6 Mayıs 2009 Çarşamba

İŞTE BÖYLE...


12 öğretim yılı okudum.En bahtsız zamana denk geldi bizim yıllar.

Biz başlayınca, ilk öğretim 8 sene oldu.

8 sene bitince ismi değişen bir sınava girdik.

O esnalarda açıklama yapıldı, liseler 4 yıla çıkarıldı.

Hazırlık seneleri kalktı, bazı liseler ortadan kaldırıldı

O 4 yılı da okudum.

4 yıl sonunda da bir sınava gireceksin dediler;hala gireceğiz.

Sonra bir de dediler ki; bu, sizin son böyle sınavınız, seneye sistem değişiyor, bir de zorlaşıyor.

Bizde, eh! dedik.değiştirin bakalım.:)



Halen annemin kucağından indirilip çıktığım, ilk okulun ilk merdivenleri var hatırımda...

Halen ilk beslenme çantasına tuhaf tuhaf bakan, sınıfındaki arkadaşlarından bir yaş ufak mavi önlüklü kızım.

Halen ilk okulun ilk sıraları cila kokuyor.

Halen ilk kalem açacakları ilk kurşun kalemleri açıyor.



Bitince başını düşünüyor insan.

Bitince, bitmesi için edilen duaların komikliğini,bitmesi için kurulan hayallerin saçmalığını düşünüyor.

Bitince, elimizden avcumuzdan bir yanımızdan birşeyler alındığının farkına varıyor.

Bitince, kaldığı yerde kalıyor insan.



27 Nisan pazartesi...

Okulun son günü.

Sınıf tam.

İki sınav var o gün.

İkisini de verip çıkıyoruz.

5.ders saati.

Herkes sırasında...

Kimsede çıt yok.

Herşey bitmiş.

Not kalmamış, sözlü yok sınav yok ...

Herkes boşlukta an'ı anlamaya çalışıyor.

Kimsede çıt yok;

hocayla bakışıyoruz...

Bir daha aynı sıralara oturma fırsatımızın olmayacağının farkına varıyoruz.

Bir daha aynı üniformayı giymeyeceğiz, bir daha İstiklal marşı okunmayacak, bir daha hocalardan tırsmayacağız.



Bir daha buraya gelmeyeceğiz.



Sınıf hocası bişeyler söylüyor.

Kendimi düşünüyorum, ben ne yapacağım şimdi?

Herkes birşeyler söylemeye başlıyor.

Her ağızdan bir ses sonra...Helallik alınıyor.

Herkes kucaklaşıyor.

Birileri gülüyor.

İnanılmaz bir gürültü var sınıfta,

bir kahkaha havası,

"aramayan ölsün" nidaları ortalıkta.





Düşünüyorum.

Herkes bu durgunluğuma şaşırıyor.Böylesi anların en yırtık, en sesli kızıyım ben.

Sırama adımı kazıyorum..."captaiin".

O sınıfın kapısından çıkarken, dönüp son kez nasıl bakacağımı düşünüyorum.

Herkesi kucaklıyorum.

Gidiyorum...

Nisanın 27 sinden aklıma kazınıyorlar, nisan 27 içimi buruyor, büküyor, zedeliyor.





27 Nisan tarihimden hafızama kazınanlar...


Emre...

4 yıl beraber okuduk ve sıralarımız arka arkayaydı, 1.80 boyunda, ince bir gençti kendisi.

Hiç kimse onun kadar delikanlı, onun kadar samimi olamazdı.

4 sene her gün, günün belirli saatlerinde ben yanımdaki kankam ve Emre'nin yanındaki Bayram'la sohbet ettik.

Herşeyden her konudan...Onunla sohbet vazgeçilmezdi.

Savunucuydu, yanındaki kıza toz kondurmaz, laf söyletmezdi.

27 nisan günü Emre'ye kocaman sarıldım.

Sonra söyledi: "Captaiin arkadaşlığın paha biçilmezdi."



Bayram...

4 yıl Emre'yle yan yana, benim arkamda oturdu.Ondaki millet sevgisi, vatan aşkı kimsede yoktu.

Son sene apoletli bir kazakla dolaştı, son 3 yıl başkandı, onun polislik hayalleri kaldı aklımda.

Bir de, tez zamanda evlenip 3 tane çocuk yapmak.

Onda mükemmel bir okuma hevesi,bilgi ve sakinlik vardı.

Bizim sohbetlerin temeli de buydu ya! "Hoşgörü".

Bazen, çekilip kenara, onla çok özel konuşurduk.

Babasını anlatırdı.

Ailesini,çıkmazlarını,sıkıntılarını...

Memlekete çok üzülürdü.

Bayram'a da koskocaman sarıldım.

Eyvallah.



Tugay...

Son 1 senedir birbirimize tek kelime etmedik.Biz küslüğümüzün sebebini unutmuşken, yıl doldu.

Tugay için elimden gelebilecek her şeyi yaptım.Mükemmel bir arkadaştım.

Ne oldu, ne yaptık birbirimize hatırlamıyorum; ama küslüğün sebebinin kayda değer bir tarafı yoktu, eminim.

Onu çok çok çok sevdim.Sabahlara kadar kızlardan çektiklerini dinlerdim.Yaz tatillerinin iş arkadaşıydım.Sahil içmelerinin olmazsa olmazı...

O değişti.Zaman ve yaşadıkları onu tümden başka biri yaptı.

Ben de, yüklendim ceketimi omzuma, çıkıp gittim.

Yüz yüze bakmayalı bir yıl olmuştu ki...

27 nisan 6. saat helallik vakti...

Onu, uzaklardan bir yerden, biraz kuytudan izledim.

Gelmemi beklediğinden adım gibi emindim, elimi uzatsam o elin boş kalmayacağından da emindim.

Cesaret edemediğimden değil, gurur yapmanın da hiç vakti zamanı değildi hani!..Ama eksikliğini hissetmediğin bir şeyin,yerinde olması için de çabalamanın bir anlamı yoktu.(öyle sanmışım)

Helalleşmelerin içinde bir an göz göze geldik,durduk.

Kalkıp yürüdüm, elimi uzatırken onun eli uzandı ve sarıldım.

Ama ne sarılma.

İki gözüm çeşme gibi akmaya başladı, hiç bu kadar hızlı ağlamamıştım.

Sımsıkı sarıldım,öptüm.

Birkaç dakika sarsılmışız.Bir baktım Tugay benden çok ağlıyor.

O sınıfta, 4 yıldır ilk kez bir erkek ağladı.

Manyaklar gibi ağladık.

Kulağına fısıldadım.

Biz niye küsmüştük...?



Gün bitti.

Zil çaldı.

Çalan son zilimizdi bu.

Mutluydum.





Gerisin geriye...

Bütün eğitim hayatım boyunca çok az kız arkadaşım oldu.

Lise sıralarında ise yalnızca bir kız arkadaş edindim.Diğerlerindense bir biçimde nefret ettim.

Bütün erkekler kankamdı.

Cazgırlık edip hiç bir kavgaya karışmadım.

İddia kuponlarına yatırdığım parayla bir üniversite öğrencisi burslu okuyordu.:)

Güya fix tüyo almışlarda:“captaiin ortak kupon yapalım bu sefer tutacak”.(hep böyle yediler paralarımı)

Hocalarımdan yalnızca birine saygısızlık ettim; ki, o da hak etti.Müdürdü kendisi...

Bizim fizik derslerine girerdi son iki sene böyle oldu.Geçen senenin son zamanları, onun aşağılayıcı ve tutucu tavrına sinir olup,birkaç siyasi akım hakkında ani çıkışda bulundum.

Anarşizm üzerine bir cahil gibi konuşuyordu,bende tutamadım kendimi...

O gün, beni dersten çıkarıp bekleme salonunda 1 saat tuttu, sonra babamı okula çağırdı.

Akşam, babam tarafından feci biçimde haşlandım.

Ama babamın bu kadar kızmasının sebebi savunduklarım değil,hocaya olan çıkışımdı.

O günden sonra adım anarşiste çıktı.

O günden sonra müdür beni defalarca,bir sebepten ötürü okula almadı.

Bazen etek boyum, bazen saç rengim, bazen ayakkabı rengim, bazen çorabımın laivert değil siyah olması.

Ondan sonraki fizik derslerinden bir şekilde(yandakiyle konuşma,arkaya dönme vs…) 8 kez dışarı atıldım.Ama o sayıyı bir 10 yapamadığıma yanarım.:)

Millet arkada okey çevirirdi, ama bir biçimde ben göze batardım.

Her neyse; ama müdürden, yani müstakbel fizik hocamızdan bir türlü nefret edemedim.

Geçen ay, son fizik dersimize girdiğinde elinde 70 sene(çok ciddiyim)öncesine ait fizik kitabı vardı yine.Biz 2 yıl o kitaptan ders işledik.

O haşat kitabı koyup masasının üzerine, “evet arkadaşlar size anlatacağım fiziğin tamamını anlattım.Fizik dersi bitmiştir.” deyip, kitabı kapadı. ”Sorusu olan?”

O an içimdeki vicdan azabını anlatamam.

Ulan bir kere olsun o fizik dersi dinlenmez miydi?

Evet bir kere bile dinlemeden fizik dersi bitti.:)



Onu dışında belki bir milyon kez okuldan kaçtım.Ah o tellerde pantolonlarım mı yırtılmadı?Eteklerimi rüzgar mı almadı?Düşmedim mi?

Bazen sırf heyecan olsun diye okula çitlerden atlayarak girerdim.



Deli gibi kopya çektim.Ölümüne çektim bütün kopyaları.Bir kere bile yakalanmadım.

Ama hiçbir sayısal dersten yandakine bile bakmadım.Bütün kopyalar sistemine küfrettiğim eğitiminin bize zorla işletilen sözel dersleri içindi.

İnadına:Hala cinaslı kafiyeyle tunç kafiyenin ne olduğunu bilmem...



Her neyse.

Bir biçimde bitti.

Bir an büyüdüğümü sandım.

Hâlâ anamın kucağındaydım.

5 Mayıs 2009 Salı

Hayvanlar!..

Saat 19:05... Televizyonda bir kız çocuğu hıçkırıklara boğulmuş, kimseler tutamıyor... Yakarışları can yakıcı, en çok da, gözyaşı ve feryada bürünmüş şu cümlesi: ''O benim ablam değil, annemdi... Benim, annem öldü!''

Ben orada koptum... Yokum artık!..

Bu Blogları Öneriyorum Çünkü Ben Çok Seviyorum

Bu aleme bulaştığım ilk günden beri izlediğim ve seyrek yazıyor olsalar da, gencecik(15-16) yaşlarına rağmen kocaman sözleri olan sevgili arkadaşlarımın çok sevdiğim, biri ortak olmak üzere dört blogunu önermek istiyorum sizlere... Seveceğinizden ve onlara destek vereceğinizden eminim. Çünkü, yazma konusunda ve dünyaya bakışları açısından çok yetenekli olduklarına inanıyorum ben; ve onların her yeni yazısı beni çok mutlu ediyor. Okumak, ya da en azından bir göz atmak isterseniz; bloglarına resimleri tıklayarak ulaşabilirsiniz.











3 Mayıs 2009 Pazar

New York Yansımaları, Synecdoche, New York


Bir tiyatro yönetmeninin yaşamını, kendisiyle bir şekilde ilişkilenmiş insanlarla birlikte anlatan; teatral göndermeler içeren farklı bir sinema dili kullanan; ölüm, yaşam, korkular, hastalık, aile ve ilişkilerden söz eden; gerçekle hayalin birbirine girdiği son derece durağan ve karmaşık yapısına rağmen sürekli bir merak duygusu yaratan filmi izlerken, aslında, çok şey anlayıp ama anladıklarımla film üzerine bir yorum yazamayacağımı, o karmaşa gibi duran hali yazıya dökemeyeceğimi düşünür haldeyken; bu filmin, bir ikinci kişiyle izlenmesi halinde üzerine ne kadar çok şey konuşulabileceğini ve aslında o karmaşık ve durağan yapıyla bu iki kişilik sohbetli seyrin, ne kadar uygun ve keyifli olacağını düşündüm.

Bir gerçeküstülük halini duyumsadığınız ama aynı zamanda o hallerin gerçek hayattaki karşılıklarına baktığınız, varoluş üzerine sorular sorup, anlatım garipliklerini farklı bir mizahla ve çok iyi oyunculuklarla önünüze döken, farklı bir sinema şöleni bu film...

Bende garip bir şekilde ve sürekli; sanki iki kişi izleyip bir sinema ve sohbet keyfi haline döndürülebilse, hani bira ya da şarap eşlik etse o an'a, çok hoş bir sinema akşamı yaşatabilecek bir filmmiş duygusu yarattı. Çok keyifli bir yemek akşamının gecesinde izliyor olmanın hafif çakır halinden mi bu duyguyu aldığımı da düşünmedim değil, bugün bu yazıyı yazarken... "İyi düşün!" dedim kendime... Kendim ısrarcı düşüncesinde, değişen hiç bir şey olmadı şu an itibariyle o düşüncede ...

Hatta, gecenin o vaktinde izlerken filmi; ısrarla, birlikte izlenecek kim konusunda bir isim zikretti aklım bana... Sanki bu filmi izlerken, filmden hareketle, davranışlar, olaylar ve gerçek hayattaki karşılıkları üzerine en birbirine yakın ve en ortak düşünceleri onunla çoğaltabiliriz gibi geldi bana... Hatta, dün akşam oluşan bu hissiyat konusunda bugün daha sağlıklı bir kafayla baktığımda emin olduğumu söyleyebilirim, ''O kim?'' konusunda.

Ve hatta, buradan bir de oyun çıkarsam mı acaba diye de düşünmüyor değilim. 'O kim' blog yazarlarından biri deyip isim vermesem. O isime Blooxo'dan bir mesaj atsam. Sonra o, mesajdakileri yapsa ve oradan bir yazı çıksa... Eğlenceli ve merak ettirici bir hareket yaratır mı alemde bu düşüncem...Ve yeni bir oyun olur mu bu? Acaba?

Filmde tıpkı bu yazı gibi işte!.. Derdiniz sinemaysa, kesin izleyin.

"Ben film izler, keyfime bakarım" diyorsanız da, izlemeyin! Sıkılırsınız çünkü...

Bir Mim Geldi,Ben Mim'den Çıkıp İçimi Döktüm...

Evet, mimleri seven ben; ve gerçekten de mim yazılarımı tekrar okuduğumda ''vay be yazmışım!'' diyen ben; yaklaşık on gündür karalar bağlamış durumdayım. Önce mimleri neden(bana göre) güzel yazdığımı, dün bir arkadaşımla paylaştığım cümlelerimle tekrar edim: ''O zaman daha kolay yazıyorum; sorana sorumluk hissediyorum bir de... Genelde sevdiğim şahsiyetlerden geliyor ya bir de, onlarla ben de mutlu oluyorum.

Bu çok doğru, yeni olduğum bu blog dünyasında seslerini duymayıp kendilerini fotoğrafları dışında görmemiş olsam da aramızda sadece bloglar üzerinden kurulmuş dostluklar dışında msn ya da mail benzeri yollarla iletişimler olmasa da bir şekilde sayfasına gittiğim ya da sayfama gelen, yazılarını okuduğum insanlarla gerçek hayattan belki de daha derin ve öte bir bağ var aramda... Çok kalabalık hayatı olan biri olarak buradakiler de sanal ötesi gerçek insanlar benim için, gerçekten buradaki her sevdiğim insanın bendeki değeri yıllardır arkadaşım olan, hayatımda bir şekilde yer etmiş insanlarla aynı...

Sln, yazmaya başladığımda ilk eklediğim bloglardan biri; öncelikle kendimin erken yaşlarımdaki haline çok benzettiğim biri... Sevgisini ifade edemediğinden şikayet eden cümlesine takılmıştım mesela... Sevgi bazen o kadar yalın, derin ve sessiz ifade edilen bir şeydir ki; ve abartılı sevgilerin bir çoğunda olmayan samimiyet öyle bir geçer ki karşıya; bunun dönüşünü hayatınızın kalabalıklaşmasıyla ve o insanlar için ifade ettiğiniz anlamlarda görürsünüz...

Sln: Çok genç yaşına rağmen son derece kültürlü, ilgi alanları oldukça geniş ve sorumluluk duygusu üst düzeyde bir insan; ben, çok hoş ve çok yerinde ve kaliteli esprileri olduğu konusundan da eminim, özellikle frekansının tuttuğu insanlarla bir aradayken... Yüreğinin kocamanlığı konusunda sanırım bu alemdeki herkes benimle hem fikirdir. Onu gerçekten iyi tanıdığımı ve anladığımı biliyor olmam ve ona olan sevgim ve arkadaşıma kurduğum cümledeki vurgum da göz önüne alınca; bu mimi yazma konusunda içine düştüğüm haleti ruhiye çok daha iyi anlaşılır, sanırım.

Küçükken, mağazaya gitiğimde kapıdan giren her müşteri için yorum yapardım; bu borcunu öder şu ödemez gibi... Babam da bana: ''Oğlum insanları seveceksin,'' derdi; aslında bu, sevip sevmemeyle ilgili bir tavır olmamakla birlikte babamın o lafı kulağıma da küpe oldu. Bazen fotoğraflara bakıp karakter analizleri de yapardım, insan ruhuna meraklıydım. Hayata antenleri oldukça açık olan biri olarak yıllar içinde bu becerim konusundaki geri dönüşlerin isabetiyle birlikte, insanları anlama konusunda kendime güvenim oldukça gelişti. Gerçekten marjları ve insana ait duyguları anlama, onlara yargılar yüklemeden bakabilme ve anlayışlı olabilme halim oldukça gelişkindir.

İşte bütün bu konulardaki becerilerine güvenen ben, bu mim konusunda neden zordayım? Bu mimin konusu anlamında blog yazarlarından seçtiklerim üzerine gerçekten uzun sözcüklerle çok şeyler yazabilirim. Ve gönlümden geçen de odur. Çünkü, burada bir şekilde aramızda iletişim kurulmuş insanların benim için anlamları çok büyük. Bir kez, bu kadar kısa süre olmasına rağmen günlük hayatta hiç bir insanda ulaşılamıyacak kadar kolaylıkla derinliklerine ulaşabiliyorum yazdıklarına bakınca... Evet, çok ufak yaşlarda, henüz cool kavramı dünyada yer etmemişken çok cool bir cümlem vardı benim, küçük yaşta büyük laflar etmenin havasında söylenmiş bir cümleydi birine... Demiştim ki: ''Ben herkesin arkadaşıyım ama herkes benim arkadaşım değil''

Benim çok temel kriterlerim var. Yeter ki insanlar da samimiyet, iyi kalp, farkındalık, sorumluluk duygusu, şefkat ve açık sözlülük olsun... Burada, benim sayfasına gittiğim ve arkadaşım saydığım herkeste bunlar var. Ve onların arkadaşı olmaktan da son derece mutluyum. Yani, işin özü; kendimi Sophie'nin Seçimi'ndeki Sophie'den berbat durumda hissediyorum; oturup ayrı ayrı başlıklarla kimseyle ilgili yazamayacağımı anladım bu on gün içinde...

Aslında, bir vesileyle bir çoğu ile ilgili düşüncelerimi ortaya koydum da bugüne kadar... Bu mim Sln'den geldiği günden beri binbir kurgu geçiyor aklımdan; yani işimle ilgili bulunduğum yerlerde bile bu mimle ilgili düşünceler var kafamda... Ve farkettim ki, ben, bu mimi tek tek isim vererek yazamayacağım. Çünkü, herbir sevdiğim için sayfalarca yazmam gerekecek; bu konuda hassasım:))

Bilmiyorum, belki mim amacından dışarı çıktı biraz, hatta oldukça; ama sevgili Sln ve sevgili a.nur dan özür diliyorum, gerçekten sizleri çok seviyorum. Belki mimin ruhuna uygun da yazamadım, ama anlayacağınızı biliyorum. Ve bir mim'ini (ki yazmadığım tek mim dir-bir hal üzerine bir kurmaca hikaye söz konusuydu; kendime bu konu da hiç güvenemediğim için) geri çevirdiğimEvren'den; burada, herkesin huzurunda bir kez daha özür diliyorum. Tecrübe böyle bir şey işte; bu mimi yazma konusunda da aslında af dilemeyi düşünmüştüm. Ama sonra bir kez daha düşündüm:)))

1 Mayıs 2009 Cuma

Sln'in Fotoğraf Yazısını Okuyunca Aklıma Geldi

Sevgili Sln'in fotoğraf yazısındaki ''Fotoğraf çektirmek çoğu insan için kabustur.'' cümlesi ve anlattığı vesikalık fotoğraf çektirme hali, bana tanık olduğum bir olayı hatırlattı ki bunun ötesinde bir durum var mıdır bilemiyorum. Bilenlerden duymak isterim açıkcası...

Sln'in hikayesindeki gibi çekim öncesindeki fotoğrafçı yönlendirmesi ve o durumun üzerimizde yarattığı tedirginlik ve ne yapacağını bilememe hali bir çoğumuzda vardır. Hayatımızda yeri olmayacak insanlara giden belgelerin üzerinde ve dosyalarda kalacak, ya da kırk yılda bir ve gerektiğinde gösterilecek kimlik kartları üzerindeki bu fotoğraflar; o kartları gösterme anında fotoğrafın aslı da orada olacak olmasına rağmen, güzel çıkma arzusu, farklı dozlarda da olsa hepimizi sarıp sarmalaşmıştır. Bu hâl üzerine ''Fotoğrafı çekilecek olanın fotoğraf çektirme anındaki korkusu'' adıyla, şu kalecinin penaltı anındaki korkusu benzeri bir kitap bile yazılabilir sanki.

Klavyeyi eline aldımı sadede gelene kadar elli viraj dönen ben, bu kez daha fazla uzatmadan, Sln' in yazısından yola çıkarak anımsadığım olaya geleyim hemen. Bütün bu ortalama insan kaygılarını bence oldukça aşan bir durumdur ki tanık olduğum; bu güne kadar onu aşabilecek olanını yaşamamış ben, bundan sonra da yaşayacağımı sanmıyorum.

Günlerden bir gün, '' Zamanı eskimiş mektubun satır aralarındaki kadının'' butiğindeyken; onun en has müşterilerinden bir anne ve iki kızı koştura koştura geldiler. Haftanın üç günü alışveriş yapan bu ailenin babası harbi bir '' baba'' olduğundan, bu nedenle değirmenin suyunun kesilmesi gibi bir olasılık da söz konusu olmadığından kızlar saçlarının rengine, gözlerinin rengine, havanın rengine, arabalarının rengine, olmadı değiştirdikleri odanın rengine göre kıyafetler alabiliyorlardı. İkisi de güzel, küçüğü büyüğünden daha uzun boylu ve daha güzel bu kızlar, bahsettiğim gün, iki gözleri iki çeşmeye yakın, dünyalarının sonu gelmiş bir halde düştüler mağazadan içeri...

Kuaföre yetişeceklerini söyleyip, kelimelerini telaşın tonunda dizerek, mevcuttaki hallerinden ziyade ilerideki saatlerde kuaförde renklenip şekil bulacak saçlarına ve makyajlarına uygun kıyafet bakınmaya başladılar. Genelde müşterileri zevkine çok güvendiklerinden, özellikle de kendini çok beğenip çok sevdiklerinden dolayı, bir anlamda onların imaj danışmanları gibi de hareket eden ' zamanı eskimiş mektubun satır aralarındaki kadın', bir yandan kızların telaşlarını dindirmeye çalışırken, bir yandan da onların hayallerine yardımcı olmaya çalışıyordu.

Mağazadaki kızlar kıyafet çıkarmaktan bitap düşmüşlerdi ki, ' zamanı eskimiş mektubun satır aralarında kalan kadın' dayanamayıp sordu: ''Ya kızlar belli ki saçlarınız yeni yapılmış, makyajlar gayet güzel, üzerinizdekiler de...Günün bu saatinde nereye yetişeceksiniz allahınızı seversiniz?''

Anneden gelen yanıt benim kopmama yetti. Efendim durum şuymuş: Kızlar süslenip püslenip bir gün önceki alışverişte aldıkları kıyafetlerini giymişler, saçlar başlar ona göre yapılmış, boyanmış, makyajda kullanılan renkler ona göre seçilmiş. Kuaförden çıkılıp fotoğrafçıya gidilmiş. Güzelce vesikalık fotoğraflar çekilmiş. Benim olaya tanık olduğum saatte, fotoğraflar fotoğrafçıdan alındığında kızlar nerdeyse düşüp bayılacaklarmış, dünya üstlerine yıkılmış, iki gözleri iki çeşme vesikalık fotoğraflarına bakıp ağlıyorlarmış. Hiç beğenmemişler fotoğraflardaki hallerini. Ve o gün ikinci vesikalık fotoğraf çekimi içinmiş bütün telaş, yeniden onca alışveriş ve kuaför... Fotoğraflar nereyeymiş derseniz: Okullarına verilecek şimdi ne olduğunu hatırlayamadığım sıradan bir belge içinmiş!

28 Nisan 2009 Salı

Bir Kitabın Sadece Bir Kitap Olmadığı Bir Durum Üzerine...



Küçük sehpanın üzerinde duran kitabın olduğu odadaki adamı tanıyorum. O kitabın, onun gönlünde durduğu yerden bakınca üzerine yüklenmiş duyguyu, coşkuyu, telaşı, yaşanmışı ve emeği görüyorum. Adam, hem eski bir tanıdığım, hem çok iyi bir dostum...

Yüzüne bakıyorum; kitaba bakıştaki gülümsemesini kazıyorum aklıma... ve biliyorum...

''Nereden biliyorsun?'' derse okuyucu, dedim ya! Adamı taaa çocukluktan beri tanıyorum... Nereye, nasıl, ne gözlerle baktığını da biliyorum; gördüğünün ne olduğunu da...

Şimdi, o kitaba bakıştan anladığımı anlatayım size; yanlışsam, sadık bir okuyucum olarak düzeltir beni, bunu da biliyorum. Eğer ki bu blogda üç beş güne çıkmazsa yanılmışım başlıklı bir yazı, demek ki ben bilmişim keyfi hüküm sürmekte bende, bahçede, masada, gözlerde, ağacın üstündeki kuşa kalkan usul bir bira bardağında...

O kitap, bir kadına alındı; adım gibi eminim! O'na gidecek olan en çok seveceği bir şey olsun diye en çok da!.. Ve arandı kimbilir kaç kitapçıda, O'na bir kitap... Farklı olmalıydı!.. Ama, bildik ve sevdik de aynı zamanda...

Arabadan inildi yağmuru hissetmeksizin! O'nun için aramanın keyfi, telaşı, heyecanından öte; ne yağmur görüldü, ne çamur, ne belirsizlikler, ne başka bir şey, ne sorular... Aslında kitabı ona gitme fikri kafasında oluştuğunda, haftalar öncesinden görmüştü... ''Daha özel bir şey bulur muyum?'' diye aranmıştı uzun bir süre daha... Hiç bir kitapçıdaki hiçbir kitap, o kitabı aşamadı. Tekti!

Karar o kitapta kesinleştiğinde ve sonraki günlerden birinde onu almaya giderken telaşlandı; ''Ya satıldıysa'' diye... Aslında, çok özel bir göz lazımdı, bunu biliyordu... Ya o gözlerden biri gördüyse korkularıyla girdi dükkandan içeri... Doğrudan o rafa yürüdü ve o rafın en üstüne, saklıda duran yerine baktı kitabın... Tıpkı çocukluktan bildiğim coşkusuyla sevindi.

Sonraki dört haftayı o kitabın verileceği ânı, gözdeki ışıltıyı bekleyerek geçirdi; ve belki de, yanağına kondurulacak küçük bir öpücüğü...

Her o odaya, onun ziyaretine geldiğimde; o kitap, o sehbanın üzerindeydi; önemliydi! Ve o: kitapları, sevdiği bir heyecana alma sürecindeki heyecanın tadını çok severdi.

O tat, bir ömrün kaç keresinde vardır ki?

Bugün, sanırım dört ya da beş hafta sonra, kitabı aldı sehpanın üzerindeki yerinden; ben yanındayken... Haftalardır ayrıda duran poşetine koydu. Eminim ki içine yazacağı notu gideceği güne saklıyordu; hatta ne düşünüp ne yazacağını da bildiğimi söyleyebilirim, üç aşağı beş yukarı...

O kitap, yine gider mi gideceği yere bilmem, giderse başkasıyla değişir mi? Onu da bilmem... Ama, o kitabın ilk sayfasına yazılacak olanın, büyük olasılıkla değişeceğini biliyorum.

Dedim ya, adamın yüreğini çok iyi tanıyorum! Dostum benim... O yüzden, her bir satıra bir sürü duygusunu katık edip yazabilecekken...

Kısa kesiyorum.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP