28 Nisan 2023 Cuma

Fotoğraf

Daha acemi birliğindeyken, son görüşmemizden bir ay sonra baba öldü. En amcamın kararıyla küçük kardeşimin mağazaya geçmesine karar verildi, ben istemedim. Sonra hayatımın en zor işini yaptım, benim de hocam olan Pembe Hanım'dan, onun tüm ısrarlarına rağmen, takır takır sınıf geçen kardeşimin, lise birinci sınıf yarı yılında tasdiknamesini istedim ki bir daha okula dönmek istemeyeceğini biliyordum.

Yavaş Hayat başlıklı yazıdan.
Onu bir tarih hocasından çok bir ev hanımına benzetirdim. Derinlikleri konusunda ıssızdı. Güçlü bir hikâyenin ortasına oturtamazdım. Siyasi görüşü nötr'dü benim için. Hayata soldan bakan hocaların "bazıları" daha çok sevilirdi. O ise merak uyandıran bir sessizlikle, işini yapardı. Hiçbir hikâye kalıbının içine oturtamadığım, sakin, entelektüel sözcüğünün pek yaygın ve havalı bir ünvan olarak dillere pelesenk olduğu yıllarda kategorinin dışında tutulan, eşini kaybetmiş bu ıssız kadını hep merak eder, hikâyesini kendimce adlandırırdım.

Ta ki kelimeleri çerçevelediğim üsteki sürece varana ve yüz yüze bir görüşme için odasının kapısını çalıp içeri adımımı attığım âna kadar.

O kadar çabaladı ki ve o kadar anaç, ikna edici ve şefkatliydi ki sözleri... Ama koşullar çok ağırdı ve 20 yaşındaki, üstelik uzun askerlik sürecinin henüz başındaki, kocaman hayallerini rafa kaldırmak zorunda kalan gencecik bir çocuğun da üstlenmek zorunda olduğu yükümlülükten bakınca ve güncel koşulları düşününce karar noktasında başkaca da bir çare yoktu.

Küçük kardeş daha 15 yaşındayken okuldan ayrılacaktı ve mağazaya geçecekti, o yaşta ve bunun bir zorunluluk olduğunun farkındalığı ile üstelik.

Müdür muavini odasında yaşanan o ânda ise; biri eşini kaybetmiş, çocukları olan ve koşulları bilen kadın, diğeri de baba makamını da devralan bir abi olmak üzere iki yürek de bu zor ama zorunlu kararın altında ezilecekti...

Hayatımın en acı kararının verildiği o günden sonra hocayı hiç görmedim. Ta ki çok yakın bir zamanda Lise'nin mezunlar derneğinin facebook hesabına göz atana kadar. Yeni ölmüştü, ve bu fotoğraf vardı. O kadar sevdim ki fotoğraftaki Pembe Hanım'ı. Onun derinlerinde ve sessizliğinde, ıssızlığında ve kurumuş gülümsemesinde ev kadını görünümü dışında, acıyı tatmış, taleplerini bastırmış başka bir kadın olduğunu sezmiştim.

Bu fotoğrafı gördüğümde mutluluktan gözlerim yaşardı desem inanır mısınız? Çünkü sıradan bir öğretmenmiş varsayılan ve öyle hissedilen ve ev hanımı kategorisinden değerlendirilen bu ıssız kadının yıllar sonra rastlaştığım muhteşem başkaldırısı karşısında gülümserken, gözümden damlalar düşmesi kaçınılmazdı...

26 Nisan 2023 Çarşamba

Engüç İle Mengüç

Dün bir kez daha şehirde ve bir hafta önce keşfettiğim ve çok zevk aldığım pastanedeyim. Masama kurulmadan önce siparişimi veriyor, dünyanın en güler yüzlü insanları kategorisine gireceği kesin hanımefendi ile biraz hal hatır muhabbeti yapıyoruz. Elbette bahçeye geçiyorum ve aynı masada oturuyorum.

O sırada gözüm Kumru Hanım'ın içini ikamet bellediği saksıya takılıyor ki kendisi yok!


Kendisi yok ama fark ediyorum ki iki bebe var. Hanımefendi gelince anneyi soruyorum. Anlıyorum ki alışverişte. İsimleri var mı diye soruyorum, hanımefendi gülümsüyor. Anlaşılıyor ki düşünmemişler, sonuçta kuş!

Aheste götürüyorum soframdakileri; gözüm iki bebede, elime doğdular desem yeridir. Elbette gün gelecek uçup gidecekler, ama an itibari ile buradalar; bir anlamda ananın ev bellediği ve doğumu yaptığı yerdeler. Hanımefendiye anneanesiniz artık diyorum, gülüyor ve isim kısmı ise sanırım aklına yatıyor; düşünmediği için de henüz bir isim beyan etmedi.


Bebeleri ürkütmeden tempoyu iyice yavaşlatarak, enfes ıspanaklı böreğimi minik çay yudumları eşliğinde götürüyorum ve bir kez daha altını çizerek kabul ediyorum ki şehrin en güzel gül börekleri burada. Bebeler uyku mahmuru, birbirlerine sokulmuş ve biraz da yeni dünya ile tanışma evresinin şaşkınlığı içindeler. Bense birbirinden lezzetli kuru pastaları ufak çay yudumları ile götürüyorum. Aslında kitap okumaktı arzum ancak bebeler önceliği alıyorlar. Sanırım bir güven ilişkisi de kuruluyor aramızda ve iyice yaklaşıyorum. Bir gün yuvadan uçacak olsalar da bir adları olmalı...


Bir küçük çay ve dört pasta ilavesi için içeri geçiyorum. Sonra kankaların başında biraz takılıyor, aklımda isim şekillendiriyor, çayımın ve enfes kuru pastaların tadını çıkarıyor, annenin mama saati için döndüğünü seziyor ve ödeme için kasaya yöneliyorum. O sırada hanımefendinin isim konusunda hevesli olduğunu yansıtan gülümsemesi muhteşem, tam bir anneanne benimsemesi desem yeri.

Bana soruyor. Aslında bir isim var aklımda. Diyorum ki: "Annem küçükken bize bir masal anlatırdı, oradaki iki karakterin adı Engüç ve Mengüç idi."

Sürekli gülümseyen hanımefendi benimsiyor adları ve koymaya karar veriyor.

23 Nisan 2023 Pazar

15. Yıl Özel Sayı-6



 Saray'da Çarpan Tava

Aralık 2019
 

Günün en güzel battığı, günü devralanına da paha biçilemez bu güzel şehre yolcu gemisi her yanaştığında, zaten şehirle iç içe olan, şehirle yaşayan ve bu birlikteliğin kıymetli olduğu iskele şehrin güzel insanları ile dolar, Tarzan kesin orada olur ve gemi, bando ve alkışlarla karşılanırdı. Bu şehrin olağanı olan bu durum biz "taşralılar" için emsalsiz bir ritüeldi, çünkü bizim limanımız güzeldi ama doğal değildi ve şehrin canlı alanlarından kopuktu. Sonraki yıllarda Karadeniz'in en ucundan İstanbul'a varan seferler yeniden başladı ki benim için harikaydı. Gerçi 24 saat sürüyordu ama olsundu; iş yolculuklarımı, aciliyeti yoksa gemiyle yapmaya başladım. Ama bu kez gemi şehirdeki yolcu yokluğu nedeni ile uğramıyordu Sinop'a, ya da ben denk gelmiyordum yolculu zamanlarına...

İzleyicisi olduğum ritüelin, yaşayanı olamamıştım. Hele bir de arkadaşlarla hem iş hem de maç için yaptığımız yolculukta, bir başka grubun, tam da boğaza girmişken, Beşiktaşlı olduğunu öğrendikleri kaptanın köşk camını boydan boya kapattıkları, sonra da geminin en görülür yerine astıkları Samsunspor bayraklı bir yolculuk var ki çok eğlenceliydi. Ve o yolculukta, bu ülkenin en büyük şirketlerinden birinin patronu ile aynı masada denk gelmiş, İran Irak savaşı üzerinden şahane de sohbet etmiştik. Deniz nedeni ile ancak ikindide açılan lokantasında, bir kadeh rakısının tadını çıkarışına hayran kalmıştım. Çok gençtim, yaşama fazla hızlıydım ve deneyerek öğrenmek için daha zamanım vardı!


Ne garip... üç tarafı deniz olan ülkenin denizlerinde, şimdi yolcu gemileri yok. Onca saçmalığa kaynak bulan, onları sübvanse eden koca devlet, hiç değilse haftanın bir günü denizlerinde gemi yüzdüremiyor! Oysa ne büyük bir keyif!..

Şu iki sevgilinin etrafa kayıtsız ıssızlığı her şeyi yeniden güzelleştiriyor. Öyle güzel bir yerden öyle güzel bir manzaraya bakıyorlar ki... insanın bu hisse ve hayatı böyle yaşayanlara da kadeh kaldırası geliyor!


Sokağa vardık, Barınak'ın önünden geçtik ve iyice yaklaşıyoruz mekâna. Birinci endişem, o donuk garson altını çizmemize rağmen, eğer eleştirilerdeki mantıkla hareket ettiyse ve iki kişiyiz diye bize istediğimiz yerdeki masayı vermediyse noktasında... İkincisi yok, çünkü diğer her şeyi kabullenebilirim. Hoş masa olmasa da ağlayacak halim yok, araziye uymayı becerebilirim. Mekânın dış masalarının olduğu yerde rezervasyonumuzu alan şef garsonla karşılaşıyoruz; gülümsemeyi ara ki bulasın... Ya hayal ettiğim masa değilse?!! 


Bu mudur? 

İşte!.. Evet!.. Budur! Tam da hayal ettiğim yerde tam da hayal ettiğim masa, yaşasın! Rabbim ya, beni sevdiğini biliyorum, enn sevdiğim kadını da... Biliyorum sevdiğini yoksa dinimizin en önemli insanı ile aynı günde doğmama vesile olmazdın, sağanak yağmuru güneşe çevirmezdin, demiyorum o an ama... usul usul ilerlerken bu güzel akşam, şakasını yapıyoruz enn sevdiğim kadınla.

Soğuk görünümlü ama sevimli garsonumuz, bizi yerleştirdikten sonra bir kez daha geliyor. Ben denizin üzerindeki mekâna ve oturduğumuz masanın sunduğu manzaraya çoktan bayılmış vaziyetteyim.

Elbette ki rakı!

Enn sevdiğim kadın 50'liğe yakın, bense sabah içtiğim bir ilaç nedeni ile bu akşamlık iki tekle kalma düşüncesindeyim. O nedenle duruma göre!

"Bir 35'lik rakı lütfen." 

"Yeni Rakı lütfen."

"Bir semizotu lütfen." 

"Bir pilaki lütfen." 

"Bir de beyaz peynir lütfen." 

Dört bir yandaki camlardan manzara doluyor içeriye, etraftaki teknelerden denize açılanlar olursa, usul usul dalgalanıyoruz. Mutluyum... hem de çok mutlu!

Donanıyor masa ki peynir tabağı göz alıcı, hizmet hızlı, eleştirilerin aksi bir hoşluk içindeyim. An itibari ile tüm camlar açık. Bir gemideyiz, güvertede kolumuzu küpeşteye dayamış, uzaklara bakarken yaşam soluyormuş gibi...

"Tek lütfen." 

"İki parmak kalana kadar su ve iki buz lütfen." 


Gün aheste aheste geceye doğru yol alıyor, rezerve masalar yavaş yavaş doluyor, çalan şarkılar kararında bir sessizlikte ve çok güzel. Rakının en güzel akşamlarından birinde olduğumuzu seziyorum. Hemen yakınımızdaki küçük teknede bir kıpırtı var. Ama manzara, ama felekten bir gün çalmış hava, havamıza hava katıyorlar. Yine her şey planlanmış sanki... O halde?! 

Yoğurtlu semizotu diri ve çok hoş, peynir on numara beş yıldız ki hoş bir tabakta hoş da bir dilim. Pilaki pilaki gibi, havucu patatesi içinde, bir tık baygın olmasa tamamdır diyeceğim ama olsun, sonuçta bu akşam Rakının.


Gün batımının, mezelerin hakkını teslim eden bir keyifle usul yudumların ardına eklediğimiz usul kelimelerimize kahkahalar atıyor, bazen derin konulara, bazen âna, bazen şehre, bazen bir kitabın sayfaları arasına gire çıka... ve sapına kadar hissederek yaşadıklarımızın kıymetini, gülümsüyoruz zamana. Ve içimizi fazlası ile ısıtıp sıcak kılan bir şey daha var: hemen dibimizdeki küçük teknede dört insan. Farklı yaşlarda, muhtemelen esnaftan, dört güzel insan. Küçük teknenin kıç tarafında, küçük bir çilingir sofrasının etrafında, hararetli ama tatlı bir sohbetin ortağı, rakının hakkını veren, efendiden ve esnaftan dört insan.

Yarasın!..

Hani şuradan çıktığımızda bir uğrasak, bir kadehi de onlarla parlatsak dediğimiz; bu halktan, bu ülkenin güzel insanlarından, esnaftan... dört, güzel, insan.

Şerefinize!..

Hımmmm... sanırım Rakının Akşamı'nda as solistin sırası geliyor! Ama önce şunun altını çizmeliyim, bu akşam nedense rakı zihnimde fazlası ile öne çıkıyor, bu akşamın özelinde farklı ve özel bir anlam kazanıyor. Mesela bu mekânda hiç bir ilk akşamda bir başka içkinin aklımıza gelmeyeceğini hissediyorum; dünyanın en nadide şarabı bile olsa burada elimi sürmem diye düşünüyorum. Bu akşam Rakıya konukluğumuz, çok keyifli.

"Bir Çarpan Tava lütfen." 


Kıyılmış marul, özel bir tarator ve bir parça limonla servis ediliyor Çarpan Tava ki bu mekânla anılan, bilinen adı İskorpit olan, üzerindeki dikenlerin el değince yaşattığı his yüzünden Çarpan adının verildiğini öğrendiğim lezzetle tanışma zamanı. Gelen tabağı çok beğeniyorum. Taratorun altını çiziyor enn sevdiğim kadın ki bunun içinde ceviz yok; ince ince kıyılmış, diri ve lezzetli ve ne olduğunu bilmediğim ve sormadığım bir kaç ot var. Çatalımın ucuna alıyorum çarpan parçasını, dokunduruyorum taratora, atıyorum ağzıma... hımmmmm çıtır çıtır bir lezzet, bir gram yağ çektirmeden enfes tavalanmış, üstelik ilk andaki çıtırlığın ardından gelen, kıvamında ve lezzetli bir balık. Ana yemek balıksa eğer, bu enfes bir ara sıcak ki bizim rakı akşamlarımızda sıklıkla yer bulmaz ana yemek. İki tek niyeti ile oturduğum masayı dörder tekle nihayetlendiriyoruz sonuçta ve kabul ediyorum ki hayatımın en güzel tanışmalarından biriydi bu sevimli tabak. Tatlı zamanı yaklaşıyor, soruyoruz garsonumuza ve veriyoruz kararımızı.

"Bir helva lütfen." 


Balkanlardan gelenlerin yaptıkları sert ve dilimlenerek servis edilen helvaların ki Nurhan yengem harika yapardı, yine kalıp halinde ama o kadar sert olmayan bir benzerinin irmiklisi geliyor masaya. Görüntü, dozunda tatlılığı, muhtemelen vanilya dokunuşu ve miktar final için uygun. Beğeniyoruz ve ikinci için arafta kalıyoruz. Kahvelerimizi sokağa bakan dış masalarda içmeye karar verip, hesabı da istiyoruz. Turuncu ama kırmızı yoğun hoş fincanlarla geliyor kahvelerimiz. Ben geceden ve mekândan hoşnutum, insanlar da hoşnut ki sezon olmamasına rağmen mekân gecenin şu vaktinde, gidenlerin yerine gelenlerle dolu. Eleştirenlerden ve yaşadığımdan anladığım şu: Özellikle sezonda, kesinlikle rezervasyon yapmak gerekiyor ki biz, özellikle hafta sonunu da göz önüne alarak, gün içinde ayırtmıştık masamızı. Çat kapı gidildiğinde verilmeyen masaların nedeni, rezerve edilmiş olmaları kanımca. Saray'ı eleştirip de yandakine geçtiklerini ve çok memnun kaldıklarını söyleyenlerin öne çıkardıkları mekânsa, ilginçtir, bomboş.

Siyah, önünde K.Atatürk imzası olan tişörtü ile geliyor; güleryüzlü, yakışıklı, kahve siparişini verdiğimiz sempatik genç garson; toplama bakıyor ve genel memnuniyetimizin gönlümüzden koparttığı bahşişi de koyuyoruz zarif, deri kaplı cüzdanın arasına. Bir mekân hizmetteki samimiyetiyle ve özeni ile sevdirmeli kendini önce! Aslında bu bahşiş meselesi ile ilgili taa yıllar öncesinden, İstanbul'un en en özel ve en havalı, en zengin insanların gidebildiği mekânında çalışmış bir arkadaşımın anlattığı bir yaşanmışlığı var ki yeri gelmişken bahsetmeliyim!


Evet bu akşam tartışmasız Rakı'nındı... İlk yudumdan itibaren hissim, bu geceyi onun planladığı, onun organize ettiği üzerineydi. Gün henüz batmamışken geldiğimiz masadan kalktığımız gecenin şu vaktine varan öyle güzel bir yolculuktu ki yaptığımız, öyle keyifli kelimelerle dolaştık ki akşamın içinde, ve öyle güzel çizdik ki mutluluğun resmini gecenin paydaşlarına... anlatılır gibi değil! Ya gecenin ruhları kışkırtan şu saatlerinde denizin kokusu, denizin müziği eşliğinde hâlâ dolu mekânların, ışıkları hâlâ yanan  ama boş tekne restoranların, sallanan kayıkların arasında bu sakin şehri hissederek yürümenin tadı!.. Peki şu gelen ve yolumuzu kesen, ruhumuzu kışkırtıp, aklımızı ele geçiren müziğe ne demeli?!!


Oysa biz, kahvelerimizi içerken geceye 117'nin barında devam ederiz diye düşünüyorduk; üst kattan denize bakarken, sıcağın konforuyla bir şeyler içer, yüreğimizin götürdüğü yerlere gider, sonrasına da bakarızdı fikrimiz. Önünden geçerken, gözümüz seyirmişken ve eylemin farkında değilken, meğerse O ve gelen müzik zokayı atmışlar çoktan... 117'nin önüne varıyoruz. Bir adım sonra içerideyiz... Ama?!!

İlk anda gözümüze çarpan küçük mekânı, daracık yaya yolunun deniz tarafındaki brandalarla kapatılarak yağmurdan korunmuş küçücük alanı ile az önce zokayı yutturan pub, kapıdan çeviriyor bizi. İyi de yapıyor. Bu gece oyunu kuran, saptığımızda ne güzel ki bizi hemen oyuna çekiyor.

Hemen giriş kapısının yanındaki, şirin sokağın köşesindeki, korunaklı ve yüksek masalı ve yüksek tabureli bölümünde oturan ve yüzleri mekâna dönük, ağırlığı genç insanlarla temaslı sevimli masaya oturuyoruz. Yine tatlı, efendi, gençten ve üzerini sağlamlaştırmış bir garson geliyor.

"İki bira lütfen."

"Çerez ister misiniz?"

"Evet, lütfen."

"Şal getirebilirim, ister misiniz?"

"Gerek yok, teşekkürler."

Duvara yaslanmışım, montumun fermuarını çekmiş, arkamdaki sokaktan gelen cereyandan sıyrılmış, biramı uzun aralıklarla ve usul usul yudumluyorum. Bu sevimli ve küçük mekândan çıkarak dışarıdaki küçük ama sevimli kalabalığa, hemen kapının kenarında oturan bize, hem kapıdan hem de şirin pencerelerden ulaşan ve geceye çok da yakışan müziği dinliyoruz. Öyle de güzel çalıp söylüyor ki genç adam. Üstelik seçtiği şarkılar şahane. Nedense aklıma Bodrum'daki Mavi'nin, Ortaçgil'li ilk yılları geliyor. Bir de benim için bu ülkenin en büyük solistlerinden, o henüz gencecikken ve tıfıl benim o ana kadar varlığından haberdar olmadığım yıllarda, hiçbir barın hatırı kalmasın konseptimizle girdiğimiz Big Ben'de, dalgaların neredeyse ayaklarımıza değdiği, denizin sesinin vokal olduğu o eşsiz geceyi ve Nükhet Ruacan'ı hatırlatıyor... ve elbette solisti olduğu Emin Fındıkoğlu Trio'yu. Bir an ödüm kopuyor! Yazları Sinop'da gördüğüm ve artık Sinopluları bile rahatsız eden ve ne yazık ki kentin aidiyetlerinin ve ruhunun farkında olmayan popülasyonu düşününce!..

"İki bira daha lütfen."

Biralar gelmeden, enn sevdiğim kadın kalkıyor ve içeri giriyor. Bir şarkı istiyor. Tam karşısındaki bölümden istenen bir şarkıya bilmiyorum diyen genç adam, gitarının tellerine dokunmaya başlıyor. Enfes bir melodi usul usul akıyor.


Öyle de güzel çalıyor ve söylüyor ki.. Şarkılara katılmayanlar bile eşlik ediyor. Bir grup birbirini tanımayan insan, kolektif bir lezzet ortaya çıkarıp, biz bize söylüyoruz imzasını, atıyorlar geceye. Ama şarkı da şarkı! Üstelik şehrin genel siyasal kimliğine ve çekmişliklerine yandaş. Usulca ve soldan soldan gelip saklı bir dere gibi ve bir mavzer çığlığında akıyor içlerimize ve geçmişimize. Hüzünlü de bir saygı var sanki seslerde.

"Bir bira lütfen." 

Birazını kendi bardağıma aktarıyorum, oysa ki dükkânı kapatmıştım. Biraz daha kalıyoruz. Son yudumların ardından ödeme için içeri geçiyorum. Bir genç adam ve bir genç kadın; "Beğendiniz mi," diye soruyorlar, "evet," diyorum. "Solistiniz muhteşem," diye ekliyorum. "Hem gitarı çalma biçimi hem de şarkıları söyleyişi ve elbette repertuvarı."  "Bozuğum yok, hesabı düzleyin ve öyle çekin lütfen, üzerini de tip box'ınıza atın," diyorum. Kaç kere teşekkür ediyor, ayrıca teşekkür ettiğimiz Güzel Adam. Sevdik burayı ki 117'nin kapısından dönüp de geldik. Güzel Adamla birlikte üç kişiler, güzeller, mutlular ve sözlerimizin yüzlerinde oluşturduğu gülüşleri çok tatlı. Ortaklaştığımız bu güzel gece için içeriye ve de kolektif bir lezzet oluşturduğumuz branda korunaklı bölümdeki paydaşlarımıza da teşekkür edip, iyi geceler dileyerek, kayıkların, teknelerin ve yalı kahvelerinin arasındaki dar sokaktan, sokulgan adımlarla, yeni güne dönmüş manzarası müthiş otelimize doğru yürüyoruz.

"Güzeliz be!.."

"Hem de... çok... güzel!"

"Ama..."

"Şehir de çok güzel be!"


18 Nisan 2023 Salı

Ela ile Hilmi ve Ali... Ve Ben


Doğrudan film için afiş sonrasına lütfen!


11:20 seansı ilginç geliyor, çocukluğumun cumartesi pazar günlerindeki son gösterim olan iki filmli 10:30 matineleri gibi.

O halde bir nostalji yaşayabilirim ancak bu tek filmli olmak zorunda; çünkü iki filmli yıllar ve halk matinesi günleri ve de eskinin çok sayıdaki sinemaları yok artık!*

Oysa ne güzel yıllardır; henüz televizyon kanalları çokluk içinde değil ve sadece büyük kentlerde...

Bir kaç yıl sonra şehrimize ulaşacak siyah beyaz TRT yayını da akşam üstü başlardı.

Ekonomi göçüğü altında da değildik ve her ekonomik güçten aileler çocukları ile birlikte sinemaya gidebilirlerdi; perdenin dibinde, tahtadan ve diğer lüks koltuk bölümlerinden ve pahalı localardan tuvaletlere gidilen bir koridorla ayrılan, bilet fiyatları daha ucuz, duhiliye denilen ve üç dört -tahta- koltuk sırasından oluşan bir bölüm de vardı.

Kadınlar ve Halk matinelerini de unutmamak lazım!

Masalarında gazoz içilip, çekirdek çitletilen, hatta evden getirilmişlerin yendiği yazlık sinemalardaki keyifler konusuna ise girmesem sanki daha iyi...

Bütünüyle o yılların tadındayım. Önce kahvaltı için mahallemin hoş bir mekânına dalıyorum. Üst tavanlar açık ve enfes bir nisan baharı şefkatle kucaklıyor beni. Az önce seçtiğim zeytin ezmeli açmam ve tereyağlı simidim, Hatay'da adı Süvari olan klasik bardaktaki çayım, masamda...

Doğa ve baharın güzelliği kitabı elimden alıyor; hoşlukları günle yaşıyorum.

Güneşin yarenliğinde istasyona doğru yürüyorum. Tren sakin, üstelik sevdiklerimden; bir İspanyol. Sol tandanslı bir ilçedeyim, apartmanlarda yine baharlar gelecek vurgulu kocaman afişler asılı; sanki yaşam umutlu, meydan dopdolu. Ama sandık ne der meçhul.

Üst geçide asansörle çıkıyorum. AVM'den içeri süzülüyorum. Migros'dan klasik sinema alışverişimi yapıyor, AVM'nin girişteki sergi alanına yeni bir kahve mekânı açılmakta olduğunu görüyor, onun bütün alanla bütünleşmiş, etrafı ve üstü kapatılmamış halini hoş buluyorum.

Benim tatlı gişecim yok ama yine tatlı bir gişeci var.

"D-3 lütfen."

D&R'a giriyorum. Aklımda bir kitap var. Sevgili Okul Arkadaşım paylaşmıştı ve Güney Amerika'lı yazarların hastası benim de dikkatimden kaçmamıştı Miras... Doğrudan söyleyip almayı tercih etmiyor, kitap raflarını dolaşmanın tadını çıkarıyorum.

Ancak kitabı bulamıyorum.

Soruyorum raf yerleştirmekte olan genç adama, bilgisayardan bakıyor ve bingo!

Bugün şanslı günümdeyim, ikinci kitaba %60 indirim var.

Zaten Enn Sevdiğim Kadın için de alacaktım ki bunun farkında olan meleklerim iş başında.

Biraz daha katta tur atıyor ve sinemanın yürüyen merdivenlerine yönleniyorum. Biraz da teras keyfi, promosyon mısırlarımı alma ve D-3'ümle kucaklaşma.


Neredeyse üç oyuncu ile başlayıp biten, az mekânlı, bol diyaloglu bir film. Mevzu derin. Farklı özelliklere sahip 3 karakter. Olmazdan olur yaratıp yapılmış bi evlilik. Arızalar var mı, var; ki yaş aralıkları göz önüne alınınca kaçınılmaz. İnce bir mizah ama kara bir film. Yok mu böyle tipler ve hayatlar? Elbette var. Sonuçta su akar yolunu bulur mu? Sanırım uysa da bulur, uymasa da...

Oyunculuklar üst düzey. Sinemanın yeni gençleri gerçekten çok yetenekli. Başarılı bir film; insana, ilişkilere, yaş farklarına, ruh hallerine dair çelişkiler ortaya koyarken derdini anlatmayı başarıyor. İki genç oyuncu, Ece Yüksel ki kendisini hemen hatırlıyorum, Üç Bin Yıllık Bekleyiş'te kendini fark ettirmeyi başarmıştı. Hakeza Denizhan Akbaba da Ali'yi muhteşem oynuyor.

Aslında ilk uzun metrajlı filmini yapan Ziya Demirel'in; Nazlı Elif Durlu ile birlikte yazdıkları senaryodan ortaya çıkan netameli bir film; şöyle otursam da keyfli bir film izlesem düşüncesi ile çelişme olasılığı çok yüksek. Ama insan bu işte, değişken ruh halleri olan farklı karakterler topluluğu; gariplikleri de var, zayıflık ve zaafları da... Bu çerçeveden bakılırsa sağlam bir senaryo, sıkı gözlemler ve amaçlanan sonuca ulaşan bir film Ela ile Hilmi ve Ali, ancak izleyicinin niyetine, beklentisine ve sinema gününden ve filmden ne istediğine bağlı olarak da iki uçlu bir değnek.

Ben çok beğendim, sabah seansını seçmem konusunda kendimi takdir ettim çünkü film bitince güneşli ve daha yeni başlayan bir güne çıktım. Gerçi gecenin geç bir vaktinde izlense de hoş olabilirdi. Üstelik kendimi doğrudan Migros'un yemek kısmına yönlendirdim ve enfes bir yaprak sarma yedim. Sonra da trene atladım, güneşli ve gülümseyen bir günde kara bir filmin tadıyla yaşadığımın bir sinema günü, iyi bir sinema günü olduğunun daha çok farkına vardım. Neredeyse tek mekânda geçen filmin beni içine çekmesine, başta Serkan Keskin olmak üzere üç karakter dışındaki yan rollerin de filme katkı yapmasına ve görüntü yönetmeni Doron Tembert'in kamera açılarına, yakın planlarına ve de aslında genel izleyici için zor bir filmin bu anlamda kolaylıkla ve akışkanlıkla izlenmesine olanak sağlayan yönetmen, görüntü yönetmeni işbirliğine ve karakterlerin biribirleri ile ilişkilerindeki şaşırtıcı ve ters köşe nüanslara bayıldım.

Lakin tüm bunlara rağmen temel meseleniz sinema, farklı insan ruhlarının derinliklerini keşfetmek değil de düşünmeden, şaşırmadan, gerilmeden, eğlenerek film izlemekse...

Bu filmden uzak durun!



*Eskiden, son kalan ve artık yok olan sinemalardan en flaşına ve son kapananına dair anılar içeren, bir yazı

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP