7 Kasım 2021 Pazar

Çay Bredblok ve Hasret Senfonisi

Öncesi


Yatak odamın penceresinden geçip üzerime uzanan muhteşem bir güneş. Tetiklenmemenin imkânı yok. Ve önemli bir gün. "Yapıyor musunuz?" dediğimde yapıyoruz denmişti. O yapılanı diğerlerinden farklı kılan ana unsurun adını verip bundan mı diye sorduğumda gelen yanıt çok sevindiriciydi ve vuslata ermek için iki gün gerekliydi.

İlk anda tereddüt edip dönsem de dayanamamış aynı günün öğleden sonrasında bir kez daha uğramış ve tamam demiştim.


Mutlu ve heyecanlıyım. Sabah rutinlerinin ardından fotoğraf makinesini ve kitabımı sırt çantama atıyor, yanıma da her ihtimale karşı bir mont alıyorum. İşin doğrusunu söylersem de ilk fikrim doğrultusunda fotoğraf makinesini gereksiz buluyor, bahçe kapısından çıktıktan bir süre sonra da geri dönüyorum.

Yol boyu iki yer arasında kalmış bünye sonunda bir karara varıyor ve bu sezon İskele Kafe'yi ihmal ettin diyor. Son ana kadar ikilemdeyim ve sonuç itibariyle balık tutan kadınlı erkekli keyiflerin arasından yürüyerek İskele Kafe'deyim.

Açık denize bakan kısımda boş masa yok, bir kaç dakika sonra da oturduğum masayı değiştiriyorum çünkü binalardan kurtulup denizle başbaşa kalıp sonsuzlukta yok olacağım yönde olmasa da yine de arzuladığıma daha uygun ve az önce boşalan masaya geçiyorum.

"Bir karışık tost lütfen."

"Bir bardak da çay lütfen."




Enfes bir tost; dış yüzeyde ince bir çıtırlık ve devamında bir ton aşağıda ve ekmeğin beyazlığını harcamamış ve çıtırlıkla bütünleşmiş şahane bir kıvam. Çay, kitap, tost şeklinde devam ediyor hayat. Dibimizde balıklar oynaşıyor. Açık denizde bi tekne pupa yelken yol alıyor. Her şey yolunda ve bu tadı uzatmak gerek çünkü andan çıkmaya hiç niyetli değil bünye. O zaman bu lezzetli çay ve kitapla yaşamaya devam.

"Bir fincan çay lütfen."

Uzun bir süreye yayıyorum keyfi çünkü vuslatın sonlanması için saat 14'ü bulmam gerekiyor. Kitap zaten muhteşem, her ne kadar öykü yazsa da ve öyle bir kurguyla yazılmış olsa da bence öyküler birbiri ile ilişkili olduğu için aynı zamanda bir roman ve bu kurgu son derece cezbedici.

Vakit yaklaşıyor. Toparlanıyor, ödememi yapıp ağır adımlarla iskeleyi yürüyor, önce bir kaç fotoğraf çekmeyi düşünüyor, bu yazıyı öz fikrinden uzaklaştırıp uzatmamak için de bundan vazgeçiyorum. Niyetim babamın ağaçlarının altında oturmak ve kitapla biraz daha vakit geçirmek ancak banklar dolu; bir kaç adım sonra ağaç altı olmasa da bir banka oturuyorum. O ara aklım dürtüyor çünkü bir hanımefendinin devraldığı ve çok hoş hale getirdiği şirin lokantada bugün keşkek günü. Bir iki gün önce enfes bir ıspanak yemiştim, öncesinde de tam anne usulü az mercimek çorbası içmiştim. Ödememi yaparken cumartesi günü keşkek yapacaklarından söz etmiş, ben de bizim ailenin usulünden ve kurut'tan söz etmiştim ve ona çok şaşırtıcı gelmişti. Şu an aklım dürtmekte beni. Tabii ki gazına gelmeyeceğim. Vakit yaklaştı, sallana sallana gidersem anca diye düşünüyorum ve toparlanıp merakla yürüyorum. Sokağa döndüm ve buluşmaya sadece bir kaç adım var.


Kapıdan süzülerek geçiyorum. Zarif hanımefendi ayağa kalkıyor, ve masanın üzerinde dinlenmekte olanla birlikte bankoya yanaşıyor. Ekmeğim henüz sıcak. 24 saat bekletilmesini önerdiklerini söylüyor hanımefendi ki siparişi verdikten iki gün sonra kavuşulabiliyor kendisine; çünkü mayalanma süresi iki gün. Kısaca 3 günlük bir sabıra ihtiyaç var.

O gün, yani sipariş için geldiğim gün sorduğum şu idi: "Ata Ekmeği yapıyor musunuz?"


Yirmi yıldan fazla, belki de daha uzun bir hasretti ve benim için önemliydi çünkü askerlik arkadaşımdı ve o süreçte askerlikle işi bir arada yürüttüğüm için gidip gelmeler esnasında Havza'da tanışmıştık kendisiyle. Üstelik yaklaşık sekiz yıl önce enn sevdiğim kadını o ekmekle tanıştıracağım sevinciyle girdiğimiz ve üstelik 20 yıldan epeyi yıl önce bu ekmekle tanıştığım fırında adının bile hatırlanmıyor olmasının hayal kırıklığını yaşamıştım. O nedenle evet dendiğinde tereddüt etmiş, "Karakılçık buğdayından mı?" diyerek altını çizmiştim. Ona da evet denmişti. Ve kısa bir tereddüt ki fiyat konusundaydı ama araştırınca butik ekmekler için makul olduğunu anlamıştım ve tekrar gelip siparişi vermiştim.


Elbette 24 saatin dolmasını bekleyemedim, makul süre sonra test ettim. Hımmmmmmmm, miss! Biraz sonra formu farklı ekmekten iki ince dilim kesip arasına kaşar koydum. O çok hafif ekşimsi tatla birlikte götürdüm. Enn sevdiğim gurmenin fikrini merak etmekteyim ki kendisi alemin en güzel fokaça ekmeğini yapar.


Bir tesadüfle tanıştığım bu iki zarif hanımefendi sorduğum üzere bu konuda eğitimliler; genelde sipariş üzerine çalışıyorlar ve geniş bir ürün yelpazeleri var. Son derece temiz, düzenli ve çok hoş mekân ki beni çeken başlangıçta dış güzelliği oldu. Kadın eli değdiği her aşamada belli oluyor. Elbette ekmeğin geleneksel formundan söz ettim ancak onlar eğitimlerde bu formun öğretildiğini söylediler. Elbette çağlar değişimleri de beraberinde getiriyor; yeter ki lezzetler modern dokunuşlar görse de tatlar yok olmasın. Mutluyum. Kimbilir bir başka siparişte, özellikle geleneksel formu isterim. Ama... sanki bu formu da  kullanışlı; hem tost belki de çakma tapaslar, kanepeler için daha uygun olabilir!

Hımmm Kumru ekmeği de sormalıyım!

Planlarım çok!

Kırmızı şarap fokaça işbirliği kesin.

Finalde yaş pastalarından biri, belki de yanlarında sıkı bir kahve, belki bir likör katılımıyla hülyalı saatlerin tadına tat katıyor da olabilirler.

Denemeli...



Bu iki zarif hanımefendinin ürünlerinin yer aldığı İnstagram hesabı içinse buradan lütfen.

 

 

 

6 Kasım 2021 Cumartesi

Sokağın Büyük Sürprizi

Tanışma


Pazar günü küçük kahve dükkânından çıktıktan sonra ilk arada bulvardan ayrılıp sokakların tadını çıkararak trenlerin ortasından geçtiği bulvara ulaşıyor, ışıklardan karşıya geçiyor, ana caddeyi kullanmayıp yine bulvara paralel ve ters yönde yürürken ilk aradan sola dönüp yeniden iyi bildiğim sokaklara dalıyorum.

Bir kafe açılmış, geçen gün ana caddeden geçerken gözüme çarpmış, orada olmasına da pek anlam verememiştim. Yanaşınca, oldukça büyük dış alanında oturan kalabalık ki genelde orta yaş üstü insanlardı, bazı çözümlemeler yapmama imkan sağladı. Muhtemel ki dedim kahvelerden birinden ayrılan garson ya da ortak burayı açmış ve seven müşterilerini buraya çekmiş.

Beni cezbetmemiş olsa da bir gün gelmeyi istiyorum.

Benzinlikten geçip caddeden devam etmeyi düşünmedim. Sokakların tadına devam diyerek yürüyordum ki köşedeki emlakçı ama daha çok da komşu dükkân beni çağırdı. Şaşırdım. "Neden 100 metre ilerideki işlek cadde üzerinde değil de burada?"  Çok hoş bir dekorasyon, minik totem, şık vitrin ve camlardaki yazılara bakarsam da önemsenmesi gereken özel bir nokta! Meraklandım. Gün pazardı ve kapalıydı.


Pazartesi günü gitmeyi düşünmedim. Salı sabahı alışveriş için dışarı çıktım. Fikrimde mekân yoktu. Sonra ne tetiklediyse beni sokağa kıvrıldım ve dükkândan içeri girdim. Zarif bir hanımefendi kalktı ve şaşırdığımı, sokakla bu hoşluğun ilişkisini ilginç bulduğumu, bu bileşkenin de ilgi ve merak duymama sebep olduğunu o nedenle girdiğimi açıkladıktan sonra, bazı bilgiler aldım. İnternette de var olduklarından söz edince de  işe döndüğümde bir sayfaya ulaştım ki daha sonra bunun yanlış bir site olduğunu anlayacaktım.


Perşembe günü öğle üzeri evden çıktım. İşlerimi halledip söz konusu mekâna gittim. Bu kez diğer hanımefendinin yanında bir başka hanımefendi daha vardı. İnstagram hesaplarına zor da olsa ulaştığımı ama öncesinde odur sandığım sitenin; adı aklımda tutamadığım için yanlış hedef olduğunu anladığımdan falan da söz ettim. Sonra laf lafı açınca, bende izi olan bir şeyden bahsettim ve direk sordum. Yanıt heyecan vericiydi ama ücret de düşündürücüydü. Teşekkür ettim ve çıktım. Sonra memleketin halini de düşününce ve emeği göz önüne alınca fiyat bana makul geldi.


Hava çok güzeldi; fotoğraflar çeke çeke eve doğru yürüdüm. Artık bizim olmayan ama babamın diktiği çamların altını ve en uçtaki, sokak lambasını okuma ışığı yaptığım bankımı da tarihe bir kez daha not düşmeliyim, dedim ve cilveli güneş hazırdayken üşenmeden fotoğrafladım.

Eskiden bizim bahçemiz bu ağaçların dibine kadar uzuyordu ve sonrası kumluktu; kadim eve uzak kalsa da oraya masa atmaya bayılırdım. Sonra, bence çok doğru bir iş olarak yol geçirilince sınırlarımızı geri çektik ve bu ağaçlar artık kamuya hizmet eder oldu. Bense bankımı hiç terk etmedim. Hatta bir ara burayla ilgili bir fikir ürettik ancak hayata geçirmedik; çünkü üst geçit altlarındaki örneklerinin ne hale getirildiğini görmüştük.

Bugün cumartesi. Sevdiğim günlerden biri. Öğleden sonra dananın kuyruğu kopacak ve belki de bir hasret sona erecek. Şimdilik sadece dilimi ısırıyorum ve bu sabahın tadı için kitabımla kendimi dışarı atıyorum. İnce belli bardakta çay kesin, yanında ne olur ve nereye çökerim henüz bilmiyorum.



*Babamın ağaçları ve fikir.


Devam yazısı Çay Bredblok ve Hasret Senfonisi için buradan lütfen!

5 Kasım 2021 Cuma

Ara Sıcak



Yıllardır peşinden koşulan, kokusu neredeyse unutulmuş olsa da her köşe bucakta aranan...

Özlemle beklenen ve inançla yolu hep gözlenen ile büyük buluşma...

Pandeminin zor koşulları altında alın teriyle yoğrulmuş bir emek...

Kimsesiz sokakların kimsesi muhabirimizin kaleminden...

Tüm detaylarıyla...






1 Kasım 2021 Pazartesi

Küçük Kahve Dükkânı

Bu ise piyangonun dibi Sevgili Momentos; şahane bir zaman yolculuğu. Müziği keyifle dinliyorum, o yıllara gidiyorum, ne çok şey alıp dönüyorum ve bugün ilerleyen saatlerde bu yazının gazıyla hiç gitmediğim ama çok beğendiğim küçücük bir kahve dükkânının bulvara bakan minicik bahçesinde kahve içiyor, sonra da bunu yarın yazıyorum.


Diyorum yorumumda ve şükürler ediyorum ki pırıl pırıl bir güneş pencereden içeri süzülüyor. Enfes bir pazar sabahı ve caddeler, sokaklar basbas çağırıyor.

O ara fikrim bu coşkuya katılıp bir de bugüne kadar hiç gitmediğim, hatta hiç ciddiye almadığım bir pideciyi de işaret ediyor.

Yıllardır görür, yanındaki kocaman ama çok hoş pidecinin dibine açılan bu küçük dükkânı kâle almazdım; çünkü büyük mekândan her anlamda memnundum. Ve özellikle Görele Pidesi muhteşemdi. Di'li geçmiş zaman çünkü, geçenlerde bir gün niyetlenmiş, gitmiş ama hayal kırıklığına uğrayıp üzülmüştüm. El değiştirmişti  ve bol çeşitli kurnaz bir lokantaya dönmüştü. Görüntüsü hiç iyi sinyaller vermiyordu ve kalbim pek soğuk duruyordu. Dolayısıyla girmedim.

Gün fazlasıyla tahrik ediciydi, yolda gelirken kahvemin yanına eklerim diye Nişantaşı Pastanesi'nden iki tane kesme almıştım. Heyecan ve keyif yerli yerinde.

Saat 10:30 civarı, canlı bir gün ve sakin, telaşsız bir işleyiş.

Pandemide küçük esnafı kollayalım konsepti çerçevesinde giriyorum; önünde küçük bir açık alanı olan bulvar manzaralı Pide Dünyası'na. Bir pazar klasiği olarak evde hazırladıkları içlerle pidelerini yaptıran insanların arasındayım. Ne güzel ve bitmeyen, nesilden nesile devam eden bir gelenek. Tadına doyulmaz fırın sohbetleri..

Menüye göz atıyorum. Gözlerim Görele Pidesi'ni arıyor. Kavurmalı pideyi görüyorum ama anlıyorum ki bu normal açık pidenin kavurmalısı. O halde "Bir kıymalı tek yumurtalı pide, lütfen."


Ben kitabımı okurken önce salata konuşlanıyor masaya, bir süre sonra da pide. Görüntü hoş. Yumurta tam kıvamında, ince bir pide dokunuşuyla patlatmalık ve sonra üzerine yaymalık.

Aynen öyle yapıyorum.

İncecik bir hamur!

Ve çıtır çıtır.

Ve damakta çok lezzetli bir yumuşaklık.

Bayıldım.

Ama salata! Kadın eli değdiği nasıl da belli; yağı, tuzu, havaya sıkılmış da avuçla alınmış ve üzerine dağıtılmış hissi veren hafif bir parfüm dokunuşuymuşçasına ekşi tatlı dengesini sağlayan sumak.

Daha ne olsun?

B.Nihan Eren, Hayal Otel ile Sevgili Leylak Dalı'nın blogunda gördüğüm, tanıdığım ve tabii ki bayıldığım bir yazar. Sonra bu kitabını da almış okunmayanlar bölümüne koymuştum. Zamanı gelmiş olmalı ki onu okumaya başlamıştım, tabii ki de bayılmıştım. Dolayısıyla geniş ama sakin bir bulvara bakan küçük kahve dükkânında onunla olmak çok havalı bir senaryoyu yaşamak manasına gelecekti ki o rolün hakkını vermek de benim işimdi.


Ağır adımlarla yürüyorum. Carrefoursa dışında pek uğradığım bir güzergâh değil ama hoşuma da gidiyor ve bayağı uzun bir bulvarın ortalarında bir noktadayım.


Karşı kaldırımdan gördüğüm kadarıyla küçük kahve dükkânı kapalı. Işıklardan karşıya geçip önüne varıyorum. İç kapıda açık yazıyor olmasına rağmen öyle olmadığını anlıyorum. Saat 12 civarı olmalı, acaba diyorum öğleden sonra mı açıyorlar pazar günleri. Güzel bir park var, içinden Alanos Deresi akan ve bizim coğrafyada denize ulaşan. Üzerinde de ahşap köprüler. Biraz dolaşıyor, sokak aralarında yolu uzatıyor, yeniden varıyorum kahve dükkânına. Aslında bir ara vazgeçer gibi oluyorum, sonra demir tavında dövülür diyerek bir şans daha veriyorum ve bingo.

Bir arabadan yaşça büyük iki insan iniyor. Ben yürümeyi kesmiyorum. Ve beyefendi dış brandaları açıyor. Biraz zaman vermek için kısa bir tur daha yapıyor ve tekrar geliyorum. Masalardan birinde ikisi kadın dört kişilik bir grup var. Oysa ilk gelen ben olurum diye düşünüyordum. Bulvara bakan masalardan en yakın durana oturuyorum. Sırt çantamı bırakıp içeri geçiyorum ki küçük bir kahve dükkânı sandığım yerin içeride de masalar var ve üstelik çok hoş düzenlenmiş bir alan. Şaşkınım. "Bir Amerikano lütfen," diyor, bu arada şaşırdığımı da beyan ediyorum; sonradan baba olduğunu anladığım beyefendiye. O grup kahveleri yapan elemanın henüz gelmediğini, oğlunun da biraz rahatsız olduğunu  söylüyor beyefendi. "O zaman bir Türk kahvesi, şekersiz lütfen," diyorum.


Kitabımı açıyorum. Minik şekerlemeler eşliğinde ve bulvar tadıyla kahvemi yudumluyorum ki çok beğendim. O ara dörtlü grup kalkıyor, onlar çıktıktan sonra da iki hanımefendi geliyor ve benim yalnız sandığım kahvecinin insanlar için bir nefes noktası olduğunu anlıyorum.


Ödeme için içeri geçtiğimde övgülerimi ve ilk düşüncelerimi zevkle açıklıyor, şaşkınlığımın altını bir kez daha çiziyorum. Öğretmen emeklisi olduğunu düşündüğüm ama sormadığım beyefendi çok mutlu oluyor ve neredeyse tüm hikâyeyi anlatıyor.  Epeyi bilgiyle ayrılıyorum mekândan ve onları paylaşmayı hayal ettiğim kahveyi, hayal ettiğim biçimde içeceğim güne saklıyorum.

30 Ekim 2021 Cumartesi

Bir Fıstığın Yan Koltuğundayım

27.10.2021


Telefon çalıyor.

Ekranda enn sevdiğim ad.

"N'aber?" diyor. Sesteki melodiye bayılıyorum.

"Kuşlar gelecek," diyor, "istihbarat sağlam."

Kanat çırpmaya başlıyorum. Gözümün önünden geçen yemekler dilime vuruyor.

Buluşma tarihi 28.10.2021. Buluşma saati 13:30. Buluşma noktası Rektörlük.

Mutabıkız.

İşi kapatıyorum. Üzerimi değişip hemen çıkıyorum. İstasyondayım. Şimdi trende. Bir genç adam yer veriyor. Diyorum "Sen öğrencisin ve yorgun, çok teşekkür ederim ama sen otur." Kalkıyor saçları uzun, umut vadeden yakışıklı çocuk.

Teşekkür ediyorum.

Samsunspor'da iniyorum. Store 55'den içeri süzülüyorum. Dünyanın en ağır forması çıktı. Kadına Şiddete Hayır!

XS lütfen, diyorum.

Geçen yılki Atatürk'lü Arma Atatürk'lü Forma'dan sonra bu da yakıştı şehre diye düşünüyorum.

Tren geldi.

Tadını çıkarıyorum.



28.10.2021


Son hazırlıklar. Hava kıyağını yaptı yine. Meteoroloji yağmur gösterse de alaylı meteorolog coğrafyada olmayacağından emin. Son teyitleşme için telefon. 13:30 Rektörlük okeylendi.

İstasyona yanaşıyor, Samkart'ımı okutuyor, trenin varış dakikasına bakınca çakılıyorum. 14 dakika, diyor. Yolda bir arıza mı var, yoksa kalan bir tren mi diye telaş ediyorum. O hâlâ 14 dakika var derken bir dakika geçmiyor ki tren gözüküyor. Mesafe yakın olsa da keyfini çıkarmak mutlak. Durağa yanaşırken kalkıyor, iniyor, iademi yüklüyor ve istasyonun karşısındaki otobüs durağının banklarına yürüyorum. 13:30'a 10 dakika var. Yine, ilk randevusundaki çocuk gibiyim.

Unuttuğum bir şey yok. Forma tamam, kahve burada. Limonçello yok, çünkü dolaptan çıkacağı için farklı bir torbada olmalıydı ancak sırt çantası, mont ve eldeki torba çerçevesinde sonraya bırakıldı kendisi.

İki emekli amca maaş çektikleri bankayı çekiştiriyorlar o ara. Keyifle dinliyorum. Bir yandan Kaz Tiridi hayali kursam da biliyorum ki biraz daha var.

Çekik gözlü mavi kuş göründü. Ben de ayaklandım.

Bir fıstığın yan koltuğundayım. Hava muhteşem.


İlk hedef yemek. İkimiz de kaz tiridi mevsimi olmadığını biliyoruz ama konuşmanın bir zararı yok. Varıyoruz ki mekân kapalı;  bu da hafta içi için normal. O halde, şimdilik geri dönüyoruz, istikamet dünyanın en lezzetli işlerini çıkaran baba-oğulun minik, sevimli ve salaş lokantası.

Selam sabah faslından sonra dış masaya konuşlanıyoruz.

"Bir kelle lütfen."

"Bana bir de az çorba lütfen."


Kelle servis tabağına ayıklanıp süslenirken içeride, benim az çorbam geliyor. Görüntüsü her zamanki gibi pırıl pırıl, efsane bir kelle-paça çorbası.

Alışkanlık işte, sirke sarımsak istiyorum. Bir kez daha içinde diyor servisi yapan oğul. Toparlanıp hazırlanıyorum. İlk kaşık ve kaç bininci tekrar: "Muhteşem!" Bir başka noktada bu lezzette ve bu kadar temiz kelle paça içilemeyeceğini, altını çizerek iddia ediyorum. Çünkü burası kadim bir köy, her ne kadar artık ilçe olsa da... Tıpkı başka yerde rastlanmayacak şu kekikler gibi doğal hayatta, muhteşem dağlarda yetişiyor hayvanlar. Biz bininci kere kekiği konuşurken, oğul bininci kere dağların altını çiziyor.

Götürürken kelleyi, burayı Vedat Milor'a söylesek mi diye konuşuyoruz ki lafı açan benim, en sevdiğim gurme buna itiraz edecek ve bu an bir kez daha benim çok hoşuma gidecek. İstimi aldık. Kolalarımızın son yudumları... Çaya gerek yok.


Yeniden deltadayız. Bu sefer diğer köşedeki farklı bakkaldan iki su ve elbette Bizbize markalı gofretlerden alıyorum. Ve deltada ilk kez sincap görüyoruz. Seyir halindeyken onun kadar hızlı olamayacağımız için de fotoğraf çekemiyoruz. Mavi kuş park yerine, biz de kimbilir kaç kilometre yürümek üzere, 3750 metre gidişi olan, gölün içindeki parkura.


Bir süre beklemeliyiz; anlayışlı ve kibar insan olmanın gereği olarak. Bir kare fotoğraf alsam iyi olur diye düşünüyorum. İçinde gelin olan bir fotoğraf olmalı blogda diyor içsesim. Sonuçta blog yazarı olarak işimiz tarihe not düşmek. Fakat bu ablanın gelin olduğu ki eli maşalılardan, kesin; ancak bunlar düğün mü yoksa nişan fotoğrafları mı onu pek anlayamadım. Bu arada karede olmayan bir yerde ama görüş alanımızda ve daha yakınımızda ya baldız ya görümce: siyah, diz üstü payetli elbisesi ile fotoğrafçının komutları eşliğinde ve tam bir star edasıyla; kâh yürüyerek kâh durarak efsane pozlar veriyor. İşte bunları kaçırmamalıydık. Görmeliydiniz!


Sonra yürümeye devam ediyoruz. Gölün üzerinden kuş sürüleri geçiyor. Bolca fotoğraf çekiyoruz ama kuşcular kadar sabırlı ve teknik donanım sahibi olmadığımız için özellikle blog ölçeğinde bir anlamı olmayacağından, fotoğrafları bu yazıda kullanmıyorum.

Mesela alt fotoğrafta havada bir balıkçıl var. Normal halde gayet net ve belirginken burada kendisini seçmek zor. Enn sevdiğim kadın dürbün arkasından çekmek için çok uğraştı ancak nafile.


1750 metre geride kaldı. Benim fikrim de bir kez daha geldi. Tepkiyi biliyorum ama çenemin de durası yok. Diyorum ki: "Şu Gençlik Parkı'ndaki gibi bir tren olsa ve bu patikanın sonundan asfalta çıkınca oradan devam etse, bir tane de karşıdan gelse, arada istasyonlar olsa istediğimiz yerde insek, yürüsek, sonra gelen birine istersek binsek." Tabii ki direk kırmızı kart. Bu arada ortalık mantar kaynıyor, bol miktarda da yılan deliği var. Bir tanesi hatta, boğa yılanı esprileri yaptırıyor. Nilüferler tek tük.
2750'yi de geçiyoruz. Asfalt hâlâ uzağımızda ve ona ulaştığımızda 2250 metre geri yürümemiz gerek. Hava kararıyor ve bu ritimle gidersek gün ışğı az sonra bizi terk edecek. O ara yol ortasından bir manda ki tam anlamıyla Meksika'da geçen kovboy filminde star olacak bir duruşla, bize bakıyor. İçim espri için, için için çağlıyor. Manda bile tırstı. Kurtulmak için suya atlıyor. Ve nasıl bir koşma. Dur yapmıyacağım, diyorum ama nafile. Enn sevdiğim kadın kaydediyor. O suları sıçrata sıçrata tam gaz gidiyor.


Dönüş yolundayız ve güneş bulut arkasında. Bir aralık var ve çok kısa süreliğine gösterecek kendisini ve sonra bulutun arkasında yok olacak. Yeni iki gelin ve fotoğrafçıları bizi bekliyorlar. Biz de güneşi. Sabırla ve aralıklarlarla çekiyoruz. Onlar şimdilik girişte oyalanıyor ve o noktada pozlar veriyorlar. İstediğimiz kareleri çok da beklemeden ve bekletmeden elde ediyoruz ki efsane fotoğrafı Enn Sevdiğim Kadın çekiyor.

Hava karardı.

Gecenin ruhları dürtükleyen saatleri varlığını iyiden iyiye hissetiriyor.

Tam ana yola çıkıştaki asırlık ağaçların olduğu, kenarından dere akan kadim kahvede, o ağaçların altında bir tahta masada ve gecenin sesleri eşliğinde Türk Kahvesi içme arzum depreşiyor ki kendime şaşıyorum.


Çok tereddüt ediyorum ama bunu Enn Sevdiğim Kadın'a söylemiyorum. Çünkü işi çok, biliyorum. Akşam treninin keyfindeyim. Fırına uğrayıp bir ekmek alıyorum. Tam bizim ön binanın oraya geliyorum ki geleneksel bir durum: Dört araba sol şeritte bir birine girmiş ve birisi tost olmuş.

İnsanlar sağlam.

Tek tuş ve O...

"Geldim."

"Evdeyim"






28 Ekim 2021 Perşembe

Soğuktan Gelen Casus

Annemle babaannem çok sık kavga etseler de hiç küsmezlerdi. Bilirdim ki babaannem onu çok severdi. Çünkü mektuplarını hep ona yazdırırdı. Ve gelenleri de ona okuturdu. Taa ki ben okuma yazmayı öğrenene kadar. Bütün torunlarını severdi ama daha çok erkek torunlarını. Gözdesi bendim ve o da benim Babıda'mdı.

Annem özel bir kadındı. İlkokulu, üstelik de çoklu bir sınıfta, yoklukta, ülkenin unutulmuş bir coğrafyasındaki unutulmuş bir  köyde 3. sınıfa kadar okumuştu. Öğretmeninden ki bir erkek öğretmendi, sevgiyle söz ederdi.

Bir fotoğraf yoktu ama annem bizim aklımıza bir öğretmen fotoğrafı çizmişti. Belki de bu birikimle önce beni, ben beş yıl sonra mezun olunca da küçük erkek kardeşimi -aynı- güzel, unutulmaz bir kadın öğretmene, yine kızkardeşimi de başka ama yine çok güzel bir kadın öğretmene teslim ettmişti.

Annem casus filmlerini ve kitaplarını çok severdi. Eğer okuma olanakları geniş bir coğrafyada doğsa muhtemelen okur ve kesinlikle casus olurdu.

Mutluyum ki herbiri özel ve eve giren paranın az ama önemli bir değer olmadığı insanların arasında, kalabalık bir ailede yetiştim.

Anlaşmazlıklar, tartışmalar olsa da sevginin, kollamanın buram buram tüttüğü, farklı renklerin şahane bir armoni oluşturduğu bir ailede büyümenin bana kattıklarınaysa paha biçemem.


Kitabı okumaya başladığımda henüz bir kaç sayfa ilerlemişken telefona sarılıyor, tek tuşa basıyor, onun sesiyle kendimden geçiyor ve coşkuyla, keyiften erimiş okur heyecanıyla kitaba bayıldığımın altını ballandıra ballandıra Enn Sevdiğim Kadın'a çiziyorum. Öyle coşmuşum ki tereciye tere satıyorum. O sakin ve çok olgun. Sessizce dinliyor beni. Adını ilk kez duyduğum yazarı aslında bildiğimi incitmeden anlatıyor bana. "Köstebek," diyor.

Ben, bir an, daha çocukken ve topluca aldığım E Yayınları'nın 20 civarı kitabı içinden okuduğum biri olduğunu düşünürken... O, izlediğim ve yazdığım bir film olduğunu çağrıştırıyor.

Şaşkınım!

Önce kitaplığa koşuyorum.

Orada başka bir kitapla karıştırdığım gerçeği ile yüzleşiyorum ve bu yazıyı yazarken şeytan bir kez daha dürtüyor ve diğer kitaplarına bakmak üzere nete giriyorum.

Şu an yüzümde muhteşem bir utanç kırmızısı var.

O geçen yılki ölümüyle bana, anca kendini fark ettiren bir dehaymış meğerse.

Bense onun kitaplarından yapılmış bir sürü filmi, üstelik ağzından sular akarcasına izleyip de adını o güne kadar duymamış, kazımamış, bilmeyen bir ODUN'muşum.

"Çok özür dilerim Anne."

Çok özür dilerim, John Le Carré.



Saat 03:25

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP