20 Şubat 2010 Cumartesi

Recep İvedik Sosyolojisi 2 : Gözlemler Düşünceler



1.bölüm için buradan lütfen

Hafta başından beri ısrarlı cümleler kuran Tırtıl'ın talebi üzerine Recep İvedik 3'e gitmeye karar vermiştik. Filmi önemsemediğim ve değerli de bulmadığım için izleyeceğimiz sinemanın da önemi yoktu açıkcası... O yüzden şehrin merkezindeki sinemalardan biriydi tercihim. Sinema öncesi denetlemem gereken bir yeri aradan çıkarır, oradan da yakındaki bir sinemaya gideriz fikrindeydim. Tırtıl'ın en bayıldığı işlerden biri ajan modunda yaptığımız bu denetlemelerde bana eşlik etmek. Her çocuk gibi yaş aldıkça hayallerine farklı meslekler konuşlandırdığından, bir dönem Arka Sokaklar dizisi yüzünden komiser olmuşluğu da vardı. Bana eşlik etmek istediği durum da tam hale uygun olduğundan, biraz daha besleyerek komiser figürünü, ajanlık haline getirmiştik işi. Olay yeri incelemelerimizin ardından, onun gözlemlerini de paylaştığımız sohbetlerin keyfine doyum olmadığının altını da, gülümseyerek çizebilirim. Sonuçta, ikna yeteneği güçlü Tırtıl'ın dediği oldu ve gizli denetimimizin ardından biz üçüncü kere el değiştirip adı Oscar Sineması olan mekânın sevdiğimiz salonunda bulduk kendimizi...

Yazının giriş kısmını akıp giden zamana bir not olarak düşüp de filme gelirsem; kesin kanaat getirdim ki Recep İvedik, bir film karakteri olmanın ötesinde bir kimlik artık. Bir topyekünlüğü içermese de saptamam, belli yaş grubundaki gençler için bu gerçeği kabul etmek zorundayız. Ve onlar büyüdükçe kitleye ilave olan yeni yaş gruplarını kattığımızda, serinin Recep İvedik 4, 5, 6, 7 diye devam edeceği de belli olduğuna göre; bu gerçeklik halinin daha da pekişeceğini ve ileriki yıllarda Recep İvedik'in başbakanlıktan cumhurbaşkanlığına kadar her makam için desteklenen ve önerilen bir kimlik olarak ülke gündeminde yer tutacağını söylemek ve bunu öngörmek abartılı bir düşünüş olmaz(!)

Filmi izlerken etraftaki yaş grubuna ve o çocukların filme katılma hallerine bakarak genel tepkileri, gülme halleri ve katılımcı espirilerinden yola çıktığımda; Recep İvedik'in perdede oynayan sanal bir figür değil de salondaki benden bile daha kanlı canlı bir varlık olduğunu hissettim. İşin garibi, ilk filmi Mussano'yla birlikte seyrettikten sonra üzerine Recep İvedik Sosyolojisi diye uzunca bir yazı yazmış ben bile, izlediğimin bir karakter değil de hayatımızın içinde zaten var olan bir insan üzerine yapılmış biyografi olduğu duygusuna kapıldım. Yani Recep İvedik, hayatın içinde var olan, medyadan, oradan buradan bir şekilde tanıdığım kanlı canlı bir şahsiyetin perdede bir aktör tarafından canlandırılmış hali gibi geldi bana. Bu algılama biçimime ve kanıksama halime şaşırdım açıkcası...

İlk filmi izlerken; çok küçük yaşlarda izlediğim, 002 Yavruyla- Katip tiplemesinin bütünüyle yalaklık üzerine kurulu, mizahın kenarından bile geçmeyen komik(!) filmlerini hatırlayarak, Recep İvedik'in de o kategoride bir figür olarak sinemada yer tutacağını düşünmüştüm. Bilemiyorum, belki de bugünkü yaygın iletişim ve bilişim teknolojileri yüzünden, sürekli hayatımızın içinde, dip dibe yaşadığımız ve göz önünde bir karakter olduğu için Recep İvedik; onların ötesinde ve daha başka bir yere oturmuş gibi geldi bana...

Birinci İvedik seferleri sırasında yorum yazdığım sinema sitesinde, iki farklı görüş arasında süren meydan savaşlarının tam ortasında, uzunca bir gözlem yazısı yazmış, savunanları anladığıma da vurgu yapmıştım. Filmi eleştirenlere topyekün ve ellerine geçirdikleri her türden kelime ile saldıran İvedik hayranları durumu kavramış ve bana pek bulaşmamışlardı. Bu filmi izlerken, o durumun aşıldığını ve Recep İvedik'in toplum tarafından artık tam anlamıyla kabul gören olağan bir varlık halini aldığını farkettim. Her alandaki lümpenleşmenin artık eleştirenleri bile bezdirdiğini ve dirençlerin kırıldığını gördüm.

İlk yazımda, Şahan bunu kullanarak aslında daha sağlam senaryolar üzerinden mesajları da olan bir film yaratıp niteliği artırabilir ve gerçek bir sanatçı kimliğine bürünerek düzeyli ve gerçek anlamda bir mizahi figür yaratabilir diyerek bir eleştiri noktası üzerinden göndermede bulunmuş, elindeki malı iyi satan ve ondan para kazanan tüccar kimliğine vurgu yapmıştım. Bu filmde gördüm ki, içine koyduğu durumlarla sadece kendini eleştirenlere cevaplar veren, ucuz göndermeler ve sataşmalar içeren sosyal sorumluluk mesajları(!) vermiş.

Filmde gülüp eğlenmedim mi? Hem güldüm hem düşündüm! Recep İvedik'e bir karakter olarak baktığımda, ön cümlelerde belirttiğim gibi bir figür görüyorum. Ama onu yaratanın sinema sanatı ve sanatın işlevi açısından ortaya koyduklarını görünce, hakikaten üzülüyorum. Çünkü sadece eğlendiren bir film olarak bakamayacağımız kadar yanlış göndermeleri ve etkisi olan bir film bu.

Recep İvedik için 7+ yazıp, 13 yaş altının aileleri yanlarında olmak şartıyla gelebilmelerine izin veren makamı da ayrıca sorgulamak gerekiyor. Benim bakışımdan ve bugünkü gençliğin yaşamı algılama düzeyini göz önüne aldığımızda 16 artının bile üzerine çıkıp 18 + ibaresini koymak gerekiyor bu filme... Sanatın ölçüsü olarak filmlerinin izleyici sayısı ve yaptığı hasılatı gösterge kabul eden sanatçılara ve bunun üzerinden değerlendirme yapan kitlelere de en azından şu farkı hissettirmek gerekiyor: Yahşi Batıya'da gitmek istemişti Tırtıl, ben ısrarla engel olmak istemiştim ve filmde 13+ ibaresi olduğunu söylemiştim. O da aileden bir büyükle gidilebildiği noktasında diretmişti. Bunun üzerine o hafta sonu filmi izlemek üzere AFM ye gelmiş, gişenin yanında yasak yazısını farketmiş, içindeki 'yanında bir büyük olsa bile' cümlesini ona da okutmuştum. Hatta bununla yetinmemiş, gişedeki görevliye 'aile ile de olsa mümkün değil mi' diye sormuştum. O da bunun kesin bir kural olduğunu belirtmişti. O filmin yapımcıları da isteseler benzer bir izni alır ve yelpazeyi geniş tutabilirlerdi. Sanırım onlar biraz daha sanatçıydı ve ufak da olsa bir sanatçının taşıması gereken sorumluluğu taşıyorlardı.

Yani bu film ve seri en azından 16+ olsa, ben de gülüp geçecek ve bunca yazıyı da yazma gereği duymayacaktım.:))

19 Şubat 2010 Cuma

Dayanışma


Kardeşlerim,
Gerçekten bahsetmemi istiyorsanız yine
öyle mesut, öyle mesudum ki ben
alabildiğine!

Nazım Hikmet

Fotoğraf : Tırtıl

18 Şubat 2010 Perşembe

Günışığında Fenerimin Değdiği Yerlere Bakasım Geldi...

Yüzüne bakıldığında; ideolojik öfkelerini, peşin hükümlü görüşlerini, düz ve saplantılı amaçlarını görmenin mümkün olduğu... Sabit ve ideolojik önyargılarının dışına çıkamayan dar bir dünya görüşüne sahip, adalet sisteminin tüm kurumlarıyla ideolojik hesaplaşma niyeti aşikar, kavgacı, faşizan duruşlu, yüzü gülmez, militan tavırlı birini adalet bakanı yaparsanız, ortaya çıkan tablo hiç de sürpriz olmaz.

Bir de;

Sürekli hukukun üstünlüğünden söz edip, batı standartlarını tüm kurum ve kurallarıyla ülkemize getireceğiz denilirken...

Gözlemciler tarafından, HSYK'daki müsteşarın varlığı bile yargının siyasallaşması olarak değerlendirilip kuruldan alınması konusunda ülkemiz aleyhine rapor yazılırken...

Karara umursuz bir tavırla bakarak ve müsteşarın varlığıyla yetinmeyip, yargı mensupları tarafından seçilen üyeleri de meclise seçtirme uğraşı içinde olunurken...

Lehinize olanlarla, hasım gördükleriniz aleyhine çıkan kararlarda, ve başta ergenekon olmak üzere işinize gelen her durumda hukukun üstünlüğüne vurgu yapıp, davanın işleyişini ve insan hakları ihlallerini eleştirenleri, yargının bağımsızlığı vurgusunu yaparak hukuka saygıya davet ederken...

Sıklıkla ve altını çizerek, 'Türkiye bir hukuk devletidir' cümlesini, kendi tavırlarınızı eleştirenlere ve hak aramak için eylem yapanlara karşı sloganlaştırıp göze sokarken...

Şu anki tabloya, 'bu bir yargı darbesidir deyip' yargının siyasallaştığı vurgusu yapılmasının; karşıdan bakıldığındaki görünüşü ne olabilir ki?


Ne yazık ki bu ülkede; mevcut anti demokratik durumlardan (seçim barajı dahil) yararlanıp iktidara gelenler kendi durumlarını daha da pekiştirmek için, daha önce eleştirdikleri her yetkiyi daha da artırarak kullanıyor.

Ne yazık ki yine bu ülkede, barajın üstünde kalıp meclise girmiş her siyasi parti, muhalefette bile olsa, barajı aşamayanlar sayesinde milletvekili sayısını artırdığından dolayı barajın rakip ekarte ettiren durumundan memnunluk duyuyor.

Ve ne yazıktır ki; her siyasal parti bir gün o barajın imkanlarını kullanarak tek başına iktidar olmanın hayaliyle yaşıyor. Tıpkı YÖK sisteminin cumhurbaşkanına verdiği yetkiler kendi düşünceleri doğrultusunda kullanıldığında sessiz kalanların, o yetki bir başkasına geçtiğinde bağırıyor olmaları gibi...

Tüm bu siyasal işleyişe baktığımda, ülkenin durumunu bir gerçelik olarak kabul ediyor, bir eleştiriyi yaparken de tek başına iktidarı suçlamak açıkcası vicdanıma ters geliyor.

Türkiye'ye şöyle bir baktığımda; ruhunda ve iç işleyişinde demokrasi anlayışı ve örneği olmayan, demokrasiyi, demokratlığı içselleştirememiş, oturdukları koltuklardan bir türlü kalkamayan parti liderleri ve sivil toplum yöneticelerine sahip bir ülke görüyorum.

Futbol kulüpleri dahil, sivil resmi tüm kurumların başındaki insanların kendilerini peygamber yetkileriyle donattığı, ağızlarından çıkanların kullar tarafından itiraz edilip tartışılamadığı bir statüler ülkesi burası.

Evlerimizin içinde çocuklarımıza; otoritelerimize karşı söz söyleme hakkı tanıdığımız, kendi yanlışlarımızı kabul ederek onların fikirlerini de değerli saydığımız, onları kendi iradeleri olan bireyler olarak görüp en azından görüşlerine değer vererek tartıştığımız günler geldiğinde; gündemimizi fazlasıyla meşgul eden bu çağdışı kavgaların hiçbiri de olmayacak sanırım.

Benim umudum var.

Görsel La Loba'nın 'step by step' adlı fotoğrafıdır.

17 Şubat 2010 Çarşamba

Aşk'ın Tarifi


Masanın karşı tarafındaki genç kadına anlatıyordu yaşlı teyze... Gözlerindeki ışık, ağzından çıkan cümleleri çoğaltıyor, hikayesi, ana tanıklık edeni teslim alıyordu. Öyle anlı şanlı cümleler değildi kurdukları, hatta dikkati çekmeyecek kadar sıradandı belki anlattıkları... Masanın öteki tarafındaki genç kadın damarından yakalamıştı ki öyküyü, size ulaşmasına aracılık etmemi sağladı.

R..... Teyze 1942 doğumlu. 50 yıldır N..... Amca ile aynı yastığa baş koymuşlar. N..... Amca 11 yıl önce beyin kanaması geçirmiş ama bunu atlatmış. Ama geçen sene geçirdiği beyin kanamasından sonra yatalak kalmış. Önceden boğazına çok düşkün ama çok yemek seçen de bir adammış. R..... Teyze diyor ki; " evde yemek hazırlardım, erim gelince o yemeği beğenmez başka yemek isterdi, ben de pişirdiğimi dolaba kaldırıp onun istediği yemeği hazırlardım." Ve şimdi R..... Teyze niçin gözyaşı döküyor biliyor musun Ustam? Gözyaşlarını tutamayarak anlatıyor: " Şimdi önüne ne koyarsak sesini çıkarmadan yiyor. Nasıl endamlıydı, dağ gibi adamdı biliyor musun gadasını aldığım kızım! Nasıl içim acıyor beğenmediğini söyleyemediği için; bir kenara çekilip ağlıyorum. Allahıma hergün dua ediyorum. Allahım bana güç kuvvet versin diye. Erimi benden sonraya koymasın! Çocuklarım da elbet bakar ama benim gibi bakamazlar. O benim erim, ben onun altını temizlerken hiç yüksünmem de tiksinmem de. Ama evlatlarım belki tiksinir!.."

R..... Teyze Adana Ceyhan'lı... Ağzından gadasını aldığım lafı hiç eksik olmuyor Ustam. Ama nasıl candan ve içten çıkıyor o "gadasını aldığım" lafı bir görsen... Ve neden korkuyor anlatabildim mi? O ölmekten korkmuyor, O kocasından önce ölür de kocası (eri) rezil olur diye korkuyor... Nasıl bir sevgidir bu Ustam?

Sevgili Ophelia'ya, paylaştığı ve yayınlamama izin verdiği için teşekkürler...

Fotoğraf: La Loba

16 Şubat 2010 Salı

Aldırma Şair...



İdeolojik zulüm, bedenleri susturup yok ediyor belki...
Ama zaman, mutlaka ve kesinlikle hakedene, hakettiği değeri ulaştırıyor.

Bu avluda oturduğunuz her zaman diliminde, karşıdaki koğuşlardan avluya düşen yankıyı duyarsınız; bazen bir kadın, bazen bir genç kız, bazen bir yetişkin, bazen neşeli neşeli gülümseyen coşkulu çocuk seslerinden.

Ona, onca eziyeti çektirip yok ettiğini sanan güçlülerin adı sanı yokken ortada...
Şaire duadır, şiirinin şarkı olmuş halinden avluya düşen her bir mısra.

Sabahattin Ali, en bilinen şiiri 'Aldırma Gönül'ü bu cezaevinde yazmıştır.
Onun koğuşunda, 'Aldırma Gönül'ün şairi Sabahattin Ali burada kalmıştır.' yazar.
O koğuşa her giren, şarkıdan sözcükler mırıldanarak onu anar.
Ve bir çok insan, onu, orada tanır.

Ansiklopedinin adı; Edip Akbayram'dır.


*Sinop Cezaevi

14 Şubat 2010 Pazar

Söylemesem de...


...
Yaşamın karşı kıyılarını bilemeden yaşamak çok güzel, güzeldi. Bugün durduğum yerden arkaya, orada bırakılmışlara bakmak istedim. Çok şey ve çok ad geçti ruhumun derinlerinden... Ve bugün, hepsinin izlerini sevdim. Onlar, beni ben yapmış sevgililerim. Bazen söylenmemiş tüm sözlerimi; herbirinin ellerini avuçlarıma alıp gözlerine söylemek isterim. Şimdi zamanın sonsuzluğuna serpiyorum. Sevgililer Gününüz Kutlu Olsun. Ben hep sevmiştim!.. Söylemesem de...

14.Şubat.2009 da yazılan Bugün Sevgililer Günüydü! başlıklı yazıdan...



Fotoğraf: Ewa Zauscinska

13 Şubat 2010 Cumartesi

Bir Yaz Masalı

Bir Yaz Masalı, Ankara Devlet Tiyatrosu tarafından sahnelenen, William Shakespeare'in "Bir Yazdönümü Gecesi Rüyası" adlı yapıtından çocuklar için uyarlanmış, 2 perdelik müzikli bir oyun. Turnede olan ekip iki gün ve dört seans için şehrimize gelince, biz de animasyon ve çocuk oyunları danışmanımız Tırtıl'ın keskin emrine karşı duramayarak salondaki yerimizi aldık.

Her ne kadar oyun broşüründe 'özellikle ilk gençlik (9-12) yaş dönemine seslenir' yazıyor olsa da, salondaki izleyicinin tümünün yüzüne yansıyan hoşnutluktan yola çıkıldığında, her yaştan insana hitap eden bir oyun olduğunu farketmek olasıydı.

Oyunu izlerken, yazacağım yazıyı da gözeterek, öne çıkaracağım oyuncuları oluşturuyordum kafamda. Başlangıçtan itibaren bazı karakterleri öne çıkartsa da aklım, ilerleyen dakikalarda ve oyunun bütününde, toplam kaliteyi ve ortaya koyulan performansları görünce, hiçbirini bir diğerinden ayırıp öne çıkartamadım.

Oyun çıkışında, LA PARAGAS animasyon ve çocuk oyunları danışmanı Tırtıl'dan; her etkinlik sonrasında olduğu gibi, genel bir değerlendirme yapmasını, bunun yanısıra da oyuncuları beş yıldız üzerinden yorumlamasını istedik. Bay Tırtıl'ın tartışmaya mahal bırakmayan netlikteki yanıtı şu oldu: "Bu oyunda kimseyi kimseden ayıramıyorum. Çünkü; hepsi beş yıldızlık oynadılar." Ayrıca ilave etti Bay Tırtıl: "Bu oyun Sihirbaz Oz'dan daha iyiydi."

Aşk temasını ve onun farklı hallerini öne çıkaran... Sınıfsal niteliklerin aşka, ilişkiye yansımalarını ve bu farklılıkların aşkın önüne koyduğu engelleri tartışan, bu engellere rağmen aşkı yücelten ve engel tanımazlığına vurgu yapan bu güzel oyunu, Bay Tırtıl'ın gözünde Sihirbaz Oz'un üzerine çıkaran özellikler, uyarlama ve oyunculukların dışındaki nedenlerdi: Bir Yaz Masalı'nın daha zengin bir dekora sahip olması, karakter sayısındaki fazlalığın öne çıkardığı aksiyon, onun doğal bir yansıması olarak kalabalığın getirdiği akıcılık ve içinde barındırdığı mizahtı.

Müziklerini Can Atilla'nın yaptığı, Emel Bala Gürel tarafından son derece güzel uyarlanan oyunun başarılı dekorlarının altındaki imza Günnur Orhon'du. Yönetmen Cahit Çağıran'ın karakter seçimlerindeki başarısının yanı sıra, Funda Karasaç'ın giysi tasarımları ve Osman Uzgören'in keyifli ışık düzenlemeleri oyunun bütünlüğüne ve toplam kalitesine katkı veren en önemli unsurlardı.

Bir yetişkin masalı atmosferinde geçen oyunun, salonda bulunan anaokul öğrencileri dahil herkesi avucunun içine alabilmesinin altında yatan temel nedenler; son derece naif ve mizahi anlatımının yanısıra, oyun içine yerleştirilmiş illüzyon gösterileri, güzel şarkıları ve daha küçük yaştaki çocukların ilgisine yönelik olarak hazırlanmış renkli kostümler giyen, palyaço tadındaki soytarıların başarılı oyunlarıydı.

Okuyucuya Not: Bir Yaz Masalı rastlanıldığı yerde kaçırılmaması gereken bir oyun. Hem derinliği, hem edebi tadı, hem de uyarlama esnasında oluşturulmuş diyalogların şiirselliği açısından kalıcı izler bırakan, çok lezzetli bir tiyatro eseri. Olurda yakınızda bir yerden geçerse bu oyun, karşılaşırsanız bir gün bir yerde, çocuklarınızı sakın mahrum bırakmayın Bir Yaz Masalı'ndan.

Günün En Hoşluğu: Oyunun sahne alacağı Atatürk Kültür Merkezi binasına gelirken yol üzerinde rastlaştığımız; 'bir an önce'nin heyecanı yüreklerinden taşan, telaşlı ama sıralı küçük öğrenci gruplarının, insana sevinç ve umut taşıyan cıvıltıları etkileyiciydi. Ana okulları dışındaki öğrencilerin, daha kenar semtlerden ve hatta köylerden getirilmiş olması; bunca zahmeti göze alan o öğretmenlerin ellerinden öpmek isteği yaratıyordu.

Bunlardan daha önemlisi de, insanların kafalarının içindekilerden ötesiyle ilgisi olmayan; bireysel tercihleri, bir başkasına zarar vermediği sürece sorun etmeyen biri olarak toplumda oluşmuş bir ötekileştirme halinin yansıması olan şu cümleleri buraya yazmak, vicdani bir eziyet yaratıyor olsa da bende, toplumsal önyargılara ve bakışa ufacık da olsa bir katkı sağlar ve artık söz etme gereği duyulmayan bir doğallığa ulaşılır diye sözünü etmek istediğim olay şudur: Tahminimce, ilkokul 1. ve 2. sınıf karışımından oluşan, öğretmen sayısına bakıldığında da dört ayrı sınıf olduğu anlaşılan bir öğrenci grubu vardı. Öğretmenleri dört genç kadındı. Başları bağlı, üzerlerindeki paltoları dizlerinin altındaydı. Görüldükleri heryerde önyargılarla mahkum edilebilecek bu dört genç kadın, laikçilik oynamaktan öte bir tavır sergilemeyen ve aslında depolitize bir kesimin gözüne sokuyorlardı sanki bir gerçeği... Onlar, üstelik teması aşk olan, farklı bir kültüre ait bir büyük edebiyat uyarlamasına kızlı erkekli küçücük öğrencilerini getirerek; siyasallaşmış erkek bağnazlığından uzak, duyarlı, saygılı ve öğretici kimliklerini sergiliyorlardı.

Ve keşke; o salonda, bakışlarda bile ötekileştirilmiyor olmalarına rağmen kendilerini kalabalığın dışında gibi hissetmeseydiler.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP