7 Ağustos 2022 Pazar

Ateşin Tam Ortasında

Öncesi


Bütün duygularım, heyecanlarım, keyiflerim bu bölüme başlamadan önce neşeli bir el birliği ile üç güne dair enfes bir seçki hazırlamışlar. Ve bana "Gözlerini kapatır mısın lütfen", diyorlar. İçimi -her dinlediğimizde- cayır cayır yakan, yangın yemiş kalplere  ikimizin de çok uzak olmadığı zamanlardan, Murathan Mungan seçimi,  Müslüm Baba albümü Aşk Tesadüfleri Sever'den seçilmiş şarkılarla...

**


Evveliyat

Onun nöbet akşamlarından biri.  Gecenin sessizliğini hastane koridorlarında bir an öncenin telaşlarıyla yürüyen benim. Odasının önünde duruyorum. Şimdi masasının kenarında... Çay içip soluksuzca konuşuyoruz. Oysa evimdeyim; ekranın karşısında. Ellerim tuşlarda ve görsel hiç bir veri yok ama kelimelerimiz diz dize.

Ateşimiz gün geçtikçe yükseliyor, kalp çeperlerimizi aştı aşacak. Ekranda görüntü yok, kelimeler messenger'da; sessiz gibi görünseler de sessiz değiller. Bir süre sonra gününe göre bazen bir kadeh rakı, bazen bir kadeh şarap, bazen bira, bazen kahve tokuşturuyoruz. Ve ufaktan ufaktan da oltaya geliyoruz ki şahane bir evre.

Duyguları bu kadar örtüşen iki insanın yaşamadan bırakamayacağı bir coşkunlukta zaman...

İkimiz de işlerimizden ''eve'', "MSN'de bir bekleyenim var," duygusuyla dönüyoruz. İçgüdüler olumlu bir coşkunluk içindeler. Öyle ki gitmeyi planladığımız mekânda rezarvasyonu haber için aradığında onun o an Harbiye-Elmadağ coğrafyasında olduğunu söylüyorum ve biliyorum. Arkadaşları ile bir bara gidiyorlar.

Hımmmm... bir de yüz yüze geleceğimiz İstanbul buluşmasında evin kapısını açarken biraz utangaç ama daha çok hınzır bir gülüşle bahsedeceği, paspasın altına bırakılması hayal edilen anahtar meselesi var!?


**

İstanbul dönüşü, hatta yol boyu kalbim cayır cayır yanıyor. Bir boşluğu mu dolduruyorum bilmiyorum. Bugünden o güne bakınca bir açıklama yapabilir miyim halime ondan da emin değilim ama çok mutluyum; aşk ateşim yüksek ve antibiyotik alasım yok. Ve önümüzde şeker bayramı var! Ankara Ankara güzel Ankara marşını koro halinde söylüyor tüm hücrelerim, ki şehri özel severim. Elbette bayramı bayrama çevirmek gerek! Çünkü Üzerine Dondurma Koyulmuş Vişneli Ekmek Tatlısı Kadın bayram için ailesinin yanına gelecek. Yoksa bir taşla iki kuş mu?

Çocuk heyecanlarımız ayakta, plan yapmıyoruz, her şey spontane gelişecek. Ekran coşkumuz yerinde, aşk hayatından memnun ve İstanbul'un sıcaklığı tazecik. Özlemekse ennn bayıldığım şey çünkü onunla ilişkim başka türlü, büyük de bir laf etmişliğim var hakkında, sonraki yıllarda ve blogda: "Özlemek, tek tek de çok anlamlı olan, ya da anlamlar yüklenen bir çok duygunun hepsidir. Özlemek bir uzaklık ifadesi gibi görünse de, aslında dibinde olmaktır. Hatta içinde..."


Ankara Bayramı

Yola çıkarken arıyor, ben 24:00 otobüsüne biniyorum. Penceremden yansıyan görüntümde muzırca gülümseyen bir çocuk var. 17'lik. Ona bayılıyorum. İlk gördüğünüzde "Ne kadar soğukk bu," diyeceğiniz kesin. Ama o size kapılarını açtığında listenizin üstlerine çıkaracağınızsa daha kesin. Bugün ortağı ile müthiş bir planı hayata geçirecekler. Evden kaçmış çocuk tadında bir günü bir eve kapanarak yaşayacakları ise kesin.

Kendime not: Ben ortaklaşmayı bilen bünyeler için iyi bir partner miyim acaba? Yoksa ortaklaştığım kaba göre mi şekil alıyorum?

Bunu bir gözden geçirmeliyim.

Otobüsüm sabah 6 gibi Ulusoy'un Söğütözü terminalinde. Kuzen Oğuz beni almak için orada. Plan dahilinde ve an itibariyle bir aşama tamam. Bir kaç saat sonra perona boş bir otobüs yanaşıyor. İstanbul'a gidecek. O arada ben dönüş biletimi ayarlıyorum. Aynı alanda şimdi çok güzel bir genç kadın var. Abisiyle birlikte. Çok göz alıcı. Kendimi zor tutuyorum. Biraz uzağımızdalar. Otobüsün kalkmasına biraz daha var ama nedense genç kadın abisiyle vedalaştı ve otobüse geçti. Abi aracına bindi ve uzaklaştı. Genç kadın koltuğunda. Otobüsün kalkma saati iyice yaklaşırken iniyor. Salonu geçiyor ve şimdi bilet bankosunun önünde. Elindeki bileti veriyor. Şimdi yeni bir bileti var. Salona dönüyor ve bir koltuğa oturuyor. Gözlerim hep onu izliyor. Hiç pas alamıyorum. İstanbul otobüsü kalkıyor. Biraz sonra genç kadın da kalkıyor. O halde biz de kalkabiliriz. Burada durmanın da bir manası yok.

Derken gülümseyerek bize doğru yaklaşıyor.

Ahh benim dayanılmaz cazibem işte! Müthiş bir kucaklaşma. Fıstık bizim arabada. Şimdi halaların bi tanesindeyiz. Kahvaltı masası hazır... bizim için. Evi bize terk ediyorlar. Üst katta enfes bir yatak odası var; ağaçların dallarının pencerelerine dokunduğu.

Atıyoruz kendimizi. Kalkmaya hiç gönlümüz yok gibi... Belki de ya sonrası olmazsa gibi. Gözlerimiz ıslanırcasına, aynı yatakta, ikindiye kadar, sımsıkı, çocukça, bıcır bıcır..

Günün ruhları dürtükleyen saatlerine doğru çıkıyoruz evden. Bir şeyler yemek için. Atakule'ye yürüyoruz.

Yarın ölecekmişiz gibi.

Bir İtalyan pizzacıya çöküyoruz. Mutlu çocuklar festivali çerçevesinde dilim pizzalara takılıyoruz.

Gelsin biralar...

Bazen pizzaları almaya o gidiyor, sanki aynı evde yaşıyoruz da o beni şımartıyor. Şefkat dolu, sevgi yüklü her bir saniye.

Bünyeye mıh gibi çakılacak ve hep kalacak olağanüstü vakitler.

Halamı arıyorum. Dışarıda olduğumuzu eve dönmelerini söylüyorum. Kuleye çıkıyor, alanda biraz turluyoruz. Akşamın ruhları dürtükleyen saatleri başladı.

Çankaya'dan aşağıya küçük adımlarla, zamanı geri sararak yürüyoruz.

Aç gözlü,

ardı yokmuş gibi,

temaslı.

Halaların bi tanesi anlayışlı. Eve dönmemişler. Bir kaç saatimiz var.

Susamışçasına...

Zaman akmış.

Kuzen arıyor.

Halamla vedalaşıyoruz.

Şimdi Ulusoy Söğütözü'ndeyiz.

Benim 15 dakikam var.

Kollarımız çözülüyor.

Sıcaklığı bende kalıyor. Gözünden iki damla düşüyor.

Ben dilimi ısırıyorum.

Gözlerim habersizce ıslanıyor. Sıfır noktamızdaki otobüs yavaşça hareket ediyor. Şimdi kendi otobüsümdeyim. 17'imdeyim ama artık biliyorum.

Otobüslerimiz zıt yönlere doğru yol alıyorlar.

Kilometreler aşıldıkça daha fazla uzaklaşıyoruz birbirimizden...


3.Bölümü için buradan lütfen



5 Ağustos 2022 Cuma

Vişneli Ekmek Tatlısı Kadın

Geriye baktığımda sanki yüzyıl yaşamışım ve bu yüzyılın içindeki bölümler biribiri ile ilişkili değil, farklı zamanlarda başlayıp biten olaylar içinde, özü aynı ama yine de farklı bir tür Dr. Who'ydum ben, demiştim; enn sevdiğim kadınla 10.yılı kutladığımız bir kaç hafta önceki enfes akşamın bir ânında.

Geri dönüp baktığımda özel hayatım kesinlikle böyle. Her şey, çok kere tekrar ettiğim üzere babanın çok biçimsiz bir zamanda ölümüyle başladı. Bir anda iki kardeşin abisi, anne ve babanın çocuğuyken ve özgürlük alanlarım geniş, sorumluluklarım kendimle sınırlıyken babanın yerini de doldurmak zorunda kalmıştım. Tüm hayallerim ve planlarım artık raflardaydı. Hayatımın en uçarı çağında kimseye hesap vermek durumunda değilken, baba önümde bir kalkanken artık sorumluklarımla kendi özel hayatımı bir perdeyle -ben- sınırlamak zorundaydım.

Hiçbir şekilde evlenmeyi düşünmüyordum. İstanbul'da yeni bir iş kuracaktık ve ben orada yaşayacaktım. Evlilik denen müessese benlik değildi. Hayat ne gösterir bilinmezdi fakat fikrim çok seveceğim biriyle birlikte olmak, aynı evi paylaşmak, istenirse de ortak bir kararla en erken kırk-kırkbeş yaşımdan sonra 15 yaşını aşmamış çocuklar evlat edinmek, onlara anne baba olmak ve kocaman bir evde onları yetiştirmekti.

Ve elbette aynı aşkı aynı aşkla sevmek, anne baba sorumluluğunun yanı sıra hayatı olmuşlukla ama hep 17 tadında yaşamaktı.

Ve plan doğal olarak hayatla yapılmış anlaşmanın tek taraflı kararı ve zorunlu olarak bozulmasıyla yırtılıp atılmıştı.

Evlenmem gerekiyordu. Aile büyüklerimizin talebi buydu, daha çok da enn amcamın. Elbette babamın hayali de torunlardı... Babayla bunu halledebilirdim çünkü hesap vereceğim insan oydu ve o da beni iyi tanıyordu. Hiçbir zaman yolumu kesmedi, uyardı ancak müdahil olmadı, sınırlamadı çünkü bana çok güveniyordu. Sonuçta o yok olunca sıfırdan planlar kuruldu. Çok güzel ânları olan ama sonsuza kadar olamayacağı kesin bir evlilik ve yaklaşık 20 yıl sonra elveda. Herkes boyunun ölçüsünü almıştı ve artık müdahale edilebilecek bir yaşta değildim. Ben aynıydım ama özgürdüm. Kendi şehrimden kimseyi istemiyordum. İşim açık denizlerleydi. Bilgisayarla hiç işim olmadığı gibi onun üzerinden iletişim de kurmazdım. İlk iş eve bir bilgisayar aldım. Bloglardan haberim yoktu, messenger ilgimi çekmişti. Çok popüler bir sinema sitesinde film yorumları yazmaya başladım. Sonra alemlerin en siberini keşfettim; ilgimi çekti ve farklı şehirlerden bir çok kadınla arkadaş oldum, ama adım dışında tümüyle ben olarak. Elbette inceden duygusal bir beklenti olduğunu hissediyordum karşı taraflarda ama sınırları aşmıyor, arkadaşlığın altını çiziyordum. Derken 30'lu yaşlarda bir profil fena dikkatimi çekti. Mesaj attım, yanıt aldım. Duyguların arasına karbon koyulmuş gidiydi. Kültürel birikim kaymaklı ekmek kadayıfı olmuştu. Ekran karşısında rakı masaları kuruyor, bazen şarap içiyor, her geçen gün biraz daha biraz daha yaklaşıyorduk birbirimize. Benim beklentilerim yüksek değildi dolayısıyla mesafeler de benim açımdan önemli değildi ve karşımdaki bir çok insana göre tecrübeli olduğum bir saha olmamasına rağmen çabuk kavramıştım. Sonuçta birbirimizi tanıyıp benimseyince ve aşk serpintileri başımızdan aşağı gül yaprakları dökmeye başlayınca o ân için yola çıkma vakti geldi.


**

Tırtıl'la sinemaya gidiyoruz. Ona bir fotoğraf makinesi aldık. O hamburgerini yerken ve ben buz pistindeki bir âna gülümserken beni fotoğraf karesine hapsediyor, birazdan yola çıkacağım. Onu annesine bırakıyorum. Kız kardeşim ve eşi de beni otogara bırakıyorlar.


Keyifli bir yolculuk, o zamanlar otobüs yolculukları acelem yoksa tercihim. Yolun tadını, pencereden akıp giden zamanı zihinden geçenlerle eşleştirmeyi, kendimle konuşmayı, iş yükünden ve geride bırakılmış evlilik sorunlarından uzaklaşmayı, yalnızlaşmayı çok seviyorum. Yol boyu da buluşma ânının tadını hayal ediyorum. Buluşma noktamızsa Mecidiyeköy Profilo AVM'nin önü.

Servisten Ali Sami Yen'de iniyorum. Profilo'yu keserek ve üzerine dondurma koyulmuş vişneli ekmek tatlısı kadını  seçmeye çalışarak karşıya geçiyorum. İşte orada, gülümseyerek yanaşıyorum, o beni fark etmedi. İlk fiziksel temas, omuzuna dokunuyorum. Dönüyor ve sarılıyoruz. Ve elim omuzunda, bazen de belinde yürüyoruz. Çenemiz düşmüş vaziyette. Fırına uğrayıp ekmek alıyoruz. Sanırım sanal ilişkinin gerçeğini de çok seviyoruz.


Enfes bir kahvaltı masası. Çok keyifli bir sohbet. Güzel bir genç kadın ve bir sürü ortak nokta ve ânında adapte olunan gerçek hayat. Duş alıyorum ve birlikte uyuyoruz. Dışarıdaki akşam yemeğini erteliyoruz. Elimde akşam için, Yapı Kredi Bankası'nın Gold Kart'ın 10.yılı dolayısıyla gold kart sahipleri için düzenlediği Sezen Aksu Konseri'ne iki kişilik bir davetiye var. Gidiyoruz. Keyifle, çoğu zaman şarkılara eşlik ederek, çok uzun yıllardır birlikteymişiz bir sıcaklıkla konseri izliyoruz. Muhteşem bir tazelik. Gecenin bir vakti konserden çıkıp taksiyle dönerken ani bir kararla Taksim'de iniyoruz. Geceyi kesinlikle uzatmak fikrimiz ve Kaktüs'deyiz. İki bira lütfene iki shot votka ekletiyoruz ve sonra da bunu ikiye katlıyoruz. Deryalar gibi, susuz kalmışçasına, kırk yıllık kahvenin hatırında bir sohbet. Geceyi sarmaş dolaş yürüyor, bir süre sonra bir taksiye atlıyor, paspasın altından anahtarı alıyor ve kendimizi "uykuda" buluyoruz.


Ve gün cumartesi. Dışarıda yemek bir kez daha erteleniyor. Profilo'ya alışverişe o halde. Masa evde kurulacak. Öncesinde onun hastaneye gitmesi gerek; birlikte çıkıyoruz, Cevahir'deki Starbucks'da kahve içiyor, Şişli'ye kadar yürüyor, hastanenin köşesinde vedalaşıyor, sonra tekrar buluşup eve dönüyoruz. Bir kez daha akşam dışarıda yemekten vazgeçip, birlikte, bin bir espriyle marketten alış veriş yapıp, aldığımız şaraplarla kurduğumuz masadaki mum ışıkları, duygular, lakırtılarımız, ve sürekli başa aldığımız  El Cordobes romantizminde; inci tanesi sözcüklerimizin içinde yok oluyoruz.

Ve birlikte uyanıyoruz çünkü gün artık pazar. Akşamı ediyoruz ve şimdi Ulusoy'un Okmeydanı yazıhanesinin önündeyiz. Otobüs ekibi tanıdık, çocuklar sırt çantamı alıyorlar, içinde hâlâ sakladığım ve zaman zaman giydiğim, benim için alınmış bir sweetshirt var. Akşamın ruhları dürtükleyen saatlerinde göz göze, gülümseyen sözcüklerle coşkulu, temaslı, çookk keyifli bir veda ânı. O sırada çantasından bir kitap çıkartıyor. Benim için. Sadece alıyorum. Kapağını açmıyorum. Otobüse saklıyorum. Sarılıp vedalaşıyoruz. Otobüs kalkana kadar bekliyor. El sallıyorum, el sallıyor. İstanbul'dan çıkana kadar kitabı açmıyorum. Kafamı pencereye dayıyorum. Akıp giden zamanı baştan alıyor, muhteşem üç günü yeniden yaşıyorum.  Elimdeki, henüz okumadığım kitabın ondaki kıymetini biliyorum. Kitabın kadın kahramanın adı onun rumuzuydu ve profilinin sevdiği kitaplar bölümünde tabii ki kitap vardı. Kalbim 17 yaşında, çok coşkulu bir özlem yanaklarımdan süzülüyor. Ayaklarım yerden kesik ruhum kanat çırpıyor. Bir toy çocuk tadıyla uykuya sığınıyorum.


2.Bölüm için buradan lütfen



2 Ağustos 2022 Salı

Bu Filmle Rastlaşmamış Olabilirsiniz!

İlk yayın tarihi Ağustos 2008



Yazı sevme nedenlerimden bir tanesi, belki de en önemlisi, odalardan dışarı atmasıdır beni.

Bir diğeri de her ne kadar filmleri sinemada izlemeyi sevsem de, yazın güzel ve yıldızlı gecelerinde kendi yeraltıma sığınıp; sinema salonlarından, dolayısıyla üzerine para yatırılıp kâr beklentileri hedefine kurulmuş, satabilmesi için insan algısına yön verecek pazarlama unsurlarının, sinemanın klişelerinin sonuna kadar kullanılmasıyla ortaya çıkan Hollywood filmlerinin samimiyetine duyduğum şüpheden kurtulmuş olmaktır.

Yaz benim için yıldızlı gök altında ve yazlık sinema keyfinde, ağaçların hışırtısı ve ağustos böcekleri eşliğinde, bağımsız ve farklı filmler izlemektir.

Ve Hollywood sinemasının yarattığı gerçekliklerden sıyrılıp, hayatın samimi gerçeklikleriyle yüzleşme mevsimi, ruhuma detoks zamanıdır.

Kitapları, plakları, filmleri saklı yerlerinden kapaklarıyla kurduğum iletişimle satın almayı severim: Bu belki de popüler kültüre, popülizmin dayatmalarına bir başkaldırıdır. Ve onlar beni hiç yanıltmazlar! Buz Diyarı böyle bir seçimdi... Film boyunca filmle ilgili aklımdan geçen tek bir ifade vardı. Enfes!..

Uygarlık ve barbarlık arasındaki sosyolojik tanımlarda ortaya koyulan referanslar hep insan odaklıdır. Bir kıyımı, öldürmeyi, ölmeyi ifade ederler. Ve barbar: Yaşam ve ölüme -hayvani- bir içgüdüyle yaklaşır.

Kendi yaşamını sürdürmek için kolaylıkla öldürür.

Bu film global köy denen yeni dünya düzenini, kapitalizmi, adına uygarlık denen gelişmeyi hepimize hükmeden tekil -barbar- bir varlık olarak tanımlarken o barbarın sırtlarımızı, hayallerimizi, yarattığı özlemlerimizi sıvazlayarak -aslında- bizi tüketen gerçek yüzünü de bütün çıplaklığı ile açığa çıkarıyor.

Sistemin, yaşamakta olduğumuz çağın ''pornografisini'' hiçbirimizin: ''Hayır! Bu, hayatın içinde yok,'' diyemeyeceğimiz gerçekliklerle bir bir önümüze seriyor.

Finlandiya özelinde, Avrupa Birliği'nin ana simgesi Euro üzerinden genelde paraya kirlenmenin ve yok oluşun simgeleri olarak göndermeler yaparken bu global sistemin, aslında referansı (Marksizm olan) sosyal demokrat Finlandiya'nın hayatını nasıl sarstığını, insanlar odağında tüketim simgeleriyle ve şahane bir aksiyonla anlatıyor.

Bütün bunları da Kuzey Avrupa'nın soğuğunun aksine sinemasının sıcacık, gerçekçi üslubuyla hayatlar ve aileler üzerinden yapıyor: Müthiş bir kurgu, kesişen yollar, enfes diyaloglar, derin bir felsefe, sürekli merakı ayakta tutan bir ritmle olağanüstü insan bir film sunuyor bizlere...

Eğer bu yazıyı oluşturan cümlelerde size yakın ifadeler bulduysanız, sisteme karşı yeraltılarınız varsa; tüm bunlar, filmi de çok seveceksiniz demektir! O halde içinde ''insan'' olan enfes bir sinema örneğine hazır olun.

İyi seyirler...

28 Temmuz 2022 Perşembe

Likörlü Fısıltılar

"Zilleri çalıp bayramlaşmaya gelen, sonra hangi evin çikolata ikram ettiğini birbirlerine söyleyecek çocuklar yok artık, hangi eve gidilirse gidilsin yüksek ihtimalle likör olacağı ve ikram edileceği varsayımı sıfır."

"Bayramlarda neredeyse her evde rastlanan likör ikramının bile sahneden silinmesi nereden nereye dedirtiyor bana ki mesele alkol değil, sosyal hoşgörü anlamında bile nereye vardığımızın göstergesi ki o insanların hepsi namazında niyazındaydılar, belki kendileri içmezlerdi ama evlerinde ikram için bulunduruyor olmaları bile ne kadar kıymetliydi."

"Büyükannemden kalan likör tabağım durur.  Kullanmıyoruz ama dediğiniz gibi değişimi hatırlatıyor."

"Likör tabağı damardan oldu ve beni fena tetikledi Zihin Kardeş, bizde de çok kıymetli ve likörle ilişkili bir şey var; büyük torun olmam sebebiyle bendeydi, sonra kız kardeşim çok heveslenince ona verdim. Şu an üşendim ancak yarın eğer başına bir şey gelmediyse ondan alıp fotoğraflayacağım ki 50 yıldan fazla süredir korunuyordu kendisi..."
*



Kız kardeşimi arıyorum. "Asansörle yolluyorum," diyor.

Onunla arka pencereleri ahşap tarabaların altında kalan, halalı, babanne ve dedeli, anne babalı ve üç kardeşli olmak üzere toplamda 8 nüfuslu küçücük ama çookkk keyifli günler geçirdiğim kira evde yaşarken karşılaşmıştım. Muhtemeldi ki onunla ilk buluşmamsa iki sokak aşağıdaki tuğlalarının arasından rüzgâr sızan, yine kira, doğduğum ve bebekliğimi geçirdiğim evdeydi.

Çok hoş minik bir büfemiz vardı. İkinci adım olarak adını taşıdığım ama kendini hiç görmediğim, bir mobilyacıda çalışan iki numaralı amcamın eseriydi. İlk oradayken fark etmiştim. Renk etkilemişti ama kıymetini anlayabilecek bir yaşta değildim. Sonra bayramlaşmaya gittiğimiz pek çok evde farklı modellerini görsem de bizimkinin, yani yukarıda fotoğrafı olanın bir eşiyle rastlaşmadığım gibi zarafette yanına yanaşanını bile görmedim.

Asansör geliyor, özenle alıyorum. Bir mizansen hazırlıyorum. En sevdiğim sehpamı en manzaranın önüne yanaştırıyorum. O artık son binasında. Hep birlikte kaç evde ne anılar biriktirdik onunla. İnsanlarımızın bizden önceki neslinden an itibariyle bir tek yaşsız "çıtır" halam var. Telefonda.

Kız kardeşim İran işi olduğunu söylüyor. El işçiliği olduğu belli. Kağıt inceliğinde bir cam. Halamdan teyit etmek istiyorum. Enn amcamın İstanbul'da üniversitede okurken aldığını ve getirdiğini söylüyor. Bir çıkarım yapıyorum yıllar yıllar sonra. Annemle babama ev hediyesi olduğunu düşünüyorum. Çünkü kendimi bildim bileli bizimle ve taşındığımız her eve bizimle geldi. Dedem ve babannemi baz alırsam ve annemle babamın evlilik tarihlerini ve de enn amcamın öğrencilik yıllarını; bizim aileye katılımı 50 yıldan fazla.

Bizden sonraki kuşakta iki kızımız var. Onların dışındaki tüm çocuklar erkek... Eğer aynı hassasiyetle sahiplenilirse, gelecek nesillerde de -eğer olursa- kızların elinde farkındalıkla ve itinayla yaşamını sürdürmesini diliyorum.

Üzerindeki parmak ve anı izleri çok ama çok kıymetli çünkü!



*Fısıltılar, Nerede O Eski Bayramlar başlıklı yazının yorumlar kısmından...

23 Temmuz 2022 Cumartesi

SÜTÇÜ - Anna Burns

Kitabın okunmayanlar bölümünde yer alma tarihi 28-08-2020.

Onu siparişe ekleme nedenim 2018 Man Booker ödülü.

Yazarı tanımıyorum. Satın aldığım kitaplar konusunda bir sıralamam yok. Bazen son gelen ilk okunan olabildiği gibi bazen de eski gelenlerden birini elimde bulabiliyorum.

Aynı yazarın peş peşe kitaplarını okuduğumsa nadirdir.

Man Booker almış yazarlara yakın durmama rağmen Anna Burns abla ile bir sıcaklık oluşmadı aramızda.

  Fotoğrafını ilk gördüğümde elektrik alamadım sanırım!

Az önce çamaşırları yıkamış, ben fotoğrafına bakarken de arka bahçesinin ağaçtan ağaca gerilmiş çamaşır iplerine leğenden tek tek alıp, sıkıp silkeleyip onları asarken gördüğüm soğuk suratlı komşu teyze muammelesi yaptım ona.

Bir garip huyum daha vardır ki eğer bir dergide bir gazetede ya da bir söyleşide bir şey kulağıma sızmadıysa kitap hakkında; kim ne yazmış diye araştırmadığım gibi mahallemde de bir soruşturma yapmam. Dolayısı ile kendisi ile iki yıl boyunca kitaplığa her gitttiğimde ve ilgim başka bir kitaptayken sadece ve elektirik almadan -belki- ara sıra öylece bakışmış olabiliriz.

Sideways'deki "Bekler her şarap belli bir ânı," lafına ezelden beri bayılırım.

Yakın tarihte kısa kitaplar siparişi vermiş ve tek tek okumaya başlamıştım. Bir tür ara sıcak muammelesi yapmıştım onlara da... Çok sayfalı kitaplara bir anlamda ısınma turu. Yorulmak istemediğim türden, bir yudumda bitecek iştah açıcılar yani.

Güzel kitaplar okuduğum, bilmediğim yazarlarla tanıştığım, onları mekânlarıma götürdüğüm ve çok da hoşuma giden bir süreçti. Skor yaptıkça sevindim, bu vesileyle de okunmayanlar bölümünden okunanlar bölümlerine epey transfer yaptım ve uzun kitaplar için kendimi hazır hissedince de Sütçü'yü çektim raftan ve yatağımın başındaki okuma ışığımı yakarak okumaya başladım.

O anda da hemen, ilk bir kaç cümlede, şiddetli bir aşk oluştu aramızda.

İrlanda'ların ikisi ile de ilgiliydik. IRA'ya sorgusuz bir sempati duyardık, duyardım. Sonradan kabul edilemez bulduğum eylemlerini pek sorgulamazdık, çocuktuk, ruhumuz macera şarkıları çalıp söylüyordu, boyumuzdan büyük kitaplarda yok olmuştuk ve çapımız henüz sorgulama aşamasına geçebilecek olgunlukta değildi. Tüm bu yetersizliklerimize rağmen içimizde kor kor devrim ateşi yanmaktaydı. Romanı elime aldığım şu anki yaşımdaysa olmuş, tadı yerinde bir meyva gibiydim. Bir alt yapım vardı yani; olan biteni görmüş geçirmişlikler de içeren bir birikimle sorgulayacak derecede.

Kapıldım kitaba. Anna Burns soğuk görünümüyle çelişecek derecede esprili bir hanımefendi... Kara mizah kategorisine sokulacaktır bazı bünyeler tarafından üslubu ki bence kesin?! Fakat bana hiç de kara gelmemişti, çok iyi kullandığı mizaha ve aslında ciddiyetli bir dönemi anlatımındaki yazı diline vuruldum.

Fakat Duygu Akın!

Çevirisinin tadını buram buram hissettirdi bana.

Dersiniz ki çatır çatır İngilizce bilen biriyim de şıp diye anlayıverdim, hatta İngilizce aslıyla kıyaslayarak bu fikre eriştim. Tabii ki yok böyle bir şey! Bütünüyle bir his benimki... Kafa dengi bir ablamız saydım onu da. Hani, dedim, bir masada bir şişe şarap açsak, masada yakın bulduğum kitaptan karakterler, yazar ve çevirmen ablalar olsa... Düşündüm de bence şişeler yetmezdi sohbetimize. Tabii ki IRA ve İrlanda, siyaset gelirdi masaya ama ömrü kanımca bir, bilemedik iki kadehlik olurdu.

Mesela o masada kitabın çevirmeni olarak göremezdim, okurken de çevirmen gibi göremediğim Duygu Akın'ı. Kitabın kahramanlarından biri gibi hissettim onu çünkü okur olarak ben de öyleydim. Yani cümbür cemaat romanın içindeydik. Bir yolculuk haliydi; mekân değiştirmiştim ve sanki kelimelerle tariflenen kanlı canlı -gerçek- anların içinde keyiften ölüyordum. Bazen gerçek dünyama dönüp ayaklarım yere bassa da kitabı elime almamla birlikte kapaktan geçip satırların yarattığı görsel dünyaya karışıyor, harfler yok oluyor, şimdi bir serseri kurşuna kurban gidip de ölürsem endişeleri yaşıyordum.

Sonuçta kitabın içinden çıkıp da bugüne dönmeyi ya beceremezsem; eşim dostum, ailem yıllarca beni arayıp durmak zorunda kalacaklardı ki bu da büyük bir acı.

Ancak kapağı kapatmayı başarıp da bir şekilde gerçeğe döndüğüm ânlarda elimdekinin kitap olduğunu fark ediyordum ki bu çok nadir başıma gelen bir durumdu. İş güç, dünya işleri derken, mesai biterken ve İrlanda mekânlarından ve etraftan tanıdıklarımın dünyasına bir ân önce dönmek isterken; sanki gün boyu onları özlediğim bir hazzın içinde kavruluyordum... Çünkü ortamla ve karakterlerle kurduğumuz bağ ve keyifler çok güçlüydü. Sanırım bu duyguyu bundan epey epey bir süre önce Kar Yağacak' ı okurken yaşamıştım.


Aslında IRA, terör, devlet terörü kitapta baskın ve ana konu değil, bir fon. Akan hikâye başka. Gündelik ve insan halleri; her biri özel, ilginç ama her birimizin tanıdığı tipler fakat yazarın üslubu ve çevirinin başarısı kanımca kısa sürede onlarla ve çevreyle tanışmamıza sebep olmakla kalmıyor, başta dediğim gibi arka kapağı kapatana kadar çok keyifli, aynı mahalleli bir paralel hayat yaşatıyor bana... Bir ana karakterimiz var, 18 yaş civarında bir genç kadın. Bir de "belki-erkek arkadaş"ı var. Pek tatlı kendisi ve ailesi; ilginç annesi, küçük kız kardeşleri, biraderler, kayınbiraderler falan. Çok karakterli olmasına rağmen ilginçtir, üç karakteri aklında bir arada tutamayan beni hiç zorlamıyor yazarın üslubu. Bir okuma değil de yaşama olmasını sağlayan bu sanırım. Yine çok uzatmaya meylim var çünkü bu yazıyı yazarken tüm kitap baştan sona bir yaşanmışlık kareleri olarak gözümün içinde akıyor.

Lakin siz yine de bana uymayın çünkü kitabı çok sıkıcı bulanlar da varmış; kulağıma sızdırılan bilgilere göre... Bir tavsiyeci değilim ân itibariyle ki çoğu kitap yazılarımda çok beğendiysem şiddetle öneririm diye altını çizerim kitapların... Şu ân çok bayılmış, onu enn kitaplarım seviyesine yerleştirmiş olmama rağmen çok çekimserim. Normalde 360 sayfalık kitabı üç, bilemedim dört günde bitirim ki bu on günü buldu. Çünkü bir kez daha altını çizersem: Bir okuma değil yaşamaydı benimki... Tüm bu övgülerim sizi asla yanıltmasın; Sütçü, belki de beni bekleyen bir şaraptı. O nedenle bir kitapçıda elinize alıp, biraz zaman ayırarak göz atın önce, derim. Sonra çok güvendiğiniz eleştirmenler söz etmişlerse kitaptan, yazılarını okuyun, kafanıza uyarsa ne âlâ...

Ah ben yine! Kısa keserim demiştim yazıya başlarken, nasıl anlatacağımı bilemem diye düşünmüştüm ama sanırım kervanı yine yolda düzmeyi başardım; içimden sürekli fışkırmakta olanların çenelerini kapatmak, Sütçü'den hiç bahsetmemek zorunda kalsam da...

Yazarken gaza geldim elbette ama kendimi tutmayı da başardım mı yoksa yazarken dahi kitabın içinde kaybolmuş olmam nedeniyle yeterli mi buldum yazdıklarımı pek emin değilim! Bana bu seferlik de bye; kitabın içine kaçıp, publardan birinde bira sipariş edip ana kahramanı, yazarı ve çevirmeniyle iki lafın belini kırmaya gidiyorum.

Kalın sağlıcakla...



Kar Yağacak merak edilirse buradan lütfen!

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP