14 Nisan 2010 Çarşamba

Kesişen Yollar

Polonya uçağı düşüp de, başta devlet başkanı olmak üzere, devletin üst kademesinden bir çok insan öldüğünde, pek çok insan kendince baktı olaya... Bazılarımız, insanca bir duygusallıkla üzüntü duyarken, bazılarımız da "keşke bizimkilerin başına gelseydi" diye aklından geçirdi ya da bunu açıkca telafuz etti. Olay, dış kapının mandalı birileri hissiyatında, duygusal sızıyı pek de yaşatmayan bir ruh halinde geldi, geçti ve unutuldu.

Yaşam enteresan aslında...

Olayın önündeki haftanın pazar gününde, Tırtıl'la çok keyifli, eğlenceli bir gün geçirmiştik. AKM de bir sergiyi gezmiş, müzeyi ziyaret ederek özellikle İkiztepe kazılarından çıkan 3000- 4000 yıllık buluntulara bakmış, hayvanat bahçesinde turlamış, üzerine bir yazıyı hak eden Birtat Pastanesinde tatlı krizimizi gidermiş, sahil boyunda yürümüş, kısa deniz turları yapan teknenin kalkışını seyrederken, gelen insanlardan hangilerinin bineceği üzerine tahminler yapmış, isabet oranımızın keyfini çıkarmıştık.

Belediyenin oluşturduğu balık satış merkezinde, "gel satıcılardan balık seçip restoranda pişirtelim" teklifimi her zaman olduğu gibi reddetmiş ve kendi tercihi olan şehir hatları vapurunda, denizdeki zıplayan balıkları ve limandaki gemileri izleyerek pizza yeme keyfini dayatmış, sonuçta da kazanan o olmuştu.

Aslında o güne damgasını, Polonya "geyikleri" vurmuştu. Günün neredeyse tamamında eksik olmamıştı Polonya cümlelerimizden... Ki bu abartı halini özellikle yaratmıştım; çünkü, bu abartı haline Tırtıl'ın isyan cümlelerini de katarak bol diyaloglu yeni bir oyun yaratmıştık, bir süredir. Aslında, her biri içinde kocaman bir mizah barındıran esprilerin bazıları, Tırtıl'ın "iğrenç!" nidalarına mazhar olsa da - ki bu haller de, aramızdaki bir başka şakalaşma halidir- genelde, Varşova başta olmak üzere bol bol Polonya hayalleri kurmuş, dolaştığımız mekanları Polonya'ya, insanları da Polonyalılara benzeterek çok eğlenmiştik. Üstelik bir Polonyalı tanıdığımız da vardı; Naz'ın ve Tırtıl'ın "Filip abi" diye çağırdıkları...

Mussano, geçtiğimiz yaz, içinde şu cümlelerin de bulunduğu "Polonya ve Türkiye" başlıklı bir yazı yazmıştı:

Yıllarca, aramızda hiç bir bağın olamayacağını düşündüğüm ülkelerden biriydi Polonya. Lise boyunca, arkadaşlarla kafamızda kurduğumuz gezi planlarında adı bile geçmezdi örneğin. En basitinden gezmek için yurtdışına gidecek olsak, o ülke Polonya olmazdı muhtemelen... Hayat en büyük üniversiteymiş gerçekten. Sadece üniversite okumak ayrıcalığına!! kavuşamayan kişiler anlamlandırmıyormuş bu klişeyi. Yaklaşık iki hafta önce bir kaç günlüğüne bizde kalan Polonya'lı bir misafirimiz olmasa, ya da organizasyon kapsamında örneğin Amerikalı biri bizim eve düşse, Polonya benim için çok uzak bir yer olarak kalmaya devam edecekti. Üstüne üstlük, okuduğum bölüm icabı Amerika'nın kuruluşunu ezbere bilirken (aramızda bize dayatılanlar dışında hiç bir kültürel bağ olmamasına karşın) , ayrı bir ders olarak okutulabilecek zenginlikteki Polonya-Türkiye ilişkilerinden haberim bile olmayacaktı. Obama aslında Türk vs. gibi saçmalıklara bile, Polonya'yla aramızda ufacık bir yakınlık bulanabileceğinden daha fazla ihtimal verecektim belki de.

Önceki hafta sonu, "geyiklerimizin" nedeni Mussano'ydu. Akademik notu ve dil sınavından aldığı puanların ortalamasıyla bölümünde birinci olarak, Erasmus adayı olmuştu. Uluslar arası ilişkiler bölümünün anlaşması da Polonya üniversiteleriyleydi. Yollar kesişmişti.

Haberi Tırtıl vermiş ve biz harıl harıl Polonya çalışmıştık, hafta boyunca... Üniversitelerin sitelerine girip bakmış, daha önce giden öğrencilerin deneyimlerini okumuş, epey bilgilenmiştik. Polonya, bir başka şekliyle hayatımıza girmişti.

Yaşam, sürekli gelişen ve çoğalan aidiyetler sunuyor insana... Ve bu aidiyetler çoğaltıyor yaşamın anlamını... Bu anlam keyifli kılıyor yaşamı ve zenginleştiriyor onu...

Sanırım!

12 Nisan 2010 Pazartesi

Devvare*

Toplamının hepsi ya da hepsinin toplamı bir hesap.. yani tamam; ayvaz kasap, bir hesap. Hasip’mi, Ayvaz’mı derken kasabın adı, kasap atladığı gibi arabasına gitti kasabasında kayınbabasına. Kasabada ne işi mi vardı kasabın? İşte önemli olan burası zaten. Burası öykünün kırılma noktası anlatacağımızın.

Düşünüyoruz şimdi bir açıklık getirelim bu işe diye. Yok mu, oyunlarda, filmlerde konuk sanatçılar; biz de öykümüze bir konuk kahraman getirelim dedik.. katkı maddesi gibi.., diyoruz falan, okuyucuyu oyalayaraktan.

Hani bir gün, başı cumhurun, işini bilir benim memurum, demişti ya, bir zamanlar. Hayatından ve adından memnun değilse de adı Memnun’du adamın. Kazada sıkışıp kalmıştı kaportasına, nalları dikmiş minibüsün.. zar zor çıkarmışlardı Memnun’u. Ölmediğine memnundu Memnun, ama ölmemişti işte. Aklına geldikçe gülüyordu hep, kurtarılışını beklerken susmamıştı kasetteki şarkı, dönüp sarıp baştan başlıyordu, gık’ını çıkaracak yoktu da hali, sanki onun yerine söylüyordu Mukadder: “Kader kime şikayet edeyim seni, bilemem”.

Zor da olsa gelelim asıl konumuza…

- Bir kez kere daha ve son defa söylüyorum arkadaşlar: kim döndürüyorsa devvareyi durdursun.. ben iniyorum!

Tıs, yok. Herkes birbirine bakıyor, yanlış mı duydum; tayyare mi demek istiyor bu adam, diyor.
Ben, “devvare bunlar devvare!..”

Niye devvare diyorum ben onlara?..

Kim biliyor bunu?

Her şeyi bir bilene sormak mı lazım? Bir bilene mi sormak lazım herşeyi?.. Her bilmeyen Sokrat’mıdır ki; bilmesin bilmediğini?. Sözlük de olsa, bir kezcik olsun, açsın baksın bir kitaptan, bir sözcük okusunlar, neymiş devvare, diye…Gerçi onlar, niye devvare dediğimi düşünmezler.. boş ver, deyip döndürülmelerine koyulurlar. Tutup başından döndüren olmadıkça kendi kendine döner mi devvare? Bir anakaranın başındadır döndüre döndüre döndüren, onları. Anakara ile Ankara’nın arası bir a’lık uzaklıktır kızıl telefonla yada neyleyse…

Semazenlerin de başında vardır bir döndüreni, ama o mübarek, tutup da başlarından döndürmez, böyle şeylere temsil, temessül, tevessül, tenezzül etmez, alet yerine koymaz semazenciklerini.

Okuduysanız eğer, Borges’in “Düşsel Varlıklar” kitabını biliyorsunuzdur bir tepenin tepesinde daireler çizip duran Pinnacle Grous adlı, tek kanatlı kuşu. İşte bu kuşa benzer bizim ulusumuz; sağduyusu iyidir de, cumhura uğrattıkları için sol duyusunu, dön baba dön, döner böyle pergel gibi.

Öğrendik mi şimdi ne demek olduğunu devvarenin?

Bu arada, dönmedi memuriyetine, uydurdu işini, malulen emekliye ayırdı kendini Memnun. Minibüs sahibinin ödeyeceği zarar ziyanın ve kaskonun üstüne ekleyip tazminatını aldı minibüsü. Çalışıyor şimdi Bakırköy-Bağcılar hattında. Katkı maddesi Ayvaz ise kayınbabasının vefatından kalan malları kattı -bereket- sürüsüne ve döndü geldi yine İstanbul’a. Şimdi havayı kokluyor girecek bir partiye ama hangisine? Merak edecek bir şey yok yan işleri iyicesine…

*Sayın Ekmel Denizer'in yayımlanmamış bir yazısıdır.

11 Nisan 2010 Pazar

Güzel Bir Gün Güzel Bir Tanıklık

Dün, Bandırma Vapuru ve çiçeklerle süslü alanda dolaşıp toplara ve mayınlara bakarken ve bolca da şakalaşırken Tırtıl'la, toplardan birinin yanındaki levhada yazılı olan (ve bilmediğim) hikâye dikkatimi çekti. Açıkcası, Atatürk ve Kurtuluş Savaşı'yla ilgili bazı yazıların, bazı hikâyelerin, bazı kişiler tarafından samimiyetsizce abartıldığını da düşünen biriyim.

Zaman içinde kendi bakış açımı geliştirdikçe, birçok şeyi de yerli yerine oturtmaya başladım. Önemli olan, okuduğumun ya da baktığımın o an ruhumda titrettiği yerler oldu. Ruhumda ve aklımda yarattığı etkiye göre kabul görür oldu belgeler, hikâyeler.

Bir kopyasını buraya taşıdığım, eğer uzun bulmazsanız okuyacağınız yazı, ilk satırlarından itibaren nefessiz bıraktı beni, çok etkilendim. "Aslı var mıdır, yok mudur?" diye hiç sorgulamadım. İnandım.

Küçük ve çok kola içen bir çocuk, hatta babaannesi her namaza durduğunda, "Şu kolayı icad edene de bir dua eder misin?" diyecek kadar kola tutkunu olan bir çocuk olarak; "Aynı şişeye bir daha rastgelir miyim?" merakıyla şişelerin altına iz bırakırdım. Bu yüzden belki de gerçekliğine çok inandım ve belki de bu yüzden çok ısıttı yazı beni...


GAZİ KOVAN

Mart 1921 İnönü Ovası insanın iflahını kesen buz gibi bozkır ayazında Ethem Çavuş´un sırtı üşüyor, avuçları ise kızgın mermi kovanlarına çıplak elle dokunduğu için alev alev yanıyordu. Top atışı on sekiz saattir durmaksızın sürüyordu. Ethem Çavuş, 75 mm´lik topu durmaksızın dolduruyor, her seferinde besmele çekip keşif kolundan bildirilen menzillere kıyamet yağdırıyordu. Sandıkta kalan sondan üçüncü mermiyi aldığında bir an duraksadı. Merminin üzerine bir çaput sarılıydı. Çaputu sökerken avucuna kalem büyüklüğünde demir bir çubuk düştü. Çaputun ve çubuğun anlamını çözmeye çalışırken sarı metalden mermi kovanına kazınarak yazılmış yazıya gözü ilişti. Okumaya vakti yoktu. Mermiyi topa sürüp ateşledi. Demir çubuğu cebine, boş kovanını ise bu sefer sandığa değil yere attı. Birkaç dakika sonra soğumuş olan kovanı kaybolmaması için yerden alıp mintanının yakasından içeri attı. Akşam ezanı vaktinde çarpışma durulmuş, mevzileri ileri, düşman hatlarına doğru ilerletme emri gelmişti. Batarya komutanı, Ethem Çavuşa istirahat verdi. İlk iş olarak boş kovanı çıkarıp üzerindeki yazıyı okudu.

Kovanın üzerinde: "Karahisarlı Seyfi Çavuş. 4.Alay 2.Tabur 8.Batarya 26 Rebiyülahir 1339*İnönü" yazıyordu.

Birinci İnönü Savaşı’nın en kızgın günlerinden birinde düşülmüş not ve mermiyle gelen demir çubuk, İmalat-ı Harbiye atölyelerinde çalışanların bir mesaj istediğini gösteriyordu. Boşalan kovanlar Ankara´daki atölyelere yollanır, oradan tekrar doldurulup cepheye dönerdi. Üç saat sonra gecenin iyice çökmesiyle savaş tamamen durulmuş, birlikler yeni mevzilerine yerleşmişti. Ethem Çavuş, cebindeki demir çubuğu çıkarıp bir köşeye oturdu. Ucu sivriltilmiş çubuk, bakır ustalarının "kalem" dedikleri, metal üzerine desen oymaya yarayan keskin bir aletti. Eline yumruk büyüklüğünde bir taş alarak hafif tıklamalarla kendi mesajını kovana kazıdı.

"Aksekili Ethem Çavuş 8.Alay 3. Tabur 1.Batarya 20 Recep 1339** İnönü"

Beş gün sonra Ankara Atölye´nin bir köşesinde cepheden gelen sandıkları açan kalfa, tezgâhlardan birinde harıl harıl çalışmakta olan ustaya seslendi. Sesinde, eşi doğum yapmış bir adama bebeğini müjdeleyen ebenin heyecanı vardı.

"Kamil Usta! Müjdemi İsterim! Senin yavru cepheden dönmüş!".

Hepsi sandıkların olduğu kısma koşturarak kovanın üstündeki yazıyı okumak için toplandılar. Tabii ki bu şeref Kamil Ustaya aitti. Yüksek sesle Ethem Çavuşun notunu okudu. Atölyede bir bayram havası esmişti. Tüm çalışanlar, Kamil Ustayı yeni baba olmuş biriymiş gibi kutluyor, hayır duaları ediyorlardı.

Ustalar, İş tezgâhlarından birinin başında toplandılar. Kâmil Usta kovanın ağzının eğilen yerlerini düzeltip özenle kapsülünü yeniledi. İçine barutunu doldurduktan sonra yeni bir çekirdeği kovanın ağzına oturttu. Mermi hazır olunca, Ethem Çavuşun kovanın içinde geri yolladığı çelik kalemi yeni bir çaputla merminin üzerine sardı.

Kundaklanmış mermiyi şefkatle tutarak yeni doldurulan bir sandığa yatırdı.

Çalışanlar hep bir ağızdan "Allah kavuştursun" diyip işlerinin başına döndüler. Kâmil Usta, halen açık duran sandığa yatırdığı mermiye hüzünle bakıp "Selametle git aslanım. Allah muvaffak etsin. Çok bekletme bizi" dedi.

Kovan, Birinci İnönü Savaşı sıralarında üzerindeki ilk notla Kamil Ustanın eline geçtiğinde bu fikir doğmuştu. Karahisarlı Seyfi Çavuşun başlattığı bu geleneğin süreceğinden emin değildi; ama denemeye değerdi. Nitekim Aksekili Ethem Çavuş umutlarını boşa çıkarmamıştı. Cephede patlayan her merminin kovanı buradaki ustaların elinden geçtiğine göre bir aksilik olmazsa yeniden görüşeceklerdi.



Eylül 1922 - Ankara

Bir buçuk yıl içinde kovan sekiz kere daha atölyeye uğradı. Üzerindeki mesajların sayısı da sekize ulaşmıştı.

Mesaj yazanların sekizi de başka alay ve taburlardan farklı kişilerdi. Kovan her keresinde atölyedekilere daha büyük bir coşku yaşatıyor, İstiklal Savaşı’nın her zorlu durağından Ankara´ya barut, kan ve zafer kokusu taşıyordu. Türk ordusunun İzmir´e girdiği gün Ankara´da bayram havası eserken kovan yeniden gelmiş, ama bu sefer tüm atölyeyi yasa boğmuştu. Kovanın içinde, çelik kalemin yanı sıra bir mektup ile bir tane de bakır künye vardı. Kovanın üzerine kazınmış dokuzuncu notta;

"Karahisarlı Seyfi Çavuş. 4. Alay 2. Tabur 8.Batarya 12 Muharrem 1341*** Banaz" yazılıydı. Atölyedekiler mektubu açıp okumaya koyuldular;

Bismillahirrahmanirrahim.

Selamün aleyküm gayretperver ustalar.

Allah´a şükürler olsun ki mendebur düşman kaçıyor. Muzaffer Türk ordusu beş gündür durup dinlenmeksizin kâfiri kovalıyor. Güzel İzmir´e, kalplerimizdeki imanımız kadar yakınız artık. İki gün evvel Banaz´daki muharebede bataryamın çavuşlarından Seyfi, kalleş düşmanın kurşunuyla şahadete ermiştir. Cenazesini sıhhiyecilere teslim etmeden önce mintanının içinde bu kovanı buldum. Malumunuzdur ki vefat eden neferin künyesi ailesine yollanır. Lâkin beş gün önce Karahisar´ı ele geçirdiğimizde, Seyfi Çavuş´un ailesinin düşman tarafından katledildiğini öğrendik.

Bu kahraman Türk evladı kederini yüreğine gömüp anacığını, babacığını defnedemeden düşmanın peşine düştü. Üç gün sonra kendisi de hakkın rahmetine kavuştu. Kovandaki yazılardan anladığım üzere bu topçu neferlerin bir ailesi de sizler olmuşsunuz. Bu sebeple Seyfi Çavuşun künyesini sizlere yolluyorum. Başınız sağ olsun. Hayır dualarınızı bizlerden, Fatihalarınızı aziz şehitlerimizden esirgemeyiniz. Hakkın rahmeti üzerinize olsun.

Yüzbaşı Muhsin Talât 4.Alay 2. Tabur 8. Batarya 14 Muharrem 1341 Salihli"

Mektup bittiğinde tüm personel ağlıyordu. Atölyeye bir ölüm sessizliği çökmüştü. Hiç tanımadıkları halde iki satır yazıyla kardeş oldukları Seyfi Çavuşun ardından Fatiha okuyup amin dediler.

Kamil Usta yutkunarak tezgâhının başına oturdu. Kovanı yeniledi ama bu sefer, minik iki perçinle Seyfi Çavuşun künyesini kovanın dibine çaktı. Yine her zamanki merasimle mermiyi kundaklayıp sandığa yatırdı. Oysa o mermi bir daha düşman mevzilerine gönderilmeyecekti.


Ocak 1923-Ankara

Savaşın bitmesinin ardından Ankara´daki mühimmat depolarında sayım ve temizlik yapılıyordu.

Sandıklar tek tek açılıyor, mermiler sayılıp yeniden sandıklanıyor, kayda geçirilip daha tertipli bir cephaneliğe gönderiliyordu. Teğmen Hamdi Vâsıf, Kâmil ustanın hazırlayıp kundakladığı mermiyi buldu. Böyle bir anının-belki de yıllarca- sandıkların İçinde kalmasına gönlü elvermedi. Ciddi bir suç işliyor olmayı göze alıp mermiyi evine götürdü. Niyeti, ömrünün sonuna kadar mermiyi bir anı olarak saklamaktı.



29 Ekim 1923 - Ankara

Teğmen Hamdi Vâsıf Ankara kalesine çıkan dik sokakları koşarak tırmanıyordu.

Soğuğa rağmen kan ter içinde kalmıştı. Yarım saat önce 20:30 sıralarında meclisten, cumhuriyetin ilan edildiği duyurulmuştu.

101 pare top atışıyla cumhuriyet kutlanıyordu ve Seyfi Çavuş´un mermisi bu şöleni kaçırmamalıydı. Yetmiş, belki de sekseninci atışta topçuların yanına ulaşabilmişti. Yüzbaşı Muhsin Talat´ın yanına giderek sert bir asker selamı verdi.

"Hamdi Vâsıf Edirne! Bir maruzatım var komutanım" Yüzbaşı sorar gözlerle genç subaya bakıyordu.

"Evet teğmenim? Sizi dinliyorum"

Teğmen, üniformasının içinden mermiyi çıkarıp yüzbaşıya uzattı.

"Yüz birinci pareyi en çok bu mermi hak ediyor komutanım. Müsaadenizle bu şerefi ondan esirgemeyelim"

Yüzbaşı Muhsin Talat gözlerine inanamamıştı. Sevinç gözyaşlarını tutamadı. O kadar heyecanlanmıştı ki neredeyse aralarındaki rütbe farkına bakmaksızın genç teğmenin ellerini öpecekti.

Mermiyi alıp çekirdeğini dikkatlice yerinden çıkardı.

Kovanın tepesine bir bez parçası tepip iyice sıkıştırdı. Subay şapkasını çıkarıp surun üzerine koydu. Mermiyi şapkanın içine yatırdı. Toplar atışlara devam ediyordu. 82, 83, ...97, 98, 99...

On dakika kadar sonra, atışları sayan çavuş "Yüzüncüyü attık komutanım" diyince, Muhsin Talat, kovanı topun yatağına kendi elleriyle sürerek ateş emrini verdi.

Subayların kılıçlarını çekerek selamladığı o son top sesi Ankara´nın her duvarından yankıyıp dört yıllık istiklâl savaşının tüm hikâyesini anlatmıştı sanki.

Rütbe ve mevkilerine bakmaksızın topun başındaki tüm askerler kucaklaşarak birbirlerini kutladı.

Son olarak Yüzbaşı Muhsin Talat ile Teğmen Hamdi Vâsıf sarıldılar. Kovan ayaklarının dibindeydi. Yüzbaşı eğilip saygıyla kovanı yerden aldı. Avuçlarının yanmasına aldırmadı bile…


Eğer okuyup da buraya ulaştıysanız Bandırma Vapuru'nda bir turu da hakettiniz demektir, iyi seyirler. (Sanal turu sakın ihmal etmeyin.) 

9 Nisan 2010 Cuma

Felatun Bey ile Rakım Efendi

"Tanzimat Dönemi romancılarından Ahmet Mithat Efendi’ nin yazdığı, Türel Ezici’ nin tiyatroya uyarladığı, Levent Suner’ in yönettiği müzikli oyunda dönemin batı taklitçiliği, ortaoyununun açık biçim özelliğiyle sahnelenmektedir. Kantolar, şarkılar ve canlı müzik eşliğindeki oyun, seyirciye eğlence ve bol kahkaha vaad ediyor."diye yazıyordu oyunun tanıtım notunda...

Felatun Bey ile Rakım Efendi, bu vaadini tutuyor ve mutlu bir gece yaşatıyor izleyicisine...

Bu tarz gösterilere tiyatro sahnesinde çok sıcak olmayan, tiyatro izlerken, hep çocukluğunun radyo tiyatrolarının tadını arayan biri olarak, yine de çok başarılı bir gösteri olduğunun altını çizebilirim. Türü sevenler daha da memnun kalırlar, ki salondan memnun ayrılmayan izleyici yoktu.

Oyun, güncel dizilerin bazı karakterlerinin sadece adlarını telaffuz ederek de seyirciyi kahkahaya boğuyor.


Anonslarda, "oyunun başlamasına 10 dakika var, oyunun başlamasına 5 dakika var" yerine "provanın başlamasına 10 dakika var, provanın başlamasına 5 dakika var," denmesinin nedenini, salona girdiğinizde anlıyorsunuz. Çünkü, öğretmenler zili çaldıktan sonra öğretmen gelene kadarki boşlukta biraz da tedirgince hareket eden sınıf gibi; sahnede dolaşan, birbirleriyle konuşan, yerine gidip oturduktan sonra kalkıp tekrar dolaşan, aynaların önüne geçip makyajını kontrol eden oyunculara ve sahneye daire şeklinde yerleştirilmiş sandalyelere baktığınızda, oyunun kostümlü prova şeklinde sahnelendiğini anlıyorsunuz.

İzleyiciler, "geç mi kaldık" şaşkınlığıyla bir yandan koltuklarına yerleşirken, oyuncular da sahnede yönetmenin gelmesini bekliyorlar.

Ahmet Mithat Efendi de "hadi başlayalım!" diyerek giriş konuşmasını yaptıktan sonra sahne önündeki masasına geçip, önündeki kağıtlardan provayı takip eden, gerektiğinde müdahaleler yapan bir yönetmen halini alıyor.

Oyun içinde sıklıkla karşınıza çıkan, bazen kaba ama çoğunlukla ince espriler ve durumlara yerleştirilmiş komiklikler, zekice ve hoş...
Bence, kitabın değerinin ötesine taşan bir başarıyla sahnelenmiş ve zenginleştirilmiş bir oyun, Felatun Bey ile Rakım Efendi. Ama derin entellektüel tartışmalar yapmaksa umudunuz, beklentilerinizi düşük tutun. Sadece, bildiğiniz, tartıştığınız, üzerine zaten fikirleriniz olan bir konunun ana fikir olduğu eğlenceli bir (müzikal)oyun olduğunu bilerek, tadını çıkarın. Üstelik orkestra ve oyuncular, özellikle farklı milliyetlerden karakterler canlandıran kadın oyuncular, çok başarılı.

8 Nisan 2010 Perşembe

Bu Seferlik Alkış!

Şikayet etmektense, eleştirilerini açıkca dile getirip çözüm yolunda öneriler ortaya koyarak çaba harcamak gerektiği fikrine sıkı sıkıya inanan biri olarak; sürekli, siyasi duruşundan ve tavrından şikayetçi olduğum, ilk cümledeki görüşümden yola çıkarak üzerine "Yakın Tarihte Bir Ufak Tur...Asıl Suçlu!" başlıklı upuzun bir yazı yazdığım, sıkı bir muhalifi olduğum Sayın Deniz Baykal, nihayet, tüm siyasi yaşamının en doğru hareketini yaptı.

Elbette, bu tavrının altındaki niyetin ne olduğunu, yine kendi burnunun ucunu görmez bakış açısıyla kendince ne türden bir hinlik düşünüp de bu şık ve akılcı eylemi yaptığını bilmiyorum ama her ne olursa olsun, özünde doğru bu tavrından dolayı kendini ilk kez alkışlıyorum. Ve ortaya, şöyle sorular soruyorum: Muhalefet olmak, muhalefette tehdit unsuru olmak, iktidarın alternatifi olarak onun üzerinde baskı ve korku yaratabilmek, toplumun ilgisini kendi partisi üzerine çekebilmek; bu güne kadar izlenen münazara mantıklı, dedikoducu sözcüklerle beslenmiş ve sadece iktidarın cümlelerinin peşine takılıp, sadece onlar üzerine sözler söyleyerek kamuoyu oluşturmaya çalışan siyaset üslubuyla mı daha başarılı olmuştur? Yoksa, son anayasa değişikliği konusundaki "kabul görmeyen maddelerin refaranduma götürülmesi, diğerlerinin kabul gördüğü ve mecliste destek verileceği" örneğinde olduğu gibi; toptancı bir red yerine, çözüm konusunda akılcı bir önerme ortaya koyarak mı daha başarılı olmuştur? Ve hangi eylem biçimi tartışmadaki insiyatifi muhalefete geçirip, onun söylemini gündemin önüne çıkarmış, toplumsal bir ilgiye ve sempatiye yol açarak iktidarı daha zorda bırakmıştır?

Baykal; ilk kez, iktidarın ortaya koyduklarına muhalefet eden kavgacı dil yerine ortaya bir çözüm koyarak, ciddi bir kamuoyu oluşturmuş ve dikkatleri partisinin üzerine çekmeyi başarmıştır. Ha devamı gelir mi derseniz, benim umudum yok. Bilirim ki, her seçim atmosferine girildiği süreçlerde, ya bir yıldız bulur ya toplumun ilgisinin üzerinde olduğu bir partiliyi vitrine sürer, onların rüzgarıyla kendi arkadaşlarını meclise sokar, sonrasında da "one man show"una devam eder. Ben sadece, akıp giden zamana bir not daha düşeyim; hani, güzel bir tavır ortaya koymuşken de alkışımı eksik etmeyeyim dedim. Yoksa, elimde fenerim, hala "partimi" arıyorum.

7 Nisan 2010 Çarşamba

SINIFÇA ATATÜRK’ÜN VEDA FİLMİ

Öğretmenimiz bir hafta önceden sınıfça Atatürk’ün Veda filmine gideceğimizi söylediğinde hepimiz çok heyecanlandık. Ben öğretmenime hangi sinema dediğimde Konak Sineması cevabını aldım.

Sinemaya gideceğimiz gün geldi. Öğretmenimiz bize montlarınızı alın dediğinde hemen montlarımızı aldık. Montlarımız üstümüzde öğretmenimizin bize okulun bahçesine inip sıra olun demesini bekliyoruz. Öğretmenimiz bize bahçeye çıkıp sıra olun dediğinde hemen bahçeye indik. 1-2 dakika sonra öğretmenimiz geldi. Çıktık yola ellerimizde sularımız gidiyoruz. Sinemaya geldik. Oradaki görevli bize filmin olduğu salonu gösterdi. Oturduk yerlerimize benim yanımda sıra arkadaşım ve aynı zamanda en iyi arkadaşım olan Miraç vardı. Sonra görevliler bize patlamış mısır dağıttı.

Film başladı. Atatürk ölüm döşeğindeydi. Atatürk’ün yatağının başında çocukluk arkadaşı Salih Bey vardı.

Salih bey bir mektubun başına oturmuş Atatürk’le geçirdiği zamanı bir mektuba yazıyordu. Salih bey mektupta oğluna Atatürk ölürse bende kendimi öldüreceğim diyordu. Mektupta Atatürk ile geçirdiği günleri, ayları hatta yılları anlatıyordu.

Çocukluktan, gençliğe, gençlikten, büyüklüğe kadar hepsini anlatıyordu. Film çok uzun sürmüştü. Film bittiğinde hepimiz öğlenciler gelmiştir. Sınıftalardır korkusuyla hızlı bir şekilde okula koştuk. Neyse ki öğlenciler gelmemişti sınıfımıza. Bazı arkadaşlarım servisim kaçtı diye korktular. Ama benim evim yakın olduğu için benim korkmama gerek yoktu. Hemen çantalarımızı alıp evlerimize gittik.


Yazan:Tırtıl

5 Nisan 2010 Pazartesi

Satı Kadın’ın Pembe Daktilosu*

Yaşamda, kanıksanan, garipsenmeyen oysa hiç de hoş olmayan durumlar oluyor. Örneğin; her gün önünden geçerken içime ılık bir sevinç bırakan üç katlı o eski ahşap ev artık yok. Galvanizli metal bir çitin ardında çalışmalar çoktan başlamış. Otobüsten okunmuyor, ama çitin üzerindeki tabelada “çevreye verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz” yazdığını ezberden biliyorum. Kimi zaman tersi de oluyor bunun; yine her gün önünden geçtiğim kurnası çöple dolu, musluksuz, zavallılaşmış bir çeşmenin alınlığında ne yazdığını ve kimin yaptırdığının ayrımında olmuyorum. Ta ki, bir gün yaşlı biri söyleyinceye, ya da bir kitapta; azatlık bir kadının ömrü boyunca biriktirdikleriyle özenle yaptırdığı bu çeşmenin suyunu kurutanın öteki dünyada iki elinin yakasında olacağı ilencini öğreninceye kadar. İşte o zaman gözlerimi patlatarak biri şaşkın, diğeri ayıplayan iki kez “Yapma ya!, diyorum.

Yapma Yaa?..

Bu durum evdeki değişikliklerde de oluyor. Akşam eve gelmişim, koskoca büfe üçlü koltukla yer değiştirmiş. Eşimin gözümün içine bir süre gücenik bakışından da aymıyorum. Neden sonra, “şimdi o bit kadar daktiloyu kaldırmış olaydım, hemen fark ederdin” diye mızıldanmasına hak vermemek elde değil. Ama içimdeki sesin, bir şey yazmadan masadan kalkamazsın dayatmasıyla masamdan kalkmamaya karşı koyarken gözümü ondan alamıyorum. Ve buraya dek yazdıklarım onun; (o pembe renkli daktilonun) öyküsünü yazmanın girişi oluyor.

Adı bende kalsın; eskicilik yapan benden küçük bir dostum var. Günün birinde telefon açıp bana, uğramalısın, dedi. Telefonu kapattıktan çok çok on dakika sonra yanındaydım. Bunu sana sakladım, deyip masanın arkasından daktiloyu çıkardı koydu önüme. Siz hiç pembe renkli daktilo görmüş müydünüz? Ben görmemiştim. Bundan böyle karaları bile müzelerde görülecek zaten. Sorumu ağzıma tıkadı: Bu daktilo meclisin ilk kadın milletvekillerinden birininmiş. Sadece klavyesindeki eski yazılar yeni yazılarla değişmişmiş. Mirasçılara söz vermiş; kim olduklarını sormamamı istedi. Üstelemekle kendime saygısızlık etmiş olurdum. İyi ki de öğrenmemişim; böylece yıllardır dolandı durdu, düşlerimi süsledi kafamın içinde. Doğumumdan sekiz yıl önce; 1934 yılında kadınlara seçme seçilme hakkı tanındıktan sonra meclise önce on dört bayan milletvekili girmiş, sonra ara seçimlerle bu sayının on sekize çıktığını her yerde okumuşumdur. Çoğu öğretmen, ikisi çiftçi bu milletvekillerinden hangisinindi daktilo? Nakiye Elgün’ün mü, Meliha Uras’ın mı?.. Ben Satı Kadın’a yakıştırdım. Ogün bugün Satı Kadın’ın pembe daktilosudur benim için.

Arkadaşım evin diğer eşyalarından oldukça kazançlı çıkmış, para almadı diyebilirim. Yalnız, bu daktiloyla güzel bir öykü yazmamın sözünü aldı benden. Daktilonun pembesine bulaşan coşkuma diyecek yoktu, neşelenmiştim: Ya, bunu sen bizim daüssılacı ünlü yumuşaklara götüreydin inan ki, hem çok para alırdın hem de benimkinin misli misli şiirler, öyküler, romanlar çıkardı ortaya, dedim.
Çıngıraklı bir kahkaha patlatıp,
-Bunu yazma abi tefe koyarlar…
-Olsun; makasa uysun diye odun derim, dedim…
Bir kahkaha daha patlattı…

O gün evde nereye yerleştireceğimize zor karar verdik ve masada oturduğum yeri çaprazdan gören ceviz sandığın üstüne koyduktu. Yıllardır bir mücevher gibi dururdu gözümün önünde. Çalışır olduğu halde yazılarıma iyi bir öyküyü onunla denemek üzere şimdilik kullanmıyor, bizim arapla sürdürüyordum çalışmacıklarımı. Gel gelelim dün yerinde göremeyince, "nerdee?" diye çocuklar gibi dövünesiye bağırdım. Meğer, hanım, torun hırpalıyor diye çok olmuş kaldıralı.

İşte böyle bazen sevdiğimiz bir şeyin yokluğunu geç fark ettiğimiz de oluyor.

*Sayın Ekmel Denizer'in yayımlanmamış bir öyküsüdür.

3 Nisan 2010 Cumartesi

Kuzey Yamacı

Aşk, sadece sözcüklerde anlam bulan bir şey midir? Yani direk ve doğrudan söylenmiş sözcüklerde... Yoksa aşk; aşk sözcüklerinin hiç birini içermeyen cümlelere yüklenen bakışta, seste, sessizlikte, duruşta anlamını katmerleyen bir eylemsellik midir?

Bu iki soruya verilecek yanıta göre değeri anlaşılıp sevilebilecek bir film Kuzey Yamacı...

Benim yanıtım vardı ve bu yüzden çok sevdim filmi.

"Avrupa sinemasının Amerikan sinemasından farklı olarak ele aldığı konuları bir aksiyon ya da kahraman yaratmadan, belgesel tadında ama asla ritmini kaybetmeyen sürükleyicilikte ve derinlikte anlatabilme geleneğinin en güzel örneklerinden biridir bu film" demiştim, Çöküş'e yorum yazarken... Ve eklemiştim; "seyir sürecinde, sanki bir film izlemiyormuşsunuz da olayların içinde biriymişsiniz gibi hissedersiniz sahiciliği..." Bu cümlelerimi Kuzey Yamacı için de tekrar ediyorum.

DVD'si de piyasada olan gözlerden ırak bu film, şu an vizyonda*... Hafta sonu için iyi bir seçim olabilir.

Aslında üzerine çok güzel cümleler kurulabilecek Kuzey Yamacı'nın, aşkı en güzel anlatan filmlerden biri olduğunun ve gerçek bir hikayeye dayandığının altını çiziyor, filmden seçtiğim diyalogları karakter belirtmeksizin sıralıyorum. Çünkü biliyorum ki, bu filmi en güzel yine kendisi anlatacak:

-İnsan dağın en altındayken yukarı baktığında, kendine "kim buraya tımanabilir ki," diye sorar. Neden biri bunu istesin ki? Ama yukarıdayken saatler sonra aşağıya baktığınızda herşeyi unutuverirsiniz. Sadece geri döneceğinize dair söz verdiğiniz o tek kişinin dışında...

-Devlet basın müşavirliği bizden Eiger'e ilk tırmanacaklarla ilgili olarak birinci ağızdan bir hikaye sunmamızı istiyor. Orası senin bölgen, oraya ilk çıkan Alman olmalı, aksi halde sen kendin oraya tırmanacaksın.

-Luise foto muhabiri olmuş.
-Daha stajiyerlik yapıyorum.
-Öyle mi, peki ne iş yapıyorsun?
-Başlangıç olarak çoğunlukla kahve yapıyorum diyebilirim. Editörlere...
-Yine de hiç fena değil!

-Yerel gazete de yayınlanan makaleni okudum, harikaydı! Patronum da okudu... Berlin'de sizden bahsediyorlar.
-Bizden mi?
-Evet! Sizden ve diğer iyi dağcılardan söz ediyorlar.

-Olimpiyatlar yaklaşıyor. Bütün iyi dağcılar Eiger'e çıkmayı deneyecek. İlk tırmanış hakkında hikayeler yayımlamak istiyorlar; hem de tam sayfa. Hikayeyi benim yazmamı istediler. Niye beni seçtiler hiç bilmiyorum ama düşünsene gazetenin ilk sayfasında olacaksınız..
-Eminim çok güzel bir hikaye yazacaksın ve bizim hakkımızda olmayacak. Biz Eiger'e tırmanmayacağız, tamam mı.
....

-Ölüm duvarında bir dakika güneş parlar diğer dakika kar fırtınası olur. Ya çığ düşer ya da bir anda heyelan olur. Bunun dağcılıkla bir ilgisi yok! En iyisi olsan bile işin şansa kalır. O yüzden de oraya tırmanmayacağız.


-Bu tıpkı çocukken dağa tırmanmaya gitmeniz gibi...

-Seni takip ederdim.

-Eğer hikayem basılırsa...

-Bunu anlıyorum, başka iki dağcı bulmak zorundasın.

-Ama yine de hep seni bekledim.

-Daha ne kadar bana kızgın kalacaksın...

-Sen ve ben oraya ilk tırmanan insanlar olabiliriz.

-Tırmanmanın tek anlamı bu değil.

-Neden birden fikrini değiştirdin?

-Sırf kendim için tırmanmıyorum.

-Bence eğer biri sevmişse yaşamış demektir.


*Samsun'da

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP