4 Nisan 2009 Cumartesi

Düş Buğulardeyken Balık Buğulama.. Yanında Rakı Da Var!

Sabah elimde kahve kokusu ofisimsinin dışında yaza hazırlanan bahçeye bakarak, baharın kıpırdatmaya başladığı farklı farklı konukların seslerini dinlerken, çiçek açan ağaçlarla laflayıp bir kaç saat sonra dağların arkasına çekilip günü geceye bağlayacak güneşle şakalaşıyordum. Bir kağıdın usul bir rüzgara takılmış çiçek tozlarının içinden ayrılıp bana doğru geldiğini, ayağımın dibine düşüp paçamdan çekerek gözlerime gözlerini dikip ''Hadi yine iyisin,'' yüklü çapkın bir gülümsemeyle göz kırptığını fark ettim. Tebessüm ettim sadece bu afacan haline... Gözlerim karşı dağlarda, bir Düş'ün düş halini alışını düşünmeye devam ettim...

Hayat yeşeriyordu ve kalabalıklaşacaktı ev; her yaz gibi. Mesela şu karşıdaki masalar çoğu akşamlar birleştirilecek, mangal yakılacak, sokak arası düğünlerinin lambaları ışıldayacaktı. Çocuklar ayrı masada cıvıl cıvılken; büyüklerin alkol kokulu kahkahaları, dedikoduları, ortaya karışık tevazu yüklenmiş hava atmaları karışacaktı saf temiz gülüşlerin içine.

Ayağımın dibinden bacağıma yapışan kağıt sürekli ve ısrarcı bir tavırla ve gülerek paçamdan çekip dikkatimi ona vermemi istiyordu. İlgilenmeden kurtulamayacağımı anlayıp okşamaya başladığımda saçlarını ve ''Kargonuz var,'' deyip dönünce öbür yüzünü, üzerine yazılmış şu notu gördüm: ''Akşam sana geliyorum haberin olsun. Düş.''  Notu okur okumaz, akşama Düş geliyor vay be'lerinin sevinci taşırken beni bir başka boyuta, aklımın motorlarına da hareket verdim.

"Düş ve akşam vay be!" diye diye çoktan mutfağın yolunu tutmuştum. Düş ve akşam yemeği düşünün vay be'leri bıyık ucu bir tebessüm olarak takılı kaldı yüzüme...Ve takılmış bir plak gibi tekrarlar sardı ortalığı; ''Düş ve akşam vay be!..''

''Düş ve akşam, Düş ve akşam, Düş ve akşam, vay be!.. Ve Ben...Yaşasın!''

Ne yapsam ne yapsam derken yüreğimin telaşlarında, gün Cumartesi olunca üstelik, güneşin gün batımına ne yakışır hesapları yaparken bir de, denizden imdada gelen esinti şefkatle yanağımı okşayıp ''Balık yap,'' dedi istersen. "Hatta isteme, yap" diye de ekledi. Buna erik ağacı ve altındaki masa da katıldı. Biraz uzakta kalan ve o an itibariyle neşeli bir sohbetin dibine vurmuş mor çiçekler seslendiler benim kararsızlığıma: ''Evet rakı ve balık.''  O ara güneşin keyfine gevşemiş, akşam kahvesi tadında bir neşeyle hararetli bir konuşmanın yamacındaki papatyalar da bu fark edişle, mutfak camından bakmakta olan kararsızlığıma dönüp ''Evet evet, rakı balık!'' dediler.

Hepsine anlaşıldı gülümsemesi atıp yöneliverdim buzdolabına. Izgara niyetine dilimlenmiş, yani önce fileto edilip kılçıkları çıkarıldıktan sonra her bir parçası biraz büyükçe dilimlenmiş somonları çıkarıp tezgahın üzerine koydum. Akşam Düş geldiğinde, ızgarayla uğraşırken sohbetin keyfinden uzak kalmayalım diye ve hatta balık pişene kadar, yarısına soğuk su koyulmuş bardakların üzerini rakı ile tamamlayıp, ilk kadehlerin keyfine katık ederken en şefkatlisinden günün ne var ne yoklarını, kesintiye uğramasın diye özlemin dindirilmesi bir de; vazgeçip ızgaradan, karar verdim buğulamaya balıkları.

Önce, mini fırın tepsinin altına çok az, neredeyse bir çorba kaşığı kadar sıvı yağ döktüm. Sonra, soyup çok ince daireler şeklinde doğradığım bir orta boy soğanı tepsiye dizdim. Sonra, yine soyup soğuk bir suyun içine bıraktığım patatesleri, yine çok ince dilimler halinde ve büyük parçalar olsun diye boylamasına doğradım ve soğanların üzerine bir kat yerleştirdim. O esnada camın önüne konan kuş beni izlerken yüzünde telaşıma tebessümle ''Hey dostum fırın!'' diye seslendi. Ne var ki fırında bakışıyla dikmişken gözlerimi kuşa; o, anlıyorum heyecanını bakışına, yakmadın ki mesajını yüklemişti çoktan. "Haklısın," dedim dostum, "takmışım Düş'ü aklıma."

Fırını 270 dereceye ayarlayıp döndüm tezgahın başına. Balıkları dizdim patateslerin üzerine. Onların üzerine de bir miktar rendelenmiş havucu dağıttım güzelce. Ve soyup şöyle avucumla bastırıp hafifçe ezdiğim beş altı diş sarımsağı ilave ettim tepsiye. Sonra, biraz ince parçalar halinde doğradığım biberleri, onun üzerine ince ve daire şeklinde doğranmış domatesleri, onların da üzerine bir kaç ince dilim, yine daire şeklinde kesilmiş limon, bir kaç dal maydanoz koyup biraz karabiber, biraz tuz ilave ettikten sonra yarım bardak kadar suyu üzerlerinden döküp bir kaç parça da tereyağı ilave ettim. Tepsinin kenarından iki adet defne yaprağını son dakikada ilave etmeyi de ihmale bırakmadım; aferin bana!

Bir alüminyum folyo ile kapatıp tepsiyi, ocağın büyük gözünün üzerine oturttum. Bir süre orada pişirip bütün aromaların birbirine geçmesini sağlayıp kıvamın kokusunu alırken, Düş'ün düşüncelerinin kaymalarını düşündüm. Sorularını duydum, bunlara anlayışla güldüm.

Sonra, folyonun bir kenarından açıp patateslerin kıvamını kontrol ettim. Orta pişmiş olduğunu fark edince patateslerin; ''Hadi bakalım çocuklar gidiyoruz!'' deyip tepsiyi ısınmış olan fırına koydum. O arada bir türkü tutturdum. Ben tutturunca bir türkü, dışarıdaki kuş korosu da katıldı buna. Uzaktan gelen sürülerin çıngıraklı vokalleri çok hoştu. Bir süre sonra fırından fokurdama sesini alınca, bak bunlar da katıldı koroya diye düşünürken, aslında beni uyardıklarını fark ettim. Kapağını aralayıp tepsiyi dışarı aldım ve folyonun kenarından hafifçe kaldırıp bir kontrol daha yaptım. Hımmm, dedim biraz daha! Tepsiyi, tekrar, biraz çektirsin diye bu kez folyosuz fırına koyduğumda, dolaba yöneldim. Beyaz peynirsiz rakı olmaz deyip, iki farklı beyaz peyniri salatalık ve domates dilimleriyle süsleyip, koyun ve tam yağlı olmayanın üzerine bir kaç dal kekik, biraz közlenmiş ve incecik kıyılmış acı kırmızı biber koyup, bir iki damla da közlenmiş biberin yağından ilave ettim. Bembeyaz kocaman tabağın üzerindeki bu kolektif coşkuya acayip keyiflendim. Ve hatta bir parça gravyerle biraz da tulum ilave ettim. Onların katılımıyla hep birlikte saz çaldırırken yüreklere; yürek akıl, akıl yürek ilişkisi üzerine düşünüyordum. Sonucu, yola devam etme isteğini; güven, samimiyet, dürüstlük, merak, bilinmeze yolculuk arzusu, farkındalık ve cesarete bağlıyordum. Hatta bir gün bir eski şoförün şu sözü çıkıp geldi aklımın not defterinden gözümün önüne; korkma demişti geri vitesin olduğu sürece ve aracın kontrolü de sende olduğuna göre, çıkmaz olduğunu gördüğün noktaya kadar git; merak edeceğine.

Bu arada, tereyağında kavrulmak üzere ağırlıklı fasulyeden oluşan turşuyu bir küçük domates ve iki üç biber ilavesiyle tezgaha çıkarıyorum. Ve zaman yaklaştıkça Düş'ün düşüyle dolaştığımı fark ediyorum. Üzerine tereyağı koyulmuş mısır ekmeksiz balık sofrası olmaz deyip son dakikada pişirilmek üzere hazır ediyorum malzemelerini. Tahin helvası zaten pusuda.

Zaman yaklaşıyor. Telaşıma için için güldüklerini görüyorum uzaktaki mor eriklerin çiçek açmış gölgelerinde fiskoslaşan fuşyaların. Peynir tabağındaki domates ve salatalık dilimlerinin üzerine maydanozlar için çıkıyorum bahçeye. Nergislerin önünden geçerken fark ediyorum, fark edilmek isteyen süslenmelerin telaşlarını; ''Düş geliyor hıı!'' diyorlar ve bir ince kıskançlık var gibi geliyor hallerinde. Gülümsüyorum.

Üç beş maydanoz kopartıyorum, ''Ben ben!'' diyenlerden. Düş düşümde, dönüyorum mutfağa. Fırından gelen koku bizim işimiz aşağı yukarı tamam diyor. Masanın tabaklarını hazır ediyorum; rakının bardaklarını, çatalı bıçağı birde... Çıkarmıyorum dışarı masaya. Düş geldiğinde, ele ele, ten tene değmelerin tadında taşıyalım istiyorum her şeyi. Düş mutfak rafından tuzluk ve karabiberliğe uzanırken, elim değsin eline istiyorum. Ya da ben mutfaktan bardakları götürürken masaya, tabakları bırakmış dönen onla mesela ofisimside dokunsun bedenlerimiz birbirine istiyorum. O mutfakta bulamadığı bir şeyi ararken, ben ona mesela şu kapağı aç orada derken, o uzanmaya çalışırken ve yetişemezken; ben arkasından gelip uzansam, o esnada o yetişmiş olsa, elim eline yardım etse, bedenim bedenine değerken saçlarının kokusunda başım dönse istiyorum.

Tekrar dışarı çıkıyorum. Masayı hamağın bağlı olduğu erik ağacıyla zeytin ağacı tarafına zeytinin altına çekiyorum. Müzik setinin hoparlörlerini kabloları ilave ederek bahçeye taşıyorum. Kıştayken onlarla birlikte önce çiçek açıp sonra yeşersinler diye dallarına astığım erik ağacındaki cümlelerimin geceye hazırlık yaptıklarını, üstlerini başlarını düzeltirken saçlarına şekil verdiklerini görüyorum. İstiyorum ki buz gibi anason kokulu sözcüklerin dibine vurulmuş, şarkılarla, şiirlerle bezenmiş yemek sonrasında, taa gecelerin uzağında saatlere denk düşmüşken sözlerimiz; Düş hamağa uzansın, ben düğmeyi çevirip gökyüzünün ışıklarını yakim, her bir cümlem en halleriyle üzerine düşsün. O her bir cümleye uzun uzun baksın, baktıkça açık kalmış cümlelerim kapansın. Cümleler kapandıkça yüzünden anlim bunu... Sonra Düş uykuya dalsın... Ben usulca yatağına taşırken uyansın... Uyandığında bir kahkaha atsın... Ve ''Sen delisin!'' desin...

Bunu sesle söylemesin...

Kelimeleri dudaklarıma değsin.


Resim, home made...

3 Nisan 2009 Cuma

Emmanuelle...Sylvia Kristel


Emmanuelle Arsan adlı aykırı yazarın otobiyografisinden yola çıkarak çekilen, Sylvia Kristel ile özdeşleşerek dönemine damgasını vuran bu film; bir oyuncuyu tek bir filmle yıllar boyu unutulmaz yapmayı başarmıştır.

Sylvia Kristel adı silinmiş, Emmanuelle olmuştur ki başkaca da hatırlanacak bir filmi yoktur. Bu film sonrası bir iki denemesi olmuştur ama o, izleyicinin Emmanuelle'idir. Öyle kalarak da sinema tarihine geçmiştir.

Geçen gün, bir arkadaşımla antik bir kentin kıyısından geçerken ve filmlerden konuşurken konu bu filme gelmiş ve tarihsel değeri noktasında hemfikir olmuştuk; zaten bu yazıya sebep olan da o konuşmadır.

Bu filmi değerli kılanın ne olduğunu sorgularsak; film oynadığı tarih itibariyle tabuları deviren, üzerine çokça ve farklı nitelemelerle entelektüel tartışmalar yapılan; karakter, erkekler tarafından kendi cinselliğinin farkında ve yönetimini elinde tutan özgür bir kadın kimliği olarak tanımlanırken (işlerine geldiği için:) ; feminist entelektüeller tarafından, erkeklerin olmasını istediği biçimde bir özgür kadını simgeleyen (yani özgürleşemeyen) ve kadını eşitlemek yerine yine ikincil yapan bir ikon olarak eleştirilmiştir.

Kimsenin eleştiremiyeceği bir özellik vardır ki o da, Sylvia Kristel gibi bir erotizm ikonunun sinemaya henüz gelmediğidir.

Emmanuelle, olağanüstü etkileyici bir atmosferde ve çok etkileyici bir müzikle, pornografinin sert ögelerine baş vurmadan, asla çirkinleşmeden, romantizmin tatlı esintisinden uzaklaşmadan da pornografik(estetik) ögeler taşıyabilen ve cinselliği tartıştıran bir film yapılabileceğinin en güzel örneğidir.

Uçakta başlayan ve egzotik bir ülkede süren hikâyesiyle sinemasal anlamda etkileyici mekânlar ve dekorlarda muhteşem şarkısıyla birlikte çok etkileyici bir erotizm sunar. Film bittiğinde kendinizi bir başka dünyadan dönmüş gibi hissedersiniz...

Ülkemize gecikmeyle gelen bu filmin hikâyesi ve abartılmış sahneleri henüz topraklarımıza ayak basmadan önce uzun süre dilden dile dolaşmıştı. Okulu kırıp yaşı tutmayan tıfıllar olarak binbir numara yapıp yalvar yakar girebildiğimiz sinemada özellikle dört gözle beklediğimiz bir sahnenin olmamasına da çok üzülmüştük. O gün bugündür, belli bir bölüme kadar olan sahnenin efsane an'ıyla ilgili hiç bir veriye rastlanamadı. Belki de o yılların en önemli asparagasıydı; ya da gerçekten kesilip atıldı filmin içinden. Bilmiyoruz.

Bulursanız; sinemanın kilometre taşlarından biri olan bu filmi izleyin... Özellikle şarkısı çok hoştur.


Bu fotoğrafı koymak konusunda çok tereddüt yaşadım; çocukları ve genel ahlak bekçilerini gözeterek... Ama bu yazının anlamını vurgulayacak olan da bu fotoğraftı, ve tarihe ihanet de bana yakışmazdı.



Düş'e Alt Yazı 10‏...Bu Sabahların Bir Anlamı Olmalı

2 Nisan 2009 Perşembe

''Alemlerin En Siberine Düştüm Bir Zamanlar'' Yazı Dizisi 4.Bölüm

Öncesi

''Aldığım en uzun ve bu kadar farkedildiğime şaşırdığım bir mesajdı, ilginç!'' cümlesini içeren yanıt, şaşkın ördeği mutlu eder. Savaş alanında ilk zaferini kazanmış komutan gibidir. Artık gündüzlerin kargaşasını bile örtmektedir, alemlerin en siberinden konuk olmuş bu yeni varlık.

Dışa kapatılmış bir açılışın başlangıcı gibidir. Yeniden ses verecek, ses alacak bir varlık olarak yerini alır yaşamın içinde, bu roman adlı kişi. Uzun yıllardır, içindekinden dolayı dışa kapatılmış bir odanın kapısı aralanmıştır şimdi. El kapının kolunda, beden dışarısı ve içerisi arasında olmanın tadında bir noktadadır. İçeridekinden kurtulmak niyeti yoktur. O, hâlâ en sevdiğidir. Ama bu kez kızgındır. Çünkü, ülkedeki şartlar da ağırdır. O akşam, ekranı açıp aleme aktığında şaşkın ördek, direk o profile yönlenir. Her bir kelimeyi anlamlandırıp bir bedene giydirir. İlk kez, algısı tersten işlemektedir. O güne kadar yaşadıkları ve pratiği, önce fiziksel bir beğeni ve onun üzerine inşa edilen diğer özelliklerken, bu kez, belki çok uzun süre konuşularak elde edilebilecek birçok veri gözünün önündedir. Her bir soruya verilmiş yanıt, profilin bütünündeki tutarlılığı da ortaya koymaktadır. Sanki, çapraz bir sorguda kenara ayıklanıp sonuca gidilecek bir ipuçları manzumesidir ortada duranlar. Bu çok eğlenceli ve heyecanlı gelir bizim ördeğe.

Yıllarca, bir sürü insan gelip geçmiştir. Onları uzun yıllara yayılmış süreçler içinde tanımış, her bir kelimelerinin farklı ruh hallerindeki anlamlarını çıkarır olmuştur. Hatta, aynı kelimelerin farklı karakterlerde bulduğu anlamları da... Bu kez, önündedir her şey, belki de yıllarca sormayı aklına getirmediği, sormadığı, merak etmediği, zamanın akışında öğrenmeye bıraktığı bir çok veri; sanal denen alemde göz önündedir.

Sol profilden gördüğü resme, kiloya, boya bakarak bir karakter oturtmuştur, bir ses de yankılanmaktadır algısında... Süreç, yazıp okunan bir evreden çıkmış, kanlı canlı bir hale bürünmüştür beynin içinde; neredeyse elle tutulası... Ne yazık ki tüm bunlardan karşının hiç ama hiç haberi yoktur! Muhtemelen, hatta kesin, karşıdaki kişi bu evreleri çoktan geçmiştir. Belli ki o, deneyimlidir.

Oranın, bir kaç gün geçmesine rağmen ışıkları yanmayınca merak eder Şaşkın Ördek. Hatta profilin yok olduğunu görünce üzülür. Bir yandan da umursamaz. Her ne kadar umursamasa da aklı ondadır.

Bu arada, başka bir profilde, ''Ne kadar entellektüelsiniz?'' diye bir başlık görür. Özel ilgi alanı, bir takım etiketleri göze sokarak kendini ayrı bir yere oturtup "en" yapanlara bulaşmak, süngülerini düşürmektir Şaşkın Ördeğin.

Profili inceler... Dinlediği müzikleri, kitapları, filmleri falan... Kendi sevdiği yazar ve kitap da yazılıdır orada... Diğer bir çok veriyi de toparladıktan sonra, yazar can alıcı yerinden bir mesaj ve yollar. Gelen yanıt bir e-posta adresidir. Alıp ekler onu... Heyecanlanır, ilk kez bir yabancı eklenecektir ve ilk kez msn denen merette tuşlara basılacaktır. İşlem tamamlandıktan sonra karşıyı online görür. Ama nasıl başlayacağını bilememektedir.

Günlük hayatın şakıyan adamı, emekleme dönemindeki yüzü kızaran çocuk olmuş, nefes alış verişi hızlanmıştır. Elleri terler. Ne desemin kelimeleri kafasının içinde çorba olur. O esnada, pencere açılır ve bir "merhaba" gelir. Bir de fotoğraf vardır pencerede; sarı kısa kesilmiş saçlı bir kadın... Zaten, boy- bos belli olduğu için, hemen, algıdan bir beden giydirir resme Şaşkın Ördek... "Güzelmiş!" der, sevinir. Konuşma başlar. Ama adamımızın kelimeleri aklının hızına yetişememektedir. Muhtemelen, hatta kesin, karşıdaki kişi aynı anda bir başkasıyla da konuşmaktadır. Çünkü, ördeğimizin msn'ine Atatürkçü Düşünce Derneğinden biri ile ilgili bir dedikodu cümlesi düşer, sonra bir tane daha... "Hımm!" der, bizim adam. Dernek, Ne kadar entellektüelsiniz? sorusu ve bu kadın... Hemen Muro işi bir çözümleme yapıp, başlangıçtaki duygu yüklü saflığından çıkıp, başka bir mevziye konuşlanır.

Bu arada, kadının daha önce kendi şehrine yakın bir yerde görev yaptığını öğrenir. Karşıdan gelen sorulara baktığında, aşağı yukarı karakteri çözmüştür. Özellikle ''Bana mesaj atmanızın sebebi ne?'' sorusu son noktayı koymaya yetmiştir. Kadının bu soruyu sorarken ki kesin yanıtı hazırdır; hüküm verilmiş, sorunun kendince bilinen hatta emin olunan yanıtı da içine konmuştur. Şaşkın Ördek bunu sezmiştir. Ama buradan giden yanıt başkadır, bu gerçekteki yanıtıdır da aslında.

Adının meslek hanesinde doktor yazmaktadır kadının ve konuşmanın başlarında da doktor olduğu göze sokulmuştur zaten... Oysa Şaşkın Ördek, ''Ne kadar entellektüelsiniz?'' sorusundan yola çıkarak, ne kadar entellektüel olmadığını öğrenmek istemiştir onun. Zaten okudum diye yazdığı kitabı da bir arkadaşından almış, henüz de okumamıştır kadın.

Kadın da, Şaşkın Ördeğin profiline baktığında, eğlencesine ve meraklarına bir av görmüştür muhtemelen... Şaşkın Ördek; daha ilk soru ''Boşanmış değil de ayrısın, niye?'' olunca, hemen özel meselelere dalınınca, dalarken yargıları verilmiş "ben senin ciğerini bilirim" edasında bir sorgu haline bürününce konuşma.. tüm bunların başlıktaki "Ne kadar entellektüelsiniz?"le alakasızlığı, karşının konuşmanın insiyatifini alıp sürükleyen, aşırı emin ve ben bilirimci tavrı gibi verilerden haraketle, kendini oldukça rahatlatan bir bıyık ucu gülümsemeyi oturtmuştur yüzüne... Bir de kendine güveni gelmiş, o ergen telaşları atıvermiştir üzerinden.

Zaten yazmıştır o zaman ki profiline ayrı yaşıyor diye... Hem de profilinin istediği ilişki türü bölümünü de işaretlemiştir, e-posta arkadaşlığı diye... O zaman, bu sorular niye?

Karşının ısrarcı, bu ve benzeri sorularına sürekli daha sonra konuşabileceklerini söyleyip frenler yaptırınca; karşıda oluşan gerilim ve kızgınlık, "Baltayı biraz taşa vurmuş olmaya mıydı?" diye de düşünmüştür Şaşkın Ördek.

Ayrıca, Şaşkın Ördeğe göre büyük olasılıkla doktor ve entellektüel hanım; liseyi beş yılda bitirebildiğine vurgu yapan lise mezunu karakter ile profil arasındaki 7 farkı kurmaca olarak nitelemiş, onun da keyfini çıkarmaya hazırlanmıştır.

Av pek eğlenceli olmamıştır avcı için. Doktor olduğu doğrudur, derneklere üye olduğu da, ama bunu göze sokmak neydi? "Ne kadar entellektüelsiniz?" sorusuna notunu alamadan Şaşkın Ördek, kapanır gece... Bir de şaşkın ördeğin klavyedeki hızını sevmez doktor kadın ve sepetler onu... Ama!

5.Bölüm: İlk baştaki klasik roman adlı esas kadına doğru usul usul geliyoruz.

1 Nisan 2009 Çarşamba

İyi ki Lan İyi ki

Vakti zaman öncesi, bu denlik ne hoş deyu deyu onca zaman peşimden koşup, elinden geleni ardına koymadı beni etkilemek için. Ben hiç yüz vermedim... Yok! Bu cümle durumu anlatamadı... Bir de kendisini severim haksızlık yapmıyayım, daha usturuplu kelimelerle yeniden anlatayım aynı durumu: Efendim iki evvel zaman önce ben masum masum bir hayat sürmekteyken, bu birisi, "benden başkasını görmeyecek gözlerin." dedi. Hatta mil çekmek dahil, gözle ilgili engizisyondan 12 eylüle kadar geliştirilmiş ne tür işkence metodu varsa, hepsini tek tek uygulamakla tehdit etti. Aslında, başka taraflara akma şansım varken ve seçenekler oldukça da bolken; ve aslında cunta bile vız gelip tırıs gitmişken, bu kişinin tehditleri nedense tırsıttı beni.

Gerçi hala düşünmekteyim ve kendimi çözememekteyim. Üç beş tatlı sözüne mi kandım, yoksa derinliklerini gördüm de ondan mı sus oldum, bilmiyorum. Neyse, bu kısmı fazla uzatmıyayım; içerilerde adına iş denen bazı meşguliyetlere tıkılı da kalmışken üstelik... Ha bir de, bu konuya yakın bir danışmanım var ki, zaman zaman merak edip şüphelerimle ilgili bazı şeyler sorarım; genelde, falan durum filan olayın göstergesi mi, ya da buna benzer dolambaçlı cümleler eşliğinde ve konunun aslının uzak mahallelerinden ıslık çalarak geçen sorular tadında. O da bana hiç farkında olmadan aradığım yanıtı verir. Çok sorulu, iki arada bi derede kalınmış o süreci günübirlik seyahatlerde fazlasıyla pay edip, çok keyifli açılımlar yapmama neden de olmuştur kendisi; ki yeri gelmişken, hürmetle ve saygıyla anmak gerek.

Bu kez edindiğim izlenime göre olay birinci paragraftaki kişi tarafından dışa vurulmayacak olduğundan, fermuarı çekilmiş ağzını elimdeki hiç bir kerpeten açamadı. Açamadı amma! Bende allahım var son dakika da olsa bir yol bulur, alırım lafı iğne deliğinden. Aldığım laf, unuttuğum bir hadisenin gerçekleşeceği üzerineydi. Hadisenin sahibini sizlerden iyi olmasın çok severim.


Bahse konu istihbarat kaynağım biricik 6.hissim, ki nasıl Emin Çölaşan'ın minik kuşu varsa benim de bir başka türlüsü; arada bir provakatör roller üstlense de, çok ama çok daha yakın, hatta içimde taşıyıp bir yerlere salamadığım 6. minik kuşum (onunkinin benimkinin kalitesi dolayısıyla kıyısından köşesinden geçemeyeceğini, eline su dökemeyeceğini özellikle belirteyim) durumu son dakikada haber verince... Bir sürpriz yapamadım.

Ben de unutkanlığımın sonucu bir sürü yalan arayıp bulma durumunda kalmışlığıma üzülüp, özellikle kaynağa fatura ederek durumu; acı ve keder yüklenmiş yüreğimi dindirmek üzere kızkardeş eseri sofrada, deniz mahsullerine ve rakıya vurdum kendimi... Onunla aynı saatlerde, aynı gökyüzüne bakıp; zaten buluşmuş ruhlarımızın gözlerini de buluşturarak, kadehimi kaldırdım. Çın çın sesleri şarkı olup zamanın sonsuzluğuna yayılırken; iki evvel zaman öncesinden tek farkla, bu kez öptüğüm yer değişmiş, öpücükler sağa sola kayıp iki yanakta konuşlanmıştı. O akşam, bütün kadehlerimi üzerine dondurma konmuş vişneli ekmek tatlısı kadını anarak içtim. Seviyorum seni laaaan!..

Her ne kadar lan demseydin iyiyidi diyecek olsa da... Öyle bir nidayla söylemezsem, içimde akan duyguların şiddetini ve coşkusunu dökememiş olurdum ki arabeskin dışavurumdaki bu damar halini severim.

Yazmış ki bir de iyi ki doğmuşmuyum diye gözönünün kenarında bir yere... Lan iyi ki doğmamış olsaydın, onca yazıyı kime yazıp da en azından kıçı kırık bir yazan haline gelirdim ben.

Borçluyum. Anladın sen;) İyi ki varsın lan birde, tülden ince tüyden hafif duyguların sahibi kadın... Sen hayatımın en saklanası zamanlarından birine: ''Bu denkliğin güzelliğine bu kadın ne desin şimdi? Hiç bir söze gerek yok! Güzel ADAM'' yazdın ki bu nedir bilir(mi)sin? EN dir.

29 Mart 2009 Pazar

Oyumu mu Kullandım,Yoksa Birileri Beni mi Kullandı, Kendimle Hasbihal

Genel olarak oy kullanmaya çok erken giderim. Bu sabah da zaten kafamda şekillenmiş oylarımı atmak üzere oy kullandığım okula doğru yürümeye başladım.

Gün güzeldi, gün güneşliydi, gün keyifliydi.

Severdim, oy kullanamaz bir minikken, büyüklerin yamacında gitmeyi sandığa... Severdim, gecenin bir vaktine kadar, "kim ne oy almış" izlemeyi... Severdim, oy kağıdı çıktıkça sandıktan, atılan artının bizim partiden yana olmasını...

Türk sol hareketinin en büyük önderlerinden Harun Karadeniz, yan komşumuz evin evladıydı. Görürdüm onu, ayakları yerde başı göklerde haliyle... Mahalle sandığında iki oy çıkardı İşci Parti'sine ve ben bilirdim iki oyun sahibini, minicik bir çocukken bile... Biri, benim kitaplarımı henüz yakmak zorunda kalmadan yıllar önce kitapları yakılırken, içilerinden Kızılay İlk Yardım kitabını alıp bir kenara koyduğum en amcamdı. Öteki de o dev.

Birileri devlet elleriyle öldürülürken birilerine devlet töreni yapılacak olması kanıma dokundu bugün. Üzülmüştüm her şeye rağmen. Ölüm! Bu konuda, Sevgili Deran'ın '' Pencerene bak bir yaralı kırlangıç var...'' başlıklı muhteşem yazısınından öte gitmek istemiyorum şimdilik. Uzatmak da istemiyorum bu yazıyı ama kaçınılmaz bir şekilde uzayacak, çünkü mutsuzum.

Çünkü; oyumu kullanıp dönerken, okul kantininde bir tabure üstüne çıkmış, bangır bangır konuşan çocuktum.

Oyumu kullanıp dönerken, bir faşist lideri, namusumuz saydığımız caddeye sokmamak için, asfalta yatmış kalabalığın içindeki çocuktum.

Oyumu kullanıp dönerken; bu kez kendi kitaplarımı cayır cayır yakarken, annemin gözyaşları dökülmesin diye kendi gözyaşlarımı döken çocuktum.

Oyumu kullanıp dönerken, tellerle boğularak katledilen üniversite öğrencisi abilerdim.

Kahraman Maraş'tım oyumu kullanıp dönerken.

Çorum'dum...

Deniz'dim. Yusuf'tum. Ulaş'tım. Taylan'dım. Hüseyin'dim.

Oyumu kullanıp dönerken; yaz kokulu afiş akşamların polislerinden saklanmış, duvar arkasındaki çocuktum.

Oyumu kullanıp dönerken; bir mışlı ülkede daha bıyıkları aşklara terlememiş, hayalleri henüz duvarlara çarpıp un ufak olmamış pırıl pırıl öğrencilerken, ergen yaşların ele avuca sığmaz heyecanlarını; kenar mahallelerdeki, fabrikalardaki, tarlalardaki yoksulluğa harcamış çocuklardım.

Oyumu kullanıp dönerken, cezaevlerinin işkence odalarında en aşağılayıcı küfürler eşliğinde ıslatıla ıslatıla dövülmüş, kanlarına tuzlar basılmış, karakolların küçük odalarında eşleri, kız kardeşleri, nişanlıları yan masalara yatırılmış bir ahlaksızlıkla sorgulanmış, filistin askılarından taze taze suçlar giydirilmiş cılız cılız bedenlerdim.

Oyumu kullanıp dönerken; bir seçim gecesine devrim ateşi tadında şarkılar söyleyenlerdim.

Oyumu kullanırken ben, ben miydim?

İki dönemdir belediye başkanı olan büyükşehir adayına, kıyısından bile geçmeyeceğim partisini bir kenara koyup, beğendiğim için oy verdim. Sevdiğim partinin çok başarılı bir başkanının ardından, aynı duyarlılıkla kenti yönetmeye devam ettiği için... Ve o, bir solcu abiydi!

İlçe belediye başkan adayına, o adamın partisine geldiği için kızdım, "geçen dönem o adam yüzünden kaybettiği seçim gibi olmasın, kurucu başkan olarak yoktan varettiği yere yeniden başarılı hizmetler yapsın," diye, başkanlık potansiyelini bildiğim için, ''adına'' verirken oyumu, hiç sevmediğim adama yarayacağı için de üzüldüm.

İl genel meclisinde, her ne kadar hiç sevmediğim adama zararı olsun diye düşünerek bir başka sol olduğunu söyleyen partiye versem de oyumu, gönlüm, hiç sevmediğim adamın olduğu partiyi hep yukarılarda görmek istediği için, üzüldüm.

Gönlüme sine sine, sorgusuz, kaygısız, acısız, üzüntüsüz verdiğim tek oy, muhtaraydı.

Seçim kampanyaları sürecinden iğrenmiştim. Oy kullanan kendimin yalpalamalarından da iğrendim. Tadım kaçtı.

Sahilden yürüdüm, fırından bir tahinli çörek alıp martılara baka baka...

Aslında, ne denize ne martılara bakıyordum.

"Bu halk anlamıyor," diye kaptan köşklerinden laf sallayıp halkı bilmez sayanlara, faturayı hep ona kesenlere bakıp, şunları aklımdan geçiriyordum: ''Bu ülkede faşizmin hiç olmadığı kadar dorukta olduğu, oligarşinin güçlü, iletişim teknolojilerinin bugüne göre taş devri yıllarında bu beğenmediğiniz halk; bütün cephelere, ittifaklara, baskılara, tarihin en faşist generallerine rağmen, o hiç sevmediğim adamın olduğu sevdiğim partiye %42 oy verdi. Hem de ağırlıkla şimdi birilerinin oy deposu olan varoşlardan, toprak ağalarının diyarlarından, fabrikalardan, madenlerden... Ve o dönemde bütün fraksiyoner farklılıklara, görüş ayrılıklarına rağmen hep birlikte o partinin miting alanlarındaydık, sokaklardaydık, dağlara taşlara yazmaktaydık. Birisi bunu başarmıştı."

Tüm bunları düşünerek eve geldim. Dışarıda enfes bir bahar var, yeni yeni kuşlar gelmeye başladı. Canım uzun zaman sonra, anormal şekilde Joan Baez dinlemek istedi. O çalarken, ben çoktan o çocuk olmuştum.

Elimde kahve kokusu telefonun tuşlarındayım.

Ve şu an, şu şarkının uzaklarına bakıyorum.

28 Mart 2009 Cumartesi

Ay! Kimlerden Gelmiş Mim Bu Sefer...


Bir mimi henüz yetiştirip, büyütüp hayata salmışken, bir başka mimim olduğu müjdesi tez elden geldi... Mim gelmiş bir kez yapılacak bir şey yok allah bağışlasın demekten öte... Ama bu kez mimin geldiği yer öyle bir yer ki; hani akan sular durur derler ya!.. Hah! İşte öyle bir yer. Bundan, şunun anlaşılmış olmasından da korkarım; hani biz akan sular durur yerden değilmiyiz gibi... Hayır! Böyle değil. Benim, gönlümde yer etmiş herkes için akan sularım durur. Ama Efsa benim küçük kardeşim. Fotoğrafı dışında ne yüzünü gördüm, ne sesini duydum. Ama yürek sesini fazlasıyla duyuyorum. O yüreğini görüyorum. Şimdi birisi mutlaka şöyle diyecek bu yazıyı okurken, kendine çok güveniyorsun!.. Güveniyorum var mı diyeceğin:))

Biliyorum ki; hatta eminim ki konu Efsa olduğunda, onun da akan suları duruyor. Aslında bunu çok uzun bir Efsa yazısına çevirebilirim; ama yazacağım hiç bir sözcük, şu cümle kadar anlatamayacaktır bendeki Efsa'nın değerini: Seni Seviyorum Efsacığım.

Senki bebeğinden ve sevdiklerinden bahsederken kendinden geçip bir başka dünyandan sözcükler döküyorsun, ben de seni sevmeyen ölsün diyorum.

Şimdi gelirsek mim konusuna: Aslında, benim için yazması en kolay dönem çocukluğum, ama soruların bağlayıcılığından baktığımda ve hareket alanı sınırlayıcı olduğundan ve insana seçenekte bırakmadığından, soruların çoğunluğuna yanıtlarım yok. Çünkü, çocukluktan eksikliklerim yok. Genelde zaten çok şikayet eden bir insan değilim. Bunu her zaman da çocukluk dönemime borçlu olduğumu bilirim. Hatta bir gün, bir kenara şunları yazıp atmıştım. Hazır bu mim gelmişken, bu düşüncelerimi de zamanın sonsuzluğuna yolcu edim.

''Hayat denen yolda yürürken bana yola döşenmiş mayınları temizlemeyi öğreten, beni yola salıp uzaktan uzağa kontrol eden, başıma bir felaket gelmediği sürece müdahale etmeyen, yollar konusunda korkutmayan sadece tehlikeler konusunda uyaran, minicik yüreğim aşk yangınlarındayken yüreğime dokunan, hastalandığımda ya da korktuğumda saçlarımı okşayan, ergen komplekslerim de bana gaz veren, iç sıkıntılarımda, çocukça kaygılarımda bir sürü başımı koyacak omuz, bir sürü yatılacak diz vardı; hepsi de içten sapına kadar samimi... Bu yüzden hayat benim için hep anlaşılabilir oldu. Ben, paranın bir ayrım ve değer ifadesi olmadığı, çoklu ve çapraz ilişkilerin yaşandığı, alabildiğine güven barındıran, her türden sevginin her eşyaya her duvara, kapıya pencereye her şeye sindiği, bütün görüş ayrılıklarına, bütün çatışmalara rağmen hiç eksilmediği, bütün öfkelerin aslında karşı taraf için iyi olduğu düşünüldüğünden ve karşı taraflarında bunu bildiği kavgalar sonunda insanlar birbirine küsseler bile asla taraf yapılmadığımız ortamlarda, bizi kötülüklerden koruyacak bir dayanışma ruhumuzun olduğunu hissederek büyüdüm. Bu sevgiler alabildiğine samimi, böbürlenmeyen, paylaşan, asla ve asla bir diyet duygusu yaratmayan türdendi.''

Dolayısıyla, dün akşamdan beri her sorunun boşluğunu dolduracak bir nokta arıyorum ve bulamıyorum. Bir tek yapmak istediğim eğitim ve kendi arzuladığım meslekle ilgili serzenişim vardır. Bunda da onların niyetlerinden ve duygularından hareketle kızmıyor, üzülüyor ama onları da anlıyorum. Bu yüzden çok üzgünüm ki mimin sorularını bire bir yanıtlayamıyorum. Yanıtlarım gerçekten yok çünkü...

Kalabalık bir ailede büyüdüm ve ufacık bir serzenişim bile onlara karşı çok büyük bir haksızlık olur. Hepsinin yüreğini biliyorum ve çok seviyorum hepsini. Ve sadece şu iki sorudaki boşluğu doldurarak Efsa'ya teşekkür edip, dur artık diyorum klavyeye...

4-Çocukken ...televizyon yapımcısı ve yönetmeni ya da gazeteci olmayı... hayal ederdim.
5-Çocukken ...kendi istediğim mesleği özgürce seçebilmek adına benim sorumluluğumu ve mecburiyetlerimi üstlenecek abim ya da abilerim olmasını ...isterdim

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP