9 Ocak 2013 Çarşamba

Ay Ecesi

Yönetmenin çok şey yapmak isteyip de ritmi tutturamadığı ya da bir kısım izleyici olarak yapmak istediklerini bizim anlayamadığımız ama sonuç ne olursa olsun verilen emeği fark ettiğimiz, sonuç itibariyle tüm şatafatına rağmen çok üzgünüz ki zevk alamadığımız bir oyundu bu, yazıya yansıması da bu yönde oldu. İsterseniz okumayın.



Bu da Bizim Hikayemiz


Oyuna internette üzerine yazılan negatif yorumların beni tahrik etmesi sonucu gitmeye karar vermiştim. Herkesin sırtına çıktığı olaylarda mazlumun yanında konuşlanmak, onu anlamak, anladığımla doğru orantılı olarak onu  savunmak gibi bir huyum vardır. Oldukça genç bir yazarın elinden çıkmış metin ve yine genç oyuncular üzerine  kurulmuş oyun bu anlamda benim için biçilmiş kaftandı.

Üstelik çok keyifliydim: Çok severek yazdığım mektuplardan en yakın tarihli olanında kendisinden "Calvino gel de bir göz at, okuyucu nasıl gaza getirilirmiş gör" bile dedim. Bu kısım, yazara duyduğum çok sevecen bir takdirden kaynaklı  şefkatli bir mübalağa olarak değerlendirilebilir: Kendisini Calvino ile kıyaslamak haddim değildir elbet ama üslubunun ve kurgusunun çok lezzetli, hele hele gözlemciliğinin birinci sınıf olduğunu söylemeden geçemem. Çok keyifle okuyorum ve üstelik tam anlamıyla ters köşeye yatırılmış vaziyetteyim." diye bahsettiğim kitabı* da yanıma almıştım.

Beni asla terk etmeyen gülümsemem yerli yerindeydi ve ben zaten özlemenin tadını da dibine kadar yaşıyordum.

Kitapla birlikte çok keyifli bir yolculuk yaptık; hatta o kadar keyifliydi ki ben ancak Cumhuriyet Meydanına gelince fark ettim Opera Durağını geçtiğimizi.  Tabii ki buna da  şükrettim; Gar'a kadar gitmek de vardı!

Neyse ki kitap yürüme evresini sevdi, sonra  gişelere yakın yerdeki cephesi büyük camiye bakan  dört koltuklu bir masaya oturup hoşça vakit geçirdik, hatta genç bir kadın geldi ve "Oturabilir miyim?" diye sordu.

"Tabii," dedik.

 "Buyrun," dedik.

"Lütfen," dedik.

Teşekkür etti ve oturdu. Birazdan bir arkadaşı da geldi  oturdu ama biz yüz vermedik, onlarla takılmadık ve üst kata çıktık.

Zaten geçen yılın başından beri hayat sürekli sunuyordu, ayrıca önümüzdeki yılların büyük ikramiyelerinin tamamını kazanmıştım.

Hayatım fazlasıyla dolu ve coşkuluydu, rabbimden isteyecek hiçbir şeyim de yoktu.

Yani pek mesut ve bahtiyardım. Zaten baştan taraf olduğum oyundan coşkuyla söz etmem,   geceden zevk almam için koşullar uygundu. Üstelik mesafe kısa da olsa fazlasıyla özlüyordum.

Oyuna sempatiyle başladık. Girişini sevdik ama sonrasında  ilk perdesi bitsin diye dua ettik ve zor ettiğimiz arada -tarihimizde- ikinci kez  kendimizi dışarı attık.

Bu hayatta daha güzel şeyler de var deyip işkembe çorbası içmeye gittik, oradan çıktıktan sonra da kokoreç yedik.

Ay Ecesi oyun yerine roman olsaydı, ya da farklı bir biçimde sahnelenseydi çok iş yapardı. Burçak Çöllü herkesin bildiği ünlü Ferhat ile Şirin masalını almış bildiğimiz halini değiştirmiş, hikayenin odağına Şirin'in ablası Mehmene Banu'yu koymuş, bugüne kadar dilden dile dolaşan öyküyü aşk vurgusuna hiç dokunmadan, üstelik derinleştirerek başka bir gerçeklik üzerine oturtmuş.  Çok da güzel yapmış ki kendisini çok takdir ettik. Ellerine sağlık.

Ama kardeşim, içinde aşk, acı, kadınlığından vazgeçmiş bir iktidar sahibi  olan ve sonrasında aşkı, kardeşi ve iktidarı arasında kalan, bu halleri çok güzel cümlelerle ortaya koyan,  dramı önde ve metni güçlü bir oyun böyle mi sahneye koyulur?

Üstelik  yüksek sanattan anlamasak da kötünün ne olduğunu bilen saygılı izleyici çizgimizden bizi saptırmaya, sonra da bunun pişmanlığını yaşatmaya ne hakkınız var.

Tamam bir şey denemişsiniz ama takımı iyi kuramamışsınız, tiplemeleriniz hikayenin gücünü yansıtamayacak kadar çocuksu, mizahınız "komik", danslar, sözleri pek güzel olmasına rağmen şarkılar, insan sesiyle yapılan müzik(akapella) oyunun akışına entegre edilememiş ve ritmi düşürüp izleyiciyi hikayeden kopartıyor.

Mehmene Banu'nun duygularını, Ay Ecesi ile Ay Kız ikilemini, aynı sahnede iki oyuncuyla anlatmanız ne kadar başarılıysa, oyunun birinci perdedeki en dramatik sahnesinde yapılan komiklikler iğrençlik derecesinde basit ve sıradan ve de gereksiz.

Hikayenin ana rengi ile diğer renklerin serpiştirilme biçimlerinin tonu tutmuyor.

Yanımda oturan,  tiyatrodan benden çok daha iyi anladıkları ve daha çok sevdikleri  belli iki teyzeden biri oyun arasında "Çok uzatmışlar tam kendimi kaptırıyorum, tat almaya başlıyorum pat diye oyundan çekip alıyor birisi beni" dedi.

"Çocuk oyunu olsaymış daha iyiymiş" dedi.

Ve ben: İzlediğim bir şey üzerine hayatımın en keyifsiz, en zevksiz ve en  saçma sapan yazısını yazmak durumda kaldım.

Çünkü ben, yaşadığı anın rengine bürünen bir bukalemunum.


* Herkes herkesle dostmuş gibi.../ Barış Bıçakçı

31 Aralık 2012 Pazartesi

Kar Yağacak

Biterken bir vites yukarı çıkıp  hız kazanan, kendine  yapıştıran,  kendime ait izler bulduğum, soluksuz okuduğum, şiddetle tavsiye edeceğim nadir kitaplardan biriydi Kar Yağacak.

Özellikle kuzey ülkelerine, genelde de  küçük ölçekli şehirler ve kasabalara, dolayısıyla  "küçük" hayatlara ilgisi yüksek şahsım bu kitabı; caddeleri, sokakları, karı, buzu, soğuğu, sobaları yakılmış odadaki sıcağı, istasyondaki barda yaşanan noel gecesini, Sebastian'ın hafif tatlı kuru üzüm kokusunu hissedecek, "Ben şu an Norveç'teyim ve bir türlü oradan ayrılmak istemiyorum." cümlesini bir mektubunun içine yazacak kadar yaşadı.

Bunda yazarın olağanüstü anlatımının rolü yadsınamaz elbette... Ama kurduğu hikâyenin dinamizmi, insanların gerçeklik halleri, aksiyonu, basit gerçekliklere odaklanan esprili ve duygulu dili, nefes kesen gerilimi, sıcacık ilişkileri kitabı biraz da yılbaşı önlerinde gösterilen filmlerin duygusu ile okumamı sağladı.

Yaşamımda önemli yerleri olan başta Aqua Velva olmak üzere votkalı kahve ve Mona'nın bukalemun benzetmesi dahil pek çok şeyle karşılaşmanın yanı sıra kullanmayı çok sevdiğim bir cümlenin denklik haline de pek gülümsedim; ama bu cümle  on numaraydı: "Gece yapmadığın şeyleri düşünüp uykusuz kalmak, yaptığın şeylerden pişmanlık duymaktan daha kötüdür." 

En güzeli ise henüz yaşım 14-15 iken, bir film öncesindeki reklamına vurulduğum,  yerinde duramaz bir telaşla  kepenklerin kapandığı bir saatte dükkân dükkân dolaştığım, hiç açık yer bulamayınca ertesi günü zor ettiğim ilk parfümüm Old Spice'la karşılaşmaktı.

Müziğin  okura keyifli anlar yaşatan bir biçimde yer aldığı,  çevirmenin dipnotlarla şarkılar ve gruplarla ilgili bilgiler verdiği, pek çok tanıdık sanatçıyla karşılaşılan kitapta "cuk oturmuş tanımlar" kategorisinden değerlendirdiğim  "Ne derlerdi Country tarzı müzik için... hımmm... Plağı tersten çalarsan işine geri dönersin, karın boşanmaktan vazgeçmiş, atın da hala yaşıyor olur!" cümlesi de  gülümsediğim anlardan biriydi. 

Okumak açısından epeyi verimli geçen bu yılın  tanıştırdığı ve fanlarından biri olmaya aday olduğum yazar Levi Henriksen'in akıcı, kasılmayan, gözlemci, sıcacık üslubunun yanı sıra mekân ve karakterleri okura, olası bir filmde de  senariste ve yönetmene hiç de zorluk çekmeyecekleri bir biçimde tasvir etmesi göz alıcıydı.

Çevirmen Banu Gürsaler Syvertsen'e de hayran oldum; hikâyenin içinde geçen yerel kültüre ait dinsel ritüelleri, tanımlamaları, dildeki nüansları sıkıcı olmayan dipnotlar halinde vermesi; özellikle sokakta görsem işte bu diyecek kadar tanıdığım Müfettiş Rasmussen'in sorgu esnasında kullandığı -Norveç dilinde nasıl olduklarını bilemeyeceğim- ifadelerini "niçünn", "nas'sı yani" ve "amin" şeklinde çevirip uyarlaması, bu uyarlamanın karakterle eşlenmesinin yarattığı duygu ile de sadece Dan'ı değil beni de gıcık edip kanımı dondurması, çevirinin kalitesini ortaya koymak açısından önemli nüanslardı.

Orta soğuk hava, sanki bir perdeymişçesine açılan bulutların altından çıkan yıldızlar, ışıklı deniz ve votkalı kahve eşliğinde büyük bir zevkle okuduğum; karakterlerini ve özellikle bazı karakterlerin  (Dan, Amcası, Mona, Sebastian) birbirleriyle ilişkilerini öne çıkardığım  kitabın arka kapağını en sevdiğim banklardan birinde kapatırken,  en çok "iyi ki" dedim. Şu okuma meselesine yeniden ama daha pürüzsüz bir coşkuyla bulaşmış olmama şükrettim. "İyi ki etrafımda kimse yokmuş" da dedim.

O esnada, zaten zor tuttuğum pervasızlığım nelere sebep olurdu bilmiyorum; memnuniyetimin yarattığı coşkunun dışavurumunu ben bile engelleyemezdim. Üstelik çok soğukkanlı olabilen bir yanım olmasına rağmen.


Kahvenin Tarifi: İstediğimiz kadar kahveyi (bir tatlı kaşığı) küçük bir parça buz ile çözüyoruz, sonra istediğimiz kadar votka (bir kapak) koyup iyice karıştırıyoruz,- tavsiye edilen şekersiz ama istenirse bir şeker ilave edilebilir- ve sıcak su ile tamamlıyoruz.

14 Aralık 2012 Cuma

Das Boot


''Onlarla olmak insana yaşlı hissettirir kendini; sanki çocukların savaşı!''...


Kırmızlı kadının dokunaklı sesi eşliğinde, İkinci Dünya Savaşının sonlarında bir yığın kayıp vermiş Alman ordusunun bir ''u-botunda'' yolculuğa başlıyorsunuz. Belki  ilk kez bir filmde, öfkesiz bir anlatım ve farklı bir bakış açısıyla yukarıdakilerin anlamsız hayalleri sonucu savaşa sürüklenmiş, görev ve ülke aşkının ötesinde idealleri olmayan ''insanlar'' görüyorsunuz...

Yorumsuzca, hiç taraf olmadan, yalın insan manzaraları sunuyor film size. İzlediğiniz bir sürü soykırım filminde hep kızdığınız Almanların; kör milliyetçiliğin konforlu salonlarında yaşayanlarının kendi insanlarına yaşattıklarını görüyorsunuz bu kez.

Savaşın herkese acı veren ve ne kadar anlamsız bir şey olduğunu politik kaygılar taşımadan, sadece insan odağından bakarak başka bir boyuttan anlatan; güzel oyunculukları, birbirinden farklı ruh hallerindeki farklı karakterleri, ve her bir karakterin farklı farklı ruh hallerindeki duygularını olağanüstü güzel yansıtan diyalogları ile çok iyi ve çok nitelikli bir film Das Boot...

Yaklaşık üç saat boyunca denizaltının içinde her anın heyecanını hissederek; bazen o klostrofobik ortamın boğucu, can sıkıntılı hallerinde nefessiz kalarak; bazen de, üzerinizdeki koca bir ağırlığın kalkmasının hafifliğiyle seyrediyorsunuz(!) filmi...

Asker olmanın disipliniyle  avcıyken av, avken avcı olmanın bütün alt duygularını gözünüzün önüne seriyor film; ve insan olmanın... Belki biraz erkek bir film! Ama sinemaya film değil de ''sinema '' odaklı bakan herkesin izlemesi gereken de bir film... Muhteşemdir!

Ülkemizde pek bilinip hatırlanmayan, gözlerden ırak kalmış, Kusursuz Fırtına ile hatırlanacak Wolfgang Petersen'in  bir anı roman uyarlaması olan bu destansı filminde: Bazen pikaba koyulmuş bir plağın kuytusuna sığınıp uzarken ötelere, bir anda bir sarsıntıyla uyanıverirsiniz,  nefesinizi tutmuş bir halde...

Su yüzeyinde seyrederken koca denizde, nasıl bir yalnızlık olduğunu görürsünüz aslında o kalabalığın... Ve derinlikli insan manzaralarını... Ve aslında başkalarının savaşlarında ölenlerin, hep masum ''çocuklar'' olduğunu...

Sevdiğiniz eğer''sinemaysa'' mutlaka izleyin, izlemelisiniz! Muhteşem oyunculuklar görmek, enfes bir anlatımla müthiş bir sahicilik duygusu yaşamak için ...




Not:1981 yapımı bu film, satıcılar ya da kiralayanlar tarafından U-571 ile karıştırılabilir!..

10 Aralık 2012 Pazartesi

Lizbon'a Gece Treni Üzerine "Random" Cümleler

 'Bu da Ne Ya Şimdi' Denebilir! 2

Bir yazısının içine "Tek bir kelimenin ifade edilişindeki vücut diline ya da tonlamaya bakıp aynı kelimenin farklı insan karakterleriyle ya da aynı insanın farklı ruh hallerinde nasıl farklı anlamlarla yüklendiğini bilen biri olarak" diye bir cümle yazmış, sonrasında okuduğunda ve hâlâ okuduğunda  cümlenin kendisinden çıktığına şaşıran bir şahıs olarak bir kez daha altını çizmeliyim ki bu kitap öyle güzel bir denklik hali yarattı ki,  ne kadar  teşekkür etsem azdır.

Kitabın son sayfasındaki "Hayat, yaşadığımız şey değildir; yaşadığımızı hayal ettiğimiz şeydir." cümlesiyle karşılaştığımda, Gregorius romanın önemli karakterlerinden biri olan kitabı aldığı ve okumaya başladığı andan itibaren  hayal ettiği olayların içinde dolandırdı bizi diye düşündüm.

Sağlığı ile ilgili kaygılıydı ve kitabın sonunda Yunan göz doktorundan çıktığı anda dışarıda bir yağmur başlamıştı. Kitabın en başında da yine yağmur vardı!

Tamam bu kitap adından ve kapağından dolayı ilgimi çekmiş, favoriler listemde yerini almıştı. Ama eğer ki bir tetiklenme olmasa öne çekilmeyecek, ilk siparişte getirilmeyecek ve hatta okuma sırası önlerde olmayacaktı.

Üstelik hem bayramın, hem havaların, hem de aldığım maillerin güzelliği ve özlemle  öyle ekstradan bir ambiyans oluşturdu ki; şimdi hissiyatı anlatmam için cümleyi uzatmam, bu uzatma halinde dağılmam ve sonuçta anlam bütünlüğü kaybolmuş bir cümleye ulaşmam kesindir. O yüzden, hissiyatımın dışavurumuna engel olamayarak  giriştiğim şu boyumdan büyük işten yüzümün akıyla çıkmak  için şuraya nokta koysam şahsım için iyi olacak.

Aslında Portekiz'e gitmediğini, gittiyse de bahsettiği kişilerin hiçbiriyle karşılaşmadığını düşünüyorum. Gittiği ihtimalini biraz daha öne çıkarıp, trende karşılaştığı kadın ile iş adamını da hayalinin kahramanları yaptığını, trendeki kadına da, romanda bir türlü karşılaşamadığımız -sınıfa getirdiği- kadın rolünü verdiğini düşünüyorum.

Yani biz adamın yürürken kurduğu, aklında canlandırdığı bir hikâyeyi okuduk gibime geldi. Tek gerçek alınan kitaptı.

Yazar kitabı 300 sayfada toparlasa iyiymiş, çünkü son 100'e girildiğinde ritmi müthiş düşüyor.

Yeteri kadar tanıdığımız ve hakkında epey bilgi sahibi olduğumuz  Sözlerin Kuyumcusu'nu, bir anlamda çaprazındaki kişilerin ağzından teyit ediyoruz, hiçbir sürprizle karşılaşmıyor, şaşırmıyor, farklı bir durumla beslenmiyoruz. Sanki roman tekrar ediyor kendini ve "A..aa!" diyeceğimiz hiçbir şey olmuyor, ki bence yazar da dağılmış son düzlükte ve gereksiz tasvirler ve detaylar koymuş.

Tabii ki bu hissiyat tümüyle bana özgü.

Belki de ben ilgimi kaybettim son sayfalarda ve dolayısıyla kurguya atıyorum suçu. 

Bir de iki ana karakter Gregorius ve Amadeu Prado fazlasıyla doyurucuyken yan karakterlerden baba dışındakileri hafif kalıyor gibi... belki de benzer bir tema üzerinde giden iki kitaptan Rüzgarın Gölgesi'ni önce okumuş olmam bu kitapla ilgili farklı bir algı yarattı bende.

Rüzgarın Gölgesi'nden pek çok karakter iz bırakmışken bu kitaptaki iz bırakan karakter sayısının diğerinin yarısı kadar olmadığını fark ediyorum.

Kesinlikle insanı bir an önce bitireyim gibi bir telaşa sokmuyor, müthiş bir keyifle yaşanıyor kitap. Okurken aklıma gelen şeylerden biri şu denklik haliydi. Tıpkı hayatın ta kendisi gibi; insanın kendi gibi bakabilen insanlarla kurduğu bağın tadını duyumsatıyor her satırda.

Üstelik de içinden tren geçen bu kitap her cümlesiyle insan ruhunun pek çokları tarafından umurda olmayan, bilinmeyen, fark edilemeyen istasyonlarına uğrayarak gidiyorsa, insan daha ne isteyebilir?

İlk 300'de Isabel Allende'nin "Son yıllarda okuduğum en iyi kitaplardan biri.." fikrine katılsam da son 100'de kitap beni kendisinden koparttı. Suç çok zengin karakterler ve olay örgüsüyle aynı temayı işleyen Rüzgarın Gölgesi'nde olabilir.


21 Kasım 2012 Çarşamba

Şekil Bozukluğu

Pazartesi günü sanat aleminde ne var ne yok diye bakınırken oyunlara da göz atıyordum. Tiyatro sezonu açılmış olmasına rağmen henüz sezonu açmamıştım. Geçen hafta sevdiğim mizah yazarlarından Eprahim Kishon'un bir oyununun afişini bilboardlarda görünce heyecanla nete dalmış, salonun dolu olduğunu görünce de kaçıracağım oyun için üzülmüştüm.

Bu kez, özellikle de içgüdülerim "Bu oyuna git." deyince kıvranmaya başladım. İçgüdülerimi harekete geçiren oyunun adı ve afişi olmuştu, yazarı hakkında bir bilgim yoktu ama Trabzon Devlet Tiyatrosu çıkışlı Ben Feuerbach kişisel tarihim açısından önemli bir aksiyon yaşatmış izi derin bir oyundu.

Çok tereddüt yaşadım; bunun yanı sıra sürprizlerle karşılaşmayı seven yanım bu oyundan iş çıkar diye ısrarla dürtüyordu. Dayanamadım ve  en sevdiğim eylemlerden birini yaparak My Bilet.com'daki hesabıma girdim. Yer konusunda umutsuzdum. J sırasında bir boş koltuk görünce  bunu bir fırsat saydım ve  kaçırmadım.

Oyunun olduğu dün  gidip gitmemek konusunda sürekli ikilem yaşadım. Tanıtımında yer alan "Bekar bir kadının yalnızlığı ile hesaplaşması anlatılıyor." cümlesi ile tanımadığım yazarını yana yana getirince içimdeki ukala burun bükmedi değil... bir yandan da  "bir sürpriz çıkar ve ben oyunu ve yazarını parlatırım" diyerek keşfetmenin tadını da hatırlatıyordum kendime.

Salona girdiğimde dekordan etkilendim, dışarıda gördüğüm oyun resimleriyle sahneyi bir araya getirdiğimde hemen bir artı attım.

Oyunun açılışındaki  çerçeveye alınmış insan yüzleri ve doğru kullanılmış ışık ve tabii ki doğru seçilmiş müzik, şöyle bir koltuğa yerleşmeme sebep oldu. Bekar kadın ve yalnızlıktı sahnedeki, cümleler hoştu, atmosfer sıcaktı.  Bu da yazarla iyi bir tanışıklık demekti ve umuttu.

İçimde hep var olan ama arada bir ve aslında çok nadiren ortaya çıkan ukala, sonradan fazlasıyla utandırılacağı üzere, oyunculuk ve tonlama üzerine biri iki kelam etmeye kalktı oyunun hemen başında. Ama oyun ilerledikçe ve oyuncular ısındıkça ukala önce bedenimi sonra da sessizce salonu terk etti. Ben de  ukalaları salonu terk eden diğer izleyiciler gibi  koltuğuma çakıldım. O andan itibaren sadece beni değil tüm salonu eline geçiren bir oyun vardı; hüznü mizahla tatlandırmış, komikliklere başvurmayan, ukala bir bakışla komiklik sayılabilecek anları ve cümleleri bile sevimli kılmayı başaran  şahane bir akış vardı sahnede.

Bir saat beş dakika süren tek perdelik bu oyun derdini o kadar güzel anlatıyordu ki, o kadar geçirgen bir metni ve bu metin üzerinde o kadar samimi ve sevimli oyunculukları vardı ki,   anlar  çerçeveye alınıp dondurularak o kadar şık vurgular yapılıyordu ki,  ışık ve müzik, ufacık ayrıntılar, imgeler,  meslekler öylesine güzel planlanıp uygulanmıştı ki, her saniyesinde  oyuna  teslim olmaktan başka çareniz kalmıyordu.

Kanımca, oyuna sadece "bekar bir kadının yalnızlığı ile hesaplaşmasını anlatıyor" noktasından bakmak, başta iyi bir gözlemci olduğu anlaşılan başarılı yazar Hayriye Ersöz'e büyük haksızlık.

Oyun tek kişilik  yalnızlıkla, ilişkilerdeki yalnızlık halleri üzerine pek çok şeyi anlatıyor aslında... Bunu o kadar hoş noktalardan ve detaylarla  yapıyor ki bir anlamda bu detaylar izleyiciyi de oyunun  bir parçası yapıyor.

Ayrılma kararındaki bir evli çift, evlenme hayali kuran ve bunun zorunlu olduğunu düşünen bekar bir kadın, evlenmek için seçilen adam ve bir bedende somutlaşan yalnızlık üzerinden; her yetişkinin kendinden ya da tanıklıklarından bir parça bulacağı, bekar kadının hissettiği baskının nedenlerini de ortaya koyan son derece başarılı  öykü üzerinden son derece başarılı bir oyun kuruyor Yönetmen Yunus Emre Bozdoğan.

Bekar bir kadının yalnızlığı ile hesaplaşmasını anlatıyor vurgusu bir kişiyi öne çıkarıyor ve hikayesini onun etrafından  anlatıyor  algısı yaratsa da oyunun en güzel yanı aslında sahnede tüm karakterleri eşit kılıp hiçbirini öne çıkarmadan, derdini kolektif bir katkıyla anlatıyor olması. Her bir karakterin bir diğerinin katalizörü olduğu ve sonuçta ortaya bir mesele koyduğu ve bu meselenin salondaki herkes tarafından gayet iyi anlaşıldığı başarılı bir dil bu.

Keyifli bir tiyatro gecesi için biçilmiş kaftan olan Şekil Bozukluğu;  gayet sevimli, kasıntısız, kurgusu güzel, oyunculukları şirin,  ritmini asla kaybetmeyen, doğru tiplemeleri ve başarılı kostümleriyle eğlenceli ve"Kuzeyli" bir oyun. İzlenmeli.


Dekor tasarımı: Aytuğ Dereli, 
Giysi tasarımı: Töre Özsel,
Müzik: Fatih Veli Ölmez
Işık tasarımı: Yüksel Aymaz
Suflöz : Aynur Yılmaz


Oyuncular: UĞUR KELEŞ, EMRE ÖN, N. MERT HÜROL, F. DİDEM ÖZKAVUKÇU, SİNEM BİLGİN


12 Kasım 2012 Pazartesi

Rüzgarın Gölgesi-Carlos Ruiz Zafon

 Kolanın buzla ve limonla iyice aroma kazandığı son yudumlarını çok severim ve bu son yudumlar her seferinde yeni bir bardak hazırlamama sebep olur.

 Öngörü: 

 "Şans mı bana yardım eder ya da benim sezgilerim mi güçlüdür?" sorusunu şu an cevaplayamayacağım ama hep sonraya bıraktığım bu kitap, kesinlikle kolanın son yudumlarının tadında. İştah açıcı olarak kullanmaya karar verdiğim yarım saatlik vakitte 52 sayfasını okuduğum Rüzgarın Gölgesi kesinlikle benim yakamı bırakmayacak. Muhtemelen kendisi 500 küsur sayfalık kitapları en kısa sürede okuma rekorumu kırdıracak ve okuma süreci içinde kitaptan bir karakter gibi onu yaşama halim devam edecek. Sanırım ben bir süreliğine birincil dünyam olarak kitaptaki öykünün içinde olacağım.

Okutma arzusu: 

 En sevdiğim yanı da romanı bölümlere, bölümleri de kendi içinde bölümlere ayırarak kurgulayan Yazar Carlos Ruiz Zafon'un tavrı oldu. Çünkü  bölüm aralıkları uzun olan kitaplarda -hele bir de akıcılık yoksa- okuma arzusu yorulmuş olsa dahi bölümü bitirmeden araya ayraç koymayan, dolayısıyla bölüm sonuna kadar ızdırap yaşayan ben; geçtiği arabaları bir daha geçmek zorunda kalacağı için mola vermeyi sevmeyen, mola verdiği anda da sabırsız bir gerginlik hisseden eski zamanlardaki kendimi yaşarım.

Bazı uzun kitaplar: Ağırlıkla, uzun bir kitap yazıp kariyere  çentik atmak ya da  kazanca çevirmek maksadıyla yazılmışlar duygusu yaratırlar insanda, en azından bende. Rüzgarın Gölgesi tüm bunları  yerle bir eden, üstelik hepsi birbiriyle ilişkilenmiş karakterlerin her birini başrol yapmayı başaran, daha 300. sayfayı henüz geçmişken olası bir sohbette hayranlıkla söz edilebilecek en az beş karaktere insanı odaklayan, çok satan kitaplar konusundaki ön yargıları gözden geçirtecek enfes bir roman.

 Uyarı: 

 Kesinlikle araya işler ve güçlerin girmeyeceği bir dönemde; mesela cuma akşamı ya da cumartesi sabahından başlayıp pazartesi sabahı bitirmek planlamasıyla ya da bir tatil dönemine denk getirilerek okunmalı. Çünkü insanı günün hiç bir anında rahat bırakmıyor, sürekli çağırıyor. Çağıramasa da "yahu benim bu hayatta da kahramanlarım, insanlarım ve işlerim vardı" diye titremesine, tıpkı görülen bir rüyanın farkına varıldığı anda uyanmak için gösterilen gayret gibi gerçek yaşama dönebilmek için çabaya ihtiyaç duyuruyor.



Bazı kitaplar insan ortaya bir iddia koyduğunda onu gerçekleştirmek için ellerinden geleni artlarına koymuyorlarmış: 

 "Muhtemelen kendisi 500 küsur sayfalık kitapları en kısa sürede okuma rekorumu kırdıracak" cümlesini kurduğumda, bunun o anki coşkuyla söylenmiş, altında kalınma ihtimali olan bir iddia olarak  abartmış olabileceğim kaygısını da yaşamıştım aslında... Olur ya bir sürü engel çıkar, araya iş güç girer ve insan bunu gerçekleştiremez di mi? İşte bu kitap "di" dedirtmiyor.

 Manzara:

Bugün ki hedefim 200'ü geçmekti, banklarda "150. sayfada eve döner bir kahve içer, bir şeyler atıştırır ve ardından yanına şu Efes'in yeni birasını da ekleyerek devam ederim" demiştim.

Günü ilahi güce emanet ettim ya ben, o da gereğini yaptı yine: Bölüm tam 150. sayfada bitti, üstelik bir mektupla... Mektubun sondan bir önceki cümlesinde şu kelimeler vardı: "Seni o trende, düşlerle dolu ve ihanetlerle kırılmış yüreğinle, hepimizden ve kendinden kaçarken hayal ediyorum."

Kıyıya usul usul vuran, tam da Sound Of Silence şarkısının tadında sakin dalga sesleri sunan, mavinin bambaşka bir tonuna sahip bir deniz. Bu denizin üzerinde bahsi geçen şarkıya vurmalı tonunda sesleri ile katkı veren, çok yakındaki balıkçı tekneleri. Bir kenarından kafayı çıkarmaya hazırlanan güneşin turuncularının serpilmeye başladığı taptaze bir maviye sahip gökyüzü. Bu gökyüzüne izlerini bırakan iki uçak. Çam ağaçlarının altına, güneşin en kızıl haliyle kendini göstermeye başladığı andan itibaren efekt tadında bir ürpertiyle esen rüzgar. İnsanın gerçekten ve her seferinde bildiği halde güneşin yükselme anında hissettiği korku desem abartı olur ama uygun kelimeyi de bulamadım şimdi. Çünkü tam da şu noktada, öğrenci avına çıkmış bir telefonda bu eylemi pazarlayan bir kadını dinlemek zorunda kaldım, yaklaşık 15 dakika.

Kitapsa; eğer dünkü gibi araya işler güçler girmezse muhtemelen bugün bitecek, olmadı yarın sabahki güneşin doğuşunda. Kesinlikle muhteşem bir kitap ama! Bunun altını çiziyorum.  "Başka Zaman Kütüphaneleri"ni iyi ki okumuşum dememe sıklıkla sebep oldu kendisi; bir yanıyla birbirlerini o kadar güzel tamamlıyorlar ki... bir gün birine bir hediye almak düşünüldüğünde muhteşem bir ikili olacaklarını söyleyebilirim. Tabii ki sürekli bahse konu kitap akla geldiğinde pek çok gülümseme, pek çok iyi ki ile birlikte pek çok sevgi sözcüğü ve jesti de çağrıldı akıl tarafından. Pek güzel görüntüler olduğunu söylemeliyim laf aramızda.

Aslında 525. sayfaya ayracı koyduğumda aklımın çağırdığı senaryo çok güzel ve bambaşka bir şeydi; kesinlikle başka türlü bir final yapmazdım. Ama hayat işte... 525.sayfasının sonuna geldiğimde  o ana kadar ışıkları seçilmeyen tekneler tam da karşıma gelmiş üstelik de ışıl ışıllardı. Aslında bir final için sahne güzeldi; ama benim şu hain hayal gücüm bambaşka bir senaryo yazınca, hiç olmazsa havai fişekler olmalı diyerek orada bıraktım kitabı. Bir de bir başka özel, duygusu büyük ama cismi küçük bir şeyin final sayfasını çevirdiğim anda orada olması gerek. Çünkü bu kitap her türlü ritüeli fazlasıyla hak ediyor.

Abartı:

 Öyle bir kitap okudum ki ben; genelde bu saatlerde pek kahve içmememe rağmen şu mail kutusunu açtığım anda yanımda şiddetle istedim onu, hatta bir shot votka ile birlikte. Bu arada Zubrowka kahve uyumunun güzel olduğunu söylemeliyim. Bunda kitabın sonunda oluşan coşku ve onun şiddetle çağırdığı senaryonun rolü nedir bilmiyorum an itibariyle... Bilince kesinlikle paylaşacağım ama.

Kitapla ilgili şöyle bir karara vardım, gerçi henüz kesin olmadığı için karar demesem daha doğru da...

Eğer kitabın son sayfasına gelmeden havai fişek gösterisine denk gelirsem, fırsatı kaçırmayıp hemen son sayfaya atlayacağım. Olmazsa, en azından son paragrafı öyle bir anı bekleyecek.

Kendime heyecan yaratmakta da üstüme yok sanki.

1 Kasım 2012 Perşembe

'Bu da Ne Ya Şimdi,' Denebilir!

Bir Kitap Yaşarken...


O sohbet anı için bir ganimet buldum bugün, daha doğrusu bırakıldı. Çocukların teyzesi ve  üç arkadaşı kahvelerini, bardaklarını yanlarına alarak saklı bahçemizi ziyarete geldiler. Bahçe gitmeden tadını çıkaralım modundalar ve yıkılma aşamasında bir eylem yapabilecekleri endişesi de taşıyorum açıkçası. Özellikle Ukraynalı olan biri var ki kendisini elinde Türk Bayrağı ile çatıda göreceğimiz kesin.

Kafileyi gönderdikten sonra bir tatlı huzurla buluştu bünye ve şımarıklık yeniden tavanda.

Şimdi bir ikilem yaşıyorum: Kahve ve kitapla banklara gitsem, müzik dinleyip kitap okusam fikrim vardı- ki kafile gelmeden önce mp3çalara, indirmediğim son iki albümleri dahil olmak  üzere tüm Bandista albümlerini yüklemiştim. Tam çıkarken yakalandım, dolayısıyla vakit de kaybettim. Aklım da kitapta. Kitapla buluşmak için bir çözüm bulacağım ama! Saat kaç olursa olsun.

Ganimet ise- ne tesadüf ki- iki adet Café Créme Arome.

Aslında kitaba eşlik edebilecek bir müzik aradım, ne tür olursa olsun -ki sözlü asla olmazdı... ama sonra, ikisinin bir arada olamayacağını, bu konuda beceriksiz olduğumu düşündüm; aynen cips meselesi gibi.  Kitap yaşanıyor ya; bu yaşama haline bir fon olur sanki duygusu taşımıştım önce, sonra vazgeçmiştim.

Kitabı sade almamak kendisine haksızlık olurdu.

Doğru kararı başka doğru kararlarla yer değiştirdim ve yeni doğru kararları da sevdim. Denemekten zarar gelmezmiş onu anladım; ayrıca yaparak pişman olmak iyi bir şeymiş; bir de her şey anda gizliymiş; duyguda, düşüncede, hissiyatta...

Sırasıyla gidersem: Akşam kitabı aldım banklara gittim, mp3 de yanımdaydı; önce biraz sadece müzik dinledim, sonra kitabı okuyordum ki yağmur  başladı, bir süre okumaya devam ettim, sonra eve döndüm

Beş dakika sonra tekrar kitabı aldım ve gittim, yağmur başlayınca bir kez daha eve döndüm. Tam kapıdan girdim telefon çaldı,Tırtıl: "Şarjımı orada unutmuşum, kitaplığın orada, getirir misin?"

Araba, sahil yolu, parke taşlarda lastik tıkırtıları, camdan dolan yağmur ve deniz kokusu, güzergah üzerinde açılma hazırlıkları yapan iki mekana göz atış, şarjı bırakıp geri dönüş. Ev.

Bu kez bir termos sütlü kahve yaptım, kitabı ve mp3'ü aldım banklara tam anlamıyla konuşlandım. Mp3'ü açtım, kitabı okumaya başladım. Bir yandan da kahvemi yudumluyordum. Hava nefis, deniz açık, balıkçı tekneleri demli çay kokuluydu. Mutluydum ve hala ayılmamıştım. Müzik kitaba fon olmuştu. Hiç de rahatsızlık vermiyor, aksine kitap film olup akıyordu.

Yağmur yeniden damlamaya başlayınca bir süre daha bekledim. Sonra, kitabı tam kapatacakken, bir şarkı başladı. Kitaptaki yerin duygusuyla şarkının tonundaki uyuma bayıldım.

Kitap kucağımda hafif damlalarla ıslanırken şarkı şahane bir gülümseyişi açığa çıkardı. An çok güzeldi, akıldan ve yürekten geçenler de... Yağmur biraz daha artınca bu kez kalkmadım.  Neden acaba?

Kitabı sweatshirt'ümün altına sokup korumaya aldım.

Müzik ve kahve eşliğinde olağanüstü güzel anlar yaşadım. Yağmuru pek sevdim, tam da olması gerektiği kadar yağıyordu. An tertemizdi ve tadını dibine kadar çıkardım. Hayatı bir kez daha sundukları için çok sevdim; ıslandım, kurudum, kitabı yeniden açtım, okudum, gülümsedim, hissettim ama asla ayılmadım.

Aslında anı terk etmeye hiç niyetim yoktu, ta ki bir vergi ödemesi için bu ay mıydı tereddüdü yaşayıncaya kadar. Eve gidip netten ödeyeyim dedim.

Aklımı bankta bıraktım.

Geldim ödeme planına göz attım, hayıflandım; bir sonraki aymış meğer. Tekrar gitsem mi tereddüdü içindeyim şu an. Ama o şarkı için gidebilirim. Gidiyorum.

Bu sabahtan söz edeyim biraz... güneş ufuk çizgisinden yükselmiş, kızılını üzerinden usulca sıyırıp oraya bırakmış, -bütün gizemiyle- kendini sakladığı  bulut şeklinde bir paravanın ardından ışığını sezdiriyor ama güzelliğinin farkında bir diklikle kendini göstermek için seçtiği anı bekliyordu. Edası pek güzeldi.

Gece muhteşemdi; yağmura, tatlı bir soğuğa, babamın ağaçlarına ve tümüyle bana ve arada bir gelip geçen diğer gece insanlarına kalmıştı. Sahil korumanın botu mu yoksa helikopter mi olduğunu anlamadığım bir ışık kümesinin kıyıya, açığa, sağa sola doğru yaptığı hızlı hareketler ise hayal dünyası ile doğru orantılı olarak geceye ürperten bir renk katıyordu.

Yanımda Café Cremé'i de götürmüştüm, sonra nedense vazgeçtim. O ara muhtemelen yurttan ya da hafiften tiner çekmiş bir çocuk yanaştı ve sigara sordu. Algı işte! O iki adete bir anlam yüklemişti.

Sonradan epeyce üzülüp pişman olacağım üzere çocuğa "Ben sigara içmiyorum." dedim.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP