... O da benim oğlum ya!

Burası Ladik istasyonunun karşısı; fotoğraflarını çekmeyi en çok sevdiğim yer. Bir çok kamera kaydımda ve fotoğrafımda vardır. Bu kez Tırtıl'ın objektifinde... Ne yazık ki, yıllardır omuz omuza oldukları iki ev, aralarında yok artık.. (İnce ve soldakine yapışık olanının alt katında mavi boyalı tahtadan kepenkleri olan küçük bir bakkal dükkanı vardı)
Ve bu gezinin son istasyonu; en sevdiğim, sorularıma şahane yanıtlar vermiş görünmez kentlerimden biri... Aksiyon dolu günlerimizin, ülkenin farklı kentlerinden gelip yolları burada kesişmiş en arkadaşlarla, aynı havayı soluduğumuz şahane kent...

Directed by Tırtıl

23 Nisan 2010 Cuma

BU BAYRAM BİZİM BAYRAMIMIZ

Merhaba bugün günlerden ne mi? 23 Nisan yani benim ve benim gibi çocukların bayramı… Bu işin içinde çocuklar varsa törenler ve diğer etkinlikler harika olmalı. Tüm Türkiye kırmızı-beyaz bayraklarla süslenmeli normal günlerden bambaşka bir coşku yaşanmalı. Ama bu bayram diğer bayramlar gibi klasik olmamalı.

23 Nisan günü normal bir gün gibi başlayabilir. Ama böyle bitmemeli. Sabah kalktığımda kuşlar cıvıldamalı. Etrafı coşku ve neşe süslemeli. Tüm Dünya çocukları benim şehrimde yani SAMSUN’ da toplanıp törenler ve etkinlikler düzenlemeli. Dünya çocukları Türk çocuklarıyla sohbet edip arkadaşlıklar kurmalı. Ben ise bir günlüğüne bile olsa Samsun’un başına geçmeliyim.

Ayrıca ben bir izciyim ve törenlere ve etkinliklere diğer izcilerle beraber katılabilmeliyim.

Evet, farkındayım biraz fazla şey istedim ama BU BAYRAM BENİM BAYRAMIM... E tabi diğer çocukların da…

Naz ÖZSAMSUN

22 Nisan 2010 Perşembe

Ara Sıcak

Alkışlar, Samsun Devlet Opera ve Balesi Basın, Protokol ve Halkla İlişkiler Bürosuna...

Antenleri hayata açık biri olduğuma sık sık vurgu yaparım. Bir de, bu açık antenlerin algıladıklarını birikmişliklerle çarptığımda çıkan sonuçların, oluşmuş yargılarımın beni hiç yanıltmadığının övüncünü tekrarlarım, sıklıkla...

Bu yıl, yazılarda ağırlığı sinemadan alıp tiyatroya, baleye, opera ve klasik konserlere kaydırdım. Farkettim ki sinema hiç de sahipsiz değil. Bir çok sinema sitesi, dergisi, televizyon programı, blogu var. Öte yandan sözünü ettiğim sanatlara yönelik, insanların iştahını açacak, onları bu alanlara yöneltecek, onca emeği ve güzelliği farkettirecek yazı ve kaynak yok denecek kadar az.

Bu bilinçli bir seçim değildi başlangıçta, bunu belirtmeliyim. İlk konser yazımı yazdığımda böyle bir misyon biçmemiştim kendime... Ama o kadar keyifli saatler geçirdim ki Samsun Devlet Opera ve Balesi'ne konukluklarımda; o kadar güzel ve samimi temsiller izledim ki; kaçınılmaz bir biçimde, bu keyfin bir yansıması olarak her seferinde kendiliğinden gitti parmaklarım, klavyenin tuşlarına... Tıpkı bir bestecinin, bir şairin, bir yazarın ilham geldiğinde kendini zaptedemez güdüleri gibi... Farkındaysanız konukluk dedim. Bu boşuna seçilmiş, yazıyı süslemeye yönelik ya da kurumu parlatma maksatlı bir vurgu değildir. Bu gerçeğin ta kendisidir. Bir kurumun, özellikle başında devlet yazan bir kurumun içinde kendinizi konuk gibi, daha özü, kendinize ait bir yerde gibi hissetmenizin ne kadar özel bir hal olduğunu sanırım hepimiz biliriz.

İşte her temsil yazımın içinde samimiyetine ve konuklarına ayrımsız saygısına vurgu yaptığım Samsun Devlet Opera ve Balesinden bir e-posta aldım, hafta içinde... Bunu paylaşmakta ki maksadım kesinlikle kendime, blogun okunur olduğuna bir vurgu değildir. Hissiyatımın ve kanaatlerimin hiç de yanlış olmadığının, gözlemlerim sonucunda oluşmuş yargılarımın bir kez daha doğru çıkmış olmasının çocuk sevincidir. Burada öne çıkarmak istediğim şudur: Bir kurum düşünün, internette kendince yazan bir blogun yazılarına ulaşıyor. Sonra bu kurumun basın protokol ve halkla ilişkiler bürosundan değerli ve sorumlu biri, bu blogun iletişim adresine, bir kısmını buraya taşıdığım şu cümleleri içeren bir e-posta yazıyor:

Merhabalar,

Blog sayfanızda Müdürlüğümüz hakkında yazmış olduğunuz yazılarınızı geç de olsa takip edebilme fırsatımız oldu. Temsillerimiz hakkında bu kadar eleştirel gözle bakmanız ve sitenizde yapmış olduğunuz yorumlarınız için müdürlüğümüz adına size sonsuz teşekkürlerimizi sunarız. İletişim bilgilerinizi bizimle paylaşırsanız sizinle daha yakın ve sağlıklı bir diyalog kurmak isteriz. Blog sayfanızı Samsun Devlet Opera ve Balesi Müdürlüğü Halkla İlişkiler, FACEBOOK sayfamızda paylaştık. Bilgilerinize.... Tekrar teşekkür ederiz."


Bu zarafet üzerine, hareketin şıklığına vurgu yapan kendimce cümleler yazmayacağım. Çünkü sanatçılarıyla birlikte bir kurumun çalışanlarının ne kadar naif, izleyicilerine ne kadar saygılı, işlerine ve kurumlarına ne ölçüde tutkuyla bağlı olduklarını ve güzel yüreklerini, yazdığım teşekkür e-postasına verilen yanıttaki şu cümlelerden daha güzel hiçbir şey anlatamaz.

Merhabalar;

Yapılan sanatın, sanatçının ve bütün teknik ekibin asıl amacı olan izleyicisine bir değer katabilme çabasının, sizinle anlam kazandığını ve diğer izleyicilerimize de yaptığınız çalışmalar ile anlam kattığını görmek, bizim gurur ve mutluluk tablomuzun en güzel rengi olmuştur...
.......

Göstermiş olduğunuz duyarlılıktan ötürü tekrar, şahsım adına tüm Samsun Devlet Opera ve Balesi Müdürlüğü çalışanları olarak size müteşekkiriz. En kısa zamanda tanışmak ümidi ile...



21 Nisan 2010 Çarşamba

Bakınca...

Bir süredir yaşadığım kentin değeri üzerine düşünmekteyim. Sadece bugün yaşadıklarımın tadından baktığımda bile, kentin, tüm yaşamıma ne lezzetler sunduğunu fark ediyorum.

İtalo Calvino
'nun "Görünmez Kentler" kitabındaki bölümlerden birinde bir sözü vardır; dilime en dolanmış cümlelerden biridir. Yorum yazarken de, kendi yazılarımda da bolca kullanmışımdır, bu dolgun cümleyi...

İnsan hallerini, ilişkileri sorgularken, onlara biçimleri üzerinden bakarken, taraflarını tanımlarken klişe derecesinde bir başvuru cümlesidir, benim için... "Size bir kenti sevdiren; onun doksandokuz harikası değil, sorularınıza verdiği yanıtlardır" der yazar.

Geçenlerde bir akşam, şahane eserler dinlediğim oda müziği konseri esnasında, bu cümleden bakarak düşündüm; bu kent, benim sorularımın tümüne yanıtlar vermiş bugüne kadar.

"Oysa kent geçmişini dile vurmaz, çizik, çentik, oyma ve kakmalarında zamanın izini taşıyan her parçasına, sokak köşelerine, pencere parmaklıklarına, merdiven trabzanlarına, paratoner antenlerine, bayrak direklerine yazılı geçmişini bir elin çizgileri gibi barındırır içinde." der yazar, aynı kitabın 20. sayfasında...

Kemanlar, viyola ve viyolonselden Beethoven quartet no:4 op.18'in en şahane bölümü çalınırken, avucun çizgilerinde yol alıyordum.

"Görünmez Kentler"in arka kapağının son bölümünde de şu cümleler vardır: İtalo Calvino, ....... her okura, kendi nedenleri ve duygularına göre bozup bozup kurabileceği bir kitap yazdı."

"Görünmez Kentleri"mi bu kadar çok sevmiş olmam tesadüf olamaz. Yaşasın! Görüyorum.

Görsel: Google yardımıyla kent ve demiryolu sitesinden alınmıştır.

19 Nisan 2010 Pazartesi

"Son Yılın Üç Mevsimi"nden*

Geçen akşam anma konserine davetliydim. En az kırk yılımın her günü şarkısının biri “dilime dolanan bir ızdırap olur” Selahattin Pınar’ın…

Pasternak, Skriyabin’in müziği için:
“O yapıtların ezgileri başlar başlamaz gözlerinizden yaşlar boşanır ve bu yaşlar yanaklarınızdan dudaklarınızın ucuna değin iner. Gözyaşları ile karışan bu ezgiler sinirleriniz boyunca yüreğinize varır, kederli olduğunuz için değil, yüreğinizin en doğru, en anlayışlı yolu bulunduğu için ağlıyorsunuzdur.” dediği gibi.

Koronun ilk şarkısında iki gözüm iki çeşme.. “Aylar geçiyor, sen bana hala geleceksin”.. ak akabildiğin kadar, diyorum göz yaşlarıma. Salon karanlık, engellemiyorum ağlayışımı.. “Yetmez mi bu hasret, daha yıllarca mı sürsün?”.

İkinci şarkıda da devam “Yalnız benim ol, el yüzüne bakma sakın sen”… Şarkıya içimden eşlik ediyorum. Yaşlarımın tümü tükeniyor, duruyor. Etraftan görülmedikçe ağlamalı, ağlamasını engellememeli insan. Benlikte birikmiş tüm gerginliklerden arındırıyor. Gözyaşları sözcüksüz dualardır.

Aynı duygularla olacak, şarkısında ne güzel dile getirmiş Sezen Aksu: “Ağlamak güzeldir” diye…

İnsanın, ağlamasını dile getirmesi zor. Yaşlanınca biraz sulugöz olunuyor galiba. Ne fırtınalar, umarsız ne günler atlattım, nice travmaları ağlamaksızın geçtim. Hepsinde Quassimodo’nun anasına seslendiği şiirin sözcüklerini gözyaşlarımmış gibi mırıldandım;
“Sağlığını diliyorum şimdi yürekten,
kendi yumuşak alaycılığını
iliştirdiğin için dudaklarıma.
Acıdan, ağlamaktan o gülüş korudu beni.”

Şarkı söylemeden duramayan bir adamım ben. Bilmiyorum ama öyle sanıyorum ki, uykumda bile söylüyorumdur. Bir şarkının herhangi bir dizesini mırıldanarak uyandığım çok olmuştur. Şarkı söylemeyi yaşamın koşullarından biriymiş gibi düşünürüm. Güzel söyleyemem, o başka… Ama söylerim. Tamamını hatasız ve güzelce söylediğimi sandığım bazıları da vardır.

Kanuni hakkını verdiği bir ara taksimi geçiyor.. alkışlıyoruz.. İyi söyleyebilmeyi öğrenmek için bir eğitim almadığıma hep üzülmüşümdür. Teyzemin olağanüstü, doyumsuz, tiz bir sesi vardı. Kırmazdı beni, hadi Meliş’im, der, çokçası Osman Nihat’ın bir şarkısını söyletirdim. Şimdi çok özlüyorum sesini, kayıt etmediğim için hayıflanıyorum.

Ablam da öyle; Melahat Pars’ın öğrencisiydi. Başka türlü bir edası vardı, pesten bir sesle söylerdi. Evlendikten sonra İzmir’e yerleşti. Bir şarkıyı keyifle okurken telefona sarılır, bir şarkının bir yerinden söylemeye başlarım, örneğin; “Acaba şen misin kederin var mı?..” Ablam devamını mırıldanır telefonun öbür ucundan; “Ne kadar dertliyim, haberin var mı?” ve hemen, “Bimen Şen’in… Hicaz.. usulü curcuna..”der. “Ya güfte?” diye sorarım. Düşünür, çıkaramazsa “Orası senin alanın” der ve Bimen Şen’in bir başka şarkısını söyler. Keşke telefonlar paralı olmasaydı! Yemeği ateşte unutmamıştır inşallah, derim.

Amcamınoğlu konservatuara gitti. Dünyanın on ünlü bas bariton sanatçısından biri. İtalya gibi şarkıcı bir ülkede seçici kurul üyeliği yapacak kadar büyük bir yetenek. Gurur kaynağım…
Gırtlak kanseri geçirdiğimde aklıma ilk düşen; onun başına böyle bir şeyin gelmesinin korkusu, gelmemesinin tesellisi gibi karmaşık duygular. Bunu açıkça hiç söyleyemedim. Ama şimdi kendi kendime açıklıyorum, onun değil, iyi ki benim başıma geldi, diye avunmuşumdur.

Dinleyiciler yer yer iştirak ediyorlar sanatçıya, ben edemiyorum. Bağlama olsun, ut olsun, saksafon ya da neyse, ne olursa olsun bir çalgı çalabilmeyi de çok istemişidir. Kanuni taksimini geçerken, bari bir çalgı çalmasını becerebilseydim diye geçiriyordum içimden. Ama şarkı söylemenin aynı şey olmadığının ilk kez ayrımına varıyorum. En güzel enstruman insan gırtlağıdır. Bu sözün, lisedeki müzik öğretmenimizce kafama çakıldığını anımsıyorum. Aklıma Haytov’un “Bayram Ali” öyküsü düşüyor. İlk fırsatta tekrar okumalıyım.

Şimdi, solist en zor şarkılardan birini kusursuz okuyor. Çocukluğunu biliyorum solistin; Naci Tektel’in torunu. Hani hiç unutulmayacak; “Uzayıp giden o tren yolları”… Babası kanuni Yılmaz Tektel. Dedesinden, babasından eğitimli, mutlu oluyorum. Yürekten alkışlıyorum.

İyi bir sergi gezdikten, iyi bir film seyrettikten ve iyi bir öykü ya da roman okuduktan sonra birkaç gün tadını yaşarım. Şimdiki gibi duygulanır, ırmak olur, deniz olurum.

Öyküsünden söz etmiştim ya:
Bayram Ali, Bulgaristan’da çobanlık yapan babayiğit bir delikanlıdır. Dillere destandır sesi. Şarkı söylemeden duramaz. Günün birinde ağasının kara çalmasına ve gazabına uğrar, başı belaya girer, işkenceler görür. Sonunda dağa çıkar ve canından bezdirir elezerleri. Çok da zengin olur. Başka illere göçer, izini kaybettirir. Günün birinde tanınmamacasına köye döner. Meyhanede şenlik vardır katılır. Kimse aymaz. Ama sonunda dayanamaz şarkı söyler. Tanınır ve sonu olur. Ölümüne söylenmiş bir şarkıdır söylediği. İşte benim de anlatmak istediğim budur; -ayrımına varılarak- yaşamanın bir koşuludur şarkı söylemek. Bu Tanrı armağanın ayrımına varılsın diye yazıyorum. Ne sesinizin güzel olmadığına, ne de iyi söyleyemediğinize aldırmayın, söyleyin. Ben içlilerinden hoşlanıyorum. Siz neşelilerini söyleyin. Şarkı söyleyin. İlk duyduğumdan bu yana her zaman, her yerde yinelerim Almanların atasözünü: “Bir yerde şarkı söyleniyorsa oraya yerleş, kötü insanların şarkısı olmaz!” diye.

* Sayın Ekmel Denizer'in yayımlanmamış "Son Yılın Üç Mevsimi"nden...

18 Nisan 2010 Pazar

Bugün Çocuk Bayramı


Her çocuğun kalbinde kendinden büyük bir çocuk vardır,
Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek


"Devlet Dersi"nde öldürülen büyük çocuk;


sizi idama gönderen adam boğularak öldü.*




*ayrıntılar için buradan...
Dizeler ve Devlet Dersi nitelemesi Ece Ayhan'ın "Meçhul Öğrenci Anıtı" adlı şiirindendir.

17 Nisan 2010 Cumartesi

Sevgili Doktor

Bu sezon izlediklerim içinden "en'ler" listeme girmeyi başaran bir oyun oldu Sevgili Doktor. Oyundan söz etmeden önce de bir oyuncudan söz etmem gerekiyor: Banu Manioğlu.

Sosyal, ekonomik ve sınıfsal konumları açısından farklı üç karakterin her birini başka bir oyuncu oynamış gibi, bir önceki skeçte canlandırdığı karakterin izini tümüyle silerek sevdirirken, yepyeni bir karakteri izleyici algısına yerleştirebilmek nasıl bir başarı olarak tanımlanırsa, tam anlamıyla o tanımın karşılığı bir oyunculuk gösterisiydi sergilediği...

Olağanüstü bir oyuncu izledim ben salı gecesi, bunu çok net söyleyebilirim. Size önerim; bu adı not alın ve onun oynadığı oyunlara gözünüz kapalı gidin. Emin olun ki, izlediğiniz oyun ne kadar kötü olursa olsun, Banu Manioğlu performansının bırakacağı tat, yetecek size...

Sevgili Doktor, Sivas Devlet Tiyatrosunun bir oyunu olunca tereddüt geçirmiştim. Aslında, gözden ıraklara el atmayı seven, bu konuda yeteri kadar tecrübesi olan biri olmama rağmen, genel algı sisteminin anlık esaretine düşmüş ve karar oluşturamamıştım oyun konusunda... Sanki, sadece belli başlı kentlerin tiyatrolarından iyi oyunlar, iyi oyuncular çıkarmış algısının tutsağıydım an itibariyle... Öte yandan da, durumlara oturttuğu mizahını çok sevdiğim A.Çehov'un öykülerinden oluşan bir oyun olması çekiyordu beni... Açık bir itirafta bulunmam gerekirse, o gün için bir başka seçeneğim olsa, gitmezdim bu oyuna. Bir de yoğun günlerin akşamında bir konsere gitmek, bir oyun izlemek; okul bahçesinde gün boyu top oynadıktan sonra kana kana içilen suyun tadında bir keyif yaşatır bana... O yüzden, bu tür günlerde, genellikle, "ne olsa giderim abi" modunda olurum.
Altı ayrı skeç; A. Çehov'un(Nesimi Kaygusuz) ara anlatımlarıyla ana karakter olduğu bir oyun kurgusuyla birbirine, mükemmel bir akıcılıkla eklenmişti. Başarılı geçişlerle ritmi asla düşürmeyen bir bütünlük sağlanmış, doğru ve çok iyi oyuncularla da iki perdelik, seyir keyfi üst düzeyde bir oyun oluşturulmuştu. Enfes bir müzik, mükemmel bir tat eklemişti oyuna, ki bu müzik (Farid Farjad) daha perde açıldığında sizi çekip alıyordu sahneye. Dekorlar son derece sade ama aynı oranda göz doldurucuydu; daha doğrusu, asla oyunun ve oyuncuların önüne geçmeden ve gözleri tırmalamadan, son derece mütevazi bir tat katıyorlardı oyuna... Işık ve görsel efektler son derece şıktı, özellikle sis ve sıçrayan suyun eklenmesiyle oluşmuş liman sahnesi göz alıcıydı . Kostümler kusursuzdu.Seçilen öyküler, farklı katmanlardan insanları farklı ortamlarda bir araya getiriyordu. Toplam beş oyuncu, altı ayrı öyküdeki, farklı sınıflar ve statülerden ve gündelik hayattan karakterleri canlandırıyordu. Dolayısıyla aynı kişinin değişik öykülerde ve birbirinin uzağı karakterlerdeki performanslarını izleme fırsatı buluyordunuz. Yaklaşık iki saatlik bir zaman diliminde, aynı oyun içinde farklı karakterlere bürünüp, bir önceki karakterin etkisini algılardan silerek yenisini yerleştirebilmenin zorluğunu da göz önüne aldığımızda, tüm oyuncuların performanslarının ne kadar başarılı olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. Ama ben yine de iki isimi öne çıkaracağım: Ümit Dikmen ve Banu Manioğlu... Gülin Ersoy da başta mürrebiye karakteri olmak üzere başarılı canlandırmalarıyla, yıldızı çok parlayacak bir karakter oyuncusu olduğunu hissettiriyor ve izleyicinin sempatisini üzerine çekmeyi başarıyordu. Sevgili Doktor, benim tiyatro zevkime çok uygun bir oyundu. Birincisi, sevdiğim bir yazarın öykülerinden uyarlanmıştı. Tiyatro dendiğinde ilk akla gelen isimlerden biriydi Çehov. Konu sağlamdı, hatta ideolojik bir gözle bakıp, ezenler, ezilenler ve statüko üzerine çok güzel sözler edilebilirdi. E aşk, kadın erkek halleri, ilişkiler ve sadakat üzerine güzel sözler ve hallerde koyuyordu oyun ortaya... Yani, fazlasıyla hayatın içindendi ve tüm bunları da anlatan, daha doğrusu yazan A.Çehov'du.

Tüm bu öncelikli referanslara rağmen; bu kadar başarılı bir uyarlama ve bu kadar başarılı oyunculuklar olmasa, paylaşma gereği duyar mıydım blogda? Tabii ki hayır!
Eğer yolunuz Sivas Devlet Tiyatrosunun başarılı oyunu "Sevgili Doktor" ile kesişirse, sakın kaçırmayın ve kendinizi böylesine bir tiyatro tadından mahrum bırakmayın! Ve Banu Manioğlu adını, sakın unutmayın!

16 Nisan 2010 Cuma

Göğceli Cami'nin Hikayesi

Bu yazıyı yazmak fikri dün aklıma geldi. Yolum, iş nedeniyle caminin olduğu ilçeye düşünce, ki Ordu'ya gidiyorduk. Elbette, yolda durup meşhur Yalıköy Köftesini yemeyi de ihmal etmedik.


İlçeden çıkışı, caminin içinde bulunduğu mezarlığın önündeki caddeden yapınca, hikayeyi de paylaşınca Göksenin abiyle, bloga yazıp tarihe önemli bir not düşmek elzem oldu. Çünkü benim yazacaklarım, belki de Türkiye'deki hiç bir kaynaktan ulaşılamayacak ve birinci ağızdan edinilmiş bilgiler.


Bundan en az 15 yıl önce, mağazanın kapısının önünde bir Volkswagen minibüs durdu. Arabanın direksiyonundan inen kişi tanıdıktı; müze müdürlüğünün Pick-up'ını kullanan, tanıdığım en sorumlu, aracına en iyi bakan devlet şoförlerinden biriydi. İşi, Türkiyenin en uzun soluklu kazılarından biri olan İkiztepe'nin arkeologlarını ve elbette kazı malzemelerini taşımaktı. Konuya kişisel olarak da ilgi duyan biri olduğu için, işini büyük bir zevkle yapıyordu. Ondan söz ederken, o zamanki müze müdürü Mustafa Bey'den söz etmeden geçmek olmaz; devletin kıt bütçelerine aldırmaksızın, şehrin insanlarını harekete geçirip, bir şekilde yürütüyordu işleri. Ülkenin önemli ilaç fabrikalarından biri olan Adeka'nın, müdür beyin fark ettirmesiyle müzenin yeniden düzenlenmesine yaptığı katkılar unutulmaz. Müzenin aracının yedek parça sorumluluğu da bize yıkılmıştı; yıl boyunca, ihtiyaç duyulan yedek parçaları verir, parasını da yaz deftere yapardık. Sorumluluk duygusu, tatlı dil ve samimiyet, devletin bile ilgisiz kaldığı ya da yeterli ilgiyi göstermediği bir alandaki bir devlet görevlisinin kişisel çabası, yılanı bile deliğinden çıkarabiliyordu?

Yazıları biraz da kendime notlar olarak oluşturduğum için, uzun bir girizgah yapıyorum. Bu sizi sakın sıkmasın! Çünkü buradan edineceğiniz bilgi, olası bir Karadeniz Turunda, belki sizi güzergahınız üzerindeki bir sapaktan iki yüz metre kadar içeri sokacak ve bir "dünya malı"nı, bir tarihi, çok daha hissederek solumanızı sağlayacak.

O gün arabadan inen diğer şahıs bir Amerikalı profesördü; ertesi gün, Trabzon'da bir toplantıya katılmak üzere yola çıkmıştı ve arabasının ufak bir arızasını gidermek için Müze Müdürlüğünün şoförü ile sanayi sitesine gelmişti. Arabasını bizim karşımızdaki oto elektrikçisine yolladıktan sonra, başladık sohbete... Sohbet gelip dayandı bizim kültürel varlıklarımızın ne kadar farkında olduğumuza...

Profesörün konusu ağaçlardı; onları inceleyerek, o coğrafyalarda neler yaşandığını anlayabiliyordu. Çok doğal olarak da ağaçlardan yola çıkarak tarihler saptayabiliyordu. Bana bir takım yazılarının fotokopilerini vermişti. Yazıları, DSİ'nin dergisinde yayımlanmıştı. Bu yazıları yazma nedenlerini şöyle anlatmıştı: Sakarya Nehri üzerinde bir inşaat esnasında, DSi'nin kepçeleri suyun altından bol miktarda kütük çıkarıyorlar. Bu da, o sıralarda Ankara'da, şu an yanlış hatırlıyor olabilirim ama sanırım Kayaş' da incelemeler yapıyor. O bölgenin asırlar önce derin bir kuraklık yaşadığını ve önemli bir veba salgını sonucunda önemli canlı kayıpları olduğunu tespit ediyor. Bölgedeyken, bir şekilde bu kütüklerden haberdar oluyor ve derhal DSİ'nin hafriyat yaptığı yere gidiyor. İncelemeleri sonunda bu kütüklerin, Gordion yolunun en önemli köprülerinden birine ait olduğunu saptıyor. Elbette bu yitiklik haline çok üzülüyor ve bunun üzerine, özellikle DSİ operatörlerine hitaben, bu tip hafriyatlarda daha dikkatli ve duyarlı olmaları ve yetkilileri haberdar etmeleri konusunda bir makale yazıyor. Elin gavuru işte!

Elin gavurunun bundan sonra anlattıkları ise çok daha şaşırtıcıydı. Bu konuda son derece hassas ve meraklı olan ben bile kendimden utanmıştım. Bir camiden söz etmeye başlamıştı; şehrin önemli ilçelerinden, arabayla yarım saatlik mesafedeki Çarşamba'da bulunan bir camiden. Daha önce incelediği bu caminin yapılış tarihini saptayan oydu. Onun tarihi saptadıktan sonra akıl yürüterek ve dönemi inceleyerek oluşturduğu kanaatleri şunlardı: Selçuklu hükümdarı l.Gıyasettin Keyhüsrev Trabzon'da bulunan Rum imparatoruna karşı bir sefer düzenliyor. Kış dönemini geçirmek ve hazırlıklar yapmak için Çarşamba ilçesinin bu bölgesine konuşlanıyorlar. Bölgeye Yeşilırmak üzerinden geliyorlar. Caminin yapılışında kullanılan tekniğin, gemi yapımındaki gibi; çivi kullanmaksızın ve tahtaların birbirlerine geçirilerek eklenmesi yöntemiyle yapılmış olmasından dolayı bu saptamaları yapıyor Profesörümüz. Yani l. Keyhüsrev caminin olduğu bölgede bir yandan Trabzon'a yapacağı sefer için gemiler yaptırırken, aynı ustalara bu camiyi de yaptırıyor. Aynı zamanda caminin içindeki direklerin dibine halıyı kaldırıp baktığınızda, bir nevi yay sistemi ile karşılaşmak şaşırtıcı. Bunca yıldır yıkılmamış olmasının temel sebebi de deprem esnasında yapının esnemesini sağlayan bu sistem.

Bu caminin aslında tahtadan bir minaresi de varmış, ama 'kıymet bilen varlıklar' olarak ne yazık ki, yıkılmasına ve yok olmasına engel olamamışız. Elbette yıkımlar bunlarla da kalmamış, çatısında fark ettiğiniz ucubelik de yenileme çalışmaları sonucunda oluşmuş. Kiremit çatı, çağdaşlaştırmış camiyi!

Aslında o günlerin, camiden daha önemli ve üzerinde düşünülmesi gereken kıssadan hissesi ve utancı şudur benim için: O hafta sonu bir arkadaşım ve kardeşimle birlikte kameramı da alarak Çarşamba'ya gittik. Amerikalı Profesörden aldığımız tarife göre bir yere ulaştık ve herhangi bir levha olmadığı için sorup soruşturmaya başladık. Çok doğal olarak da "en iyi bilenler onlardır" diye bir taksi durağına gittik. "Buralarda tarihi bir cami varmış arkadaşlar, nasıl gidebiliriz?" diye sorduk. Bize tarif edilen yer; yine tarihi olan, hala işlevini sürdüren ve ilçenin merkezindeki bir popüler cami idi. Onu aramadığımızı, aradığımız caminin ağaçtan yapıldığını söyledik. Verilen yanıt şuydu: "Şu mezarlığın içinde bir cami var, o olabilir." Tarif ettikleri yer, bulundukları noktanın üç yüz metre ilerisiydi. Hem de aynı caddeden düz gitmek koşuluyla... İlçede yaşayanların bile değerinin ve varlığının farkında olmadıkları bir camiyi elin gavuru biliyordu.


Dış yüzeyi zaman içinde rüzgarın taşıdığı kumların etkisiyle betonlaşmış hissiyatı yaratan caminin arka tarafından gelen kuran dersindeki çocuk seslerinin melodisinde bir tatlı huzur bulmuş, ortamın ulviliğinden etkilenmiştik. Caminin içine girdiğimizde, yan kapıdan, başları fesli kuran okuyan çocukları görebiliyorduk artık. Afacan tavırlarla hocanın söylediklerini tekrar etmeye çalışan oyunbaz halleri, kızlı erkekli ve renkli giysileri, ve caminin içinin, dışarının sıcağına inat serinliğinin yarattığı ambiyans, gerçekten çok güzeldi. Yüzyılların ötesinden bir mekanda hala çocuk seslerinin yankılanıyor olması hoştu. Caminin tavanlarındaki işlemeler, ağaçların kusursuz düzlüğü, köşelerdeki çivisiz birleşmeler şaşırtıcıydı
.

Biraz sonra, caminin hocası; az önce çocuklara ders veren kişi, yanımıza geldi. Biraz sohbetten sonra içerideki floresan lambalarının tahtaların yüzeyinden geçen kablolarını göstererek "bunlar bu caminin yanmasına neden olabilir" diye bir uyarı yaptık. Sonra ekledik:"Yangın söndürücünüz var mı? Hoca başını yukarı kaldırarak, gözleriyle duvarda asılı duran söndürücüyü işaret etti. Gördüğümüz; bir otomobil yangın söndürücüsüydü.


Hani, bizim elin gavuru Trabzon'a gidiyordu demiştim ya! İşte o elin gavuru minibüsüyle Trabzon'a giderken camiye uğramış, o da bizim gibi durumu fark etmiş ve aracının yangın söndürücüsünü camiye bırakmıştı. Hoca, halkın ve ilgililerin yardım konusunda ilgisizliğinden şikayetçiydi. Caminin verandasının kenarındaki çatıyı tutan direklerden birinin üzerine asılmış bir kumbara vardı. Dokunulduğunda gurulduyordu. En azından, kabloların içinden geçirileceği borular alınsın diye bir miktar parayı kumbaraya attık. Caminin bizim bakışımızda, sadece dinsel nedenlere dayalı bir önceliği ya da bu noktadan bir önemi yoktu. Onu gözümüzde değerli kılan "dünya malı" olmasıydı.


O günlerde, Barış Manço; "Adam Olacak Çocuk" adlı efsane programının içinde bu türden haberlere yer veriyordu. Yaptığım kayıtları kurgulayıp ona göndermeyi düşünmüştüm. Bugün- yarın derken kalmıştı. İzlenimlerimi müze müdürü ile paylaşmıştım. Sonra bir levha koyulduğunu gözlemledim ana yola... Sonra, zaman zaman medyada yer buldu kendine Göğceli Cami... O profesör hala yaşıyor mu bilmiyorum. Ama sanırım hikaye artık yaşayacak, belki de birileri bunun üzerinden ilerleyerek daha önemli bulgulara ulaşacak.


*Fotoğraflar 22. Şubat. 2012 tarihinde yeniden çekilmiş olup caminin son halidir.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP