12 Mart 2022 Cumartesi

Yazılacak Hiçbir Şey Yok Günü

Gün Cuma. Erken uyanıyorum. Sabah dört civarı; hafta içi iki filmli bir sinema planım çöp oluyor, çünkü filmlerin değiştiği gün ve ilk tercihim vizyondan kalkıyor. Kaçırdım yani!

Gün ışımadı. Biraz blogları dolaşıyorum. Sonra geceyi yanımda geçiren kitabı alıyorum elime. Çek yazar Karel Çapek. 1890 doğumlu. 1938'de zatürreden ölmüş. Kitap 1936'da yayınlanmış. İlk cümleden itibaren seviyorum. Kaptan J.Van Toch ile tanışıyorum. Kaynaşıyoruz hemen. Üslup muhteşem, incecik bir mizah; sıcacık. Çocukluk dünyama döndüren bir yetişkin romanı. İlk kitaplarımın tadı gözlerime bulaşıyor. Mesela Mercan Adası... Güne, üstelik Cuma gününe nötr bir ruh halindeyken.

Telefonuma tek kelimelik bir mesaj düşüyor: "Hazır." "Yarın sabah uğrarım," diye yanıtlıyorum çünkü kaçan film nedeniyle gardım hâlâ düşük. Önümde nötr bir gün var ve şehirde şenlik duygum yerlerde. Oysa hava Kuzeyli!

O sıra kitapta bir cümle çıkıyor önüme: Okunacak hiçbir şey yok günü. Ruh halime çok uygun. O halde yazı başlığı yapabilirim bunu. Okunacak bir şey olmayınca yazılacak bir şey de yok...

Bu durumu anlatan bir yazı düşünüyorum.


Bir gün önce, perşembe geç vakit. Hiç yapmadığım bir şey için uzandığım yatağımda bilgisayarı açıyorum. Fikrimde bir film izlemek var. Benim de kardeşin Netflix'inde kullanım hakkım. Bakınırken bir afiş dikkatimi çekiyor, mevzusunu okuyorum. Zaten istediğim de ciddiyetli bir film değil, sıkılmadan zaman geçirmek. O halde bu uygun. İzlemeye başlıyorum. Gidiyor; köpük hali seviyeli sayılabilir, bir film tadı da veriyor. Sonra bir bakıyorum ki bir dizi bu. Uykum yok, yapacak bir şey de yok çünkü ihtiyacım köpük saatler. O halde devam. İkinci bölümün yarısında veda. Gazeteci ablayı seviyorum, takım arkadaşlarını da. Fakat aradığım da bu değil. Bir ton uyuşmazlığımız var ve elveda.


Gün iyice ışıyor. Mutfağa geçiyorum. Döküm tavada zeytinyağını yüksek ateşte ısıtırken, tam buğday dilimlerini kızarmaya bırakıyorum. İki mi bir mi? derken tek yumurtaya karar veriyor, biraz iricesini sürüden ayırıyorum. Tam zamanı, yağ ses veriyor, kırıyorum ve çatalla şöyle bir çeviriyorum. Üzerine bir kaç dilim beyaz peynir.

Ekranı açıyorum, yataktan çalışıyorum, filtre kahvem yanımda. Piyasalar pozitif. Antalya buluşmasının etkisi kurtlar sofrasında. Forumlarda ver gazı! Biraz gazetelere göz atma, biraz piyasalar falan derken, fikrim usul usul zihnimi işlemeye başlıyor. "Hani," diyor, "önce gidip hazır olanı alsan ama gidiş saatini filmin seansına göre ayarlasan, biraz da öğlen atıştırması işini hesap etsen... Nasıl olur acaba?"

Bünye havalarda, içi gidiyor da burnundan kıl aldırası yok yine. Miskini oynayacağı kesin... gibi?! Fakat durun... İçinde bir hareket var. Ruh ayaklandı, keyif yanı ona katıldı, günün hikmeti ateşi harladı. Kesin gidecek!

Hava sertleşecek, o alaylı bir metorolog: kapüşonlu kabanı aldı, ceplerine yedek maskeleri koyuyor, sırt çantası konusunda kararsız, almadı ve çıkıyor binadan.

Bir kaç adım yürüyor ki fotoğraf makinesini almadığını fark ediyor. Şimdi her şey yolunda. Buralarda mı bir şeyler atıştırsam? derken doğru istasyona yürüyor. Samkartı yüklesem mi yoksa indiğim yerde mi? diye düşünürken yetersiz bakiye diyor turnike. Yüklüyor ve geçiyor. İlk tren çok kalabalık, onu salıyor ki bunu biraz da zamanda boşluk olmasın amaçlı yapıyor. Bazen bir hesap adamı O.

Trendeyim, oturuyorum. Keyfim normallerimde, heyecanım tavan. Eczaneye uğruyorum. Tansiyon ilaçlarımı alıyorum ve elbette Tarihi Kılıçdede Fırını.

Aslında karşı köşedeki cağ kebapçı beni çelmek için elinden geleni yapıyor ama fikrim ona boyun eğmiyor ve iki börek alıyoruz. Şimdi caminin avlusundaki çay ocağından bir çay söyleyip alçak tabureli alçak sehpalarında ulviyetli bir atıştırma yapabiliriz. Aslında orada sürekli arabasıyla börek satan bir abi var. O an düşünemiyorum bunu çünkü o avluda ilk kez bugün oturup çay içiyorum. Böreklerimi yerken börekçi abiden almadığıma üzülüyorum... Ve fikrimle karar veriyoruz ki bir dahakine burada oturup atıştırmayı düşünürsek börekleri abiden alacağız.

Çay parasını ödüyorum ve sinemanın olduğu AVM'ye doğru yürüyorum. Saate baktığımda erken buluyorum. O halde sanayiye geçip eski arkadaşlarımla biraz sohbet edebilirim. Cevat'a uğruyorum, çocukluktan arkadaşım: Kendisi kuvvetli bir dindardır ancak kendince doğruları olanlardandır. Mesela hile yapılabilir; ticarette mübahtır bu! Gençliğimize girsem ne iplikler pazara çıkar ancak dün dündür ve tövbe edilmiştir. Epey sohbet ediyoruz, piyasanın eskilerinden konuşuyoruz, geçmişin tadının artık kalmadığından da.

Film saati yaklaşıyor. Ceplerimi boşaltmaktansa kabanımı olduğu gibi x ray'e yolluyorum. Gişede fena kuyruk. Önce sıraya giriyorum ancak nerede eski sinemalar; şimdi gümrükten geçmek daha kolay. Film söylenecek, o ekran açılacak, koltuk durumu ekrana gelecek, o ara patlamış mısır, içecek, sonrasında küçük boy mu yoksa büyük mü gibi sorulara yanıt verilecek. Koltuk konusunda ekrana hâlâ bakmakta olan çift karar verememiş olacak ama genelde kadın galip gelecek ve film adama azap olacak ama sen de kararlı bir izleyici olarak, bekleyip duracaksın.

"Netten al o zaman kardeşim."

"Ya bir sebeple vazgeçersem ya da yetişemezsem?!"

Şu an mesela benim filmime süre az ve kuyruklar kalabalık. Kiosk'a o halde! Uğraşıp duruyorum. Sonuçta hep eror. Gişeye yanaşıyorum, çünkü kiosk öyle diyor. "Filmim için 15 dakika var ve kuyruk, kiosk çalışmıyor..." İyi niyetli bir genç, araya beni sıkıştırması yakışık almaz. Sorun Cinemaximum'un, 3. gişe niye kapalı?

Giriyorum nispeten az olan kuyruğa. Uyanık Türk halkı eylemi bu kez işime yarıyor; önümdeki abi kuyruktan ayrılırken "Yan kuyruktakiler torunlarım, hangimize önce sıra gelirse diye girmiştim bu kuyruğa siz yerime geçebilirisiniz," diyerek bana dünyaları bahşediyor ki torun sayısına bakınca bu en az 5 dakika demek.

Eti Browni intense paketim cepte, suyum da iç cepte. Her zamanki salonda, yani 6'da ve koltuğumdayım. Sol başta bir abi var, sanırım o bilmeden bu filmde. Önümdeki sırada ve benim bir koltuk sağımda iki sevgili, sevdim.

İlginç ve dikkat çekici bir açılışla başlıyor film. Beni tavlıyor. İlgimi ve merakımı odağında tutarak devam ediyor. Sol tarafımdaki abinin telefonu çalıyor. Konuşuyor. Allah bereket versin. Ve beni yanıltmayarak ilk yarının yarısında çıkıyor. Film enteresan, yine ödüllü bir film. Drive My Car'ı sevmeyen bunu hiç sevmez diye geçiriyorum aklımdan. Emin olmamakla birlikte, sevenleri için belki diyorum. Tavsiye konusunda negatifim. Tilda Swinton'un performansınaysa bayılmış durumdayım.


Diyalogları sınırlı, bazı anlarda 5 dakika neredeyse durağan bakarak geçen çokça sahnesi, kısmen hareketli ama sadece dış seslerin olduğu uzun süreli anları ile alıp götürüyor film beni. Fantastik! Çok mutluyum.

İkinci yarı başladığında alt yazıların bir kısmı görünmüyor ve perde boyu kısalıyor, düzelir mi acaba ayarım kısa süre sonra bozuluyor. Sonra çıkıp uyarıyorum ve düzeltiliyor. Film gittikçe gelişiyorsa da hareketi başka yerde arayan izleyici için durağan ve sıkıcı. Çocukların çıkma niyetleri yok. İlk andan itibaren yerimi değişsem ve onları kendi hallerine bıraksam diye düşünmüştüm ama ben de filmleri bu koltuktan seyretmeyi seviyorum işte!

Filmde arada bir bir ses duyuyoruz. Daha doğrusu o sesi duyan filmdeki abla.

Mutluyum. Apichatpong Weerasethakul ilgimi diri tutan, uzun uzun anlatabileceğim, tadını içimde gittikçe çoğaltan filmiyle hoş bir sinema günü yaşatıyor bana; pek çok sahnesini çok beğeniyorum. Bir sahne var mesela; bir kontrbas, piyano, bir gitar ve davul ile biri kadın dört kişi bir caz parçasını prova ediyorlar. Ölüp bitiyorum dinlerken. Nasıl bir keyif bendeki. Tek o sahne bile yetebilir bana ki Latin coğrafyasındaki dış sahneler, mesela bir gece vakti sokakta dans eden gençler, sokağın tadı ve müzik...


2 saat 16'dakikayı çok keyifle, müthiş bir dinginlikle tamamlıyorum. Kabanı giyinirken iki tatlı gence filmi nasıl bulduklarını soruyorum. Tam yaşlarınca bir yanıt alıyorum; ikisi de konuşuyor film üzerine, çok tatlı ifadelerle anlatıyorlar düşüncelerini. (Oysa kötü kalbim nasıl bir kötücüllükle yorumlamıştı onları, "Tabii bu filme kimse gelmez sanmıştınız," bile demişti!.) Sonra diyorum ki "Hayatın basamakları böyle çıkılıyor çocuklar. Sizi o kadar iyi anlıyorum ki ve bu beni geleceğiniz adına da çok sevindiriyor. İlginizi çektiyse bu tarz başka bir film izlemenizi öneririm size; Sonsuzluk Üzerine.* Bir İsveç filmidir, coğrafyayı daha çok seversiniz ve o daha çok karakterli ve yan hikâyelidir." Çok teşekkür ediyorlar. Sonra içimden gelen ve bir türlü zapt edemediğim cümle kendini dışa vuruyor: "Birbirinize çok yakışıyorsunuz."

İniyorum katları. Adımlarım duygularımın yönünde. Browni intense ambalajlarını ve suyun şişesini çöpe atıyorum ve giriyorum kapıdan içeri.

"Bir salep lütfen."

"Tarçın ister misiniz?"

"Evet, lütfen."


Usuldan bir kar serpiştiriyor. Isıtıcının altında en köşe masaya oturuyorum. Kar tanelerinin üzerime üzerime gelişi hoşuma gidiyor. Bir süre kalıyorum. Kar şiddetini artıyor. Salebimin sıcağı ve o güzel soğuğun tarçın kokusu içime doğru tatlı tatlı akıyorken keşke çocukları da davet etseydin diyor içsesim. Kar şiddetini artırıyor. Bu kez iki üç metre uzağımdaki ama aynı görüşe sahip daha korunaklı masaya geçiyorum. Bir yudum Kış'ın tadını, bahar izleriyle çıkarıyorum. Usulca üst geçide yürüyorum. Nefis bir kar yağıyor.



Telefon.

Enn Sevdiğim Kadın...


*Sonsuzluk Üzerine, linkteki yazının Gişenin Önündeyim alt başlığından itibaren!

9 Mart 2022 Çarşamba

Ne Güzeldi Oysa O - 2


Uzun zamandır aklımı çelmeye çalışan ve yazsam mı diye düşündüğüm bazı anılar vardı. Vazgeçme ihtimalim yoğundu. Zamanda geri gittiğimde ve o anki hissiyatlarımla baktığımda, bir fotoğraf gibi anılarımda yer bulmalılar, diye düşünüyordum. Kocaman adam halime dönünce de o adam bunu gereksiz buluyordu.


Sonra bu pişmanlıklarımdan bir yazı dizisi yapsam, diyorum. İlk O'nu yazmayı düşünüyorum -ve yazıyorum. Öyle saf ve öylesine sevimli bir aşkla sevmişti ki...


***


Okul başlayalı bir kaç hafta olmuştu. Tek dersten kalmıştım, sonra bakanlık borçlu geçme diye bir şey icat etti ve ben de bir üst sınıfa devam etme hakkını elde etmiş oldum. Okulda üçüncü senemdi. Lise birde sınıfta kalmış, bir seneyi mağazada geçirmiştim ve şimdi bir başka sınıfta 5/Fen-C'de yeni arkadaşlar edinmek durumundaydım. Bir avantajım vardı doğum tarihimden kaynaklı olarak ki o da bana çoğunluğu benimle aynı yaşta kişilerle aynı sınıfta olma fırsatı sağlıyordu.

*

İlk gün. Şık bir takım elbise ve şık bir kravatla, son derece cool, ellerim boş ve dersin ortasında kapıyı çalıp yeni sınıfıma ilk adımlarımı atıyorum. Önce hesap vermem lazım. Ders İngilizce. Çok hoş bir genç kadın. Gülümsüyorum çünkü karizmam açısından dersin İngilizce olması büyük bir avantaj benim için. Orta grubun ikinci sırasındaki kızlardan biri bana dikkat kesilmiş durumda. Gülümseyerek gerekçelerimi açıklıyorum öğretmene ve hemen kapının yanındaki ikinci sıraya oturuyorum. Eski sınıfımdan üç erkek ve ileriki yılda yıllarda birkaç ân'ımın kahramanı olacak, farklı fraksiyondan solcu bir kız arkadaşın da bu sınıfta olduğunu görüyorum; bir de takım arkadaşım var. İlk derste bir kızın ki özgüveni çok yüksek, benimle ilk konuşacak kişi olduğunu seziyorum. Ben her zamanki taktiğimleyim; hep aptal görün ama hiç aptal olma.

Teneffüse çıkmıyorum. Teneffüs dönüşü o kız kendinden emin edasıyla, benle kafa bulmak düşüncesiyle belki, yanıma oturuyor. Bilemem, belki de beni kapmak istiyor. Kısa yanıtlar veriyorum sorularına. O beni okuldan tanımıyor çünkü onlar 1.sınfı okurken sınıfta kalmış ben okula devam etmemiş, yıl sonu sınavları sonucunda ikinci sınıfa geçmiştim ki yukarıda belirttiğim gibi tek dersten borçlu olarak.

Ama ders İngilizce oldumu benim one man show'um başlıyor. Buna edebiyat ve felsefe grubu dersleri de dahil edelim lütfen. Sinema, müzik, güncel hayat, kitap, siyaset, ideoloji, spor gibi ne varsa bende var. Sonraki günlerde, sonraki dedimse bir iki gün sonra erkek kısmının ilk kaşifleri de keşfediyorlar beni ve hâlâ en iyi iki arkadaşım olanları o süreçte ve bu sınıfta tanıyorum.

Enteresan bir an yaşıyorum o gün. Çok hatırlamıyorum ama o hafta sonu ya da bir sonrasında, az önce yanıma oturan kızın doğum günü var. Dördü aynı sınıftan olan arkadaşlarının yanı sıra beni de davet ediyor. İlk andan beri kendine güvenini takdir etmekle birlikte beni hafife aldığını düşünüyorum ama kendine güveni ve beni kendine ayırma hali de güzel oyun tadı hissettirdiği için hoşuma da gidiyor. Kişinin bir konser akşamında* özellikle yamacıma denk getirilen ve onu eve bırakma görevinin bana verildiği kız olduğunun altını da çizmem gerekiyor.


Tam o günlerde bir vitrindeki kazak dikkatimi çekiyor. Almak için birini ayartmam gerek. Ben bu uğraş içindeyken bir kaç gün sonra yeni tanıştığım ve bugün de enn arkadaşım olan iki kişiden ileri ki yıllarda efsane seyahati birlikte yapacak olduğumuzun üzerinde aynı kazağı görüyorum. Hem de benim sevdiğim renktekini. Oysa doğum gününde onu giymeyi hayal etmiştim. Kazağın -mecburen- kırmızısını alıyorum ki tüm ömrümün tek kırmızısı bu; çünkü kazağın modelini sevdim. Hem Finlandiyalı penfriend'ime bir -renkli- fotoğraf göndermem gerek. Onlar poloroid makineye sahipler ve elimde bir fotoğrafı var. Vesikalık ve evlilik fotoğraflarım hariç ilk ve tek kez bir fotoğraf stüdyosundayım. Fotoğrafçının canını çıkardım desem yeri. O tebessüm istedikçe bende tık yok, oysa güzel gülen biriyim. Buna ilaveten konum ayarları ile uğraşıyor, poz yaratmaya çalışıyor ama nafile... Ve sonuç itibariyle tarihimdeki tek portre fotoğrafı olarak bir kaç gün sonra bunları elime tutuşturuyor.

Doğum günü geliyor. Doğum günü hediyesi olarak ortaklaşıp çok hoş, çok zarif bir kolye alıyoruz, tanıdık bir kuyumcudan.

Arkadaşım farklı bir şey giyiyor ve ben altındaki kotumla birlikte partiye bu kazakla katılıyorum. Bir de planımız var. Beş erkeğiz ancak kız sayısının bir kaç katımız olacağı kesin. Plan şu, biraz geç gideceğiz; hepimiz beklentilerin ve planların aksi bir eylemle popüler ve kendinin farkında kızlar yerine daha sakin, hesaba dahil edilmeyen kızlara yöneleceğiz.

Tabii ki pratiği öyle olmuyor. Götürdüğüm plaklar başrolü alıyor. Diğer başrolün de bir plan dahilinde bana verildiği anlaşılıyor. Aslında ben için fena bir durum değil bu. İlk dansımı ilk yabancı grup konserimizde yamacıma oturtulan, doğum günü kızıyla yapıyorum. Koltukta oturan bir kız dikkatimi çekiyor. Bana benzediğini düşünüyorum, biraz da Finlandiyalı mektup arkadaşıma. İçgüdülerim sürekli ona doğru iteliyorlar beni. Önündeyim, öyle güzel gülümsüyorum ki. Dilimde çıt yok ama duruşum dayanılacak gibi değil. Fena bir etkinin altındayım. Elimi uzatıyorum. Çok tatlı gülümsüyor ve elini uzatıyor. Aman Allahım! Sanki bir anda herkes yok oluyor. Bütün sesler sustu ve sadece ikimiz varız. Kelimelerimiz insan ve bıcır bıcır. Sonra balkona çıkıyoruz. Liman ve denize bakıyor, konuştukça konuşuyoruz. O gitar çalıyor ve aynı zamanda resim yapıyor. Bir alt sınıfta ve bizim okulda, ben sabahçıyım o öğleci. Babası hakim. Durmaksızın konuşuyor, içeri geçince yan yana oturuyor, kalabalıktan kopuyor, kelimelerimizde yok oluyor, kristal avizelerin tavana yansıyan pırıltılarından dem vuruyoruz.

Tanrım ne güzel bir romantizm bu!

O ara sınıfın kızlarından bir uyarı geliyor.

Bana!

Nezaketen uyuyorum, üzülüyorum biraz da yaşattığıma, üstelik doğum gününde... Ancak gönlüm de, dilim de, sular seller gibi O'na akıyor ve ferman dinlemiyor. Frekanslarımız o kadar örtüşüyor ki yüzyıl orada ve anda kalsak, bıcır bıcır, susamışçasına konuşsak ve o sırada dünya yansa umurumuzda değil. Öylesine bir bulmuşluk.
 

Ertesi gün uyanıyorum ve rüyadan çıkıyorum. Aynı grupla yaşam devam ediyor. Her yere birlikte gidiyoruz, gün içinde de sınıfta bir aradayız. Dans ettiğim kız öğleci, okulda karşılaşma şansımız olmadığı gibi ben şehir merkezine 20 kilometre uzakta oturuyorum. Ulaşım olanakları saatlere bağlı ve karşıt görüşlü grupların olduğu bölgeden geçmek zorundayım ki çoğu akşam belediye otobüslerini durdurup içinden adam alıyorlar. Elimi sallasam ellisi havalarım bünyeme egemen. Oysa kalbim başka şeyler söylüyor. Ama ah şu erkek dünyası işte, işi gücü sayılar. Ben koşmam, yapışmam, koştururum peşimden. Aşk da neymiş bakim.


Sonraki Yıl

Artık o sınıfta olmasam da  aynı kızın doğum gününe davetliyim. Aynı erkek grubu olarak buluşuyoruz; yine ortak bir hediye alıyoruz. Otobüs bekliyoruz. Tam binecekken, önceki doğum günündeki kızı fark ediyor ve beni uyarıyor arkadaşlarım; binmek istemiyorum çünkü bir yanıtım yok ama mahcubiyetim çok. Sonuçta biniyoruz; arkada kalarak görmezden geliyorum. Varınca durağa adım eksilterek iniyoruz. Çokça oyalanarak yürüyoruz apartman girişine doğru... Ve bingo!  Hayatımın en güzel sohbetlerinden birini yaptığım, dans ettiğim ve kimseleri görmez sohbetler esnasında sürekli ötekiler tarafından dürtüldüğüm kız, asansörü bekliyor. Mecburen ve mahcubiyetle "Merhaba, nasılsın?" diyorum. Aldığım yanıt içimi paramparça ediyor.

"Aslında selamını almamam ve sana selam vermemem lazım. Kaç kez rastlaştık ve selam verdim sana ama sen görmedin bile beni."

Arkadaşlarım durumu kurtarma çabası içindeler...

8 Mart 2022 Salı

Üç Öğün Bir Yazar

Sabah bir tıkırtıya uyanıyorum. Penceremi tıklayan kim? Kalın perdenin kenarından bakıyorum. Afacan bir güneş. Oyuna ortak aradığını anlıyorum. Kaçınılmaz bir gülümseme yüzüme bağdaş kuruyor. Gönlüm söz dinlemiyor ve o da oyuna ortak oluyor. İtiraza yeltensem de üçe karşı birim. Dışarı bakıyorum, havadaki pusu ve ışığı seviyorum. İstemem yan cebime numarası çekiyorum ama!.. Ortalık kahkahadan geçilmiyor. Yemezler abim tadında bir tekerleme kulaklarımda çınlıyor. Sabah rutinlerinin ardından giyiniyorum. Gün Pazar. Aklımda pide dönüyor. Etli ekmek kafasını uzatıp uzatıp gönlüme oynuyor. Minik fotoğraf makinesi ve bir kitap benden önce sırt çantama kuruluyor. Bahçe kapısına yürürken fikrim hâlâ bir karara varamıyor. Köşeyi dönüyorum. Gündeki ve denizdeki pusu seviyorum.

Fikrimse seçenekler içinden bir yön seçti seçecek...


Önümde cam göbeği bir mavi. Suyun üzerinde martılar. Sol yanımda pus ama karşı tepede güneş. Denizin kıyısında kırmızı montu ile bir genç kadın. Gözleri ufukta, düşünceleri duru. Anında yazıyorum. O ara kararım ses veriyor. Hava soğuk ama gönlüm "Olur be!" diyor


İskele yönüne kıvrılıyorum. Aklımda ne yesemler dönüyor. Su böreği net. Yanına eklemek istediklerim kararsız. Sabah mahmur. İskele boş. Ufuk da pus. Binbinler yorgun; ıssız bir uykudalar. Parmak ucu yanaşıyorum. Uzak ufuk rüya tadında. Bir fotoğraf çekmeden asla. O ara aklım bir önermede bulunuyor. Gözüm ona uyup Kahve Dünyası'na kayıyor. Fikrim boş durur mu? O da beni çelmeye çalışıyor. O ara bir "Heeeyyt!!!" narası yeri göğü titretiyor.


Lozan Caddesi'ndeyim. Açık hava okuma noktam. İçeri giriyorum. Yeni bir eleman. Uzun boylu bir genç kız. Farklı.

"İki dilim su böreği ve bir çay lütfen."

Geliyor böreklerim ve çayım. Sıcacık börekler göz alıcı, ara katlardaki yumuşaklıkta köy sarısı, ısırıkla birlikte en üst kattan ve tabandan gelen incecik bir çıtırtı.

Ve "İşte bu!" dedirten bir peynir tadı...

Miss gibi çay, miss gibi börek ve ve miss gibi bir kitap.

Montun fermuarını çekelim yine de...


Makbule Aras Eivazi bir çevirmen. İran Edebiyatı'ndan, Farsça'dan kitaplar çeviriyormuş. Kitapçımda dolaşırken aralık ayının sonunda, göz göze geldiğimiz anda kalakalıyorum ve bir kıvılcım oluşuyor aramızda. Kitabın kapağı beni çeken. Daha doğrusu kapaktaki kırmızının tonu ile kapağa hakim renklerin kontrası. Ve elbette ad: Sonun Bacakları.

18 kısa öyküden oluşan 115 sayfalık bir kitap. Başlangıçta biraz burun büker gibi oluyor içimdeki ukala. Ne var bunda ki ben de yazardım havasında. İlk hikâyede üsluba ısınıp bükülen burnu geri alma, sonrasında basit bulunan anlatımın inceliklerini fark etme... Isındıkça birbirimize kapılıp gidiyorum seline. Gündelik hayat, mahallenin kenarları, arızalı durumlar, aşklar, kadınlar, erkekler falan derken kitaptaki harfler yok oluyor. Keyfim kitaptan bir türlü kopamıyor. O ara yeni eleman genç kız elinde çay ile dışarı çıkıyor.

"Bir dilim su böreği ve bir de çay lütfen"

Dediğim anda uyanıyorum ve ekliyorum. "Çayı'nı ve sigarını içtikten sonra ama."

Şaşırmış olmalı ki "Emin misiniz?" diye soruyor. Ve bingo, bir kez daha birisi benim üniversitede hoca olduğumu düşünüyor.

Konuşkan bir genç kız. Atak. Öğrenci olduğunu anlıyorum. Bölümünü soruyorum. Yan flüt ve şu an hatırlayamadığım bir enstrüman çalıyor. Hedefleri var, para biriktirmek için çalışıyor. Bizim opera baleye yönlendiriyorum. Mutlaka erasmus yap diyorum ki planlarının içinde. Mola bitti ve benim çayımla böreğim geliyor.

O halde Börek Çay Kitap.

Öğleden sonra enn sevdiğim kadın arıyor. Dün akşam bir doğum günü kutlamasındaydı. Bugün geçen haftadan söz verdiğim barınakta balık işi yaş gözüküyor. Sinema işimi de hafta içine erteliyorum çünkü bir taşla iki kuş vurma fikrindeyim. Üstelik iki filme bir üçüncüsünü ekledim ki o da Bergen.

Enn Sevdiğim Kadın çok sevmiş.

Biraz uzanıyor, elime bilgisayarı alıyor, blog yazıları okuyor, yorumlar yazıyor akşam ne yapsam diye düşünüyorum. Sinema dürtüyor ama akşam seansı yüzünden iki arada bir deredeyim. Sonuçta bölgemde kalmaya karar veriyorum ve kitabı sırt çantama atıp bu kez yine sevdiğim bir mekâna yürüyorum. O arada da kafamda menüyü oluşturuyorum ki uzun bir süre kitapla takılmak istiyorum.

Hoş bir masadayım. Müzik güzel. Az önce, "Bir simit, iki tane şu pastadan, iki şundan, iki şundan, şunlardan da birer tane ve bir de çay lütfen," demiştim.

Küçük kuru ve tatlı pastalardan oluşan tabağım, simitim ve çayım masada yerlerini alıyor. Bense öyküde kaybolmuşum. Sakin bir köşede ama tüm insanları ve mekânı ve sokağı gören bir noktadayım. Hımmmm minik kuru pastalar yine çok nefis... Görünüyorlar!

Önce simiti götüreceğim, sonra uzun bir zamana yayarak, belki ikinci çayı isteyerek okumanın tadını çıkaracağım.

Öyle de yapıyorum.


Dün. Sabah dünyada ne var ne yok taraması yapıyorum, gazetelere göz atıyorum. Sonra da iş başı. Rutin bir gün. Az aksiyon katmak istiyorum. Bir kaç öngörüm var ve o doğrultuda bir kaç talimat veriyorum. Hava Kuzeyli. Arada bir güneş göz kırpacak gibi. İkindi vakti atıyorum kendimi dışarı. Paraşütün ucunda bir genç kız; eğitim aldığı belli. Havalanma olasılığı sıfır. İzleyiciler bekliyorlar ama henüz paraşüte yön verme eğitiminde O, asla havalanmayacak.

Deniz Kızı Kafe'ye doğru yürüyorum. Sonra aklım "Palmiye Kafe'ye gitsene," diyor.

Çok haklı.

Dışarıda oturuyorum. Kitabımı açıyorum.

"Bir karışık tost ve bir çay lütfen," demiştim az önce. "Karışık tost kalmamış, kaşarlı ister misiniz?" diye sesleniyor şef. "Olur," diyorum.


Deniz kıyısına bir küçük kız geliyor. Sırtını dalgalı denize dönüyor ve kumlara çömeliyor. Önüne ya fotoğraf makinesi ya da bir telefon sabitlemeye çalışıyor. Biraz uğraşıyor ve sanırım hedeflediği fotoğrafını çekiyor. Bir adam martılar için yemek artıklarını kumsalda bir yere dağıtıyor. Bir anda gökyüzünü martılar kuşatıyor. Sabırla uçuyor, sofranın adabıyla kurulmasını bekliyorlar. O sırada bizim kafedeki görevli de sofraya katkıda bulunuyor. Yüzü denize dönükken ve kim bilir aklından neler geçerken kapuçinosunu yudumlayan kadın kalkıyor.

Kitabın son hikâyesi Hariçten Gazel'deyim.

"Bir çay daha, lütfen"

5 Mart 2022 Cumartesi

Bir Kitap Nasıl Murdar Edilir?

Kitap, alışveriş yaptığım kitapçının sitesinde dolaşırken adıyla vuruyor beni. Yazarı tanımıyorum. Arka kapaktaki tanıtım yazısını okuyorum.

... Jenny Erpenbeck Bütün Günlerin Akşamı'nda bizi 20.yüzyıl boyunca Galiçya'dan Viyana'ya, Moskova'dan Berlin'e uzanan farklı kültürel coğrafyalarda, farklı siyasal iklimlerde, tek bir ömrün kucaklayabileceği olası hayatlarda dolaştırıyor.

Michel FABER, The Guardian.

Refarans etkileyici, kışkırtıcı ve üstüne atlamalık. İçgüdülerimse ayakta ve almam konusunda müthiş bir baskı oluşturuyorlar. Yazar Doğu Almanya'lı. Bu ilgimi çoğaltan bir unsur. Merak ettiğim, yalnızlaştırılmış, efsaneleri olan ve bu nedenle çocuk bende hep merak uyandırmış bir ülke; Tıpkı Sovyetler Birliği başta olmak üzere diğer blok ülkeleri gibi... Geçmişe, soğuk savaş yıllarına, belki daha öncesine dair bir heves iştahımı gittikçe kabartıyor, bunun yanı sıra da ısrarcı bir çocuk tadıyla ve bir an önce telaşıyla elimi ayağımı çekiştiriyor. Elbette gönlüm romana düşmüş durumda... Ekliyorum siparişe ve hemen satın alıyorum.

İki gün sonra elimde. Onunla başlıyorum; sıra bekleyen pek çok kitabın heveslerini kursaklarında bırakarak...

İlk sayfayla efsunluyor beni yazar ve bir elektrik süpürgesi gibi çekip alıyor dünyasına. Su gibi akıyor. Aradığım her şey var. Yazarın dili ve birikimi muhteşem.


Toplam 290 sayfa; I.Kitap, II.Kitap,III.Kitap,IV.Kitap,V.Kitap diye bölümlere ayrılmanın yanı sıra her bölüm kendi içinde Intermezzo başlıkları ile de ayrılıyor ancak bu ilginç kurgu, bir yerden sonrası için bir altyapı ihtiyacı da duyuran romanı çok da keyifli kılıyor.

195.sayfaya kadar soluksuz geliyorum. Artık SSCB'de dahil olaya; Stalin, Buharin, Lenin adları, politbüro, sistemdeki yozlaşmalar, "parlak" devlet yapısının ardındaki çekişmeler kitabı bir başka tona yükseltirken aslında kuvvetli bir dönem tasviri ile birlikte, eleştirel örnekler de katıyor ana hikâyeye.

Yazar aslında -aynı kuşağın insanı olarak- benimle aynı düzlemde kuvvetli bir fon olarak da kullanıyor bu tarihsel altyapıyı.

Ama bende bir arıza oluşuyor o noktada. Bir bıkkınlık hissi mi döneme dair bu bilmiyorum. Tıfıl yaşlarımızda boyumuzdan büyük onca kitabı okumuş olmak, oradan bir devrim ve dünya hayali oluşturmak, Fidel, Che ve Deniz gibi nispeten romantik devrimcileri sempatik bulmak ve öykünmek, sonra 80'lerin ikinci yarısında tasavvur edilenin dışında bir pratikle yüzleşmek!

Yıkılan duvarların ardındaki çıplaklıktan saçılanlarla, okunarak benimsenmiş doğru teorilerin uygulayıcıların niteliklerine bağlı olarak yolundan şaşıp faşizan yönetimler oluşturuyor olmasına tanıklık etmek, bu çelişkiyle yüzleşmiş olmak; belki de baştaki heyecanımı kalbimden ayaklarımın dibine düşürüyor.

Elleri avuçlarımda soğuyan arkadaşlarımı düşünüyorum. Bir aldatılmışlık hissi göz kenarlarımı ıslatıyor. Yine de haftalarca inatla araya kitap almıyorum, yazarı eleştirebilecek bir durumda değilim. Film gibi akan kitabı bitirmek konusunda ısrarcıyım ama her seferinde bir kaç sayfa sonra bırakıyorum. Sonra hızlı okuyarak, atlayarak gitmeyi deniyorum, biraz gidiyor ve kalıyorum.

Ve pes ediyorum.



*Konuyla bağlantılı bir film, Elveda Lenin.

3 Mart 2022 Perşembe

Ne Güzel Kardeş Ne Güzel Ben Ne Güzel Kadın

Renkli Türkçe Sinemaskop


Cuma günü akşamüstü telefon çalıyor. Ekrandaki isim Ne Güzel Kadın. Galip Usta çevre yolu üstünde yeni bir yer açmış. Ne Güzel Ben, önce "Kim Galip Usta?" diye düşünüyor ama konuşmada bunu çaktırmıyor. Biraz sonra jeton dank ediyor; kim olduğunu anlıyor ve konuya tali yoldan çıkarak dahil oluyor. Pazar günü için anlaşıyorlar.

Gün cumartesi. Telefonundan Ne Güzel Kardeş'i tıklıyor. "Pazar günü Ne Güzel Kadın, Ne Güzel Ben ve Ne Güzel Sen, Galip Usta'nın yeni yerine gidelim mi?"

Saat 9.30'da aşağıda buluşacaklar ve saat 10'da da Ne Güzel Kadın'ı alacaklar.

Ve saatler ayarlanıyor.

Pazar sabah. Ne Güzel Kadın'ı arıyor. Giyiniyor ve bahçeye iniyor. Ne Güzel Kardeş'in salon camından içeri bakarken üç harflisinin motor sesini duyuyor. Biraz sonra telefonun tek tuşuna dokunuyor ve Ne Güzel Kadın'a "Şu an Peçko Fırın'ın önünden geçiyoruz," diyor.

Keyifli bir sohbet başlıyor. O sırada kulağı radyodaki şarkıya yapışıp kalıyor. Çok sevdiği bir şarkının bir yeniyetme tarafından yorumlanışına bayılıyor. Hemfikirler. Ekranda yazılı ismi anında aklına yazıyor. Ne Güzel Kardeş hariç, şu an geçmekte oldukları noktadan ötesine en son pandemiden önce geçtiler.* Laf lafı açıyor ve yıllar yıllar önce burada yaptıkları efsane bir futbol maçı konuşuluyor. Gülünüyor, peşi sıra dökülüyor başka anılar, karakterler...


Eski yerin duruyor olmasına seviniyorlar. İki yeğen orada. Galip Usta ise bu abartısız ama güzel dekore edilmiş, diğerine göre büyük, kasılmayan, bahçeli, sakin ve hoş mekânda.

Ne Güzel Kadın garsondan ön bilgileri aldı ve şimdi fırının başında Galip Usta ile sohbette. Sevdi burayı.


"Üç kavurmalı yumurtalı lütfen."

"Bir de ortaya kapalı kıymalı lütfen."

"Önden de küçük bir kahvaltılık ve üç çay lütfen."


Keyifle sohbet ediyorlar. Laf arasında ucundan ucundan kahvaltılıklara dokunuyorlar. Laf lafı açıyor, değişik mekânlara doğru uzuyor. O mekânların fiyat tavır ilişkisi üzerine hem şehir özelinde hem de ülkedekiler üzerine konuşuluyor; Ayaspaşa Rus Lokantası, İnciraltı Meyhanesi, La Mahzen, Barba Vasilis, 7 Mehmet, artık olmayan La Sera ve efsane Cumhuriyet Lokantası gibi akla gelen bir kaç mekân öne çıkarılıyor ve laf dönüp dolaşıp yeniden açılan Fischer'e geliyor. Ne Güzel Kadın menüde yazılı olanlarla masaya gelenlerin eksik olduğundan, eski Fischer olmadığından, fiyat sonuç ilişkisinin çok eleştirildiğinden söz ediyor.

Sonrasında geçmişten pide hikâyeleri saçılıyor ortaya. Laftan lafa raks ederek geçerlerken misss gibi pideler konuşlanıyor masaya.

Çaylar tazeleniyor.


İncecik ve çıtır hamurlarla kaliteli kavurma birlikteliği muhteşem. Sohbetse daldan dala. Eski pide günleri, şehrin eski halleri ve bugünü üzerine, araya renkli anıları da alarak keyifle yiyip içip gülüyorlar. Ne Güzel Kadın park yerindeki arabalardan esinle iyi ki benim arabayla gelmedik diyor, konu oradan gençlik başımda duman yıllardaki üç harfli maceralarına uzuyor. Çaylar bir kez daha tazeleniyor. Ruhlar fazlasıyla hoppa.

O halde kısa bir Çarşamba turu atabilirler. Ne Güzel Ben'se tam yeniden ana yola çıktıkları esnada "Neden tren buraya kadar uzatılmıyor ki?" diyor. Konu çünkü o anda Çarşamba'daki fakülteye geliyor. Oradan haraketle sohbet şehrin durumuna uzuyor, derken Ne Güzel Kardeş'in fikrine Organize Sanayi'ye girmek geliyor.


Ortalıkta Allah'ın kulu yok. Sanki tüm canlıların eriyip kül olduğu, o küllerin de yok olduğu gizemli bir coğrafyadaki üç insanlar. Bunu bir oyuna çevirmek, o oyunun başrol karakterleri olmak konusunda başarılı olduklarıysa bilinen bir gerçek. Çok eğleniyorlar. Dünyanın yok olmasından önceki evreden arkadaşları olan iki kardeşin fabrikasının önünde duruyorlar. İçeride model model Anadol ve Amerikan arabaları var. Bu kardeşlerden birinin en büyük keyfi uçmak, diğerininki de eski otomolleri yenileyip koleksiyona katmak. Ne Güzel Kadın ortama bayılmış durumda. O sırada 55 Model Chevrolet'nin fotoğrafını çeken Ne Güzel Ben, Ne Güzel Kardeş'e "Şu eski modellerin stoplarından ve direksiyon çemberlerinden Ne Güzel Kadın'a getirsene," diyor. Bitişik fabrika ise kuruyemişçi. Ne Güzel Ben'in çocukluk arkadaşı. Oradan sonra geri çıkışa doğru başka bir yoldan ilerlerken bir anda arka koltuktan bir ses geliyor.

"Durun!"


Bir şekerleme fabrikası, helvaları ile meşhur. Tanıdık insanlar. Keskin gözler çok hoş bir espri yakalamış. Sağ duvarda. Susam Sokağı levhası var. Ne Güzel Kadın iniyor ki Ne Güzel Ben anca uyandı duruma. Çekiyorlar fotoğrafları. Çok keyif alıyorlar ıssızlıktaki, insanları yok olmuş coğrafyadan. Yeniden asfalta çıkıyorlar. Pandemi nedeniyle gelemedikleri yerleri konuşuyorlarken balıkçı barınağının önünden geçiyorlar. İşte tam o sırada Ne Güzel Ben "Haftaya Barınak'da balık ısmarlim size," diyor.


Belediye Evleri adıyla anılan yerden geçerken Ne Güzel Ben buradaki evlerin güzelliğinden, genellikle Amerikan radarında çalışan Amerikalıların oturduklarından, sağ taraftaki dolgu sahasının dolmadan önce Romanların mahallesi olduğundan; kömürlü Çarşamba Treni'nn o mahalleninin dibinden geçtiğinden, yolun tek şeritli olduğundan, şu sanayi sitelerinin hiçbirinin olmadığından söz ederken; "En büyük keyfim bisikletimle sanki bir şehirden bir şehire gidiyormuşum tadıyla bu yolu kullanarak evden taa Belediye Evleri'ne gidip dönmekti," diyor.

Sonra mıntıklarına varıyorlar. Önce Migros'a uğruyorlar. Ne Güzel Kadın, Ne Güzel Ben için aldığı Oksijen'i ona uzatıyor. Ne Güzel Kardeş üst geçide kıvrılıyor. Sonra bir sağ daha yapıyor. Ne güzel günün sonunda Ne Güzel Kadın eve doğru yürürken, Ne Güzel Ben "Ne Kadar Şanslıyım Ben," diye düşünüyor.



*Özellikle benim kuşağımın klibe hiç göz atmadan sadece dinlemesini öneririm. Çünkü radyo sonrasında eve dönüp klibi izleyerek dinlediğimde yıkıma uğradım!



*Oysa ki sadece pide yiyeceğiz sanıyorduk...

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP