11 Ocak 2019 Cuma

LA Mahzen Ve Consensus

 Öncesi

La Puearta'nın önünden ki kendisinden kesinlikle bahsedeceğim, anılardan söz ederek geçip ana caddeye ulaşıyor, sonra sola kıvrılıp Gar'ın ana binasına selam çakarak ışıklardan karşıya geçiyoruz. Bekleme salonundaki kioskta tatlı mı tatlı kadın İzban kartına yükleme yapıyor.


Planlarımızda yeri olan Retro Festivali'ndeyse bu akşam Barış Manço var. Festival canlılığı hoş ve zaten renkli bir alan olan gara ekstra bir canlılık katıyor. O ara tren geliyor ama biz binemiyoruz. Yol arkadaşım perona geçti lakin ben geçemiyorum. Ne yazık ki burada aynı kart, ilk yarım saat içinde ikinci kez aynı noktada kullanılamıyor. Alalım o halde... Gişenin açılma saatini beklemek gerek. Kısa bir süreye ihtiyaç var. Bu arada bir genç kız etrafta ondan başka kimse yokmuşçasına konsantre olduğu telefonda sevgilisi ile tartışıyor; seviye cırım cırım. Bir süre sonra bıçkın gençle ki o peronda, bu kez canlı tartışıyorlar; dersiniz evin salonunda. Gişeyi tam saatinde açan endamı yerinde genç kadın önce, racona yakışır bir biçimde uyarıyor. Bıçkınlığın hakkına yazık edip seviyesini aşağı çektiği gibi kenarından bile geçemeyen oğlan racon kesip de tepki verince, daha delikanlı ve üniforması pek de yakışan, endamı yerinde, bıçkının âlâsı genç kadın bu kez güvenliği uyaran bir anons yapıyor. Sesinin kararlığındaki sertliğe ve duruşuna bayıldığımın ve olayı yönetme biçiminin şahane ve film karelik olduğunun da altını çizmem gerek. Kartımı alıyor, ödememi yapıyorum. Perondayım artık. Hava çok güzel, pırıltılı... treni beklemekse en az yolculuk kadar şahane.

Güzel bir yolculuk, renkli bir yolcu çeşitliliği... başlangıçta oturacak yer bile olmayan tren gittikçe sakinleşmeye başlıyor. Havaalanını da geçtikten sonra artık açık alan manzaralı, küçük ve sevimli yerleşimlerden geçilen bir uzun yol tadını alıyor güzergah. O ara rezervasyon sorumlumuzun telefonu çalıyor. Teyitleşmenin ardından, karşıdan bilgiler geliyor. Pancar İstasyonunda haberdar etmeliymişiz ve Kuşçuburun'da da  inmemiz gerekiyor.

Güzel bir istasyon Kuşçuburun; bir küçük yerleşimin, muhtemelen şimdi Torbalı'nın bir mahallesi olan eski bir köyün banliyösündeki istasyondan çıkıyoruz; bir araba görüyorum bekleyen ama netleştiremiyorum, o yanaşıyor. Restoranın arabası. Alkollü araba kullanmam diyorsanız ki deyin, hiç de gerek yok arabayla gelmeye, hele de trenleri seven biriyseniz. İstasyon, Arkas arazisinin hemen hemen bitiminde, hani ben yürürüm derseniz araç istemeye de gerek yok. Ama siz yine de isteyin.


Üzüm kokan bir coğrafyada biçimli yeşilliklerin içinden, artık görevini devretmeye hazırlanan enfes pırıltıların serpildiği lezzetli manzaralar eşliğinde kısa bir yolculuğun ardından hafif bir tümseği çıkıyor ve giriş kapısının önünde duruyoruz. Muhteşem bir ikindi vakti. Biraz dışarıda dolaşıyor, çalılıkların ardına doğru alçalmakta olan güneşin, aşağı düzlükteki bağa vuran ışıklarını izliyoruz. Sonra giriyoruz ana kapıdan içeri, bir şarap butiği ile karşılaşmak hoş. Bakınırken etrafa, karşıdan gelen ince, uzun boylu, zarif genç bir kadın gülümsüyor bize. Kesinlikle dış masalar... Onun, günün en güzel saatleri olduğunun altını çizmesi, ilerleyen saatlerde havanın serinleyeceği konusunda uyarması sonucunda, ama en çok da manzara ve günün ruhları dürtükleyen saatlerinin renk sunumu için, asıl rezervasyon saatimiz 19 olmasına rağmen gönüllüce konuşlanıyoruz oraya kadar bize eşlik ettiği masamıza. Bayılıyor muyuz mekâna ve önümüzde uzanıp giden manzaraya?


 Bayılıyoruz...

Masamızla Fatih adlı genç adam ve bir de genç kız ilgileniyor. Ama kıvamında bir ilgi; olmaları gerektiği anda varlar. Açıklayıcı bilgilerin de yer aldığı şirin menüyü inceliyoruz... ki internet sitelerinden daha önce baktığımız üzere bir fikrimiz de var zaten. Önce şarap seçimini yapmalıyız. Aslında tüm çeşitler üzerinden bir tadım menüleri var ama biz damağımızdansa yüreğimizin seçimini yapmaktan yanayız. Merak, sonuç ve sevinç anlarının tadına bayılıyoruz. Ben Tempranillo ve Sangiovese üzümlerinden birini düşünmüştüm gelirken, en sevdiğim kadın ise Consensus 2014'ün merakında...


Masaya bir miktar zeytinyağının ortasına yerleştirilmiş zeytin ezmesi ve kızarmış ekmekler geliyor; yanlarında zeytinyağı şişesi ile... O ana kadar sırrımız olarak sakladığımız tercihlerimizin açığa çıkması sonucunda bir karara varıyoruz. Genelde yemeklerde tek üzümden yapılmış şarapları tercih eden ama bunda da olmazsa olmazı olmayan, üstelik de sürprizleri seven ben, veriyorum siparişi.

"Bir şişe Consensus 2014 lütfen."

75'lik ve 150'lik* olmak üzere iki seçenek var aslında, bunun altını çiziyor Fatih.

"75'lik olsun lütfen."

"Bir şarküteri tabağı lütfen."

"Bir ithal peynir tabağı lütfen."

"Bir de zeytinyağlı tabağı lütfen."

Salata, seçtiklerimize bakınca benim için elzem değil. Lakin Fatih de ıspanak salatalarını özellikle öneriyor. Ispanak salatası ile ilgili hiç bir deneyimi olmayan, üstelik her tür ıspanak yemeğine bayılmasına  rağmen bu yaşına kadar hiç çığ ıspanak yememiş ben, karşımdaki güzel mi güzel gurmenin pırıltılı gözlerindeki ışıltıyı görüyorum.

"O halde bir de ıspanak salatası lütfen."


Menüdeki porsiyonların dört kişilik olduğunu ama kendisinin onları iki kişilik hazırlatacağını söylüyor Fatih. Hatta şarküteri ürünleri ile peynirleri aynı tabakta hazırlatmayı öneriyor ki kabulümüz. Kısa bir süre sonra geliyor Consensus 2014, hoş bir kovanın içinde... Şişesini pek beğeniyoruz. Açıyor Fatih ve bir miktar koyuyor kadehime. Önce hafifçe çalkalayıp kokluyorum ki pek hoş. Sonra minik bir yudum... hımmmmm pek âlâ... Özellikle tam kıvamındaki serinliği, başarılı ve abartısız sunum ve damağımda giderek çoğalan lezzetiyle şarap, 'Götürün beni,' diyor kesinlikle. Onayı veriyorum gönüllüce. Dolduruyor kadehlerimizi Fatih, şişeyi de koyuyor ısıyı uzun süre koruyan kalın metal kovanın içine. Yiyecekler gelene kadar zeytinyağına batırdığımız küçük kızarmış ekmeklerin üzerine sürdüğümüz lezzetli ezme eşliğinde usul yudumlara gözlerimizi kapatarak, uzun yolculuklara çıkıyoruz her yudumda. Tek halleri ile de çok güzel Shiraz'ın, Cabernet Sauvignon'un ve Merlot'un  bu kez, kolektif şarkılarının her bir notasını, tüm nüansları ile hissediyoruz damaklarımızda. Olağanüstü bir senfoni bu; ruhu okşayan, mutlu eden, tüm olumsuzlukları yumuşatıp yok eden, anı kıymetli kılan, insanı kuş tüyünden masallara taşıyan, şahane bir zaman dilimi vaat eden bir tat bu. Sonra, gözlerimizi açtığımızda, önümüzde uzayıp giden bağların, karşıdaki görkemli dağların, uzağımızdan geçen trenlerin, gökyüzünün, yeşilin ve tüm bu güzelliklerin üzerine renklerini saçan güneşin tadını çıkarıyoruz. 


İçinde grisineler de olan peynir çeşitleri ve şarküteri ürünleri birleşiminden oluşan tabak iyi bir eşlikçi şaraba ve hoş... Mevsim sebzelerinden ve dört çeşitten oluşan zeytinyağlılar da hem diri ve pırıl pırıl hem de sunuldukları tabak itibari ile masada bir kalabalığa sebep olmadıkları gibi çok da lezzetliler... Üstelik bir ova bu coğrafya, doğal olarak da otlar ve sebzeler civar pazarlardan... ve tazecik.  Yöreye özgü bir yeşillik olan Cibes'in limon ve zeytinyağlı halini de bir adım öne çıkararak altını çizmem gerek. Ispanak salatası ise bambaşka bir dünya. Tek kelime ile  muhteşem. Ispanağın daha koyu tadı, muhtemeldir ki  çok az şeker ile hafifçe haşlanmış buğday, kiraz domatesler ve hurma ile dengelenmiş, ve bu dengeye de serin nar taneleri muhteşem bir nüans katmışlar. Sanki her biri kendi tadını ayrı ayrı hissettirirken aynı zamanda kimliklerini yok etmeden ahenkli bir müzik yaratıp, çıtır çıtır bir lezzetle dokunuyorlar damaklarımıza..  Bir zeytin coğrafyasında salatalardan ve yemeklerden söz ederken ayrıca bu yiyeceklerde kullanılan ve yine Arkas Holding'e ait Kristal zeytinyağının kalitesinden söz etmeye gerek var mı? bilemiyorum.


Kaç saat geçti onu da bilemiyorum. Ancak artık köyün ve trenlerin güneşli alanda kaldığını, bizim önümüzde uzanan bağa, akşama hazırlanan gölgelerin düştüğünü fark edebiliyorum. Birazdan günün en güzel saatlerinin başlayacağını, ruhlarımızın dürtükleneceğini, birbirimizin sözlerinde ve gözlerinde uzun ve keyifli yolculuklara çıkacağımızı hissediyor ve hatta biliyorum. Üstelik karşımdaki kadının renklerinin, o renklerin içindeki zaman dilimlerinin onda açığa çıkardığı duyguların, gözlerindeki, tenindeki, gülüşündeki ve sesindeki pırıltıların tadını da biliyorum. Şimdi ben tüm bu anları, ona hiç çaktırmadan bir kez daha aklıma kazırken aynı zamanda fotoğraf karelerine hapsetmenin hesaplarını da yapıyorum. O halde dolsun kadehler.


Şarabı çok beğeniyoruz, hem de çok... Öyle, bir şaraba tutulup da yaşamın gerisini onunla geçiren insanlardan değiliz. Her sevdiğimiz şarapla aşklar yaşayan ama yenileri denemekten de kaçınmayan türden iki insanız. Hangi şarap olursa olsun, onunla ilk tanıştığımız anda bize hissettirdikleri ve yaşattıkları önemli... elbette üzerini çizip de bir daha hiç hatırlamadıklarımız var. Ama çok ama çokkkk özel anlar yaşatmış olanlar da var. Artık keşifler peşinde koşma daha az, özel ve dengeli olanlarla devam eden ilişkiler daha çok yaşamımızda... Consensus 2014 de artık, mutlu akşamlarımızın takımdaşları sınıfında rengi ve nüansları ile üst sıralarda yerini alan müstesna ve dolgun bir şarap.


Günün ruhları dürtükleyen, sürekli güzellikler sunan doğaya ışığı ile renk katan güneşin usulca çekilip de sahneyi devretmeye hazırlandığı saatlerde, 5 Zaman Kadın adlı "sanatsal çalışmama" ek olarak, 5 Zaman Kadın Bağda adlı "sanatsal çalışmam" için çaktırmadan, aralıklarla çekiyorum modelimin fotoğraflarını. Çaktırdığım andakileri de bir başka güzel elbette... İkimiz de duygularını poz edip de fotoğrafa yansıtmayı beceremeyen modelleriz sonuçta.

Görüş alanımdaki bir kaç masa ötede ise sonradan gelen 5 kişilik bir grup var.  Mekânı bilen bir çiftle  misafirleri. Muhtemeldir ki bizle aynı saatte gelmeyip de güneşi kaçıran insanlar ya da bu mevsimin ilerleyen saatlerindeki serini bilenler ve ondan kaçınanlar kapalı bölümü tercih ediyorlar. Oysa güneş çekilip de serinleyince hava, içinde bulunduğumuz Ekim ayının sonlarında, ince bir  kazak ve hırka yetiyor ay ışığının tadını çıkarmaya... Tam karşımıza, Kuşçuburun'un sırtını dayadığı dağların ardına, ilk ışıklarını atıyor Ay.


Ne yazık ki çaresiz olduğum anlardan birindeyim. Birinci şişe biterken, günü, güneşten devralacağını bildiren ilk ışıklarını dağın ardında hissettirince, dün son dördünde olan ay; gelenin ne olduğunu kestirebiliyoruz doğal olarak.

Ve geceye ışıklarını bırakarak geçen trenler... Uzak sohbetleri gecenin serinliğine katılmış evler... şarabı oluşturan üzümlerin yetiştiği bağlardan evrene yayılmış; bağ bozumlarının her zaman genç ortamında,  sesi duyulamayan ama tene değen sevdaların haykırışları... katılınca dolunaylı geceye, elden başka bir şey gelemiyor.

"Bir şişe Consensus 2014 lütfen" 

"Bir de beğendili Mahzen köfte lütfen"



Çok ama çok güzel baharatlanmış, damak kıpırdatırken şaraba da yol açan, karabiber tadının hissedildiği küçük, yuvarlak köfteler çok da yakışarak katılıyorlar masaya.. Beğendiyse pek âlâ. Her şey yolunda. Ay, gece, müzik, şahane bir şarap, seyrine, renklerine, gözlerine, gülüşüne ve sohbetine doyum olmayan bir kadın, lezzetli bir mekân ve renk ahenk yiyecekler... Daha ne olsun! Hımmmmm bir de tatlı olsun.

"Bir bal kabaklı krem brüle lütfen."

Baymayan, en az şarap gibi dengeli, bal kabağının tadını çok öne çıkarmadan hissettiren, yumuşak bir final için son derece doğru bir seçim. Aferin bize... Şu an düşünüyorum da, hatta belki de pişmanlığını yaşıyorum, bunu da gece bir rüya tadında akıp giderken yaşadığımız heyecana veriyorum; ipeksi lezzeti ile damaklarımızı şenlendiren bal kabaklı krem brülemize eşlikçi olarak tatlı şaraplarından birer kadeh istemeliydik. Kesinlikle istemeliydik. İsteyin.

"İki kahve lütfen."


Kahvelerle final yaptığımız, çok güzel, huzurlu, lezzetli ve seratonin yüklü  5,5 saat geçirdiğimiz güzel gece için, servis ücreti de dahil olmasına rağmen 440TL artı, fazlası ile hak edilmiş bahşiş ödüyoruz. Sonra şu tablonun da olduğu kapalı yemek salonundaki diğer resimlere de bakıp, şömineyi de gözden kaçırmadan, zemindeki camlardan görünen mahzendeki fıçıların fotoğrafını çekip, çıkıştaki butiği dolaşmaya başlıyor, oradaki hanımefendi ile hoş sohbet ediyoruz. Üstelik de 4 şişe şarap alana 2 şişe de hediye ettikleri bir kampanyaları var. Ayrıca kargo ile de istenebiliyor seçilen şaraplar. Aslında mahzeni gezmeyi, farklı şarapları tatmayı planlamış, o yüzden de rezervasyon saatinden 2,5 saat önce gelmiştik bağa. Öyle güzel ve romansı bir akşamdı ki yaşadığımız, hiç gerek görmedik mahzen turuna. Hem tekrar gelmek için bir sebebimiz olmalı di mi? Mesela bağ bozumuna..


Unutmadan altını çizmeliyim ki Consensus'lar, Amerikan ve Fransız meşelerinden yapılmış fıçılarda 24 ay olgunlaştırılan, mahzen şarapları kategorisinden özel ve tadılası şaraplar. Ve tek parselde Türkiyenin en büyük-organik bağcılığın yapıldığı- bağı da burada.


Getiren şoförümüz ortalarda gözükmeyince, bizi sohbet ettiğimiz butiğin yöneticisi tatlı ve de cabbar hanımefendi bırakıyor istasyona... Yolda sohbet güzel. Kendisi şu an çok hatırlayamıyorum ama Bosna ya da oralardan bir yerlerden gelmiş uzun zaman önce, iş nereli olduğumuz noktasına gelince, kardeşinin de bizim balede balet olduğunu öğreniyoruz. Opera balenin şu anki müdürü, sopranoların en en ennnnnn şahanesi, kimin yakın arkadaşı acaba?

Bir kez daha treni bekleme keyfi... üstelik muhteşem gecenin devamında. İşte geldi. Bu kez daha sakin bir seyir. Ta ki şehire yaklaşana kadar. Sonra doluyor tren. Saat henüz 23 bile değil. Cumhuriyet Bayramı'na hazır, ışıltılı bir şehir ve Alsancak Garı.

Bayıldığımız sokaklarda, hafta sonu keyfinin göğe erdiği keyifli insanların arasından, güzel güzel mekânlardan sokaklara taşan müziklerin, mekânlara giden ya da mekân değiştiren genç adımların tıkırtılarını duyarak varıyoruz otelimize.

Odamızın baktığı  sokak, bazı arabalara özel yerler ayıran karakteri ile pek maceralı. Gizemli arabaların gelip gittiği sokağımız üzerine hikâyeler kurup, yarınki planlarımızın kıpırtısıyla, bayramlıklarını yatağına tıkıştırmış çocuk tadında, uykuya doğru yol alıyoruz. Gülüşlerimizin kenarından yastığa sızanlarsa mutluluktan başka bir şey değil.


*İki şişe içecek bir kalabalığınız ya da niyetiniz varsa 150cl'lik şişe, 2 adet 75cl'lik şişenin toplam fiyatına göre 50 TL daha ekonomik ve tercih edilebilir. Bizim başlangıçta iki şişe içeriz diye bir hesabımız yoktu, ama genelde bu tür  akşamlarda kullandığımız zaman dilimine bakınca da bu ihtimal hep var... burada ve bu havada, bu farkı gözetmeksizin, yine de tek 150cl'lik yerine ikinci ve yeni şişeyi açtırmayı tercih ederdik; akşamın sunduğu kesintisiz devrim ve tazelik adına.


Bir Günü Bir Yazıya Sığmayan Şehir-İzmir

21 Aralık 2018 Cuma

İki Zamanda İzmir

Nerede rast geldim, ne zaman aklıma düştü bilmiyorum, düşüverdiğinden itibaren de sürekli internet sitelerine giriyor, hakkındaki değerlendirmeleri okuyor, menüsünü inceliyor, seçimler yapıyor ve her seferinde de orada olma arzum kat kat katmerleniyor. Bunu ennn ennn ennn şahane yol arkadaşımla paylaşıyorum. Karar verildi, onun için de uygun olan tarih saptandı ve istikamet İzmir'in biletleri aylar öncesinden alındı. Bunun ardı ise benim enn sevdiğim süreç. İki yıl önceki İzmir gezisinin tadı hala damaklarımızda, yeninin kıpır kıpır, taptaze heyecanı da bir başka elbette. Bu kez İzmir'in biraz daha dışına taşacağız ve bol miktarda trenleri kullanacağız. Hımmmm trenler... Karargâhı yine Alsancak'da kuracağız. Geçen sefer kaldığımız ve çok da sevdiğimiz İbis'le daha semtin ortasında, iki yakasına da daha yakın mesafede bir otel arasındayım. Karşılıklı istişarelerimizi bir süre sürdürürken... daha çok kullanacağımız noktaları da göz önüne alarak ilk tercihimden ve İbis'ten vazgeçiyor ve bir başka otelde, Hotel Aparat Alsancak'ta karar kılıyorum. Hadi hayırlısı, seçimim inşallah bu kez de mahcup etmez beni.

Bir de bu gezinin odağında yer alan asıl hedefimiz var. Bir restoran bu. Hatta bir restorandan daha fazlası... Şehrin dışında. Mesafe uzak olmasına rağmen ulaşım hem çok keyifli hem de çok kolay. Orada olmanın kıpır kıpır tadı çoktan düştü damaklarımıza. Gidiş günü iyice menzile girince restoran rezervasyonları sorumlumuz gereğini yapıyor. Hımmmm orada bir Cumartesi akşamı!  Çooooooooooookkkkkkkkkkkkk kıpırtılı.





26 Ekim 2018 Cuma


Ay son dördünde, güzel bir gece, yol arkadaşım yine benden önce binecek, o ara telefon; "5 geçe kalkıyor servis." "Tamam kalkınca haber ver sen, ben de evden çıkayım." Gülüşme. Bunlar germe anları benim için. Aslında ben de eskiden öyleydim, kaçıracağız diye korkardım gideceğimiz araç ne ise. Yol heyecanı kıpır kıpır ederdi içimi, diken diken telaşlar sarardı bedenimi, hâlâ da eder ama şimdilerde kaçırma telaşlarından uzağım. O korkuların ne kadar da yersiz olduğunun çok kere tanığı olunca insan duruluyor demek ki. Sağımda ve denizden epey yükselmiş Ayın tadını çıkararak, yol sevinci ile katmerlenmiş bünye sırtında çantası, durağa doğru yürüyor. Işıklardan karşıya geçtim mi servisin geliş yönünde ve duraktayım. Telefon titriyor, "Biz kalktık beş dakika sonra sizin duraktayız". "Tamam ben de ayakkabılarımı giyip şimdi çıkıyorum evden. Beş dakikaya duraktayım." Kahkaha... ama bir şüphesi de var sanki!

Serviste arkamızdaki koltukta terhis olmuş bedelli bir asker var, bu işten sıyrılmış olmanın tonu kelimelerinde, yanındakine durmaksızın anlatıyor: daha kuvvetli bir eğitim olmalıymış falan yani.... "E abi uzun dönem gitseydin o zaman." Diyesim geliyor da susuyorum. Dersin 20 ay askerlik yapmış, o kadar çok anlatıyor. Aslında bir başkadır da askerlik, hak veriyorum öte yandan. Belki de "Sizinki de askerlik mi be," diyerek kasım kasım kasılan iç sesimin dışa vurumudur bu, kim bilir?!  Havaalanında da durum aynı, ben askerliğimi yaptım havasını atan, sürekli tekmil veren bir sürü adam. Tamam şahanesiniz... eyvallah. Ha bu arada bizim de giden 3 bekleyen bir bedellimiz var ki ben tam da bu yazının şu satırlarını yazarken, onlar terhis hazırlıklarına başlamış olacaklar.

Bu kez gece uçuşu... ne güzel kitaptı ama!. X Reyden önce kutuya koymam gereken ne varsa hepsini sırt çantama koyuyorum. Uzun süredir yöntemim bu. Geçiş ve sonrası işler kolaylaşıyor. Lakin geç çıkınca evden Salih Usta'ya uğrama konusunda tereddüt yaşadığım bir akşam oluyor. Havaalanı  ritüeli eksik bir yol başlangıcı. Oysa havaalanındaki sevimli kızın çalıştığı bistroda masalardan birine oturup böreklere eşlik edecek Amerikanoların kokusunu hissetmiş, anın ön izlemesini pek de lezzetle yapmıştım.

Sırt çantaları bagaja, uçuş kartları, yoğun havaalanı, iki boş yere konuşlanma ve uçağı bekleme...

Sun Express, seviyorum seni. Ve İzmir. İndiğimizde tarih değişiyor. Son treni parmak ucu kaçırıyoruz. O halde Havaş. Efes Oteli önü biz için son durak. Bir taksiye atlıyoruz. Otelimiz Gönül Yazar sokakta. Bu bile nasıl bir lezzet katıyor geziye...

Taksicimizse kibar adam, mesleğine saygınlık katanlardan, bir iki telsiz konuşması ile yardım alıp, şıp diye bırakıyor otelimizin giriş sokağına.

Sevdik valla... güzel otel, elden geçirilmiş bir süre önce, şahane ve modern döşenmiş kesinlikle... mimarı tebrik etmeli, farkına bile varamayacağınız 1+1 aslında oda. Yatağın karşısındaki kocaman aynayla yekpare televizyon ve mutfak araçları seçimi çok başarılı. Bir mutfağınız olduğunun bile farkında olamıyorsunuz aslında... o derece yani. Hımmmmmm yatağın ayak ucunda içine televizyon saklanmış kocaman bir ayna! Ve hoş bir banyo düzeni.


Aslında başından beri farklı bir üslupla yazmayı planlıyorum bu yazıyı, bir tür zaman yolculuğu... iki yıl önce yaptığımız ama bir türlü yazamadığım gezi ile bunu senkronize ederek şimdiki zaman kipinde ve bir yazıda çıkarmayı düşünüyorum. Ne yazık ki aklımda kurduğumu, yazarken bir türlü ahenkli bir doğruya oturtamıyorum. Gördüklerimin hızına ne yazık ki parmaklarım yetişemiyor. Allahtan inatçı bir azim var bünyemde ki her seferinde vazgeçişime galip geliyor.


25 Haziran 2016 

Şahane bir Cumartesi sabahı, kahvaltı yok çünkü sabah kahvaltısı ile öğleni birleştirecek bir planımız var... bir de not alınmış mekan elbette. Yol arkadaşım için anlamı büyük Efes'in önünde iniyoruz Havaş'tan; pırıl pırıl bir İzmir günü. İbis'in aksi yöne yürümeye başlıyoruz. Kordon henüz sakin, deniz de öyle... enfes körfez manzarası eşliğinde bazen hızlanarak, çoğu zaman sallana sallana Kemeraltına doğru yürüyoruz. İstikamet Cimbomlu.


"İki söğüş lütfen."

Hazırlanışını izlemek eğlenceli. Kaçınılmaz soru geliyor hemen, fanatizm denen bir şey var ve abi sonuçta ticaret yapıyor; bu bilinçle spor çerçevesinde bir centilmenlik sunmalı ki başka takım fanatikleri uzak durmasınlar mekândan.

"Siz hangi takımı tutuyorsunuz?"

En Alkara yol arkadaşım "Gençlerbirliği," deyince bir duraksama oluyor haliyle... genelde beklenen üç büyüklerden biri elbette. Bütün takımlar kardeştir bağlamında centilmence sözler ediyor; bir yandan makine ritmi bir düzenle söğüşleri hazırlarken usta.


İki kola ile götürüyoruz söğüşleri, Kemeraltının güzelliğine teşne masalardan birinde, lavaş fazla geliyor bize. Malzemelerin tadını daha çok hissetmek için daha az lavaş yeterli kanımızca. Kemeraltının şirin dükkanlarına gire çıka yürüyoruz  otele doğru. Seviyoruz kendisini, üstelik bir İbis klasiği olarak gara çok yakın. Odamızdan görüyoruz Alsancak Garını. Aynı zamanda bir yatak üreticisi olan otelin yatağına ise bayılıyoruz. Duş, biraz dinlenme derken atıyoruz kendimizi sokaklara.


27 Ekim 2018 Cumartesi

Planlanmış bir kahvaltı noktasına gidiyoruz şimdi. Güne hazırlanan sokaklarda yürümek hoş. Seçtiğimiz nokta ise bize çok yakın. Bir İzmir klasiğinin peşindeyiz. Güneşli sokaklarda yürürken aklımızı çelmeye çalışan küçük, ilginç ve sevimli mekânlarla da karşılaşıyoruz elbette. Tiflis'deki KGB'yi anımsatan Sovyet efektli, ürün ifadeleri ile komünizm çağrıştıran kafe ilginç yaratımı ile fazlası ile tahrik etse de klasik bir ritüeli hayata geçirmenin tadını yine de alt edemiyor. Muhteşem bir çıtırlığın kokusuna tutsağıyız otelden çıktığımızdan beri. O kokunun çekim alanında sürükleniyoruz şu an. Ve Tarihi Alsancak Gevrek Fırını. Ona doğru yürürken önünden geçtiğimiz küçücük bahçesi ile şirin mi şirin kafe de çelmiyor değil aklımızı. Lakin fırının önü de kalabalıklaşıyor birden.


Çaprazında bir kafeterya var ki hoş, dışarıya atılmış alçak masalar ve tabureler davetkâr, lakin benim aklım protestocu, aslında gerçeği* kavramayan bir reddedişle düşünüyorum o an. Burada bu fırın varken ve işi Kumru ve Gevrekken sen ne iş abi, tavrındayım. Sıraya giriyorum. Yeni çıkmış bir tepsi Kumruda gözüm. Bir an öncenin etkisi veya kalmazsa endişesi yüklenmiş çocukça bir telaşla diğer insanları bekliyorum. Sıra bana gelince iki tane kapıyor ve rahata eriyorum. Sonra o -aslında şık- kafeteryaya burun büküp, protesto yüklü ve kayırmacılık içeren bir bakışla ilerideki esnaf çay ocağına doğru yürüyoruz. Küçük, şirin kafenin bahçesi de olabilirdi aslında ama esnaf işi bir ambiyansı da hak ediyor Kumrular.


Çeşit çeşit dükkânlardan oluşan tam bir esnaf mıntıkasındaki köşe başı esnaf çay ocağının kaldırıma koyulmuş dış masalarından birine oturuyoruz. Muhteşem bir güneş pırıl pırıl ısıtıyor. İçine ne bulunursa koyulan süslü kumrulardan değil bunlar, bir klasik; incecik bir domates dilimi ve üzerinde erimiş İzmir Tulumu. Misss gibi... sıcacık ve çıtır çıtır.

"İki çay lütfen." 

Şahane bir lezzet ve güne keyif yüklü bir başlangıç.  İkinci için araftayım. Çayla muhteşem bir lezzet yaşattılar ve her ne kadar açlık eksilmiş olsa da az önce yaşadığım keyif ısrarcı. Yaşamın mutluluk bu kadar basittir dedirten anlarından biri.  Ruhum dünden razı. Bir koşu gidiyorum tekrar fırına, nedenim açlık değil, muhteşem bir yaşamak anının tekrarı.

"İki çay daha lütfen."


Kendimize rahatlıkla Alsancaklıyız diyebiliriz. Bu ruhla iniyoruz sahile. Denizin dibindeki korkulukların üzerine oturuyor, denizin tadıyla Karşıyaka'ya göz atarken, güzel gülen gözlerin sahibi kadını çekiyorum çok da ona çaktırmamaya çalışarak. Efes Otel'i anlamlı. Çok da sevimli bir anlam bu. Belki de bu şehirle bu kadar kuvvetli kan bağının sebebi.  Neden bu kadar özel ise efsane bir şarabı içerken belki! Bu kez kıyıda demirli, bir yandan müze görevi görürken diğer yandan da denizcilik öğrencilerine eğitim veren Zübeyde Hanım vapuru iskelesinde yok. Buna kızıyoruz elbette. Daha sonra öğreniyorum ki kendisi bu kez Millet Kıraathanesi olarak hizmetine devam edecekmiş aynı yerde.


Şemsiyelerin altında kalabalık bir turist kafilesi, muhtemelen Koreli ya da o coğrafyadan başka bir ülkenin çekik gözlüleri... Bol bol fotoğraf çekmenin yanı sıra kulakları rehberlerde. Sormaktan asla çekinmiyorlar, fonetikleri karınca çalışkanlığında öte yandan. Kordonun üst caddesinde ki aslında Kordonun da dahil olduğu, bir romanın bir köşesine sıkıştırılsa pek de kuvvetli bir hikâye sunacak bir anım var. Karakterleri bir avantür filmin baş köşesine rahatlıkla oturtulabilir üstelik. Kaçıncı kez dinliyor ennnnnnn şahane yol arkadaşım acaba?

Gözleri o anın dışında, başka başka hikâyelere saplı balıkçı etkiliyor beni... uzaklara bakışlarda derin hikâyeler gizlidir bilirim. Rahatsız etmek, gittiği yerden döndürmek, yakaladığım -cinsiyetsiz- duyguyu bozmak istemeyen, deklanşörün tıkından bile çekinen bir ürkeklikle çekiyorum fotoğrafını. Üstelik anı bozacağından emin olduğum için izinsizce...




 25 Haziran 2016 Cumartesi

İzmir'e gelince Asansöre uğramadan, oradan İzmir solumadan dönmek olmaz... olmamalı. Oysa ne anılar biriktirdiğim İzmir'de bir kez bile gitmemişim bugüne kadar. Belki de alın yazımın güzel yazılmış olmasıdır bunun sebebi kim bilir? Sevdiğim bir sözü evirirsem, bekler her an güzel bir kadını.

Bir taksiye atlıyoruz.

"Asansör'e lütfen."

Dario Moreno sokağının tam önünden geçerken uyarıyorum taksiciyi... ben asansör deyince o direk oraya yönlendi sanırım, arkadan dolaşıp üstte bırakacaktı. Kötü bir niyeti yok yani.  O nedenle Moreno'yu da gezmekse söz konusu, öyle tariflenmeli demek ki. Kafeler çağırıyor. Önce asansör ama, nasılsa dönüşü de buradan yapacağız. Deniz ve Mehtap eşliğinde çıkıyoruz yukarı. Yükseldikçe altımıza muhteşem İzmir manzaraları seriliyor. Yükseldikçe içimdeki muzur da muzurca yükseliyor.


Manzaranın tadı güzel, tepe kafede bir çayla da tadı çıkarılabilir ama üst sokakta da bir tur atıp tekrar asansörle Moreno'ya inip, oradaki kafelerin ve sokakların ve incik boncukçuların tadını çıkarma niyetindeyiz. 


İki genç kızın el emeği ve kendi tasarımlarını sattığı, eski ve şirin bir evin bir bölümünde oluşturulmuş dükkanlarından kolye, Asansör hatırası magnetler alıp, onlarla biraz sohbet edip, aklımızda asılı kalan şu şirin bisikletin fotoğrafını çekip, sokağa girdiğimizde aklımızı çelmeyi başaran mavi sandalyeli kafede bir kahve ve enfes bir limonatanın tadını çıkarıyoruz.


Caddeye kadar yürüyüp bir taksiye atlayıp eski depolardan AVM'ye evrilmiş Konak Pier'in karşısında iniyor, üst geçitten geçip çarşıya giriyoruz. Temel karakterlerin kargalar olduğu sergiyi gezip, çarşının en ucundaki, pek de güzel kafe restoranın dış masalarından birine oturup buz gibi bira ve soda eşliğinde manzaranın, gelip geçen gemilerin tadını çıkarırken, incelediğimiz menülerinden hareketle burada gün batımında başlayan bir akşam yemeğinin de pek keyifli olacağının altını çiziyoruz.




27 Ekim 2018 Cumartesi

İki yıl önce kargaların ilginçliği ile bizi çeken salonda yine bir sergi var. Bu kez ilgimizi çekmiyor ve onu geçiyoruz. Çarşı biraz daha oturmuş ve gelişmiş gibi. Dibe iniyor, bira içtiğimiz yere göz atıyor ama nedense eski havanın kalmadığını hissediyoruz. Geçtiğimiz bir kahve dükkânı için geri dönüyorken boş dükkânlardan birindeki güneşe yatmış keyif yapan kedi dikkatimizi çekiyor. Bir süre onunla oynaşıp poz poz fotolarını çekiyoruz. Kesinlikle havaya giriyor ve bir model edası ile poz poz üstüne poz veriyor. Fotoğrafçı da fotoğrafçı ama. Üstelik kedilerle kolay iletişim kurabilen biri.

Kahve dükkânının önünden sağa dönüp onun sandığımız denize nazır açık alana geçiyor ve kahve için oturuyoruz masalardan birine. Sonra bu alanda farklı işletmeler olduğunu ve oturduğumuzun da kahve dükkânı ile hiç ilgisinin olmadığını fark ediyoruz. Olsun, burası da hoş ve manzara şahane.

"Bir filtre kahve lütfen"

"Bir limonata lütfen." 

"Bir de cheescake lütfen."



Çok nadir anlardan biri ben için, çünkü manuel ayarla uğraşmayı sevmem, aslında sever, çok da isterim ama üşenirim. Bu kez kioskun üzerinden, işlem yapanlara, sanki bir tiyatro sahnesinin diğer köşesinde farklı bir hikâyenin altını çiziyormuşçasına  vuran ışık çekince dikkatimi, hayal ettiğimi gerçeğe döndürmek için yapıyorum ayarlarımı.

O ara Beymen'deki bir kadın ceketinin fiyatı üzerine tahminler yapıyoruz. İthal ürünlerden. Tahminlerimizin sonucunu almak için giriyoruz içeri... Soruyoruz...

Rezervasyon saatimiz artık menzilde, bi kaç saat erken gidip biraz dolaşmak ve gün batımının tadını orada çıkarmak istiyoruz. Mekân tamam ama yolun keyfi daha heyecan verici, otele doğru bu kez iç yoldan yürüyoruz.

Akşam için hazırlanıp şu hayatta en sevdiğimiz noktalardan birine, Alsancak Garı'na doğru, sokaklarımızın ve akşamüstü canlılığının tadını çıkararak yürüyoruz. Ruhlarımız heyecanlı ve kıpır kıpır. Günü geceye döndürmenin tadını seviyoruz.

La Mahzen'de Consensus

*Bahsedilen Kafe, kumruların sarıldığı kağıttan da anlaşılacağı gibi Fırınla bağlantılı ya da onların, çünkü sipariş verilen kumrular fırından alınıyormuş sonradan konu ettiğimde olayın farkına varmış yol arkadaşımın bana anlattığı üzere..



1 Kasım 2018 Perşembe

Pazar Pidesi, Bit Pazarının Nurları ve Tbilisi'ye Veda

 Sıralı okumayı düşünürseniz, buradan başlayın lütfen.
 


Öncesi

Erken uyanıyoruz. Öğlen evi teslim edeceğiz. Otobüsümüz yerel saatle 18'de. Çanta hazırlıklarımız ve son kontrollerimizin ardından evi toparlayıp avluya bakan ortak merdivenin geniş alanına konulmuş masada son kahvelerimizi içiyoruz.

Gün Pazar. Pazar demek pide demek. Tiflis'de pidenin adı ne? Haçapuri. İlk geldiğimiz gün, anahtarları teslim alma ve tanışma faslında ev sahiplerimizin Gürcü yemekleri ile ilgili olarak, lezzet açısından öne çıkardıkları ve fiyatlarının da uygun olduğunun altını çizerek tavsiye ettikleri mekana gitmeyi düşünüyoruz. Üstelik kendisi mahallemizde, ve bu güne özel aksiyonları izlemek için doğru bir noktada. Biraz da yolu kısa tutmayıp, özellikle bulunduğumuz noktadan bir üst caddeye çıkıp güle oynaya, baka göre geniş bir tur atarak, çoğu zaman günün sürprizlerine şaşırarak  ulaşmayı düşünüyoruz kendisine.


4 Haziran

Avludan çıktığımızda Davit Aghmashenebeli Caddesi  sabah sakinliğinde, hava açık, ısı güzel; Pazar gününe yakışır bir ışıltı var günde. Bu kez Spar'a gitmek için sürekli kullandığımız caddenin bir sonrakinden çıkmaya karar veriyoruz.  Her biri geçmişten izler taşıyan, önlerinde durulası evlerle kaplı Cadde de buna şık bir sürprizle karşılık veriyor; ağaç dallarına kurulmuş küçük evler kategorisinden, iki bacaklı el yapımı bir mini apartman. Üstelik mavi yahu! Fazlası ile gülümsetiyor.



Bu cadde de tesadüf ki bir süre sonra sağa kıvrılıp sürekli kullandığımız cadde ile birleşerek Spar'ın önüne varıyor. Bu kez Fabrika'ya çıktığımız yola devam etmeyip köşeden sola yürüyoruz. Evler önlerinde kalıp uzun uzun bakmalık. Aslında yabancısı değiliz, Spar'a her geldiğimizde, ya da küçük parkında oturduğumuzda kendisi ile temasımız var. Bu kez arşınlayıp iyice tanımak ve hissetmek istiyoruz kendisini



Her bir eve hayranlıkla bakarak yürürken binalardan biri, önünde kontak kapattırıyor istemsizce. Mavilerin etkisi var tamam ama kapı önündekilerden hariç olarak tabelası ve pencerelerinden süzülen objeler takılınca göze, çaresiziz. Bir dükkan burası; züccaciye mi desem, abajurlar dahil narin porselenler, şık ve süslü ev eşyaları ya da objeler satan mı desem, bilmiyorum. Gün Pazar ve kapalı an itibariyle. Allahtan kapalı, içindeyken bir müşteriden öte züccaciye dükkanına girmiş fil efekti yaratmamız işten bile değil. Öylesine sevimli ve davetkar.


Sıklıkla şirin, pek manalı duvar yazıları ve grafiti örnekleri ile karşılaşıyoruz. Genel duruma bakınca çok milletli bir yerleşim bölgesinde olduğumuzun farkındayız; bu renklilik ekonominin alt katmanlarından olsa da çok neşeli.


Pazar rehavetinde ya da ayininde olan, kadim ağaçlı caddelerde salına salına yürümek pek güzel. Aslında bırakılacak gibi de değiller. Her bir ev ya da bir kamu sağlığı merkezi, kocaman bir hastane geçmişten bugüne epey hikaye anlatıyorlar ve insanın eli hiç birini boş geçmek istemiyor.


Derken uzaktan sezdiğimiz ama çok da anlamlandıramadığımız heyecan dolu, hatta ürkütücü, tehlike arz eden bir aksiyonun ortasındayız şu an. Güzel ve zarif  Hanımefendi, kesinlikle bir kahraman. Özel mi özel bir kadın. Çok gördük de böylesini ilk kez görüyoruz. Video kaydı için her şey hazır, en sevdiğim kadın kayıtta.


Elindeki uzun ağaç dalına taktığı ciğerleri ağacın dallarındaki kedilere uzatıyor. Etini alan kedi yola devam edip çatıya çıkıyor ve orada keyfini çıkarıyor yemeğin. Fakat bir de güvercinler var güzergah üzerinde. Biz, sanırım güvercinlerden daha tedirginiz. Bütün kediler istihkaklarını alıp, güvercinlerin yanından geçip çatıya ulaşıyorlar. Sonra hanımefendi içeriden aldığı bir kapla geri dönüyor. O içeri girdiğinde adeta güvercin yağıyor balkona. Şimdi onların yem saati. Gülümsetiyorlar. Anlatılır bir kalabalık değil, şahane bir seyir hali. Kesinlikle görülmeli. Gülümseyip selamlaşıyoruz bu şahane hanımefendi ile.


Şimdi mahallenin başka ülkelerden gelmiş renk renk insanlarının yaşadığı bölümündeyiz sanki.  Hissediliyor bu. Evlerden birinin odalarından birinden vazgeçilerek evrilmiş küçük ve sevimli bir  butik göz alıyor. Kozmopolit Mahallenin Gürcü sahibeli sempatik butiği. Aslında ürünleri Made in Turkey'mi? diye merak ediyorum, böyle olacağı konusunda yorum da yapıyorum ve en acar muhabirimiz uçuveriyor karşıya.Yanılmışım.


Yemyeşil bahçesi hareketli, kubbeleri mavi ve toz sarısı renkli kiliseyi boş geçmiyoruz. Arka tarafa kurulmuş masalardaki yiyecekler göz alıcı. Bir nikah töreni olduğunu hissediyoruz. Kadınlar, çocuklar ve erkekler şık ve her şey pırıl pırıl. Masaların örtüleri bembeyaz. Bir tur atıp çıkıyoruz bahçesinden. Aslında kalıp izleseydik, hatta arkasından gelecek kutlamaya icabet etseydik pek güzel olacaktı. Yan sokağa bakan kapısının  tam karşısındaki duvarlar devasa, pek de güzel grafitilerle süslü; Fabrika'nın sol cephesi. Önünden biraz yukarı çıkıp sola dönüyoruz. Biraz ilerledikten sonra tekrar alt caddeye doğru inerken köşebaşındaki bakkala su almak için giriyoruz. Hareketli bir bakkal. Üstelik sürprizli! Buram buram taze pişmiş hamur kokuyor.


Üç genç kadın tezgahın arkasında ve hiper aktif bir satış anı. İki küçük suyu kapıyoruz lakin o kokunun sahipleri, çeşit çeşit hamur işi de bizi kapıyor. Seç seçebilirsen! İçerdeki aksiyona ve kadınların hızına bakınca, meşgul edersek kanımızın dökülebileceği hissine kapılıp hemen iki, üzeri pudra şekerli pastayı işaret ediyorum.


Henüz sıcak, pufuduk pasta içindeki marmelat ile birlikte misler gibi kokuyor. Hoppidi hoppidi yürürken bir taraftan da yiyoruz pastalarımızı. Bir ara sokağa girip benzerlerine çokça rastladığımız, yine üç yol ağzındaki tuğlalı binanın önünden aşağı kıvrılıp Spar'ın önünden aynı caddenin öteki tarafına doğru yürümeye başlıyoruz. Elbette ki mimari baş döndürücü ve sanki çarlık dönemi Rusyasındayız. Binaların mimarileri ve görkemleri bir başka zaman dilimine taşıyor bizi. Önlerinde kalmamak elde değil, bir kaçı restore ediliyorlar ki beni resmen geçmişte yaşatan, bu manada en etkileyen bölge oluyor burası.


Geniş zamanlara ihtiyaç duyurduğu kesin; özellikle geçmişe ve o dönemlere karşı hissiyatı kuvvetli insanlar için. Deklanşörden eli çekmek mümkün değil, fotoğrafı sevenler için.

Biraz daha aşağıda hemen Leo Tolstoy Caddesi'ne dönülen köşedeki de bir başka güzel. Yeri gelmişken yazar adlarının caddelerde olmasının elbette büyük yazarlar olmaları ile ilgisi var, ama eski zamanlarda bu tür "sakıncalı" insanların sürgün edildikleri yermiş Tiflis aynı zamanda.


Benzerlerinden nüanslarla ayrılan binayı uzun uzun seyredip gecesi başka güzel Leo Tolstoy'a kıvrılıyoruz. Tiflis'in en çok ayak bastığımız alanındayız şimdi: Saarbrücken Square.


İlk gün önerilen ama kendi önceliklerimiz nedeniyle son güne bıraktığımız, aslında neredeyse her gün bir şekilde önünden geçtiğimiz Tiflis Pub'ın dış masalarından Kura Nehri'ne ve Kuru Köprü'ye (Dry Bridge) en yakın olanına oturuyoruz. Meydan bütünüyle görüş alanımızda. Bir Pazar Klasiğinin gurbetteki versiyonu bu. Gerçek bir pazar günü!  Hissiyatlarımız fena halde relaks. Güneşin bulutların arasından sıyrılıp da kendini göstermesineyse azıcık daha var. Birazdan masamıza düşeceği kesin.


Alman pub'larını andırıyor mekan. İçerisi de pek hoş, göz alıcı bir sadelik, görkemli ve tutarlı bir uyum var dekorasyonunda. Kış hayalleri bile kurduruyor insana. Yine şirin, güzel, yumuşak ifadeli ama tebessümü eksik bir genç kız. Yine insanı boğmayan, kıvamında bir ilgi, ve yine sorulara verilen samimi cevaplar.

"Bir peynirli haçapuri lütfen."

"İki peynirli, iki de kıymalı hinkal lütfen."

"Bir bira ve bir de kola lütfen."


O ara kaldırımın kenarına ve biraz ilerimize siyah bir minibüs yanaşıyor. Mekandan çıkan şık takım elbiseli, güneş gözlüklü karizmatik, hatta havalı, saç kesimi yeni moda bir adam minibüse doğru yöneliyor. Hemen arkasında elinde dosyalarla yine şık, kumral, 40 yaş civarı genç bir kadın. Biz de başlıyoruz gıybete, biz derken ben. Mafyatik bir iş adamı olduğunu, kadının da onun sekreteri olduğunu söylüyorum. Sonra kızlı erkekli bir kaç genç daha biniyor arabaya. Arka kapak açılınca kameraları görüyorum. O zaman kurgudan çıkıp teşhisi tam koyuyorum; bir televizyon ekibi bu, muhtemelen Amerikalı. Beyefendi de programın hakikaten havalı, bir o kadar da kasıntı, star pozlu, bence kaprisli sunucusu. Çocukluk hayallerim fazlası ile imreniyor şimdi. Adama değil yönetmene.


Enfes bir koku kaplıyor masayı, sonradan ilave edilmiş bir parça tereyağı usul usul erimiş olanla kaynaşırken ortaya çıkan, iştah açıcı bir aperitif sanki. Önce hinkallerin tadına bir bakalım ki peynirli olanı ilk kez deneyeceğiz. Hem de usulünce.


Hımmm usulünce?.. Hamurun içine hapsedilmiş lezzetli suyu dökülmesin diye önce sapından üst kısmı düz gelecek şekilde tutup, ufak bir ısırık alıyoruz. Sonra suyunun bir kısmını çekiyoruz, ki çok âlâ bir lezzet bu. Sonra yine kalan su ile birlikte sap kısmına kadar ısırıp, çiğnedikçe kendimizden geçiyoruz. Bu, Linville'dekinden daha lezzetli. Azıcık ama! Biz sap kısımlarını da yiyoruz. Aslında isterseniz onları içeri gönderip kızarttırabiliyorsunuz ki biz tercih etmiyoruz. Bu arada bira da pek lezzetli. Haçapuri çıtırlık noktasında Finüküler'de yediğimiz kadar başarılı değil fakat sanki bu daha yerel bir üslupla pişirilmiş, daha kalın ve yumuşak bir hamur, lezzetle ilgili bir sıkıntı yok, çok da keyifle yiyoruz ama sonuçta skor Haçapuri:1 Samsun Pidesi:1 oluyor.


Kuru Köprün'ün üzerinde usul usul hareketlilik başlıyor, bir Lada meydan tarafındaki ucuna yanaşıyor. Başta gitarlar olmak üzere, diğer malzemeler duvar dibine dizilmeye başlıyor. Sonra kahvaltı masası kuruluyor kenar bir yere. Çaylar demleniyor ve birazdan esnafların sabah kahvaltısı başlıyor. Bir süre onları izliyoruz bira ve kolalarımızın tadını çıkarırken. Ev sahiplerimizin altını çizdiği gibi memleket ölçeğimize göre çok ucuz kalan 17.73* Lari tutarındaki hesabı kredi kartı ile ödeyip pek sevdiğimiz garsonumuzu da boş geçmeyip, mekanın içinde son bir tur atıp, tabii ki bu güzel sabah keyfini yaşatan herkese teşekkür edip  Köprüye doğru yürüyoruz. 


Bir süre kalıyoruz üzerinde... evdeyken salonun camından sürekli gördüğüm, zikzaklar çizen robotik  ışık gösterisini bir Tiflis hatırası olarak aklıma nakş ettiğim göz alıcı cam bina ve arkasındaki Radison Blu'yu birlikte fotoğraflamadan geçemiyorum.

 

Dedaena Park'ın içinde sanki sanat festivali var. Eski Long-Playler'den radyolara, gümüş kaşıklardan porselenlere, çanak çömlekten zarif kristal kadehlere, giysilerden takılara kadar ne ararsanız var burada. Parkın etrafındaki kaldırımlar boyunca sıra sıra dizililer. Sovyetler Birliği'nin Glasnostla birlikte dünyaya açılma döneminde pek çok şehrimizde rastladığımız tezgahların benzerleri bunlar. Şahane bir Bit Pazarı.


Resimler... resimler... resimler. Ah şu el yapımı bebekler! Birinde aklımız kalıyor. Abla bir bir liraya mal sattıkları dönemi çoktan aşmış. Alıcıyı gözünden yakaladı çoktan. Üstelik bebek mavi elbiseli.

"Ne kadar bu?"

"100 Lari."


Aklımız kalmadı mı?  Fazlası ile kaldı. Kendimle mücadele etmedim mi? Fazlası ile. Eğer abla resimlerdeki peşin satan gibi bir poz takınmamış olsa... bizdeki duygunun farkına varıp da burnundan kıl aldırmaz bir havayı dışa vurmasa... onun el emeği olduğunu düşünsem... bir pazarlığa yol verecek bir eda sunsa...   pazarlığa girişir, niyetinden ve samimiyetinden emin olur, o parayı, hatta daha fazlasını istese onu da verip alırdım. Lakin bir sanatçı hassasiyetinden yoksun, başkalarının emeğini pazarlayan bir kurnaz satıcı tavrıydı gözüme çarpan.


Biz de teselliyi şu sevimli mavi kargada buluyoruz hemen. Tam o esnada iki güvercin çeşit çeşit tablolarla dolu, rengarenk  meydana sanki uzun bir takip uçuşunun ardından zınk diye konuyorlar. Arkadaki pek çapkın, fena asılıyor ötekine. O nereye o da oraya. Gülümsetiyorlar. Öndekinin pek manidar nazına mahkum takipteki. O bir mahcup  mecnun. İndikleri ve yürüdükleri yön anlamlı. Sanki... evet sanki... başkalarının duymadığı bir müzik var. Hissediyoruz. O da ne? bu bir dans. Pek romantik bir an. Şimdi ressama doğru yürüyorlar. Yüzümüzde çok sıcak, sevimli bir tebessüm. Kalıyoruz öylece.


Normalde 12'de teslim edeceğimiz evi dün Linville'deyken mesaj atıp 14'e uzatan ev sahibemiz nedeniyle  biraz vaktimiz var. Hızlı bir şehre veda partisi yapabiliriz. O halde Hemingway'e.

Dışarıdaki yüksek masalardan birine oturuyoruz. Güzel mekan Papa Hemingway! Biraz ileride de Jack London var. Ne sevimli bir cadde bizim cadde. Gariptir, içimizde en ufak bir ayrılık hissi yok. Sanki buralıymışız gibi bir duygu bu.

"Bir kadeh kırmızı şarap lütfen."

"Bir kadeh beyaz şarap lütfen."

Şarap seçimini en bayıldığım yol arkadaşıma bırakıyorum. İçeri geçiyor ve inceleme başlıyor. Mekan sahibi Hemingway hayranı, giyimi ve tarzı pek güzel. Bir müzede her biri nadide eserlermişçesine anlatıyor şarapları. İşini ne denli bir sadakat ve keyifle yaptığı camdan dışarı yansıyor.


Belki bir akşam, mekan yükünü almışken, masalardan insan sesleri yankılanırken derin sohbetlere kulak kesilsek, pek "entelektüel" tartışmaların içinde gezinsek, bir iki kadeh yuvarladıktan sonra şu masalardan birinde Hemingway'in bir şeyler karaladığını da görebilirdik kesin. Çünkü içinde kıymetli cümleler kalmış, ruhu olan küçük, sevimli bir mekan Papa Hemingway.


Şaraplarımız geliyor. Abi sohbetli. Bir süre sonra çekilmesini de biliyor. Hımmmmm baharat kokulu, karanfil ve tarçın nüanslı kırmızı bir şarap. Üstelik bunlar da küplerde fermente edilmiş. Benim beyazım da serin ve narenciye ferahlığında. Güneş öyle güzel ki. Cadde canlanma saatlerinde. Keyfimiz fena halde gıcır. Seviyoruz seni Tbilisi.


Yudum yudum hissederken anın kıymetini, güzel güzel kelimelerle birbirimizin gözlerinde kayboluyoruz. Yaşamın güzel anlar hanesine bir çentik daha atarken, en bayıldığım kadının telefonunda yeni bir mesaj. Yine tatlı ev sahibemiz, bir İngilizce öğretmeni kendisi, gördüğümüz en güleryüzlü Gürcü. Zamanı bize bırakıyor. O halde 16 uygun. Mutabığız. Seviyoruz seni Nino. Yudum yudum Hemingway o halde!


Artık eve geçip çantaları alma vakti; seyri ve keyfi güzel caddemizde sallana sallana, hoşumuza giden mağazalara gire çıka yürüyoruz.


Güneş, zaten hikayesi güçlü, fazlası ile sevimli caddemizi ve bizi şefkatli sıcağı ile pışpışlıyor. Günün usul usul kalabalıklaşmaya başladığı saatler geliyor. Bugün Pazar!


İlk gün evin avlu kapısının hemen kenarına kıvrılmış bu sevimli köpeğe ilk anda  "Selam Puik." diyorum; Ontorio Kurtlarının Kaptan'ı Swing'in köpeği Puik. Bizimkini yaratan sanatçı da ondan ilham almıştır belki.


Buluşuyoruz Nino ile evin kapısında.*

"Sevdiniz mi?"

"Çooooooooooooookkkkkkkkkk."

İşini öyle heyecanla yapıyor ki öğretmenliğinin yanı sıra ve öylesine seviyor ki evlerini, iyi şeyler söylediğinizde öyle bir pırıltı çıkıyor ki açığa, anlatılamaz. Duydukları fazlası ile mutlu ediyor onu, yazın diyerek de paylaşmamızı istiyor düşüncelerimizi; öylesine masum, öylesine yumuşak ve öylesine çekinerek ki... Yanağından makas alası geliyor insanın.


Komşularla selamlaşıp, sırt çantalarımızı yüklenerek garajlara gitmek üzere çıkıyoruz güzel anlar geçirdiğimiz avludan. Puik ile de vedalaşıyoruz. Kuru Köprü'den son kez geçip biraz daha yürüdükten sonra bir taksi durduruyoruz. Bu kez iletişim zor. İngilizce fayda etmiyor. O ara duraktaki genç kızdan yardım istiyoruz. Garajlara gideceğimiz kısmını hallediyoruz. Şimdi pazarlık kısmı. Sonuçta 8 Lari'ye anlaşıyoruz.

Küçük ve eski bir otogar, bize sevimli geliyor. Otobüsümüz ki geldiğimiz, peronda. Hostesimiz yazıhanedeki hanımefendi ile sohbette. Bizi fark ediyor.

"Hoş geldiniz?"

"Hoş bulduk."

Çantaları veriyoruz. Üst katta caddeyi de gören banklardan birine otuyoruz. Ellerimizde kahve kokusu.


Kitaplar çıkıyor çantadan. Yeraltı Demiryolu. Yazar Colson Whitehead ile yeni tanışıyorum. Gelirken, evde sabah erken uyandığımda kanepeye uzanıp okurken,  içimde bir ukala türüyor sürekli; bildik, yeni bir şey söylemeyen bir roman vurgusu yaptırıyor dilime. Hatta bıraktırmayı bile düşündürtüyor bana. Ukala işte! Sonra bırakmayı yakıştıramıyorum kendime, ticari bir mantıkla, çok satabilecek kitap planlamasıyla yazıldığı vurgum usulca alanı terk etmeye başlıyor. Onun yerini, tamam bildik bir hikaye ama!... söylemi alıyor usul usul. Sonra bırakamaz oluyorum. Nasıl bir hikayeye dahil olma haliyse benimki, okumuyor bizzat görüyorum şimdi. Sonra başlangıçta kitapla ve yazarla ilgili kurduğum tüm cümlelerimi yutuyorum.

Artık hava kararıyor ve biz bu kez Gürcistan'ın 3.büyük şehri ve parlamentosunun taşındığı Kutaisi üzerinden dönüyoruz. Banliyösü, ışıl ışıl bir şehirden öte ışık yoksunu bir kasaba tadı veriyor.

Yapımı ve işletmesi Metro'ya ait -şık- Batum Otogar'ında yemek molasının ardından sınıra varıyoruz.

Bu sefer daha sakin kapı. Gürcü polisinden geçip, galvaniz sac kaplı uzun koridora giriyor ve ilk free-shop'a dalıyoruz. Bu Gürcülerinki. Cin, viski ve iki şişe cacha alıp ikişer şişe halinde pay ediyoruz.

Şimdi bizim kapıdayız. Çantalar x-ray'e. Bu kez sorun çıkıyor. Görevinin hakkını veren kadın polis elimizdeki poşetlerin -yüksek alkol derecelerine sahip oldukları için- limiti aştığını söylüyor. Kalıyoruz.

"Gürcü tarafından mı aldınız?"

"Evet."

Geçirmeye pek gönlü yok.

"Bizi uyarmadılar, uyarsalar almazdık."

Sanki yumuşayacak.

"Özellikle öyle yapıyorlar. Bizimkinden alsaydınız uyarırlardı."

"Çantada bir de şarap var. "

"Ev sahiplerimizin hediyesi."

Aslında bizim kapıda sorun çıkarılabileceği konusunda uyarmıştı free-shop'daki genç kadın. Ama biz Türk'üz; ufacık bir limit aşımından sorun çıkmaz bizde biliriz, duygusalız nasılsa, iş görmeyi severiz. Hatta görevini hakkıyla yapan, kanunsuzluğumuzu görmezden gelmeyen insanı kınarız. En sevdiğimiz cümle "bu seferlik idare et"tir. Eden de adamın dibidir bizce.

Sonuçta iyi niyetimizden şüphe etmeyen kadın polisimiz kıyamıyor bize.

Dönüş, özellikle Türkiye'ye girdikten sonra sürekli durup yolcu almalar, indirmeler yüzünden yorucu ve sıkıcı olmaya başlıyor.

Kerasus'taki mola ruhu açıyor.

"İki yayla çorbası lütfen." 

Üzerine biraz pul biber. Deniz. Erkenin tatlı serinliği. Lezzetli çorba, sıcacık pideler...

Ekip tam kadro bize yakın bir masada. Mevzu gidişteki trafik cezası. Başka otobüsteki bir hostesin aldığı ücretin içerdikleri üzerinden gıybet... Açık sözlü olduğunun altını çizen, bunu  pervasızlığına paye yapan patron-şoför. Otobüse fazla hostese alakasız bir örnek üzerinden mesaj.

Gün ışıması. Karadenizin güzelliği. Geçilen pek çok yerleşim. Minibüs... Ve Ev.


  

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP