Gün ışımadı. Biraz blogları dolaşıyorum. Sonra geceyi yanımda geçiren kitabı alıyorum elime. Çek yazar Karel Çapek. 1890 doğumlu. 1938'de zatürreden ölmüş. Kitap 1936'da yayınlanmış. İlk cümleden itibaren seviyorum. Kaptan J.Van Toch ile tanışıyorum. Kaynaşıyoruz hemen. Üslup muhteşem, incecik bir mizah; sıcacık. Çocukluk dünyama döndüren bir yetişkin romanı. İlk kitaplarımın tadı gözlerime bulaşıyor. Mesela Mercan Adası... Güne, üstelik Cuma gününe nötr bir ruh halindeyken.
Telefonuma tek kelimelik bir mesaj düşüyor: "Hazır." "Yarın sabah uğrarım," diye yanıtlıyorum çünkü kaçan film nedeniyle gardım hâlâ düşük. Önümde nötr bir gün var ve şehirde şenlik duygum yerlerde. Oysa hava Kuzeyli!
O sıra kitapta bir cümle çıkıyor önüme: Okunacak hiçbir şey yok günü. Ruh halime çok uygun. O halde yazı başlığı yapabilirim bunu. Okunacak bir şey olmayınca yazılacak bir şey de yok...
Bu durumu anlatan bir yazı düşünüyorum.
Bir gün önce, perşembe geç vakit. Hiç yapmadığım bir şey için uzandığım yatağımda bilgisayarı açıyorum. Fikrimde bir film izlemek var. Benim de kardeşin Netflix'inde kullanım hakkım. Bakınırken bir afiş dikkatimi çekiyor, mevzusunu okuyorum. Zaten istediğim de ciddiyetli bir film değil, sıkılmadan zaman geçirmek. O halde bu uygun. İzlemeye başlıyorum. Gidiyor; köpük hali seviyeli sayılabilir, bir film tadı da veriyor. Sonra bir bakıyorum ki bir dizi bu. Uykum yok, yapacak bir şey de yok çünkü ihtiyacım köpük saatler. O halde devam. İkinci bölümün yarısında veda. Gazeteci ablayı seviyorum, takım arkadaşlarını da. Fakat aradığım da bu değil. Bir ton uyuşmazlığımız var ve elveda.
Gün iyice ışıyor. Mutfağa geçiyorum. Döküm tavada zeytinyağını yüksek ateşte ısıtırken, tam buğday dilimlerini kızarmaya bırakıyorum. İki mi bir mi? derken tek yumurtaya karar veriyor, biraz iricesini sürüden ayırıyorum. Tam zamanı, yağ ses veriyor, kırıyorum ve çatalla şöyle bir çeviriyorum. Üzerine bir kaç dilim beyaz peynir.
Ekranı açıyorum, yataktan çalışıyorum, filtre kahvem yanımda. Piyasalar pozitif. Antalya buluşmasının etkisi kurtlar sofrasında. Forumlarda ver gazı! Biraz gazetelere göz atma, biraz piyasalar falan derken, fikrim usul usul zihnimi işlemeye başlıyor. "Hani," diyor, "önce gidip hazır olanı alsan ama gidiş saatini filmin seansına göre ayarlasan, biraz da öğlen atıştırması işini hesap etsen... Nasıl olur acaba?"
Bünye havalarda, içi gidiyor da burnundan kıl aldırası yok yine. Miskini oynayacağı kesin... gibi?! Fakat durun... İçinde bir hareket var. Ruh ayaklandı, keyif yanı ona katıldı, günün hikmeti ateşi harladı. Kesin gidecek!
Hava sertleşecek, o alaylı bir metorolog: kapüşonlu kabanı aldı, ceplerine yedek maskeleri koyuyor, sırt çantası konusunda kararsız, almadı ve çıkıyor binadan.
Bir kaç adım yürüyor ki fotoğraf makinesini almadığını fark ediyor. Şimdi her şey yolunda. Buralarda mı bir şeyler atıştırsam? derken doğru istasyona yürüyor. Samkartı yüklesem mi yoksa indiğim yerde mi? diye düşünürken yetersiz bakiye diyor turnike. Yüklüyor ve geçiyor. İlk tren çok kalabalık, onu salıyor ki bunu biraz da zamanda boşluk olmasın amaçlı yapıyor. Bazen bir hesap adamı O.
Trendeyim, oturuyorum. Keyfim normallerimde, heyecanım tavan. Eczaneye uğruyorum. Tansiyon ilaçlarımı alıyorum ve elbette Tarihi Kılıçdede Fırını.
Aslında karşı köşedeki cağ kebapçı beni çelmek için elinden geleni yapıyor ama fikrim ona boyun eğmiyor ve iki börek alıyoruz. Şimdi caminin avlusundaki çay ocağından bir çay söyleyip alçak tabureli alçak sehpalarında ulviyetli bir atıştırma yapabiliriz. Aslında orada sürekli arabasıyla börek satan bir abi var. O an düşünemiyorum bunu çünkü o avluda ilk kez bugün oturup çay içiyorum. Böreklerimi yerken börekçi abiden almadığıma üzülüyorum... Ve fikrimle karar veriyoruz ki bir dahakine burada oturup atıştırmayı düşünürsek börekleri abiden alacağız.
Çay parasını ödüyorum ve sinemanın olduğu AVM'ye doğru yürüyorum. Saate baktığımda erken buluyorum. O halde sanayiye geçip eski arkadaşlarımla biraz sohbet edebilirim. Cevat'a uğruyorum, çocukluktan arkadaşım: Kendisi kuvvetli bir dindardır ancak kendince doğruları olanlardandır. Mesela hile yapılabilir; ticarette mübahtır bu! Gençliğimize girsem ne iplikler pazara çıkar ancak dün dündür ve tövbe edilmiştir. Epey sohbet ediyoruz, piyasanın eskilerinden konuşuyoruz, geçmişin tadının artık kalmadığından da.
Film saati yaklaşıyor. Ceplerimi boşaltmaktansa kabanımı olduğu gibi x ray'e yolluyorum. Gişede fena kuyruk. Önce sıraya giriyorum ancak nerede eski sinemalar; şimdi gümrükten geçmek daha kolay. Film söylenecek, o ekran açılacak, koltuk durumu ekrana gelecek, o ara patlamış mısır, içecek, sonrasında küçük boy mu yoksa büyük mü gibi sorulara yanıt verilecek. Koltuk konusunda ekrana hâlâ bakmakta olan çift karar verememiş olacak ama genelde kadın galip gelecek ve film adama azap olacak ama sen de kararlı bir izleyici olarak, bekleyip duracaksın.
"Netten al o zaman kardeşim."
"Ya bir sebeple vazgeçersem ya da yetişemezsem?!"
Şu an mesela benim filmime süre az ve kuyruklar kalabalık. Kiosk'a o halde! Uğraşıp duruyorum. Sonuçta hep eror. Gişeye yanaşıyorum, çünkü kiosk öyle diyor. "Filmim için 15 dakika var ve kuyruk, kiosk çalışmıyor..." İyi niyetli bir genç, araya beni sıkıştırması yakışık almaz. Sorun Cinemaximum'un, 3. gişe niye kapalı?
Giriyorum nispeten az olan kuyruğa. Uyanık Türk halkı eylemi bu kez işime yarıyor; önümdeki abi kuyruktan ayrılırken "Yan kuyruktakiler torunlarım, hangimize önce sıra gelirse diye girmiştim bu kuyruğa siz yerime geçebilirisiniz," diyerek bana dünyaları bahşediyor ki torun sayısına bakınca bu en az 5 dakika demek.
Eti Browni intense paketim cepte, suyum da iç cepte. Her zamanki salonda, yani 6'da ve koltuğumdayım. Sol başta bir abi var, sanırım o bilmeden bu filmde. Önümdeki sırada ve benim bir koltuk sağımda iki sevgili, sevdim.
İlginç ve dikkat çekici bir açılışla başlıyor film. Beni tavlıyor. İlgimi ve merakımı odağında tutarak devam ediyor. Sol tarafımdaki abinin telefonu çalıyor. Konuşuyor. Allah bereket versin. Ve beni yanıltmayarak ilk yarının yarısında çıkıyor. Film enteresan, yine ödüllü bir film. Drive My Car'ı sevmeyen bunu hiç sevmez diye geçiriyorum aklımdan. Emin olmamakla birlikte, sevenleri için belki diyorum. Tavsiye konusunda negatifim. Tilda Swinton'un performansınaysa bayılmış durumdayım.
Diyalogları sınırlı, bazı anlarda 5 dakika neredeyse durağan bakarak geçen çokça sahnesi, kısmen hareketli ama sadece dış seslerin olduğu uzun süreli anları ile alıp götürüyor film beni. Fantastik! Çok mutluyum.
İkinci yarı başladığında alt yazıların bir kısmı görünmüyor ve perde boyu kısalıyor, düzelir mi acaba ayarım kısa süre sonra bozuluyor. Sonra çıkıp uyarıyorum ve düzeltiliyor. Film gittikçe gelişiyorsa da hareketi başka yerde arayan izleyici için durağan ve sıkıcı. Çocukların çıkma niyetleri yok. İlk andan itibaren yerimi değişsem ve onları kendi hallerine bıraksam diye düşünmüştüm ama ben de filmleri bu koltuktan seyretmeyi seviyorum işte!
Filmde arada bir bir ses duyuyoruz. Daha doğrusu o sesi duyan filmdeki abla.
Mutluyum. Apichatpong Weerasethakul ilgimi diri tutan, uzun uzun anlatabileceğim, tadını içimde gittikçe çoğaltan filmiyle hoş bir sinema günü yaşatıyor bana; pek çok sahnesini çok beğeniyorum. Bir sahne var mesela; bir kontrbas, piyano, bir gitar ve davul ile biri kadın dört kişi bir caz parçasını prova ediyorlar. Ölüp bitiyorum dinlerken. Nasıl bir keyif bendeki. Tek o sahne bile yetebilir bana ki Latin coğrafyasındaki dış sahneler, mesela bir gece vakti sokakta dans eden gençler, sokağın tadı ve müzik...
2 saat 16'dakikayı çok keyifle, müthiş bir dinginlikle tamamlıyorum. Kabanı giyinirken iki tatlı gence filmi nasıl bulduklarını soruyorum. Tam yaşlarınca bir yanıt alıyorum; ikisi de konuşuyor film üzerine, çok tatlı ifadelerle anlatıyorlar düşüncelerini. (Oysa kötü kalbim nasıl bir kötücüllükle yorumlamıştı onları, "Tabii bu filme kimse gelmez sanmıştınız," bile demişti!.) Sonra diyorum ki "Hayatın basamakları böyle çıkılıyor çocuklar. Sizi o kadar iyi anlıyorum ki ve bu beni geleceğiniz adına da çok sevindiriyor. İlginizi çektiyse bu tarz başka bir film izlemenizi öneririm size; Sonsuzluk Üzerine.* Bir İsveç filmidir, coğrafyayı daha çok seversiniz ve o daha çok karakterli ve yan hikâyelidir." Çok teşekkür ediyorlar. Sonra içimden gelen ve bir türlü zapt edemediğim cümle kendini dışa vuruyor: "Birbirinize çok yakışıyorsunuz."
İniyorum katları. Adımlarım duygularımın yönünde. Browni intense ambalajlarını ve suyun şişesini çöpe atıyorum ve giriyorum kapıdan içeri.
"Bir salep lütfen."
"Tarçın ister misiniz?"
"Evet, lütfen."
Usuldan bir kar serpiştiriyor. Isıtıcının altında en köşe masaya oturuyorum. Kar tanelerinin üzerime üzerime gelişi hoşuma gidiyor. Bir süre kalıyorum. Kar şiddetini artıyor. Salebimin sıcağı ve o güzel soğuğun tarçın kokusu içime doğru tatlı tatlı akıyorken keşke çocukları da davet etseydin diyor içsesim. Kar şiddetini artırıyor. Bu kez iki üç metre uzağımdaki ama aynı görüşe sahip daha korunaklı masaya geçiyorum. Bir yudum Kış'ın tadını, bahar izleriyle çıkarıyorum. Usulca üst geçide yürüyorum. Nefis bir kar yağıyor.
Telefon.
Enn Sevdiğim Kadın...
*Sonsuzluk Üzerine, linkteki yazının Gişenin Önündeyim alt başlığından itibaren!