
İşi espriye vurduğumuzda, Türk filmlerinde sıklıkla rastlanılası bir öykü üzerine kurulu olan La Traviata'nın, operaya uzak izleyici gözünde dahi kabul görmesinde; bazı aryaların söylendiği uzun ve tek kişilik sahnelerde düşen ilgiyi tekrar ayağa kaldıran bir kurgu oluşturan Rejisör Murat Göksu'nun başarısının yanı sıra, dekor tasarımını yapan Filiz Dinç ile kostümleri hazırlayan Aydan Çınar'ın esere kattıkları görsel zenginliğin etkisinin, epeyice fazla olduğunun altını çizmek gerekiyor.
Özelikle çok kalabalık tutulmayan ama hedefi on ikiden vuran sade dekorların yer aldığı sahneye -sanki salonun duvarında asılıymış hissiyatı veren- çerçeveli ve kocaman bir ayna koyma fikri; hem derinlik katıyor hem de doğru renklerin seçildiği başarılı ışık kullanımıyla birlikte çok hoş fotoğraflar sunuyordu. Öne açılı dev ayna; özellikle kalabalık davet sahnelerinde, arkada kalanların hareketlerinin de görülmesini sağlıyordu. Bu derinlik, eserin en durağan yerlerini bile canlı kılıp temposunu artıyor, her şeyden önemlisi de operayla tanışmamış ve sıkıcı bulan izleyicinin ilgisini çoğaltıyordu
Eserin bir bölümünde yukarıdan inerek sahneyi bölen şeffaf siyah perde, Alfredo ile Violetta'yı, kalabalığın içinden baş başa bir âna sürüklerken, ikisinin düeti boyunca arka planda kalan ve kıpırdamaksızın duran kalabalığı da bir tablo gibi yansıtıyordu. Arkadaki oyuncuların verdiği kıpırtısız resim o kadar başarılı ve sahiciydi ki, insan perde üzerine yapılmış bir resim mi bu acaba diye düşünmeden edemiyordu.

Kamelyalı Kadın rolündeki İtalyan soprano Otilia Ipek, söylediği birbirinden güzel aryalarda ortaya koyduğu performansla uçurmuştu zaten ilgili ilgisiz tüm izleyiciyi... Ve sanatının gücüyle teslim almıştı tüm salonu. Ben dahil salondaki pek çok insan karşılarındakinin dünyaca ünlü bir soprano olduğunun farkında bile değildi. Dolayısıyla bir sopranonun sanat gücünü ve samimiyetini izleyiciye geçirmeyi başaran yeteneğinin, ön yargısız ve içtenlikli karşılıklarıydı alkışlar.
Yine konuk sanatçı, Alfredo'nun babası rolündeki bariton Georgio Cebrian; canlandırdığı karakterin gereği aşkın önüne engel koyan kötü adam duygusunu yaşatan antipatik bir kişilik gibi dursa da sanatıyla ve ortaya koyduğu başarılı performansla seyircinin en sempatik baktığı ve final seremonisinde elleri kızarırcasına alkışladığı sanatçı olmayı başarıyordu.
Ve Alfredo Ari Edirne: Karakterin hakkını veriyor olmanın yanı sıra tenor seslere daha yatkın kulağımdaki tüm pasları, söylediği aryalarla alıp bir kenara atıyordu. Onun oyunculuğunun bu kadar öne çıkmasında Otilia Ipek gibi dünya çapında bir soprano ile oynuyor olmasının etkisi var mıdır bilmiyorum. Bu anlamda yorumlar yapabilecek kadar ne opera izlemişliğim ne de özel ve derin bir ilgim var sanata... Zaten nereye ne yazsam teknik bir gözün değil de izlediğimin bende ve etrafta yarattığı hissiyatın bir yansıması oluyor sözcüklerim.
Oğul Alexandre Dumas'nın gerçek bir olaydan yola çıkarak yazdığı, 19. yüzyılda yayınlanan ve döneme damgasını vuran Kamelyalı Kadın adlı romanından Francesco Maria Piave'nin uyarladığı metni besteleyen G. Verdi'nin ilk kez 1853'de Venedik'te sahnelenen operasını, yaklaşık yüz altmış sene sonranın olanaklarıyla kendi şehrimin güzel sahnesinde Mussano'yla birlikte izleyebilmek ve onun ilk canlı operasının dünya çapında üne sahip iki önemli sanatçının konukluğuna denk gelmesi, ayrı bir güzellikti.
İtalyanca cümlelerin, hikâyeyi anlamakta sorun yaşayacak izleyici için sahnenin üst kısmına lazer yardımıyla aktarılması, her perdeden önce çok güzel bir ses tarafından öykünün anlatılması, özellikle operayla yeni tanışan ve hikâyeyi bilmeyen izleyiciler açısından önemli bir avantajdı. Geçen sezondan beri tekrar edilen bu eserin yine kalabalık bir izleyiciye sergileniyor olması da, yaşadığım şehirle gurur duymamı sağlayan kocaman bir sevinçti.
