22 Eylül 2022 Perşembe

Üç Bin Yıllık Bekleyiş, Büyükler İçin Bir Masal

Sevgili Momentos'a teşekkürlerimle...



O bahsetmese, altını çizerek önermese, hayatımın enn keyifli akşamlarından birini, ondan alacağım hazzı bilemeyecek ve hep bir eksik kalacaktım. Kesin.

Olağanüstü keyifli bir seyirdi.

Onunla yetinilmeyip ayrıca taçlandırılarak çoğaltılmayı da hak ediyordu.

Sinemanın sayfasına girdiğim andan itibaren nedense 16 seansı ilgimi çekmişti. Büyülenmiştim sanki. İradem dışı bir gücün çekim alanındaydım ve henüz bunun farkında değildim. Seçeceğim koltuk belliydi. 6. salon, D sırası ve 3 numaralı koltuk. Bir konuda daha dikkatim çekilmişti ki o da filmin müzikleriydi. Elbette bilgileri veren kişi müzik anlamında seçiciydi ve güvenilirdi lakin yine de gerçek olan yaşanan an ve o andaki ruh haliydi. O nedenle müzik kısmını çok önemsemedim. Tilda Swinton vardı ama film Başka Sinema'nın değildi ve normal koşullarda kesinlikle gitmezdim çünkü yakın durduğum bir tarz değildi fantastik filmler. Önce afişine baktım fakat hakkında hiç bir yazı okumadım ve bu kez karar vermemdeki etken içgdülerim değildi.

Geçen akşam eksik bıraktığım üzere, gerçi daha sonra başka bir mekanda olsa da keyifle yemiştim ama sinema keyfi üzeri olmadığı için sayılmayacağından- Mado'da dondurma yemekti.

Üzerimi değişip, işi erken kapatıp çıkıyorum evden. İstasyondayım ve bir iki dakika içinde geliyor tren. Hava kapalı, serin, yağmur geldi gelecek. Tedbirliyim. AVM'ye varınca ve epey süre olunca sanayiye geçsem eski bir arkadaşımla iki lafın belini kırsak diye düşünüyorum. Yoksa Migros'un şirin lokantasında bir şeyler mi atıştırsam? Sonuçta Migros'tan geçen filmde aldığım mini torbada ve minik ölçüdeki tam buğdaylı bisküvilerden alıyor, yanına mini mini, çıtır çıtır, tuzlu ve susamlı simitçiklerden mini bir paket ekliyor, bir de çikolata ve Pepsi Max ile alışverişi sonlandırıyorum. Şimdi en üst katta ve gişenin önündeyim.

"D-3 lütfen"

Bilet fiyatı ufakça bir sıçratıyor. Filmin Başka Sinema'nın olmadığını anlıyorum. Ve sonra da 6 numaralı salonda değil de salon 1'de olduğunu ki bu bir ilk... Ülke bu günleri de gördü diyerek de bilet fiyatını şuraya not düşüyorum: 44 TL.


Şimdi terastayım. 1 numaralı salon an itibariyle bana en yakın olan. Açıkta bir sürü tanker var fakat benim yanımda fotoğraf makinesi yok. Trende çantaya atmadığımı fark etmiştim. Elime zorla tıkıştırılmış cep telefonu ben varım ya diye dürtüyor. Ona hep soğuk davranmış olmama toz kondurmayarak yine de istekli davranmıyorum, lakin o benim farkımda ve daha olgun bir tutum içinde; üstelik fotoğrafları istediğimi fark etti. İlk adımı hiç gurur yapmadan o atıyor. Bu yakınlaşma çabası da sanki buzları çözecek. Çekiyorum bir kaç poz. Teras keyfim şahane, trenler, limandaki gemiler, önümdeki sıra sıra gemiler, kapalı hava, kısmen soğuk ve Pepsi Max'im ve atıştırmalıklarımla şahane bir an.


Ve salondayım. Büyük sürpriz çünkü 6 numaralı salondan daha büyük bir alan, koltuklarda hoş bir kırmızı, arkaya doğru diklik daha az ve daha geniş ve ruh ısıtıcı bir salon. Ve benim için kapatılmış. Havalanıyorum elbette, sonuçta blogger aleminin bir ferdiyim, özel bir muameleyi -içinde olduğum topluluk adına- hak ediyorum. Reklamlar, fragmanlar falan derken film başlıyor. Açılış sahnesindeki uçağın iniş anı çok görkemli, kamera yerleştirmeleri ve açılarından etkileniyorum. Salonun akustiği ise olağanüstü. Asıl Adı Tom Holkenborg olan Junkie XL ya da JXL takma adını kullanan Hollandalı elektronik müzik sanatçısı ile de film sayesinde tanışmış oluyorum ki bir kazancım da O. Müziklerse ölüp bitmelik ki sonda söyleyeceğimi baştan söylersem; perdede filmin son yazısı kaybolana kadar koltuğumda çakılı vaziyette ve müziğin büyüsünde yok olarak kalıyorum. Temizlik için salona giren abla bile bu ne iş diye şaşkın şaşkın koltuğuna çakılmış vaziyetteki bana bakıyor.

Film büyüleyici ve kulak kesilesi çünkü çok hoş, entelektüel besin düzeyinde felsefi sohbetler içeriyor. Görsel efektleri şaşırtıcı ve enfes. İçinde İstanbul var. Elbette tanıdık mekânlar. Zerrin Tekindor bence olmuş. Kösem Sultan. Film fantastik bir yetişkin masalı lakin besleyici. Harem var ki bayağı bayağı ters köşe bir zevk. Cenk yapıyoruz. Saraylarımızın muhteşem entrikaları var ve tüm bunlara ince bir kara mizahla dokunuşlar da... Lakin masalımsı, rüya tadında, bazen meraklandıran, bazen çocukluk masallarından izlerin içine yollayan, aşkı kutsayan, vesaire vesaire güzelliklerle insanı şaşırtan, içine alıp hiç bir saniyede dışına kaçma fırsatı vermeyen, rengarenk, duygulu, şahane ve ötesi bir filmle enfes bir sinema keyfini ve nadir bir eğlenceyi (bana) yaşatan, seyirlik bir filmdi der ve noktayı koyarım.


Üç Bin Yıllık Bekleyiş, çeşm-i bülbül içine hapsedilen bir Cin (Idris Elba) ile pozitif bilimle uğraşan bir akademisyenin (Tilda) rastlaşması. Kesişen yollar ve zaman sıçramalı anlatılarla ortaya çıkan bir şenlik. Özgürlüğüne kavuşmak isteyen Cin ve ikna çabaları. Aşk. Üç dileğin yerine getirilmesi noktasında -bence pek tatlı bir neden ve rüşvet teklifi. Zamana yayılmış gerçekleşmeler. Ve bu süreçlerin tamamında bir masalı yaşarmışçasına kendini dev perdedeki öykünün içinde hisseden bir seyirci.

Vee salonun enfes ses düzeninde, insanı içine çekip bırakmayan, filmin akışı ile senkronize enfes müzikler!

Avustralyalı yönetmen George Miller'dan oyunbaz, bazen kafa karıştırıcı, çarpıcı, gerçekliği sorgulatmayan, bizim tarihimizden masallar, belki biraz ürkütücü sahneler ve karakterler... Ece Yüksel ve Burcu Gölgedar'dan iz bırakan, Türkçe konuşmalı akılda kalıcı hoş performanslar... Muhteşem kostümler ve isimler perdede akarken kendini enfes müziğe kaptırmış, salonu terk edemeyen, bu tavrıyla ışıklar yanmışken salona temizlik için girmiş ablayı da şaşırtan bir izleyici. Üstelik ve tekrar edersem kader salonu onun için kapatmış, tek.


Kapıdan çıkıyorum ama filmden henüz çıkabilmiş değilim, son kare müthiş. Dijital efektlerin sahicilik hissi veren ve bildiği halde insanı gerçeklikten soyutlamayan başarısını düşünüyorum. Ve çok keyifli bu film akşamını taçlandırmak istiyorum lakin isteksiz bir yanım da var. Ah filmi konuşacak biri olsaydı diyorum. Buz gibi bir beyaz açtırıp ya da bira ve eşlikçileri ile şişenin ve kelimelerin dibini bulmak vardı ve kesindi. Kendime döner ısmarlıyor, keyfini çıkarıyor ve eve geliyorum. Enn Sevdiğim Kadın telefonda, filmi ona ballandırıyorum.



Ve sonuç itibariyle bu tür filmlere uzak duran bu kul der ki: Eğer masalları seviyorsanız, fantastik filmler sizin için sorun değilse; bu şahıs sevdi ki filmi... siz kesin seversiniz.

20 Eylül 2022 Salı

Vira Bismillah Vira Palamut

Hava muhteşem. Çünkü güneşli ve pırıl pırıl. Üstelik enn sevdiğim gün. Cumartesi. Ben dışındaki tüm koşullar tadında. Ben de tadımdayım. O halde başlayabilirim. Giyinip çıkıyorum. Spor bir şıklık. Vira Bismillah dendi ve balık sezonu başladı. Hakkını vermek boynumun borcu. Elbette bir ritüel bu, o halde istikamet balığın merkezi. Keyifli bir tren yolculuğu, iniş istasyonum mükemmel bir nokta; Liman. İnince rayları geçip enfes bir parka gireceğim. Sonrasında da balığın en taze olduğu noktaya, balık haline. Hoş ve dairesel bir bina. Orta bölümünde yine dairesel bir lokanta var; benim en sevdiğim belediye başkanlarının eseri. Lokantayla yine dairesel dizilmiş balıkçılar arasında da parke taşlı bir yol ile yakışır bir kapalı alan. Önce balığımı seçmeliyim. Miss gibi tazelik. Çeşitlilik güzel, denizden bu sabah, bir kaç saat önce çıktılar. Kafa karıştırıcı bir durum söz konusu olsa da ben sezonu palamutla açmalıyım. Alanda alkol yok ama her çeşit balık en taze halleri ile ve birinci elden var. Balığımı seçtiğime ve ödemesini balıkçıya yaptığıma göre lokantaya geçip masama karar verebilirim.


Cam kenarında, tezgahlardaki alışverişi de gören masayı seçtim. Garsonumu da sevdim. Efendi, ölçülü, az konuşur nitelikli bir genç adam. Elbette sezonun açılış günlerine yakışır bir masa donatacağız.

"Bir mısır ekmeği lütfen."

"Bir turşu kavurması lütfen."

"Bir de salata lütfen."


Hımmm... sıcacık mısır ekmeği, sıcacık turşu kavurması ve görüntüsü enfes, balığa ve masaya yakışır bir salata. Mısır ekmeği ve turşu kavurmasını fazla soğutmadan sezon açılışını yapsak nasıl olur?

Bünyedeki tüm paydaşlardan güzel olur yanıtı geliyor. Elbette kırmıyorum onları ve abartmadan, kıvamında bir incelikle ve aralıklarla götürmeye başlıyorum. Hakikaten müthiş bir keyif. Mekânda bir kaç kalabalık masa daha var ve görüntü o ki balığımı biraz daha beklemem gerekecek. O halde usulca olmak koşuluyla mevcutların tadını çıkarmaya devam. Hem yavaş hayat güzeldir.


Ve günün ve hatta sezonun ilk balığı görünüyor. Solist altları saygı içinde şöylece bir toparlanıp sahneyi ona açıyorlar. O vakar içinde, kendine güveni tam. Zarafete bakınca çatal bıçağı alıyorum elime. İlk lokma ve gittim ben. Muhteşem desem değil, yetmez. Lokum gibi yakışık almaz. Olağanüstü güzel pişirilmiş enfes bir lezzet. Kılçıkları ayırırken bir gram, bir milim, bir mikro ölçek kadar bile balık yapışmıyor üzerlerine. Atıyorum çatal bıçağı. Ellerimle, parmaklarımın keyfiyle, ağır ağır, bitecek korkusuyla her bir parçasını tüm hücrelerimde hissederek gerçek bir balık keyfini, eşlikçileri ile birlikte, buselik makamında yaşıyorum.


Suları soğuk bir deniz kentinde yaşamak muhteşem. Dolayısı ile denizden en çok birkaç saat önce çıkmış ve hakkı verilerek pişirilmiş, üstelik onlarca tezgahın içinden gönlünüzce seçtiğiniz balığınız sevimli bir imeceyle ve esnafı da gözeten bir tutumla masanıza gelince, herkese kazandıran bu tavır sanırım keyfi daha da çoğaltıyor.

Ödememi yaparken tip box'ı boş geçmiyorum çünkü masama bakan genç adamın tavrını çok beğendim. O sırada rastlaşıyoruz. Omuzuna dokunarak kendisine çok teşekkür ediyorum. Ve balık halinin mevlevi heykelleri ve su fıskıyelerine doğru olan kapısından çıkıyorum. Ağır adımlarla yeşilin ve su sesinin sessizlik içindeki keyfini çıkararak istasyona geçiyorum. Çünkü günü bitirmeye niyetim yok.


Bu kez Gar durağında iniyorum. Önce yeniden başladığını haber aldığım Amasya treninin saatlerini öğrenmem gerek çünkü enn sevdiğim kadınla bir planımız var. Bir kaç gün önce garda büfe işleten bir abi bizim milletvekillerinin uyuduğunu, seferleri Amasya vekillerinin başlattığını söyleyince pek ayılamamıştım ben, şimdi gişeden saatleri öğrenince taşlar yerine oturdu çünkü saatler uygun değil. Akşamı enfes bir rakı masasında geçirmiş hangi kul sabahın altısındaki trene koşturur ki... Şimdi karşıya geçip günü parlatmaya devam edebilirim. Keyifle okuduğum bir kitabım var. Ve Şehir Müzesi'nin kafeteryasındaki cappuccino'ya bayılıyorum.

"Bir cappuccino lütfen."

Filtre kahveyi, Amerikano'yu şekersiz içerim ama cappuccino ile kendimi şımartırım; idealin üç minik poşet toz şeker olduğunu da kesinleştirmiş durumdayım. Kitabımı açıyorum. Yazarın kağıt oyunları ile ilgili bilgiler verdiği yeri biraz göz attıktan sonra atlıyorum ve hayatla ve keyifle romanı okumaya devam ediyorum. Kahvemi usulca ve zamana yayarak içmekteyim ancak kaç zaman geçtiyse ve kitap nasıl aktıysa fincanın dibi görünüyor.

"Bir Cappuccino daha lütfen."



13 Eylül 2022 Salı

Dolunaylı Gece Ve Ters Köşe Bir Film

Pencereden bakıyorum.

Aman Allahım!

Denizin dibindeymiş de, kafasını şöyle bir uzatmış da, bir yandan gözlerini ovuştururken ve bir yandan esneyip gerinirken kendini bir an önce gökyüzüne atma afacanlığı ile gülümseyen bir turuncu; burnumun dibinde, yusyuvarlak, taptaze ve bebek kokulu.

Şahane bir akşamın müjdecisi.

Sırt çantamı alıyor ve yola koyuluyorum.

Bir fikrim var ama zamanım yok. Biraz da hızlı haraket etmeliyim. İstasyondayım ve trenin varmasına 1 dakika var. Enfes bir son yaz akşamı. Ay aklımda. Şu an bulunduğum noktadan görme şansım yok ki çıkardım da aklımdan; ta ki yol bana sürprizlerini sunana kadar.

Onunla saklambaç oynamak çok keyifli ancak an itibariyle bu, trenle onun arasındaki bir mesele; bana, ikisi arasındaki son derece afacan ama iyi kalpli saklambaçın keyfini çıkarmak düşüyor.

Tren denizden uzaklaşıyor, o sırada ay saklanıyor, benim nereye saklandığı konusunda bir fikrim var, tren söylemem için binbir şirinlikle asılıyor ama bende gülümseme dışında tık yok. Tren denize yaklaşıyor ve keyifle sobeliyor. Böyle böyle devam ederken ve yeniden saklanmışken ve Kürtün Irmağı üzerindeki köprüyü geçerken tren; en şahane haliyle yeniden arz-ı endam ediyor ay. Yelken Kulüp coğrafyası boyunca ve denizin bir karış üzerindeyken de havasını atıyor. Atletizm sahasına henüz varmadan, barınağı hemen geçtikten sonra Sheraton'ın ardına saklanıyor ve uzunca süre tren onu aramak zorunda kalıyor. Tren köprüye tırmanmaya başlayıp da da zirvesine vardığında ve tatlı virajı alıp da inişe geçmeden hemen önce limandaki gemilerin arasındaki görünüşü ile bir kez daha sobelense de ay, sen var ya sen, dedirtiyor.

Filmin başlamasına 15 dakika kala istasyondayım.

İniyorum ve hızlı hareket etmem lazım.

Güvenlikten geçiş ve yine hızla sinema katına... Gişenin önünde bir hanımefendi bilet iptalinde çünkü küçük oğlunun yaşı seçtikleri film için uygun değil. Bense terastan ayı seyretmek ve onunla iki lafın belini kırmak istiyorum. Ama henüz sorun çözülmedi ve ben için gergin bir bekleyiş. Nihayet biletimi alıyorum ama film başlamak üzere, onunla antrakta görüşebileceğiz. Koltuğumdayım. Ve film başlıyor.


Perdede mesajlar akıyor. Bir twitter kullanıcısı değilim, telefondan mesaj atmam. Sadece arada bir kardeş atar ben onu yanıtlarım ki bu da ayda yılda bir. Garipsiyorum, takipte zorluk yaşıyorum. Makine hızında çalışan parmaklar, sürekli tuşlanan telefonlar ve perdeye yansıyan mesajlar. Önce bir anlam veremiyorum. Hatta sıkıntı basıyor. Çünkü filmin ana temasının sosyal medya, telefon kullanımı olduğunu düşünüyorum. Başrol oyuncusu Rabah Nait Oufella'ın oynadığı Karim D.'yi de sevmedim.

Mutsuzum, erken çıkmayı emeğe saygısızlık olarak almasam kaçabilirim. Film biraz da geçmişte yediğin hurmalar durumu. O hurmalar atılan tweet'ler oluyor. Tam da popüler olmuşken, ayıkla pirincin taşını şimdi.

Kahramanımız -taze- bir yazar. Bende ise onu yazarlığa yakıştıramama halleri. Bir kitabı basılmış ve bir tanıtım partisindeyiz. Karim D. bir sosyal medya fenomeni; 200.000 takipçisi var. Ve ben için sıkıntılı haller devam ediyor. Küçümsemeye de devam. Ölçümse yaş, davranışlar, sosyal medya popülizmi, mesajlar ve fiziki durum. Nedense bir yazar kalıbına sokamıyorum. Kitap için verilen partide ve sonrasında ırmak hızla tersine akmaya başlıyor, çünkü yeni sözleri nedeniyle takipçilerce eleştiriliyor ve hızlı bir terk ediş. Yayınevindeki toplantıda durum gergin, oysa kitaba ciddi bir yatırım yapmışlar ve sıkı da bir reklam kampanyası hazır ama sosyal medyada durum feci.

Yönetmen Laurent Cantet ise ilmek ilmek örmeye devam ederken mevzuyu, bana ayar vermeyi de ihmal etmiyor. Çünkü filmin başlangıcındaki sahneler nedeniyle önyargılı davranan ve filmin biletini kesen ben utançtan koltuğuna saklanmış ama filme kapılmış, bazı nüansları da kapmış durumdayım. Yine bir göçmen sorunu, yaşadığı ülkede yabancı olma hali ama hakikaten iyi işlenmiş, mantıklı, bir ajitasyon ihtiyacı duymuyor, sade bir gerçeklik ve gönül teline dokunuyor.

Ve hiç abartmadan, tüm nüanslarıyla, hiçbir şeyi göze sokmadan, hayatın doğal akışına uygun biçimde, ince ince işleyerek, fark ettirerek ve düşündürerek izleyicinin kalbine filmin fikrini işliyor. Keyif almasını sağlıyor.

Müzikleri, yan rolleri ile de ve son jenerik dahil izleyicileri koltuklarına çakıyor.

Bu arada Arthur Rambo'nun kardeşinin ve annesinin oyunculuklarına ve sözlerine dikkat. Bir de yazar abla var (Anne Alvaro), kısa bir sahne olsa da Karim'e tavrı ve sözleri beni çok etkiliyor.

Yabancı bir ülkede oralı olmak ama bir türlü de oralı kabul edilmemek, dolayısı ile oralı hissedememek üzerine, büyük laflar etmeyen ama meseleyi anlatabilen sıcak bir film. İzleyiciyi filme dahil eden nitelikli bir görüntü yönetimi olduğunun da altını çizmeliyim.


İyi bir film izlemenin keyfiyle çıkıyorum salondan. Bu keyfi çoğaltmam gerek. Mado'nun terasında meyveli ağırlıklı, deniz ve dolunay manzaralı bir dondurma nasıl olur?

Fikrin üzerine atlıyor ve Mado'dan içeri süzülüyorum. Denize karşı güzel de bir masa buluyorum ve kalabalığa da karışmıyorum lakin AVM'nin, dolayısı ile Mado'nun kapanmasına 10 dakika kalmış. Oysa ben deniz ve üzerindeki dolunay ile filmden aldığım tadı, bazı sahneleri öne çıkararak ve hatta geceyi yavaşlatarak gözden geçirecektim.

Sonuçta yürüyen merdivenleri tek tek iniyorum. Ay zaten denizle oynaşı bitirmiş, çoktan kara tarafına geçmiş. Renk turuncudan beyaza dönmüş. O uzakta ve dağların ardına çekilmek üzere. Asansörle üst geçide çıkıyorum. Biraz bakışıyoruz, sonra el sallaşıp vedalaşıyoruz. İstasyona geçmemle de tren gözüküyor. AVM'nin son insanları ile biniyoruz. Keyifli bir yolculuk ve artık mahallemdeyim. Bir an Mavi'de takılsam, bir bira söylesem ve denize bakarken filmi gözden geçirsem diye düşünüyorum ama bundan vazgeçiyorum. Denizin dibinden eve doğru yürüyorum. Enfes bir son yaz gecesi.

Keyfim gıcır.

10 Eylül 2022 Cumartesi

Sıradan Bir Günün İzleri

"Bu filmi izlemeliyim gibi hissettim bir an. Fakat bizde tek seans ve saat 20:00 olarak oynayacak, cumartesi pazardan birinde olabilir bu kez belki... Hayat ne derse o elbette, bir de bakmışım ki yarın sinemadayım. Bekleyip görelim. Fragmanı özellikle izlemedim, sürpriz olsun," diye yazıyorum; Filmgündemi'nde gördüğüm ve cuma akşamından itibaren saat 20'de gösterime girecek film için.

Gün şimdi perşembe, sabah yağmur var. Berberim ekonominin geldiği nokta ve o noktanın getirdiği yüksek kira artışları nedeniyle epey yukarıya, dik bir yokuşun belli bir noktasından sonra girilen bir sokağa ve daha küçük, tek katlı bir dükkâna taşındı. Kardeşi arıyorum ve sabah işe giderken beni bırakmasını söylüyorum, sabah olunca da tekrar arıyor ve bu kez de beni beklememesini söylüyorum çünkü yağmur var ve beni traş eden genç adam da şehrin bir ucundan, 15 kilometre mesafeden iki araç değiştirerek geliyor; dolayısı ile güneşin açacağı bir saatte gitmek işime geliyor. Bu sebeple de bir öğle keyfi yapabilirim. Çıkıyorum evden saat 12'yi geçe, istikamet berber, o sırada aklımdan yemek noktaları geçiyor.

Saçlarımı kestiriyorum. Daha önceki gelmelerde aynı sokağın cadde geçişinden sonraki devamında dikkatimi adıyla ve sevimli verandası ile çeken lokanta ile kendi mıntıkamdaki bir iki yer arasında tereddüt yaşatırken zihnim bana, direnç koyuyor ve adı da ilgimi çeken Özgür Şef'e giriyorum. Tabildot 40 TL, coğrafyadaki genel fiyatlara göre uygun ki bizim mıntıkada içinde et ya da kıyma olan yemekler 50-60, tavuk döner 45, iyi bir mantı ise 45'den başlayıp cinsine göre 60 TL'ye kadar uzuyor.

Fiyatlar uygun da acaba yemekler nasıl?

Çalışanların Özgür Şef dışındakileri kadın. Bu iyiye işaret. Ben sanırım saati biraz kaçırmışım, söylenene göre 25 dakika sonra fırındaki yemekler çıkacak ve beklemeyi göze almazsam tezgahta olanlara razı olmam gerek. Soteye benzer bir şey görüyorum ki tavuk taşlıkmış. Enteresan. İstiyorum. Çorba seçeneklerinden mercimek uyar bana, pirinç pilavı lütfen, bir de cacık.

Mahalleyi sevdim. Mekânı da. Girişiyorum yemeklere ekmeğimi bana bana ki tavuk şaşlık şaşırtıyor beni çünkü enfes. Elbette diğerleri de...

Gün cuma oluyor. Yani dün, evde temizlik var ve ben çalışmalarıma kardeşin dairesinde devam ediyorum. Sinema kafamda net. İş yoğun, piyasalar güçlü şirketler bazında uçuyor, doların geldiği nokta ile eşitlendiler; sabreden ve serinkanlı dervişler için sayısal olarak da çoğaltılmasına olanak verdiler ki bu da süper bir durum. Lakin ülkenin durumu o kadar güzel değil. Bugün işten biraz kaytarabilirim. Üşenmiyorum ve yemek için bir kez daha Özgür Şef'e gitme kararımın peşine takılıyor ve yokuşu tırmanıyorum. Bu kez Nohut, Ezo Gelin çorbası, pirinç pilavı ve cacık kombinasyonu yapıyorum ve bayıldığım verandada aynı masama oturarak ve mahalle içi sokağın tadını çıkararak götürüyorum. Sinema için 18:30 gibi evden çıkarım düşüncesindeyim. Ödememi yapıyor, ellerinize sağlık diyor ardından mahallenin derinliklerine dalıyorum. Elbette her yer apartman, alıştık artık. Sakinlik hoş ve ne kadar apartmanlar olsa da yine de bir mahalle tadı var. Sinekli Bakkal'a kadar uzayıp geniş bir tur atarak bulvara varıyorum ve uzun zamandır gelmediğim ve bulvar kafesi tadını sevdiğim Bebek Pastanesi'nin dış masalarından birine çöküyorum.

Juan José Saer ki kendisi Arjantinli bir yazar. Yara İzleri adlı romanını çıkarıyorum, trileçe sipariş veriyorum ve o arada bir yaşıma daha giriyorum çünkü artık karamel soslusunun yanı sıra frambuaz soslusu da varmış. Karamel soslu lütfen, diyorum, o ara üzerine bir top dondurma koydurmayı düşünüyorum ama gerçeğe dönüştürmüyorum ve sakin akan bulvarın kenarında, enfes bir havada kitabıma eşlikçi trileçenin keyfini yaşıyorum.


Ödeme yaparken de hanımefendi ile biraz laflıyoruz, çünkü meze dolaplarını boş görüyorum ve soruyorum. Sebep belli. Çıkınca yolu uzatıyorum yine... Elbette sokak araları; çünkü alt kesimde iki geniş bulvarın arasında kalan bölgede eskinin köy halinin izlerine rastlamak mümkün. En azından eskinin ağaçlarının çoğu korunmuş durumda. O sırada sokağın köşesinden, sırt çantası ile ve pateniyle ve pateninin parke taşlar üzerinde çıkardığı sesle ve köşeyi dönmesiyle birlikte gittikçe hızlanan çok tatlı, 12-13 yaşlarında bir çocuk hayran bakışlarım arasında yanımdan geçiyor. Dönüşü tren hattının da olduğu bulvardan yapıyorum. Toplumun açılıp saçılmış haline, genç kızların şort ve etek boylarına, göbeği açıkta bırakan "çaput parçalarına" falan bakınca da artık başımıza yağacak taş da kalmadı çok şükür diye düşünüyorum. Copacabana, Cannes ve benzeri bilumum popüler hatlar bizimkilerin yanında muhafazakar kalmazsa adam değilim; gururlanıyorum ve bu sessiz başkaldırıya helâl olsun, yürüyün kızlar diyesim bile geliyor. Eve varınca uzanıyor, bilgisayarı dizlerime alıp açıyor, ne var ne yok diye memlekete ve piyasalara göz atıyor, saat 18.05'de son verileri alınca da sinemaya gitme hazırlıklarını planlıyorum. O ara ev telefonumdaki aramalardan, telefonun uzun uzun çaldığından söz ediliyor. Alıp bakıyorum, çok az kişide numarası olan telefona. Yanılmıyorum tabii ki... Evet, Enn Sevdiğim Kadın. Arıyorum. İzmir Fuarı'nın Basmane kapısındaki bir mekânda, birasını yudumluyor. Uzun uzun konuşuyoruz.

Geçen gün incelediğim üzere anılarımda çok özel yeri olan küçük şehire uçuş aktarmalı ve iki uçuş arası 15-16 saatten fazla. Otobüsle Ankara, sonrasında uçaksa mantıklı. Bundan da söz ediyorum. O sırada geçen yıl gerçekleştiremediğim ama gerçekleşse kalmayı düşündüğüm taş otelin gecelik fiyatı da konuya dahil oluyor. Enn Sevdiğim Kadın da pandemi öncesi İzmir'e son gidişimizde kaldığımız otelin fiyatını söylüyor. Hem de geçen yılla kıyaslayarak ki geçen yıl bu mevsime göre artış dört kat. Tabii ki akıl almıyor.

Enn sevdiğim kadın akşam Tarkan konserini izleyecek. Ben de birazdan sinemaya gideceğim, öylesine uzanmış ve yazılar okuyarak vakit geçiriyorum, kitabı elime alınca da rehavet bastırıyor. Ben direniyorum çünkü gelmekte olanın farkındayım. Az kestirmekten zarar gelmez derken ve belki de temizlik kokusunun etkisiyle derin ve tatlıca sızmışım. Uyandığımda saatin gece yarısına vardığını düşünüyorum. Baktığımdaysa 20:33 olduğunu görüyorum.

Film kaçtı.

Bugünse hava enfes, bu öğlen de bir Özgür Şef yapabilirim, yolu yokuş olsa da sevdim valla, bu kez bir yerlerde dondurma da yerim belki. Belki de başka fikirler aklımı çeler, kimbilir. Bizim mahallenin esnafıysa bir süre kusura bakmasın... Hımmmm hem de soracağım adı Özgür mü diye. Elbette adı aşırma noktasında bir sözüm olamayacak, çünkü yakıştırdım mekâna. Gün ne getirir bilinmez ama sinemaya, Arthur Rambo'ya bu akşam giderim diye umuyorum.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP