18 Şubat 2009 Çarşamba

Rastlantı...


Havalanmış içiy(m)le güneşe ıslık çalarak girdi(m), bir yığın anıyla dolu pastaneye... Tadı yıllardır aynı cevizliden aldı(m) iki tane; tadın(ım)a tat katmak için...

Aklın (m) da bir militan geçmiş; eski fuar alanındaki genç ''cafedans''la neşeli komşulukları anılarda, önlerinden gelip geçen yorgun kalabalığa ''biz ne günler gördük'' edasıyla yukarıdan bakan çam ağaçlarından sahile; güneşe ıslık çalmaya devam ederek, rüzgârla kol kola, onlu yaşların sonunda, ilk gençliğin bilmişliğindeki çocukla birlikte yürüdü(m).

Fasulyeleri sütle pişirdikten sonra fırınlayan liman manzaralı lokantada, susuz, ama salça ve etin kattıklarıyla kıvamlanmış tereyağlı kuru fasulyeyi, pilav ve ayran eşliğinde keyifle yedi(m).

Sonra bir soda içti(m).

Aynı yolu: Yanakların(m)a denizin kokusunu taşıyan tatlı bir rüzgârla, limana girme sırasını bekleyen gemilere baka baka yürüdü(m); damağın(m)da cevizlinin tadı, aklın(m)da kimsesiz...

Mi?

17 Şubat 2009 Salı

Leydiler...



Aramakta olduğum ve bir türlü bulamadığımın sayesinde bugün elime geldiler.Bebek arabasındaki Tırtıl'dan yola çıkınca tahminen altı yıl öncesine ait çok sevdiğim bu fotoğraflar: Bizim mahallenin çocuklarının her öğlen, okuma, daha doğrusu kitaplara dokunma,onlarla tanışma seanslarından birinde, bir yaz günü öğle vakti çekilmişti.

Başkalarının Hayatı


Film, içinde barındırdığı her bir karakterin iç dünyası ve onun dışarıyla ilişkileri üzerine derinlikli açılımlar ortaya koyarken; yönetimi ellerinde tutan insanların, o düzenin haklarını savunma mantığı ile ellerine verilmiş gücü zaafları uğruna kendilerine kullanmalarının nasıl kötülüklere yol açtığının yanı sıra, hayatın her alanına ideolojik bakan yönetim anlayışının sanata etkileri odağında sanatçı ve aydın olmanın zorluklarını da sergiliyor.

Düzenin, kendini savunma ve koruma adına tek bir doğrudan bakarak, şüpheci bir paranoya ile yaşamı nasıl çekilemez hale getirdiğini, hayatın her alanına nasıl müdahaleci olduğunu ortaya sererken film; aynı zamanda, ahlakı çökmüş sistemin kullandıklarından bir ajanın biraz düşünmeye başlayarak ve fark ederek, katı eğitimlerle yönlendirilmiş aklına ve dolayısıyla sisteme başkaldırıp kendi adaletini uygulamaya koyarak, doğrunun yanında yer alışını da izlettiriyor .

Başkalarının hayatına onların doğrularını anlayan bir gözle bakabilmeyi, onları fark edebilmeyi beceren kahramanımız bu fark edişinden sonra, kendisiyle birlikte izleyicide de yeni düşünceler için yeni kanallar açıyor.

Kendine has sakin bir anlatımla, yalın bir dil kullanarak müthiş bir sistem eleştirisi yapan bu güzel film: Yakın tarihi, ideolojiler arası farklılıkları, insanın tutkulu idealleri için nelerden vazgeçebildiğini -içinizi sızlatan aktris karakterindeki Martina Gedeck'in üstün performansı ile, doğru, iyi kalpli, dürüst insan olmanın ahlakıyla sorumluluk duygusunun arasında kalmışlıktan, hizmet verdiği sistemin kirlenmişliğini fark ederek bir çıkış arayan- Ulrich Mühe tarafından muhteşem oynanmış- yalnız insan Ajan Weisler karakterinin odağında; sizi sürüklemeyi, sarsmayı, çok naif bir lezzetle ruhunuza dokunmayı başarıyor.

Sinemalardan sessiz soluksuz gelip geçmiş, az gişeli bol ödüllü, 2007de en iyi yabancı film Oscar'ını almış bu filmi hâlâ izlemediyseniz; demek ki sinema adına çok şey kaçırdınız!

16 Şubat 2009 Pazartesi

Hâlâ ARIYORUM!..

Geçenlerde; geçenlerde derken cumartesi günü, birden aklıma gelen hayatımdaki bir ilk için, geçmişin izlerini koyduğum yerde onu aramaya başladım. Her şey vardı ama o yoktu. Bir an, bir yere verdim de geri mi gelmedi diye düşünsem de çok uzun zamandır insanların yaşamından çıkmış olduğu için bunlar, verildiyse kime verildiğinin hatırlanması da olası değildi... Üzüldüm ve bu kafama takılmışlıkla her tarafı kurcalamaya başladım. Onun üzerinden bir yazı yazmak ve onun fotoğrafını koymaktı tüm arzum.

Buna benzer bir ızdırabı daha önce yaşamıştım. Aslında, oldukça savruk biri olmama rağmen; kitaplar, plaklar, kasetler, dergiler, mektuplar, hediyeler gibi iz bırakanlar konusunda oldukça korumacıyımdır.

Tüm tıfıl çağlarım boyunca doldurtuğum, aldığım kasetlerle birlikte, o dönemlerin o anlamda tek yayını olan hey dergilerini de biriktirip saklarken; ilerde zamanlarda, geçmişin şarkılarını evdeki kasetler ve plaklardan dinleyen birileri, o dergilerden de o anın popüler kültürünü, sanatçılarıyla yapılmış röportajları okuyup, dönemin mizah dergileri ve diğer yayınlarıyla birlikte durumun tadını, o zamanları tümüyle hissederek çıkarsınlar istemiştim.


Bu eve taşındığımızda tavan arasına çuvallara koyup kaldırılan tüm bu yayınların bir temizlik gününde, çöpe gidenlere katılıp gönderildiğini öğrendiğimde çok üzülmüştüm. Elbette annem daha çok üzülmüştü.

Onları, daha tımtıfıl bir çocukken, zamanları eskisin diye tıpkı yıllanmaya bırakılmış şaraplar gibi, yıllar sonra, daha gelişmiş ve biriktirilmiş bir ruhla tadlarını yeniden duyumsamak amaçlı; ve her birinin izlerinden giderek geçmişte kalanlara yetişkin bir gözle bakabilmek için, kendi el altımdan ve gözümden uzağa bırakmıştım oysa...

Kapaklarıyla kurduğum iletişimle satın aldığım kitapları, plakları, filmleri, onların bıraktığı tadı, ön bilgim olarak aldıklarımdan daha çok severim. Bu; hiç bilmediğinin sesini, her kelimesini, bilinmeyen tadını keşfetmenin heyecanıdır. Bu heyecan, bu yol alışlar, yaşamdaki en büyük keyiftir benim için.

Bu keyiflerimden, bilmeden keşiflerimden birini arıyorum şimdi. Önemli!.. Çünkü; hayatımdaki bir devrimin başlama sebebidir henüz bulamadığım. Bulduğumda devam edecek yazı.

Yakaladığım her boşlukta aramaktayım.

Netten bulabileceğim, hatta farklısını bulduğum bir resimle yazmak istemiyorum onu... Dokunmak istiyorum, bloguma her girdiğimde o tazeliğini hissetmek için... Tıpkı yaşamıma dokunarak kattığı tat gibi.

Arıyorum...


Fotoğraf: Videlec org

15 Şubat 2009 Pazar

Alt Yazı... Büyük Bir Kent


Bu ne gürültü? Ya bu koşuşturan
insanlar! Yirmi yaşındaki bir kafada
ne çok gelecek kaygısı böyle!
Aşk konusunda bu ne dalgınlık!
..
BARNAVE



Not:Barnave tarafından söylenmiş bu sözler STENDHAL'in Kırmızı ve Siyah adlı romanının yirmidördüncü bölümünün başındadır.

BARNAVE: 1761-1793 yılları arasında yaşamış, devrim mahkemesinde yargılanıp giyotinle idam edilmiş bir Fransız politikacıdır.

14 Şubat 2009 Cumartesi

Bugün Sevgililer Günüydü!..

Dün gün batımının; patates kızartması, kalamar, midye tava, kızarmış sosisler, sigara böreğinden oluşan lezzetli yiyeceklerinin, deniz manzarasının, buz gibi biralarla iliklere işleyen şarkılar eşliğinde bir akşam üstünün hafif hafif esen meltem tadındaki saatlerini, S ile sohbet ederek geçirirken, aslında biraz da duygularımla yüzleşiyordum. Arada bir durup, sanki çok olağan ve sıradanmış gibi akan hayata bakmayı, duyguların derinliklerinde dolaşmayı seviyorum. Bazen bir sohbetin içindeki bir iki cümle, bazen bir bakış, bazen bir nefes alıp verme anına yüklenmiş duygular yetiyor bana döktürmek için.

Sonra eve gelip, arabesk bir koyvermişlik, rakı ve yanına yakışan yiyeceklerle, ara sokaklardan nağmeler salaşlığında bir keyfe göbek atmaya başladım. Aslında yoğun, can sıkıntılı bir günün zaman zaman kapılarını aralayarak; önceki gün x ile konuştuklarımız üzerinden, son yıllarımın özetine bir göz atmıştım gün boyu...

Sonra gece, bunlar aklımda yatak odamın çıplaklaştırdığım pencerelerinden dağların üzerindeki evlerin kalabalığa saklanmış yalnızlıklarına bakarak; yüzümde tatlı, huzurlu bir tebessümle uyudum. Sabah, müthiş bir kuş orkestrasının olağanüstü keyifli konserine uyandım. Sonra akşamın o serkeş izleri üzerimden akıp gitsin diye banyoya girdim. Uzun bir seremoni tadında, ağzımda tatlı bir tebessüm, sıcacık suların altında gözlerimin önünden akıp geçen kareler eşliğinde kendimle sohbetler ettim.

Sonra, odamın camlarını dışarıyı içeri taşıyacak kadar açtım. Bir sürü anının farklı kokuları doldu odaya; bahara giden kışın kokularıyla birlikte... Ve uzun bir zaman sonra bir mektup yazarken buldum kendimi. Bunun hoşluğuna gülüyorum şimdi de... Canım sigara istedi bir de... Gidip alacağım ve duygularımın bu coşkun keyfine bir, belki iki, belki üç sigara tüttüreceğim; yanına bir orta şekerli kahve de yakışır di mi? Yakıştı.

Bu Sevgililer Günü sabahının çok erkeninde bunca ruh kışkırtıcı an yaşayınca en çok aklıma düşen; hayatımın ilk ve tek kere yaşanmış, sevmek, sevgili, ten, güzellik, ruh, hangisi sorularına yanıt arayan, duyguları yaşından öte bir zaman diliminin, Sen Zamanı Olmayan Zamansız Bir Yerindensin Ömrümün'le çok keyifli bir yemek akşamının ilk şişe şarabında paylaşılmış olayını; bugün, akıp giden zamanın sonsuzluğuna bırakmak istedim.

Çıkmadığım teneffüslerin birinde sınıfta sohbet ediyorken, tuvalete yazılmış bir slogan yüzünden; hiçbir siyasete, hiçbir ideolojiye öykünmeyen, hiçbir şeyi taklit etmeyen, duyguları derin, kuyruğu dik Zamanı Belli Olmayan Bir Günde Üzerine Yazılacak Kız'ı, kızlar tuvalette sıkıştırmışlar, diye bir haber geldi. Sıradan fırlayıp tuvalete çıkan merdivenleri uçar adım giderken bilinç altım biliyordu çetenin başını; ya da yine geleceğe bırakılacak bi sahne olsun diye karşılaşmak istediğim oydu... Kapıdan hışımla girdiğimde, dumana boğulmuş kızlar tuvaletinde, Zamanı Belli Olmayan Bir Günde Üzerine Yazılacak Kız'la, kendisiyle aynı adı taşıyan sıra arkadaşı sadece sigara içmek için kaldıkları tuvalette, duvara yazılmış sosyal emperyalizm içerikli, Halkın Kurtuluşu imzalı bir sloganın hesabını vermek zorunda bırakılıyorlardı. Zamanı Olmayan Zamansız Bir Yerindensin Ömürümün arkasındaki iki arkadaşıyla elleri belinde bir kıyamet koparıyordu, tuvaletin orta yerinde... Sonra başta bizim sınıftan xx olmak üzere benim oraya geldiğimi gören onların fraksiyonun erkekleri de doldu oraya... Benim yanıma bir tek sıra arkadaşım geldi.

Aslında o gün orada başka kimsenin fark etmediği duyguların savaşı yapılıyordu. Herkesi donduran bir öfkenin rüzgarıyla bas bas bağırıyorduk, boynuzlarını bilemiş iki keçi gibi... Çok hakim olduğumuz literatürün bütün klişelerini mitralyöz mermileri gibi saplıyorduk birbirimize; delik deşik olup oluk oluk kanlar aksın diye... Kimse bilemedi bizi ayırırken kavganın aslını... Sen Zamanı Olmayan Zamansız Bir Yerindensin Ömrümün kıpkırmızı ve kan ter içindeki yüzüyle, bu ideolojik tartışmanın hırsından ağlıyormuş gibi giderken kuyruğunu dik tutma gayretinde; ben kantinin en ücrasında, üst kata çıkan dip merdivenin boşluğunda ağlıyordum. Aradaydım. Yaşamımın sonraki hiç bir döneminde bir kez bile tekrarı olmayacak şekilde hem de.


O gün yemekte bir çok anıyla birlikte bu olayı konuşurken, Sen Zamanı Olmayan Zamansız Bir Yerindensin Ömrümün'e şunları da söylemiştim yıllar sonra: Zamanı Belli Olmayan Bir Günde Üzerine Yazılacak Kız masumiyetimdi benim, çok sevdim onu... Çünkü o sırada ailenin erkekleri; onun oyuncağı mıydım yoksa o benim oyuncağım mıydı anlamadığım yetişkin bir kadının elinden almışlardı beni... Kadınlar hamamında kırk tas sularla yıkanıyordum; ruhum ak pak olsun diye... Öyle bir dönemdi ... O yüzden Zamanı Belli Olmayan Bir Günde Üzerine Yazılacak Kız'la el ele bile tutuşmadım, demiştim... Sonra bunu daha da açmış; masum masum gülmüştük, kadehlerin dibine kadar.

Kitaplardan, sinemadan, devrimden, sınıfta istifa dilekçesini yazmak zorunda kalan edebiyatçıdan, biyolojici deli karıdan, bana meftun koca popolu sınıf başkanı o kızdan falan konuşurken ilk şişe şarabı götürmüş, ikinciyi sipariş vermiştik bile..

Yaşamın karşı kıyılarını bilemeden yaşamak çok güzel, güzeldi. Bugün durduğum yerden arkaya, orada bırakılmışlara bakmak istedim. Çok şey ve çok ad geçti ruhumun derinlerinden... Ve bugün, hepsinin izlerini sevdim. Onlar, beni ben yapmış sevgililerim. Bazen söylenmemiş tüm sözlerimi; her birinin ellerini avuçlarıma alıp gözlerine söylemek isterim. Şimdi zamanın sonsuzluğuna serpiyorum. Sevgililer gününüz kutlu olsun. Ben hep sevmiştim!.. Söylemesem de...


13 Şubat 2009 Cuma

Recep İvedik Sosyolojisi: Gözlemler Düşünceler...

Ülkenin; politik bilincin yüksek, savunulan değerlerin bugünkü kurak iklime göre daha nitelikli ve tartışılabilir olduğu bir sürecine tanıklık etmenin insanı besleyen olanaklarından mümkün olduğunca yararlanmış biri olarak gençleri eleştirirken, kendimiz nasıl ki benzer süreçlerde (başkaldıran) anarşist bir akılla yetişkinlerimizin bizi anlamaz gördüğümüz tavırlarıyla çatıştıysak, onların (yaşları gereği) benzeri tutumlar takınarak kendi yaşadıkları iklimin biçimlendirmeleriyle, genç olmanın çıkışlar ve kimlik arayan ruh hallerinde aynı refleksleri gösterdiklerini ve de bunun çok doğal olduğunu anlamalıyız.

Onları anlamak adına temelde görmemiz gereken ve bir çok yazımda aynı kelimelerle sürekli tekrar ettiğim ve edeceğim bir nokta daha var ki bunu asla reddedemeyiz: Bu ülkede yakın tarihli bir nokta koyma(12 eylül) döneminin ardından, farklı oyuncaklarla düşünmekten uzaklaştırılan, evcilleştirilmeye çalışılan, biçimlendirilen, düşünme ve tartışma alanları daraltılan ve bunda hiç bir sorumluluğu olmayan bir nesil bu... Ve hepimizde biliriz ki insan algısı (merak duygusuyla eleştirel ve sorgulayıcı bakmayı öğrenemediği sürece) sunulanlarla biçimlendirilebilir bir şeydir. Tüm bunların ışığında sanırım yapılması gereken direkt ve şiddetle bu çocukların savundukları filmi yerden yere vurmaktan ziyade onları anlamaya çalışıp, hiç tepeden bakmadan ve sabırla gerekçeler ortaya koyup, onlarla eşit koşullarda ve onlara saygı duyarak tartışmak. Ben bu yazıda son derece iyimser çabalarla bunu yapmaya çalışacağım.

Önce Recep İvedikseverlerin filmi taşıdıklar yere bakınca; kafadan kendimi savunacak şeyler yazim ki toplu bir saldırıya uğramim. Filmi seven arkadaşlar şunu bilsinler ki; Şahan'ı izleyen, henüz popülizmin ticari yanlarına bulaşmamış halini seven biriyim. Birinci İvedik'i de ilk haftasında izlemiştim. Nasıl bir filmdi üzerine bir şeyler söylerken, aynı zamanda (hiç işe yaramaz bulanlar için) iyimser bir bakışla ne tür yararını gözlemlediğimi de söyleyeceğim.

Bir kere, sinemanın kapısından adım atmamış bir kısım genci salonlarla tanıştırarak onların diğer filmlerden çıkan insanların varlığından, diğer filmlerin afişlerine bakarak onlardan, sinema kültüründen haberdar olmaları gibi bir olanak sağlamıştı, sağlıyor. İçlerinden bazıları ilk kez yaşadıkları bu ortamı belki sevecek; sonrasında belki farklı filmlere gidip kendilerini geliştirecek ve film seçme konusundaki beğenilerini yükseltecekler. Ayrıca her İvedik filmi sonunda ve önünde uzun bir süre yoğunca tartışıyorlar farkındaysanız. Belki tartışma kültürünün olgunlaşması anlamında yararı da oluyor kendilerine...

Filmi çok beğenen fanatikler tarafına gelince: Sizlerin niyetlerinizi ve sahiplenme duygularınızı anlıyoruz, bu yeni filmle birlikte bir kez daha anlayacağız. Bunu normal de karşılıyoruz. (En azından ben) Ama lütfen sizde aynı hoşgörüyle şu yazdıklarımın ne derece doğru olabileceğini bir düşünün... Son derece az para ve emek harcayıp, hedef kitlenin beğenisine göre çok para kazanacak bu filmler sanatsal anlamda aşağı, ticari anlamda yukarı doğru bir başarı ve zeka örneğidir; ve hepsi budur. Şahan'ı bu anlamda kutlamak gerekir! Ama bir ''sanatçının'' kesesini doldurmaktan öte sorumlulukları vardır dersek: Böylesine büyük bir kitle oluşturmuş, popüler kültür ''ikonu'' olmuş zeki birinin, bu zekâyı daha ahlaklı ve doğru kullanarak, aynı karakterle yine masrafsız ama daha sağlam bir senaryo üzerine kurulu, daha nitelikli filmler yapması da olanaklıdır sanki! (bunu iyi düşünün) Bu filmler sadece komiktir(!) ve sadece cebinizdeki parayı almaya dönüktür. Komedi!(mizah) falan deyip fazladan anlamlar yüklemeyin. Hiç kimse bu filmleri Türk sinemasının diğer nitelikli komedi filmleriyle kıyaslayıp bir yerlere de taşımasın. Bunlar sadece Recep İvedik'tir .

Bu filmleri sevip dünyanın en güzel filmleriymiş gibi payalendirmeden: ''Gülmekten yarıldım, çok manyak bişey yapmış'' gibi ifadeler yerine düzgün sözlerle anlatın ki ne demek istediğiniz bir anlam kazansın.

Şunu unutmayın! Hayat uzun bir yol ve insanın düşüncelerini sürekli geliştiriyor. Büyüdükçe daha iyi şeyler görüp gerideki düşüncelerinize güleceğiniz günler de geleceği için lütfen saldırmadan, güzel sözlerle savunun filminizi. Karşı görüş belirtenlere saygı duyun. Yorumlarını dikkatlice okuyun. Belki, hakikaten çok mu abartıyoruz diye sorular oluşur kafalarınızda ve çok da yararlı olur sizler için.

Şu sorunun yanıtını lütfen düşünün! Eğer tv de izleyip sevdiğiniz, sonra değişik sitelerde videolarını tekrar tekrar izlediğiniz bir karakter halini almadan, sadece bu filmlerle ortaya çıksaydı Recep İvedik; filme yine de gider miydiniz ve bu kadar sever miydiniz? İyi düşünün! Tartışma ortamlarında, özellikle film sitelerinde ve forumlarında yazdıklarınızın niteliğinin sizi, eleştirenlerle daha saygılı bir çerçevede buluşturabileceğini düşünerek lütfen düşüncelerinizi yakışır bir dille yazın ve içinde nedenleriniz mutlaka olsun. Çok kanlı geçen Birinci İvedik Savaşlarında olmamıştı da... Bu kez uzlaşı olur umudundayım. İkinci İvedik savaşlarıyla birlikte izleyicide oluşan değişim ve gelişimi izlemek de çok keyifli olacak.

2.bölüm için buradan lütfen

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP