21 Şubat 2010 Pazar
Kamelyalı Kadın- La Traviata
İşi espriye vurduğumuzda, Türk filmlerinde sıklıkla rastlanılası bir öykü üzerine kurulu olan La Traviata'nın, operaya uzak izleyici gözünde dahi kabul görmesinde; bazı aryaların söylendiği uzun ve tek kişilik sahnelerde düşen ilgiyi tekrar ayağa kaldıran bir kurgu oluşturan Rejisör Murat Göksu'nun başarısının yanı sıra, dekor tasarımını yapan Filiz Dinç ile kostümleri hazırlayan Aydan Çınar'ın esere kattıkları görsel zenginliğin etkisinin, epeyice fazla olduğunun altını çizmek gerekiyor.
Özelikle çok kalabalık tutulmayan ama hedefi on ikiden vuran sade dekorların yer aldığı sahneye -sanki salonun duvarında asılıymış hissiyatı veren- çerçeveli ve kocaman bir ayna koyma fikri; hem derinlik katıyor hem de doğru renklerin seçildiği başarılı ışık kullanımıyla birlikte çok hoş fotoğraflar sunuyordu. Öne açılı dev ayna; özellikle kalabalık davet sahnelerinde, arkada kalanların hareketlerinin de görülmesini sağlıyordu. Bu derinlik, eserin en durağan yerlerini bile canlı kılıp temposunu artıyor, her şeyden önemlisi de operayla tanışmamış ve sıkıcı bulan izleyicinin ilgisini çoğaltıyordu
Eserin bir bölümünde yukarıdan inerek sahneyi bölen şeffaf siyah perde, Alfredo ile Violetta'yı, kalabalığın içinden baş başa bir âna sürüklerken, ikisinin düeti boyunca arka planda kalan ve kıpırdamaksızın duran kalabalığı da bir tablo gibi yansıtıyordu. Arkadaki oyuncuların verdiği kıpırtısız resim o kadar başarılı ve sahiciydi ki, insan perde üzerine yapılmış bir resim mi bu acaba diye düşünmeden edemiyordu.
Birinci perdenin sonunda izleyenlerin soprano Otilia Ipek'in performansına bakarak ilk akıllarından geçirdikleri cümle ve sordukları soru muhtemelen şuydu: Bizim sanatçı diye altına unvan yazdığımız popüler şarkıcılarımızdan herhangi biri sesini bu kadar oynatarak, bu kadar uzun parçalar söyleyebilir mi? Üstelikte çıplak sesle... Ve onlar sanatçıysa bunlar ne?
Kamelyalı Kadın rolündeki İtalyan soprano Otilia Ipek, söylediği birbirinden güzel aryalarda ortaya koyduğu performansla uçurmuştu zaten ilgili ilgisiz tüm izleyiciyi... Ve sanatının gücüyle teslim almıştı tüm salonu. Ben dahil salondaki pek çok insan karşılarındakinin dünyaca ünlü bir soprano olduğunun farkında bile değildi. Dolayısıyla bir sopranonun sanat gücünü ve samimiyetini izleyiciye geçirmeyi başaran yeteneğinin, ön yargısız ve içtenlikli karşılıklarıydı alkışlar.
Yine konuk sanatçı, Alfredo'nun babası rolündeki bariton Georgio Cebrian; canlandırdığı karakterin gereği aşkın önüne engel koyan kötü adam duygusunu yaşatan antipatik bir kişilik gibi dursa da sanatıyla ve ortaya koyduğu başarılı performansla seyircinin en sempatik baktığı ve final seremonisinde elleri kızarırcasına alkışladığı sanatçı olmayı başarıyordu.
Ve Alfredo Ari Edirne: Karakterin hakkını veriyor olmanın yanı sıra tenor seslere daha yatkın kulağımdaki tüm pasları, söylediği aryalarla alıp bir kenara atıyordu. Onun oyunculuğunun bu kadar öne çıkmasında Otilia Ipek gibi dünya çapında bir soprano ile oynuyor olmasının etkisi var mıdır bilmiyorum. Bu anlamda yorumlar yapabilecek kadar ne opera izlemişliğim ne de özel ve derin bir ilgim var sanata... Zaten nereye ne yazsam teknik bir gözün değil de izlediğimin bende ve etrafta yarattığı hissiyatın bir yansıması oluyor sözcüklerim.
Oğul Alexandre Dumas'nın gerçek bir olaydan yola çıkarak yazdığı, 19. yüzyılda yayınlanan ve döneme damgasını vuran Kamelyalı Kadın adlı romanından Francesco Maria Piave'nin uyarladığı metni besteleyen G. Verdi'nin ilk kez 1853'de Venedik'te sahnelenen operasını, yaklaşık yüz altmış sene sonranın olanaklarıyla kendi şehrimin güzel sahnesinde Mussano'yla birlikte izleyebilmek ve onun ilk canlı operasının dünya çapında üne sahip iki önemli sanatçının konukluğuna denk gelmesi, ayrı bir güzellikti.
İtalyanca cümlelerin, hikâyeyi anlamakta sorun yaşayacak izleyici için sahnenin üst kısmına lazer yardımıyla aktarılması, her perdeden önce çok güzel bir ses tarafından öykünün anlatılması, özellikle operayla yeni tanışan ve hikâyeyi bilmeyen izleyiciler açısından önemli bir avantajdı. Geçen sezondan beri tekrar edilen bu eserin yine kalabalık bir izleyiciye sergileniyor olması da, yaşadığım şehirle gurur duymamı sağlayan kocaman bir sevinçti.
Kamelyalı Kadın; hayatında bir kez bile opera izlememiş insanları, en azından sanatla tanıştırmayı başarabilecek renklilikte ve görsel zenginlikte koyuluyor sahneye... Klasik müziğe, özellikle aryalara tahammülsüz ve konuda inadım inat diyen izleyicinin dahi kulaklarını tıkayıp, sadece sahnede olan biteni seyretmekten zevk alabileceği renkli, hareketli ve baleyle desteklenmiş bir kurgusu var Samsun Devlet Opera ve Balesi'nin La Traviata'sının. Özellikle takipte olmak gerek!
20 Şubat 2010 Cumartesi
Recep İvedik Sosyolojisi 2 : Gözlemler Düşünceler
1.bölüm için buradan lütfen
Hafta başından beri ısrarlı cümleler kuran Tırtıl'ın talebi üzerine Recep İvedik 3'e gitmeye karar vermiştik. Filmi önemsemediğim ve değerli de bulmadığım için izleyeceğimiz sinemanın da önemi yoktu açıkcası... O yüzden şehrin merkezindeki sinemalardan biriydi tercihim. Sinema öncesi denetlemem gereken bir yeri aradan çıkarır, oradan da yakındaki bir sinemaya gideriz fikrindeydim. Tırtıl'ın en bayıldığı işlerden biri ajan modunda yaptığımız bu denetlemelerde bana eşlik etmek. Her çocuk gibi yaş aldıkça hayallerine farklı meslekler konuşlandırdığından, bir dönem Arka Sokaklar dizisi yüzünden komiser olmuşluğu da vardı. Bana eşlik etmek istediği durum da tam hale uygun olduğundan, biraz daha besleyerek komiser figürünü, ajanlık haline getirmiştik işi. Olay yeri incelemelerimizin ardından, onun gözlemlerini de paylaştığımız sohbetlerin keyfine doyum olmadığının altını da, gülümseyerek çizebilirim. Sonuçta, ikna yeteneği güçlü Tırtıl'ın dediği oldu ve gizli denetimimizin ardından biz üçüncü kere el değiştirip adı Oscar Sineması olan mekânın sevdiğimiz salonunda bulduk kendimizi...
Yazının giriş kısmını akıp giden zamana bir not olarak düşüp de filme gelirsem; kesin kanaat getirdim ki Recep İvedik, bir film karakteri olmanın ötesinde bir kimlik artık. Bir topyekünlüğü içermese de saptamam, belli yaş grubundaki gençler için bu gerçeği kabul etmek zorundayız. Ve onlar büyüdükçe kitleye ilave olan yeni yaş gruplarını kattığımızda, serinin Recep İvedik 4, 5, 6, 7 diye devam edeceği de belli olduğuna göre; bu gerçeklik halinin daha da pekişeceğini ve ileriki yıllarda Recep İvedik'in başbakanlıktan cumhurbaşkanlığına kadar her makam için desteklenen ve önerilen bir kimlik olarak ülke gündeminde yer tutacağını söylemek ve bunu öngörmek abartılı bir düşünüş olmaz(!)
Filmi izlerken etraftaki yaş grubuna ve o çocukların filme katılma hallerine bakarak genel tepkileri, gülme halleri ve katılımcı espirilerinden yola çıktığımda; Recep İvedik'in perdede oynayan sanal bir figür değil de salondaki benden bile daha kanlı canlı bir varlık olduğunu hissettim. İşin garibi, ilk filmi Mussano'yla birlikte seyrettikten sonra üzerine Recep İvedik Sosyolojisi diye uzunca bir yazı yazmış ben bile, izlediğimin bir karakter değil de hayatımızın içinde zaten var olan bir insan üzerine yapılmış biyografi olduğu duygusuna kapıldım. Yani Recep İvedik, hayatın içinde var olan, medyadan, oradan buradan bir şekilde tanıdığım kanlı canlı bir şahsiyetin perdede bir aktör tarafından canlandırılmış hali gibi geldi bana. Bu algılama biçimime ve kanıksama halime şaşırdım açıkcası...
İlk filmi izlerken; çok küçük yaşlarda izlediğim, 002 Yavruyla- Katip tiplemesinin bütünüyle yalaklık üzerine kurulu, mizahın kenarından bile geçmeyen komik(!) filmlerini hatırlayarak, Recep İvedik'in de o kategoride bir figür olarak sinemada yer tutacağını düşünmüştüm. Bilemiyorum, belki de bugünkü yaygın iletişim ve bilişim teknolojileri yüzünden, sürekli hayatımızın içinde, dip dibe yaşadığımız ve göz önünde bir karakter olduğu için Recep İvedik; onların ötesinde ve daha başka bir yere oturmuş gibi geldi bana...
Birinci İvedik seferleri sırasında yorum yazdığım sinema sitesinde, iki farklı görüş arasında süren meydan savaşlarının tam ortasında, uzunca bir gözlem yazısı yazmış, savunanları anladığıma da vurgu yapmıştım. Filmi eleştirenlere topyekün ve ellerine geçirdikleri her türden kelime ile saldıran İvedik hayranları durumu kavramış ve bana pek bulaşmamışlardı. Bu filmi izlerken, o durumun aşıldığını ve Recep İvedik'in toplum tarafından artık tam anlamıyla kabul gören olağan bir varlık halini aldığını farkettim. Her alandaki lümpenleşmenin artık eleştirenleri bile bezdirdiğini ve dirençlerin kırıldığını gördüm.
İlk yazımda, Şahan bunu kullanarak aslında daha sağlam senaryolar üzerinden mesajları da olan bir film yaratıp niteliği artırabilir ve gerçek bir sanatçı kimliğine bürünerek düzeyli ve gerçek anlamda bir mizahi figür yaratabilir diyerek bir eleştiri noktası üzerinden göndermede bulunmuş, elindeki malı iyi satan ve ondan para kazanan tüccar kimliğine vurgu yapmıştım. Bu filmde gördüm ki, içine koyduğu durumlarla sadece kendini eleştirenlere cevaplar veren, ucuz göndermeler ve sataşmalar içeren sosyal sorumluluk mesajları(!) vermiş.
Filmde gülüp eğlenmedim mi? Hem güldüm hem düşündüm! Recep İvedik'e bir karakter olarak baktığımda, ön cümlelerde belirttiğim gibi bir figür görüyorum. Ama onu yaratanın sinema sanatı ve sanatın işlevi açısından ortaya koyduklarını görünce, hakikaten üzülüyorum. Çünkü sadece eğlendiren bir film olarak bakamayacağımız kadar yanlış göndermeleri ve etkisi olan bir film bu.
Recep İvedik için 7+ yazıp, 13 yaş altının aileleri yanlarında olmak şartıyla gelebilmelerine izin veren makamı da ayrıca sorgulamak gerekiyor. Benim bakışımdan ve bugünkü gençliğin yaşamı algılama düzeyini göz önüne aldığımızda 16 artının bile üzerine çıkıp 18 + ibaresini koymak gerekiyor bu filme... Sanatın ölçüsü olarak filmlerinin izleyici sayısı ve yaptığı hasılatı gösterge kabul eden sanatçılara ve bunun üzerinden değerlendirme yapan kitlelere de en azından şu farkı hissettirmek gerekiyor: Yahşi Batıya'da gitmek istemişti Tırtıl, ben ısrarla engel olmak istemiştim ve filmde 13+ ibaresi olduğunu söylemiştim. O da aileden bir büyükle gidilebildiği noktasında diretmişti. Bunun üzerine o hafta sonu filmi izlemek üzere AFM ye gelmiş, gişenin yanında yasak yazısını farketmiş, içindeki 'yanında bir büyük olsa bile' cümlesini ona da okutmuştum. Hatta bununla yetinmemiş, gişedeki görevliye 'aile ile de olsa mümkün değil mi' diye sormuştum. O da bunun kesin bir kural olduğunu belirtmişti. O filmin yapımcıları da isteseler benzer bir izni alır ve yelpazeyi geniş tutabilirlerdi. Sanırım onlar biraz daha sanatçıydı ve ufak da olsa bir sanatçının taşıması gereken sorumluluğu taşıyorlardı.
Yani bu film ve seri en azından 16+ olsa, ben de gülüp geçecek ve bunca yazıyı da yazma gereği duymayacaktım.:))
19 Şubat 2010 Cuma
Dayanışma
Gerçekten bahsetmemi istiyorsanız yine
öyle mesut, öyle mesudum ki ben
alabildiğine!
Nazım Hikmet
18 Şubat 2010 Perşembe
Günışığında Fenerimin Değdiği Yerlere Bakasım Geldi...
Bir de;
Sürekli hukukun üstünlüğünden söz edip, batı standartlarını tüm kurum ve kurallarıyla ülkemize getireceğiz denilirken...
Gözlemciler tarafından, HSYK'daki müsteşarın varlığı bile yargının siyasallaşması olarak değerlendirilip kuruldan alınması konusunda ülkemiz aleyhine rapor yazılırken...
Karara umursuz bir tavırla bakarak ve müsteşarın varlığıyla yetinmeyip, yargı mensupları tarafından seçilen üyeleri de meclise seçtirme uğraşı içinde olunurken...
Lehinize olanlarla, hasım gördükleriniz aleyhine çıkan kararlarda, ve başta ergenekon olmak üzere işinize gelen her durumda hukukun üstünlüğüne vurgu yapıp, davanın işleyişini ve insan hakları ihlallerini eleştirenleri, yargının bağımsızlığı vurgusunu yaparak hukuka saygıya davet ederken...
Sıklıkla ve altını çizerek, 'Türkiye bir hukuk devletidir' cümlesini, kendi tavırlarınızı eleştirenlere ve hak aramak için eylem yapanlara karşı sloganlaştırıp göze sokarken...
Şu anki tabloya, 'bu bir yargı darbesidir deyip' yargının siyasallaştığı vurgusu yapılmasının; karşıdan bakıldığındaki görünüşü ne olabilir ki?
Ne yazık ki bu ülkede; mevcut anti demokratik durumlardan (seçim barajı dahil) yararlanıp iktidara gelenler kendi durumlarını daha da pekiştirmek için, daha önce eleştirdikleri her yetkiyi daha da artırarak kullanıyor.
Ne yazık ki yine bu ülkede, barajın üstünde kalıp meclise girmiş her siyasi parti, muhalefette bile olsa, barajı aşamayanlar sayesinde milletvekili sayısını artırdığından dolayı barajın rakip ekarte ettiren durumundan memnunluk duyuyor.
Ve ne yazıktır ki; her siyasal parti bir gün o barajın imkanlarını kullanarak tek başına iktidar olmanın hayaliyle yaşıyor. Tıpkı YÖK sisteminin cumhurbaşkanına verdiği yetkiler kendi düşünceleri doğrultusunda kullanıldığında sessiz kalanların, o yetki bir başkasına geçtiğinde bağırıyor olmaları gibi...
Tüm bu siyasal işleyişe baktığımda, ülkenin durumunu bir gerçelik olarak kabul ediyor, bir eleştiriyi yaparken de tek başına iktidarı suçlamak açıkcası vicdanıma ters geliyor.
Türkiye'ye şöyle bir baktığımda; ruhunda ve iç işleyişinde demokrasi anlayışı ve örneği olmayan, demokrasiyi, demokratlığı içselleştirememiş, oturdukları koltuklardan bir türlü kalkamayan parti liderleri ve sivil toplum yöneticelerine sahip bir ülke görüyorum.
Futbol kulüpleri dahil, sivil resmi tüm kurumların başındaki insanların kendilerini peygamber yetkileriyle donattığı, ağızlarından çıkanların kullar tarafından itiraz edilip tartışılamadığı bir statüler ülkesi burası.
Evlerimizin içinde çocuklarımıza; otoritelerimize karşı söz söyleme hakkı tanıdığımız, kendi yanlışlarımızı kabul ederek onların fikirlerini de değerli saydığımız, onları kendi iradeleri olan bireyler olarak görüp en azından görüşlerine değer vererek tartıştığımız günler geldiğinde; gündemimizi fazlasıyla meşgul eden bu çağdışı kavgaların hiçbiri de olmayacak sanırım.
Benim umudum var.
Görsel La Loba'nın 'step by step' adlı fotoğrafıdır.
17 Şubat 2010 Çarşamba
Aşk'ın Tarifi
Masanın karşı tarafındaki genç kadına anlatıyordu yaşlı teyze... Gözlerindeki ışık, ağzından çıkan cümleleri çoğaltıyor, hikayesi, ana tanıklık edeni teslim alıyordu. Öyle anlı şanlı cümleler değildi kurdukları, hatta dikkati çekmeyecek kadar sıradandı belki anlattıkları... Masanın öteki tarafındaki genç kadın damarından yakalamıştı ki öyküyü, size ulaşmasına aracılık etmemi sağladı.
R..... Teyze 1942 doğumlu. 50 yıldır N..... Amca ile aynı yastığa baş koymuşlar. N..... Amca 11 yıl önce beyin kanaması geçirmiş ama bunu atlatmış. Ama geçen sene geçirdiği beyin kanamasından sonra yatalak kalmış. Önceden boğazına çok düşkün ama çok yemek seçen de bir adammış. R..... Teyze diyor ki; " evde yemek hazırlardım, erim gelince o yemeği beğenmez başka yemek isterdi, ben de pişirdiğimi dolaba kaldırıp onun istediği yemeği hazırlardım." Ve şimdi R..... Teyze niçin gözyaşı döküyor biliyor musun Ustam? Gözyaşlarını tutamayarak anlatıyor: " Şimdi önüne ne koyarsak sesini çıkarmadan yiyor. Nasıl endamlıydı, dağ gibi adamdı biliyor musun gadasını aldığım kızım! Nasıl içim acıyor beğenmediğini söyleyemediği için; bir kenara çekilip ağlıyorum. Allahıma hergün dua ediyorum. Allahım bana güç kuvvet versin diye. Erimi benden sonraya koymasın! Çocuklarım da elbet bakar ama benim gibi bakamazlar. O benim erim, ben onun altını temizlerken hiç yüksünmem de tiksinmem de. Ama evlatlarım belki tiksinir!.."
R..... Teyze Adana Ceyhan'lı... Ağzından gadasını aldığım lafı hiç eksik olmuyor Ustam. Ama nasıl candan ve içten çıkıyor o "gadasını aldığım" lafı bir görsen... Ve neden korkuyor anlatabildim mi? O ölmekten korkmuyor, O kocasından önce ölür de kocası (eri) rezil olur diye korkuyor... Nasıl bir sevgidir bu Ustam?
Sevgili Ophelia'ya, paylaştığı ve yayınlamama izin verdiği için teşekkürler...
Fotoğraf: La Loba
16 Şubat 2010 Salı
Aldırma Şair...
Ama zaman, mutlaka ve kesinlikle hakedene, hakettiği değeri ulaştırıyor.
Bu avluda oturduğunuz her zaman diliminde, karşıdaki koğuşlardan avluya düşen yankıyı duyarsınız; bazen bir kadın, bazen bir genç kız, bazen bir yetişkin, bazen neşeli neşeli gülümseyen coşkulu çocuk seslerinden.
Ona, onca eziyeti çektirip yok ettiğini sanan güçlülerin adı sanı yokken ortada...
Şaire duadır, şiirinin şarkı olmuş halinden avluya düşen her bir mısra.
Sabahattin Ali, en bilinen şiiri 'Aldırma Gönül'ü bu cezaevinde yazmıştır.
Onun koğuşunda, 'Aldırma Gönül'ün şairi Sabahattin Ali burada kalmıştır.' yazar.
O koğuşa her giren, şarkıdan sözcükler mırıldanarak onu anar.
Ve bir çok insan, onu, orada tanır.
Ansiklopedinin adı; Edip Akbayram'dır.
*Sinop Cezaevi
14 Şubat 2010 Pazar
Söylemesem de...
...
Yaşamın karşı kıyılarını bilemeden yaşamak çok güzel, güzeldi. Bugün durduğum yerden arkaya, orada bırakılmışlara bakmak istedim. Çok şey ve çok ad geçti ruhumun derinlerinden... Ve bugün, hepsinin izlerini sevdim. Onlar, beni ben yapmış sevgililerim. Bazen söylenmemiş tüm sözlerimi; herbirinin ellerini avuçlarıma alıp gözlerine söylemek isterim. Şimdi zamanın sonsuzluğuna serpiyorum. Sevgililer Gününüz Kutlu Olsun. Ben hep sevmiştim!.. Söylemesem de...
14.Şubat.2009 da yazılan Bugün Sevgililer Günüydü! başlıklı yazıdan...
Fotoğraf: Ewa Zauscinska