26 Kasım 2008 Çarşamba

Kafam Bir Hoş Karışık; Dolayısıyla Ortaya Karışık ...



Dün sabah arayıp akşam üstü bana geleceğini söyleyen arkadaşım; güneşin dağların arkasına çekilmeye başladığı, günün ruhları dürtükleyen en güzel saatine, elinde ev yapımı bir şarapla geldi. Güzel havanın rüzgarı okşarken yanaklarımızı, sonbahara usul usul teslim erik ağacının altındaki yalnız masada, geçmişten bugüne bir sürü güzel anı katık ettik yanına...

Siyasetin kenarından geçerken, ismini bile zikretmeyi zül saydığımız kendini solcu sanan zatın son popülist tavrı üzerinden; minicik çocuklarken başladığımız siyasal mücadelelerin tüm aşamalarını, partinin dününden başlayıp bugünlere gelişindeki süreci, dağınıklığı, ihmalleri... Halktan kopuk seçkinci ve klişelere yaslanmış, hiç bir yeni önerme taşımayan, çabasız, emeksiz, kavgasız, coşkusuz, katılımcılıktan uzak sığ yönetim anlayışını falan konuştuk.

İnsanların dillerine, dinlerine, etnik kimliklerine, inançları doğrultusunda giyimlerine, düşünsel anlamda özgürlüklerine saygı duyan insanlar olarak, zaten bu partinin geçmişinde ve kimliğinde var olan halkçı ve ötekileştirmeyen tavrı dangalakça bir sürü tutum ve söylemle yok etmiş birinin, paçalardan dökülecek kadar seviyesiz ve zeka yoksunu bir kurnazlıkla, samimiyetsizce ortaya koyduğu son çıkışına da gülerken; aslında, bir sol ya da sosyal demokrat partinin önceliğinin sistemden daha az pay alan, hem siyasal hem de sosyal anlamda yaşamın kenarına sürüklenen, ötekileştirilmiş kesimlerin ellerinden tutmak olduğunu görmeyip, seçim zamanlarının şark kurnazlığında hatırlayan efendiye her ne kadar değinmemeye çalışsak da; hiç üslubumuz ve tarzımız olmadığı halde içinde kırmızı noktalı sözcüklerde bulunan selamlar göndermekten alıkoyamadık kendimizi.

Sonra bunları bir kenara bırakarak, şarap üzerinden konuşmayı sürdürdük. Eski zamanlarda hiç tadına bakmadığı, bakma gereği bile duymadığı şarap konusunda sevmeme ve içmeme hükmünü vermişti bu arkadaşım. Bir gün; ergen yılların sonunda yaşta üç iyi arkadaş, şehrimizde yeni açılan bir otelin (Yafeya) önünden geçiyorken lokantasının cazibesine kapılıp, biraz da merak ettiğimizden yeni mekanı; ufak tefek bir şeyler atıştırıp bir şeyler de içmek için bir masaya konuşlanmıştık. Ben ve diğer arkadaşın ısrarlarıyla da şarap içmeye karar vermiştik. O akşam, onun hayatının en önemli devrimlerinden biri gerçekleşmiş oldu bu sayede, tanışınca sevmişti şarabı.

O yaz Londra'ya dil kursuna gittiğinde takdiri ilahi işte, içki ithalatı yapıp marketlere pazarlayan bir şirkette yönetici olan bir kadının evinde kalmıştı. Dönüşünde; Yeni Zelenda'dan, Arjantin'den, Avusturya'dan, İtalya'dan, Fransa'dan başta olmak üzere, farklı ülkelerden bir sürü şarap getirmişti bana. Ve çok kısa bir sürede onların tümünü tüketerek bu konudaki eğitimimize önemli bir katkı yapmıştık hep birlikte.

Dün yaşamımızın içinde dolaşırken, aşkın en güzel içkisinin şarap olduğunda hem fikir olup, onun aynı zamanda derinlere dalınan anların, gözden geçirmelerin, hesaplaşmaların, afiş akşamlarının yaz kokulu saatlerinin yoldaşı olduğuna karar verdik; rakıyı ve birayı daha farklı konseptlere yerleştirip haklarını teslim ederek tabii ki!

O gittikten sonra, kadehimi doldurup ortalığı toparlarken ve bu esnada ufak yudumlarla da içerken son kalanları, bir an o kadehin içinde neler görülebileceğini düşünmeye başladım. Üzüm bağlarının çok olduğu dede köyünde küçükken katıldığım ve zevkle izlediğim pestil için yapılan bağ bozumlarından yola çıkarak şöyle bir tablo resmettim:

Şarabı oluşturan üzümlerin yetiştiği bağları, o bağlarda üzüm toplayan mutlu insanları, bağ bozumlarının her zaman genç ortamında birbirine sevdalı ama söyleyemeyen, yine de farkında genç kızlar ve genç erkeklerin üzümleri çiğnerken aslında birbirlerine sesi duyulmayan ama tene değen sevdalarını haykırışlarını duydum. Sonra sevilenle ateş gibi bir sevişmeye doğru yol alırken, hani insanın içini sınırda bir arzu kaplar ya ürperir; mahrem şeylerin sessiz ve titrek tonunda bir fısıltı kaplar ortalığı, ateş basar tenleri, elini uzatır eline dokunulur, sımsıcak güven dolu bir teslimiyet içindedir.

Güzeldir...

Düşünülmesi gereken ve düşünülmekte olunan başka bir durumdan çıkmak için...

24 Kasım 2008 Pazartesi

Nefes... (Breath)


Az izleyicili bir seansda, ışıkların bir kısmının sönüp filmin jeneriğinin akmaya başlamısıyla film üzerine düşünmeye başlamam bir olmuştu. Rus ekolünden bir ritmle akan filmde karşılaşacağımın, düşük bir tempo ve o ekole öykünen bir yönetim tarzıyla sanatsal kaygıların ağır bastığı bir sinema diline sahip, yoğun dikkat harcamam gereken bir seyir olacağıydı...

Bir an, soyut bir tablonun önünde imgelerden somut sonuçlar çıkaran, daha doğrusu bu kurgu ve mantık üzerine kadının iç dünyası merkezli ilişkiler, toplumsal ahlakın ve gelenekselin bakışı ve baskısını sorgulayan, daha önce izlediğim Duvara Karşı, Tutku Oyunları, Sadakatsiz, Madison Köprüsü gibi filmlerin ufak ayrıcalıklar gösteren ''nüanslarla'' işlediğinin Korecesiyle karşı karşıya olduğumu fark ettim. Benzer nitelikteki duyguların, uzakdoğu tiyatro sanatının mimiklere ve jestlere dayalı üç gün üç gece süren oyunlarına gönderme yapan bir anlatımla sunumu olduğunu hissettim.

Dışa vuramadığı duygularının baskısında, evlilik ve ahlakın hapsinde bir kadın... Kendine mübah, ötekine kıskanç, yasakçı ve ahlak dışı bakan geleneksel bir koca... Temiz, saf bir mahkumdan türetilmiş bir aşık... Hapishanede, ilişkiyi gözetleyen, bazen röntgenci bazen ahlakçı bir çevreyi simgeleyen gardiyan ve hapishane müdürü(sanırım)... Gerçek aşk ile bastırılmışlıktan kurtuluş için yaratılmış kısasa kısas bir ilişki hayali arasındaki simgeselliği anlatan, kadının heykeltraş olarak resmedilmesi; filmin dayanağını oluşturan ve anafikrine katkı yapan temel taşlardı.

Finaldeki dönüş ve gerçek aşkın gözü dönmüş kıskançlığını ortaya koyan son sahneyle birlikte, bahsettiğim, kendimce öyle algıladığım ilişki biçimlerinin toplamında filmi koyduğum nokta şu olmuştu: Evet, daha önce izlemediğim bir yönetmenden; tutku, aşk, aile, çevre, bastırılmışlık, dışarı baskısı ve ahlaka teslim edilmiş bir özgürlük üzerine kendi usulüyle sözler söyleyen bir film. En çok neresini sevdim? Finaldeki ''Her Yerde Kar Var''ın Korecesini. Çünkü o şarkının, küçük bir çocuk romantizmiyle dinlediğim ve resmettiğim, Adamo'nun sesinden çıkan sözleri ve melodileri, hayatım boyunca, her kar yağdığında kulaklarımda çınlayıp içimde kıpırtılar hissettirdiği için.

Filmi bir kez daha izler miyim?

Belki bir kış günü dışarıda kar ve soğuk varken veya bugünkü gibi soğuk, rüzgarlı, yağmurlu bir kalabalıkta, ıssızlık sunan çıtırtılı odunların sıcağında perdeleri sonuna kadar açıp o özgür ve beyaz dünyaya bakarken, içeride onu daha da parlak yapacak ağır hüzünlü bişeyler dönsün ve iki kişilik sıcak şaraba duyguları meze yapsın diye...

Kadın mahkuma aşık mı? Belki de bu filmden akılda kalacak ve yanıtı aranacak sorulardan biri bu. Bence aşık değil, acıma duygusu üzerinden bir kader paylaşımı olabilir.

Bana göre yönetmenin vurgulamak istediği de, evlilik sorunlarının bir kadında yarattığı içsel öfkelerin, içinde çocuk olan konformist bir düzenden vazgeçemeyişin, dışa vurumu... Aşkın tanımını da yönetmenimiz; bence, öyküyü anlatmakta kullandığı sıradışı yolun bir sonucu olarak, bunun cinsiyetlere bağlı bir şey olmadığını vurgulamak adına olağanın dışı bir kimlikte simgeliyor . Aşk, yürek ve savaşmak ister, ve cesaret diyor, belki de film... Ve kocaman vazgeçişler...

Sinemanın renklerini, uslup farklılıklarını ve ilişkiler üzerine filmleri seviyorsanız; bu filmi kesin izleyin derim. Yoksa sıkıntılı gelebilir.

23 Kasım 2008 Pazar

Tazelik Kokusu Alıyorum...

Hangi yolculuğa çıktıysan, bırakıp sıcaklığını yatağa; hüznün örttü uykuda kalanı...

Dün akşam müzik setinin karşısına kurulmuş, bir kadeh rakıyı almış, kanapede hafifçe kaykılıp hoparlörleri kulak hizama getirip dışarıyla bütün bağımı kesmiş, Latin cazla başlayıp, Türkçe rock özellikle Özge Fışkın'la devam edip kadın sesli latin şarkılarla final yaparken, tabağa çevrilmiş kahvemin içinde şunlar vardı ...

Camın önüne kurulmuş masa, masada mum, pencere önünde uçuşan kar tanecikleri, sarı ve turkuaz tabaklar, karın beyazında aydınlanmış sessiz bir bahçe, bahçedeki beyazın üzerine konan sığırcıklar, yanan odunların çıtırtısı, şarap, müzik, odada uçuşan sessiz kelimeler, ele dokunmuş el, yanağa kondurulmuş şefkat, yanan mangal, kucağa anlatan bir kafa, dışardan gelen lezzetli koku,

O,

Çıplak omuzlar, mutfağa gitmiş bedenler, odaya dönmüş bedenler, çatal bıçak sesleri, parlayan kadehler, ufacık öpüşler, karşı sandalyeye uzatılmış bacak, dışarı dönmüş bir yüz, uzatılmış bacağın üzerinde uzanmış bacaklar, göğüse yaslanmış sırt, kulağa fısıldanan konuşmalar, şarabın insanı çözen dozu, uçuşan duygular, saçlara dokunan bir el, lapa lapa yağan kar, taşkın ruhlar, kocaman öpüşler, sıcacık kapiçino, bol çikolatalı pasta, müzik, gece, ben, fotoğrafları çeken zaman. Tazelik kokusu...

Kendi fincanımda çıkanlara kendim bir anlam yükleyemeyeceğim için; hayırdır inşallah deyip, sabah ola hayrolanın çözümleyici tazeliğine bırakarak sorularımı; sıcak ve rüzgarlı gecenin yatağına attım kendimi...

Rüzgarın oraya buraya savurdukları yüzünden kapısı aralık kalan uykunun dünün bugüne döndüğü saatlerinde, farketmediğimi sanan ve usulca yatağıma giren düş

Uzun ve zorlu bir yoldu ama geldim ben. Sen uyuyordun, dudağının kenarında ufak bir tebessüm vardı; muhtemelen içinde bulunduğun düşlerden. Uyandırmak istemedim, usulca sokulup yanına uzanıverdim. Biraz uyudum biraz seni seyrettim, ve sonra sen uyanmadan dudağının kenarındaki o tebessüme bir öpücük kondurup geldiğim gibi usulca gidiverdim. İyi bir gün geçirmen dileğiyle kocaman bir günaydın sana,

notunu bırakıp gittiğini sansa da, kocaman kollarımla onu sarmalıyıp yol yorgunu saçlarının kokusuna masallar anlatıp, uyuttuğumu fark edemedi...

Dışarıda enfes bir yağmur var, düşü güzel uykusuna ve yatağın sıcağına bırakıp poğaçalar almaya gidiyorum.

Ve sanki yeşertiliyorum;)



Başlangıçta kalın harflerle yazılı cümle: Cevat Onursal'ın ''Yolcu''adlı şiirindendir.

22 Kasım 2008 Cumartesi

Dün...


Gripal bir durumda vücudu susuz kaldığı için klinikte serum takılan tırtıl'ın ''üç'' kişilik odasında duvarlara bakarken aklıma düşen, zamanın dört evvel zaman öncesinde yazılan ''zamanı eskimiş mektubun'' satır aralarından:

....Aslında yazmamın bir anlamı var mı diye tereddütler de geçirsem, en azından hayata dair sahici şeyler barındırdığı için; sormalıydın dediğim benle ilgili soruları hazır bu kadar gaza gelmişken, belki bir gün yazacaklarıma zemin olur diye tek tek yanıtlayacağım.

Öncelikle hayatıma kattıklarımdan başlayacağım ki; seni koyduğum yeri anlayasın...

Hatırlarmısın? İlk tanıştığımız günlerdeydi. Arabayla gezerken ben kızlarla ilgili genel şeylerden bahsediyordum. Sen, onlardan bahsederken gülümsemiş, benim sana olan duygularımı,senle ilgili düşüncelerimi, çok sevdiğim ve sıklıkla kullandığım Türkçeyi bükerek konuşma biçimimin içinden çıkartmış, anlamış, kendi uslubundan yanıtlamıştın.O gün zekânı,yüzünün pırıltısını ne kadar sevmiştim.

Bir şey isteme bahanesiyle sana torpido gözünü açtırmış ve senin için aldığım ve oraya koyduğum bir tane pembe güle yüklediğin gülüşün, değerin, coşkunun öpücüğünü yanaklarımda saklamıştım.

Bu gün yine aynı şeyi yapacağım.Eskilerden bahsederken, aslında senden bahsediyor olacağım.

Bir an! Sanki bütün bu mektuba yazacaklarımı:Çıplak ayak kumlara uzanmış, yüzümüzü rüzgâra vermiş, denizi ''The Sound Of Silence'' yapıp yıldızlara bakarken, şarap içerek konuşuyormuşuz hissine kapıldım.

Aslında...

Galiba...

Bunları sana anlatırken, bir yaz akşamı esintisiyle ürperen ruhuma şefkatin değsin istedim.

Sahi !.. Gün batımında, denize ayaklarımızı değdirerek sarmaş dolaş yürürken iki adım önüme geçer, bin bir espriyle arada bir küçük kızlar gibi hoplayıp zıplayıp dönerek; bana okuduğun kitabı anlatırdın. Ve ışıkları yanan balkonlara nazire yaparcasına karanlığa saklanıp, nasıl da öpüşürdük.

Senin fotoğraflarını çekerdim, her bir karesini kalbime de kazıyarak...

Aslında ne güzel şeyler de yaşadık; kimselerin yaşamadığı kadar...

Çok ve hızlımı sevdik biz;zamanın nasıl geçtiğini fark etmeyecek kadar...

Öfkeler onun için mi bu kadar yakıcıydı; sevgiyi kimselerle paylaşmayacak kadar...

Ve (bazen)sevgimizin kanıtı olsun diye mi diğerinden, dağları delmesini istedik... Ne dersin?

19 Kasım 2008 Çarşamba

Bir Çocuğun Yaşamına Dokunmak İsterseniz Ona Bu Kitabı Alın: PAL SOKAĞI ÇOCUKLARI

Çoğu zaman okuduğum karakterlerin hangisinin kim olduğunu anlamakta, isimleri aklımda tutmakta zorluk çekerim. Bazen geri döner, çoğu zaman da kitabın oldukça ilerlemiş yerlerinde ancak kim kimdiri anlayabilir hale gelirim. Bütün okuma serüvenimde kitaplardan aklımda kalanlar genel olarak olaylar, davranış biçimleri ve o davranış biçimlerinin ruh halleridir. Yani bir durum okuyucusu olduğumu söyleyebilirim.

Ve okuduğum onca kitaptan, an'lar ve olaylar dışında aklımda kalan bir iki karakter adından ötesi değildir .

Belki oturup düşünsem ve bunları bir kenara yazsam, yine de toplamda onu geçmeyecek adlık bir listem olur. Ama aklıma ve yüreğime kazınmış bir karakter vardır ki; yaşamım boyunca hiç unutmadığım ve unutmayacağım Erno Nemeçek'tir o...

Belki de, kendi statüsüne bir artısı olmayacağı için herkeslerin uzak durduğu, sosyal anlamda ilişki ya da iletişim kurmadığı, bakmadığı, yaklaşmadığı ırak tutulanlara yakın durmayı seven anarşist ruhumun oluşumunda, bu kitabın fazlasıyla etkisi vardır.

Macar yazar Ferenc Molnar tarafından yazılan kitap: İki farklı çocuk grubundan Pal Sokağı'nda yaşayan ''yoksul'' çocuklar ile statü anlamında daha üst, seçkin, ''daha iyi ailelerin'' çocukları arasındaki çatışmaları anlatır. Her birimizin çocukken yaşamış olduğu, özellikle erkek çocukların klasik mahalle savaşlarından bir örnek gibi gözükse de oldukça derindir roman...

Bir oyun alanına sahip çıkmak üzerine verilen mücadelenin içinde; iyilik, dostluk, güzellik, ihanet, liderlik, ekip olma temalarını çok gerçekçi ve sürükleyici bir biçimde işleyen kitap, son derece yalın ve samimi bir dille çocuk dünyasını da anlatır. Tüm kusursuz anlatımın yanı sıra kenetlenmek, paylaşmak, bütünleşmekle parçalanmanın farklı sonuçlarını ortaya koyarken, bir amaç uğruna gerektiğinde kendini feda etmenin erdemini de serer göz önüne ...

Bir çocuğa, söz konusu hallerin tüm duygularının okunması ve fark edilmesini sağlamanın yanı sıra okuma alışkanlığı kazandıracak, kelimenin tam anlamıyla gaz verecek, ruhunu ve duygularını şekillendirebilecek, seçkin ve çok iyi bir başlangıç kitabıdır Pal Sokağı Çocukları...

Çevremde ya da hayatın başka alanlarında gördüğüm çocuklara kendimi bildiğim günden beri zevkle satın aldığım; bir çoğunu elinden tutup bir kitapçıdan ilk kez içeri sokmama neden olan bu kitabın, onlarda nasıl bir alışkanlık yarattığını uzun yıllardır gözleyen biri olarak, bu kitabın bir çocuğa verilebilecek en iyi hediyelerden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Aklınızın not defterinde bulunsun!

18 Kasım 2008 Salı

Das Boat... (Denizaltı)...


''Onlarla olmak insana yaşlı hissetirir kendini; sanki çocukların savaşı!''...


Kırmızlı kadının dokunaklı sesi eşliğinde, ikinci dünya savaşının sonlarında bir yığın kayıp vermiş Alman ordusunun bir ''u-botunda'' yolculuğa başlıyorsunuz. Belki ilk kez bir film de, öfkesiz bir anlatım ve farklı bir bakış açısıyla yukardakilerin anlamsız hayalleri sonucu savaşa sürüklenmiş, görev ve ülke aşkının ötesinde idealleri olmayan ''insanlar'' görüyorsunuz...

Yorumsuzca, hiç taraf olmadan, yalın insan manzaraları sunuyor film size. İzlediğiniz bir sürü soykırım filminde hep kızdığınız Almanların; kör milliyetçiliğin konforlu salonlarında yaşayanlarının kendi insanlarına yaşattıklarını görüyorsunuz bu kez.

Savaşın herkese acı veren ve ne kadar anlamsız bir şey olduğunu politik kaygılar taşımadan, sadece insan odağından bakarak başka bir boyuttan anlatan; güzel oyunculukları, birbirinden farklı ruh hallerindeki farklı karakterleri, ve her bir karakterin farklı farklı ruh hallerindeki duygularını olağanüstü güzel yansıtan diyalogları ile çok iyi ve çok nitelikli bir film Das Boat...

Yaklaşık üç saat boyunca denizaltının içinde her anın heyecanını hissederek; bazen o klostrofobik ortamın boğucu, can sıkıntılı hallerinde nefessiz kalarak; bazen de, üzerinizdeki koca bir ağırlığın kalkmasının hafifliğiyle seyrediyorsunuz(!) filmi...

Asker olmanın disipliniyle avcıyken av, avken avcı olmanın bütün alt duygularını gözünüzün önüne seriyor film; ve insan olmanın... Belki biraz erkek bir film! Ama sinemaya film değilde ''sinema '' odaklı bakan herkesin izlemesi gereken de bir film... Muhteşemdir!

Ülkemizde pek bilinip hatırlanmayan, gözlerden ırak kalmış, Kusursuz Fırtına ile hatırlanacak Wolfgang Petersen'in bir anı roman uyarlaması olan bu destansı filminde: Bazen pikaba koyulmuş bir plağın kuytusuna sığınıp uzarken ötelere, bir anda bir sarsıntıyla uyanıverirsiniz, nefesinizi tutmuş bir halde...

Su yüzeyinde seyrederken koca denizde, nasıl bir yalnızlık olduğunu görürsünüz aslında o kalabalığın... Ve derinlikli insan manzaralarını... Ve aslında başkalarının savaşlarında ölenlerin, hep masum ''çocuklar'' olduğunu...

Sevdiğiniz eğer''sinemaysa'' mutlaka izleyin, izlemelisiniz! Muhteşem oyunculuklar görmek; enfes bir anlatımla müthiş bir sahicilik duygusu yaşamak için ...


Not:1981 yapımı bu film, satıcılar ya da kiralayanlar tarafından U-571 ile karıştırılabilir!..

16 Kasım 2008 Pazar

Sokaklar(ım)dayım ...


Bugün bi uyandım baktım saat 5 civarı...

Dün akşam üzeri ''Sen zamanı olmayan, zamansız bir yerindensin ömrümün; neyleyim ben'' le iki biralı, iki sigaralı sohbetten sonra bir sürü güzel düşüncenin yoldaşlığında eve dönerken; çok aşklı, çok genç, çok olgun, çok fırlama, çok anarşist ama en çok iyi kalpli, en çok da delikanlı yaşanmışlıklarımın güzergaha bıraktığı izlere baktım.

Ve hayatımda hep en güzel dediklerimin hakikaten en güzel olduklarını düşündüm. Benim için bu bundan güzel ayrımı yok diye kendime hava atarken; aslında, bazı en güzellerin bazı en güzellerden daha en güzel olduğunu gördüm .

Bazen aklımın beni dürtme hallerine rağmen ''şu anki'' sürecin güzelliğini sevdiğimi de delikanlı halim, en deli kanlı haliyle aklımın döşüne soktu.

Sohbetten kalanları ve yol boyu düşündüklerimi içeren bir yazı fikrindeyken sabahın erkeninde, erken deyip yatağın sıcağına gömüldüm.

Gece yağan yağmuru hissetmiştim. Yarı aralık uykumdan içeri girmiş, gördüğüm rüyalara fon olmuştu.

Yatağa döndüğümde, sıcaklığın yanına bir de hayal koydum. Hayallere masal tadında dalarak uykuya gidişin, sınırı geçiş anındaki lezzetini severim.

Bu kez oraya gelemedim, uyuyamadım ve yazmak için kalktım. Önce mektuplarıma bakayım dedim. Sonra camın önüne geçip, ellerim ceplerimde, doğanın tüm renklerini parlatmış ıslaklığa, taa uzaklardaki sabah ışıklarına bakmaya başladım; yazacak bir halim kalmadı, kalamadı. Çünkü postamda, rüzgara katılarak gönderilmiş bir öpücüğün haberi vardı.

Beni günün erkenine uyandıran: Öpücüğün, sevindirik bir koşuşturmayla elini aceleye tutturup vakitsizce yanağıma konmasıymış, onu anladım. Buna güldüm; soyut bir resmi somut yapan kalbimden.

Ellerimi cebime koyup uzaklara baktırırken, sokaklarımda dolaştıran tek bir kelimeydi aslında: ''Özledim''.

Benim için özle(n)mek: Tek tek de çok anlamlı olan ya da anlamlar yüklenen bir çok duygunun hepsidir. Özlemek bir uzaklık ifadesi gibi görünse de aslında dibinde olmaktır. Hatta içinde... Bunun tadını da severim.

Bugün, başka hiç bir şeye ihtiyaç duymayacağım sanırım; yüzümde gülümseme, aklım dolu, yüreğim sıcak.

Elimde kahve kokusu, oralarda bir yerde bir kafede oturmuş seyrediyorum; soyut resimlere bakanın somut halini... Hatta; bir şeyler atıştırılan bir masada, gözlerim onun gözlerinden görüyor, kulaklarından duyuyorum belki her şeyi... Ellerim ellerinde ısınmış, kalbi bende atıyor.

Gün güzel...Vakit bol.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP