Ara Sıcak
05/02/2016
Son gün. Yarın sabah 7.45'de Kars'a veda. Kolanın buz ve limonla aromalanmış son yudumu gibi sona bırakılmış, tadı çıkarılacak, anıların izinden yürünecek gün bugün. Mahallemdeyiz. Yusufpaşa. Kaderin garip cilvesini dün öğrendim aslında. Kaz Evi'ndeyken bankanın eski yerini sormuştum. İlim Yayma Vakfına devredilmiş olduğunu duymak bir ince sızı yaratmıştı. Bazı binaların kamuya verilmiş olması yine de sevindirici! Lakin şu pencereler ve kapılar meselesi olmasa.
Dün, planlarımızda olan lokantanın yerini bulmak isterken bir anda karşımıza çıktı İlim Yayma. Fena halde heyecanlandırdı beni. Kaderin cilvesinin yanı sıra kan da çekmiş üstelik. Bizim banka bizim otelin duvar duvara bitişiği imiş. Hesap edilmemiş bir seçim
Muhteşem bir duyguydu. Biraz da buruk. O yıllarda canlı ve yaşayan binanın yerinde ıssızlık vardı şimdi. Müthiş bir aidiyet duygusu ele geçirdi tüm hücrelerimi. Teslim olmaya gönülden razıydım.
İşte burası arabayı park ettiğimiz yer, demir kapısı vardı ve arkaya doğru kıvrılabiliyorduk. Binanın arka kısmında bir eksiklik var sanki. Belki de yanılıyorumdur kim bilir. Ama bir şey eksik, bunu hissediyorum. Banka olan bölümün üst odalarından çıktığımda arabayı tepeden görebiliyordum.
Yoksa en amcamın müfettiş olduğu yıllarda Samsun'a her gelişinde, kuruluşu cumhuriyetle aynı olan ve şimdi yerinde yeller esen Cumhuriyet Lokantası'nın ancak yabancı filmlerde görülebilecek kocaman mutfağına girerek ilk gurmelik derslerini aldığımız, görerek seçtiğimiz yemeklerin her lokmasında yeni tatlar keşfederek yemenin nasıl bir keyif olduğunu öğrendiğimiz ilkokul yıllarında, sıcak ve küvetli bir banyoda köpük köpük yıkanmanın rehavetiyle sızdığımız beyaz çarşaflı ve konforlu yataklardan uyanır uyanmaz koşturmaya başladığımız pazar sessizliğindeki üst kat koridorlarından aşağısını gördüğüm, tarih kokan kapıları ve mobilyaları koyu ceviz, 80'li yıllarda yerine kuru beton bir bina dikilen Cumhuriyet Meydanındaki banka ile mi karıştırıyorum şu an bilmiyorum. Belki de Malatya'daki ya da Çanakkale'deki ya da Ankara'daki şubelerden izler taşıyor hafızam. Ziraat Bankası demek Cumhuriyet demekti benim için. Muhteşem binalar soludum, tarih kokan.
Yoksa bu büyük kapıdan girip de mi park ediyorduk arabayı? Sandığım bölümle hiç alakamız yoktu belki de. O zaman demir parmaklıydı bu kapı ve ortadan ikiye açılıyordu. Önündeki basamaklar yoktu ve kapının üstü ovaldi. Kilidine ilaveten kocaman da bir asma kilidi vardı. Amcamın odası üst kattaydı. Şimdi arabayı yukarıdan görebilmem mümkün. İçeride bir avlu vardı, kesin. Bankanın Land Rover'ı da oraya park ediyordu. Şoförü hatırladım. Amcam sürücülüğüne çok güveniyordu. Malatya'ya giderken onu da götürmüştü. Hatta CHP senatörü olan kayınpederinin cenazesine o arabayla ve o şoförle gelmişlerdi. Alışkın olmadığı ve nispeten büyük bir şehirde, yan yollardan ana yollara çıkışı ile ürkütmüştü beni. En sağdaki kapı da lojmanın. Şimdi oldu işte. Her şey yerine oturdu. Bingo!
Bundan çok uzun yıllar önceydi. Seyahat sabahlarının eşsiz soğuğunda uyanmıştım, titriyordum. Sanmayın ki mevsim kıştı. Dibine kadar yaz. Yolculuk tüm Karadenizi takip ederek Trabzon, Hamsi köy üzerinden Ziganayı, Kop dağını aşıp, elbette sütlaçsız olması mümkün olmayan bir şekilde Bayburt, Erzurum güzergahından Kars'aydı.
İki kapılı, koyu füme, kilometre saatindeki ibre hız arttıkça yeşil, sarı ve kırmızı renklerine dönen gümrük ihalesinden hasarlı bir şekilde alıp da Paşa Usta'ya yaptırdığımız, 10 yaş civarındaki Opel Record'umuzla çıkıyoruz yola. Henüz anılarımızda lastikler üzerinden önemli bir yer tutacağını bilmiyoruz yolculuğun.
Çift yedek lastik taşıyorduk. Jantıyla ve takılmaya hazır. Çare olmamıştı. Sayısız kez patladı lastikler. Bazen tubless olan lastikleri hiç sökmeden tamir edip şişirdiğimiz oldu.
Kars'a tam vardık derken. Tam da Selim ilçesinde. Gecenin ayaz karanlığında. Yedek lastiklerin tümünü de kullanmışken bir kez daha patladı lastik. Krikoda kaldı araba. İçinde üç kardeş ve anneyle. Çok üşüdük, yazdı. Korkmadık ama.
Yapılmış lastikle döndü baba. Artık lojmandayız. Sıcak ve şaşırtıcı bir bina. Odalar bizimkilerden yüksek, kapılar muhteşem. Pencereler çift, beyaz, iki pencere arası tahminimce otuz kırk santim. Çocuk ölçüsü deyin geçin. Belki de daha kısa, teyit etmek mümkün değil. Çoktan teke düşüp PVC olmuş kendileri, üzücü. Üstelik o iki pencerenin arkasında camsız, ortadan ikiye açılan bir de kapak vardı. Burası Kars, yaz da olsa hava sert. Tüm odaların duvarlarını dolaşan bir kalorifer sisteminden söz etmişti en amcam. Kullanılmıyordu.
Oturduğum yerden baktığımda aşağı kadar görebildiğim geniş, uzun ve iki yanı ağaçlı, parke taşlı caddenin tepesinde, bildiklerimden tümüyle farklı, yalnızca okuduğum kitaplardan canlandırabildiğim
bir terzinin dükkanına gittik bir gün. İnanılmazdı. O terzi dükkanından caddeyi izlemek muhteşemdi. Aradı gözlerim.
Kars'tan ayrılacağımız gününün gecesinde garajda yer olmadığı için bankanın önünde kalan arabanın dört lastiğinin kesilmiş olması bile anlatılması güzel, bu eşsiz şehre yapılmış yolculuğu daha esrarlı kılan bir anı olmuştu.
O günkü Kars'ta kesilen dört lastiğin yerine ancak iki yeni lastik bulabilmiştik. Diğer iki lastiğe de dikiş attırmıştık. Hayatımızın en önemli kazasını o lastikler nedeni ile atlattık. Babam. Şahane adam. Dikişleri atıp anında havası boşalan arka lastiğin bizi geniş açılar çizerek yolun dışına atmaya çalışan haline galip gelmiş, sürekli yalpalayan ve jant üzerinde kalmış, ibresi kırmızıdaki arabayı yoldan çıkarmadan ve devirmeden, usulca durdurmayı başarmıştı. Gözüme kan inmişti. Bir ayda kalkmadı.
Başımıza gelen üzerinden bir cinayet romanı yazmayı bile düşledim bu yazıyı yazarken, belki de "kısa" bir "olay yeri inceleme" olur kim bilir?
En amcam evlenince, yerleşik olmak için banka müdürlüğüne geçmişti. Gittiği her yerde siyaset, devlet kaynakları, zenginler düzeninin "gereği" olarak hakkı olmayan, üstelik de bankanın kuruluş amacına aykırı bir biçimde şehrin siyasetle içli dışlı kalantorlarına dağıtılmış kredileri geri çağırıp onları gerçek üreticiye, köylüye yönlendirirdi. Kars köyleri, oralardaki peynir ve sebze üreticileri, Iğdır'daki, Kağızman'daki, Çıldır'daki, Boğatepe'deki, Arpaçay'daki, Susuz'daki, Ardahan'daki, Posof'daki topraklar dile gelse de o günleri anlatsa isterim. Düzenine çomak sokulanlardan biri bu zararı vermişti bize. Faili meçhul bir cinayete kurban gitmemiz işten bile değildi. Belki böyle bir kastı yoktu eylemin, düşündükleri belki de maddi bir zarar vermekti sadece. Ya da ötesi için bir gözdağı.
Bir hafta sonu Boğatepe'ye gittik, eski adı ile Zavot'a. Şahane karşıladılar bizi. Muhteşem bir sofra hazırlandı. Kusursuz yuvarlıklığa sahip küçük patates kızartmaları üzerine kendi aramızda çok konuşmuştuk. O yılların Türkiye'sine o kadar uzak bir lezzetti ki bilmiyorduk. Sonradan öğrendik. Ama son derece doğal yöntemlerle hazırlanmış peynir katkılı halinin tadına hiçbir zaman ulaşamadık. Asıl şaşırtıcı olan ise seccadesini topladığı odadan gelen mavi gözlü babaanne oldu. Almandı. Sarışındı. Çok tatlıydı. Patatesler onun eseriydi. O gün kesilmiş kazlar muhteşemdi. Yıllar sonra argodaki kaşarlanmak lafının ne olduğunu o gün gördüklerim üzerinden çözmüştüm. Bir peynir üreticisiydi bizi davet eden amca. Mandırayı gezmiş, kaşarların kaşarlanmadan önceki halini de görmüştük. Anlatmıştı peynirin nasıl yapıldığını. Tuzsuz köy peyniri formundaydı hepsi. Bembeyaz. Dizildikleri raflarda "kaşarlanmayı" bekliyorlardı. Tattığımız kaşar ve gravyerler de en az yemekler kadar güzeldi. Evin çocukları ile geniş otlaklarda saatlerce top oynadık. Top oynayınca acıktık.
Bu yazının devamı için buradan lütfen
Kars Şehir Sineması'nın şaşırtıcı hikayesi için buradan lütfen,
Doğu Ekspresi ve Kars. Nedir, nasıl bilet alınır, tren ve yolculuk nasıldır içinse buradan lütfen.
Fotoğraflar Nikon L23 ile...
Kasım 2024.
4 saat önce