7 Ağustos 2021 Cumartesi

Aşılı Ballı Edebiyat Tatlı

Dün üçüncü aşı günüm. Bir Plan yaptım, anlık, vaziyet üzerinden; günü keyifli kılıp anlatılacak eylemlerim olsun diye...

Yazılarımın bir ritmi olduğunu fark ettim; rastgele okuyunca bir kaçını. Bir Günlük tadı var dedim ama sanki de her biri birbiri ile ilintili... Bir roman?! "Vayy be -daha- yazılacak sayfalarıyla birlikte hayatım roman!" da  dedim az önce. Dalga geçtim kendimle tabii ki.

Bugünse, öğleden sonra bir vakitte, şu bizim sahilin batı yakasındaki bir mekânda bira içip tapas yesem, diye düşündüm.

Sadece düşündüm!

Havada ağır bir nem var. Kapalı ve sanki yağdı yağacak yağmur. O zaman dedim, otur yaz.

Nereden başlasam diye düşünüyorum...

Önceki akşam, bahçeye indim, okuma sandalyemi aldım, okuma ışığımın altına çekildim. Bu aralar binaya girip çıkmak zor. Muhtemelen şu vaşak kırması dediğim ürkütücü kedinin kızı doğum yapmış. İki şirin bebe. Biri dün ortalarda yoktu. Endişe ettim. Bir beslenme sorunları yok. Yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarında. Hatta geçen gün bizim Mussano, gözünde sorun var teşhisi koyduğu diğer bebenin gözlerini temizliyordu. O'na bir şey demiyor Ana, çünkü ilk yemek, su veren, onlarla ilgilenen O.

Bir de gece vakti tam da bina girişindeki paspası yatak bellemeseler...

Ödüm kopuyor biri fark etmeyip basacak üzerine diye. İşin kötüsü biz bu kadar duyarlıyken, anne kedide genetik bir vahşilik ya da güvensizlik var: Tıslıyor; sanki 10 kaplan gücünde. Tırsıtıyor. Bir tekmelik canın var, diyesi geliyor insanın gerçi ama...  sonra sen anasın, dünya kötü, haklısın, diyor.

Neyse... dün sabah kalktım. Yol heyecanı sardı beni. Burnumun dibi yerine taa o gün demiştim ki hem seyahat eder, hem o mıntıkada bir yerlerde bir şeyler atıştırırım; günü eğlenceli hale çevirme planlarım çerçevesinde de özellikle OMÜ Hastanesinden almıştım randevumu. Güzelce duşumu yaptım. Jean, lacivert polo yaka bir tişört, spor ayakkabılar, çantaya bir kitap, yedek maskeler ve okuma gözlüğü atarak düştüm yola. Endişeleydim ama yurtlara kadar çıkacak tren şıp diye geldi. Boş. Çok iyi. Güzergâh zaten keyifli. Yolum bu kez daha uzun.

Ormanın içinden de geçeceğiz.

Vardım. Ama biraz erken. Çünkü ilk gelenin rektörlüğe kadar olma ihtimalini düşünmüştüm. İstasyondan çıkıp biraz yürüdükten sonraki mini parkın içinde serinlik bir banka iliştim. Randevuma 15 dakika kala ana binaya girerim, diye planladım. Hava güneşli, ısısı yüksek bir Yaz. Bulunduğum alan gölge ve serin. Yoksa aşı sonrası kampüs içinde bir yerlerde mi bir şeyler yesem?

Vaktim yanaştı, biraz erken girdim binaya. Bir sakinlik var. Asansör ve 6.kat. Kapı açıldı ki beklentim lebalep insanken kocaman bir sessizlik. Bir kağıt doldurup imzaladım. Sonra onunla bir odaya girdim. Bir kaç soru soruldu, yanıtladım. Kibar ve genç hanımlar. Tarifledikleri aşı odasına doğru yürürken bir odadan tatlı bir tınıyla seslendi  bir genç hanım. Salmadı beni daha ileriye. Ah şu cazibem benim işte! Girdim. Hazırlandım. "Şunu bastırın lütfen," dedi. "Neyi?" dedim. Sonra uyandım. "Oldu mu?" diye sordum ve ekledim, "Bu kez hiç anlamadım ama!" Tabii ki teşekkür ettim, elinize sağlık dedim, iyi günler diledim bu eli hafif genç hanıma.

15 dakika salondaki koltuklarda beklemeliymişim.

Canıma minnet. Öyle bir sakinlik ki hiç kalkmasam yeridir. O sıra boşluğun nedenini anlıyorum. Emekliliği yaklaşmış bir görevli var, kağıtları doldurtup imzalatan. İyi adam. Başka yerlerdeki randevuları -aşı tedarikindeki aksaklık nedeniyle- iptal edildiği için gelenlere  ne yapmaları gerektiğini sabırla izah ediyor.

Sonra, trene binince güzel bir istasyondan ben, o mıntıkada bir yerde yeme fikrimle dalaşmaya başlıyorum. Hava terletmelik, ahh şu nem işte! Sebebim bu. Neyse, sonra Feşmekan aklıma uygun düşüyor. Dış alanı çok hoş. Pedersen Hoca'yla pek de keyifli bir öğle arası yaşamıştık orada.

"Keşke tarih kitaplarımızı da Jean yazsaydı," diyorum. Aşı günüm olmasaydı eğer, bugün Jean'la da bir öğle yemeğinde buluşmamız kesindi. En az bir öğle arasını birlikte geçirdiğimiz Pedersen Hoca kadar sevdiğimi, söylemiştim sanırım kendisini. İlk kitabından sonra bir kaç kitabını daha alıp koymuştum okunmayanlar kısmına.

Önceki akşam Kraliçenin Huysuzluğu'nu aldım raftan.


Çekildim okuma lambamın altına diyeceğim ama tam altı sayılmaz: Ben bahçe duvarının içindeyim, o sokakta. Yıllardır süren bir dostluğumuz var onunla. Havaların izin verdiği her zaman sokağın lambası, ben ve bir kitap, bir araya geliriz. Çok da eğleniriz ki Jean Echenoz bu anlar için biçilmiş kaftan. Çünkü O şahane bir ders anlatıcısı. Çok sevilesi bir öğretmen. Bu kez geçmişten bugüne yine tarihsel bilgiler içeren anlatılarla alıp götürüyor beni, minik ama dev kitabıyla. Edebiyat aramak gerekmiyor onun yazılarında. Bir üslubu var kendisinin ve sanki sohbet tadında. Akıp gidiyor ve okuyanı da beraberinde götürüyor. Onunla zaman yolculukları çok keyifli. Mutsuz olmanın imkanı yok desem de tam yeri.*


Aslında bir tuğlaya hazırlıyorum kendimi: Amerikana. Hemen ardına da Mor Amber'i ekleyeceğim. İşte bu nedenle o uzun yolculuk öncesi kısa turlar yapan, okunmayanlar bölümünden sayı eksilten bir telaş içindeyim. Kraliçenin Huzursuzluğu bol vitaminli bir hap. Altmışüç sayfada yedi hikâye... Bir akşam yetiyor ve bence damakta bir de lezzet bırakıyor. Bir tek, İnşaat Mühendisliği adlı öykünün yarattığı heyacan için bile okumaya değer, diye düşünüyorum.

Geçen akşam, mesai sonrası kendimi kalabalıkların içine atma arzum depreşiyor. Bir de kafama taktığım, sloganı sevimli bir dondurma tezgâhı kalmıştı aklımda: Maskemi unuttuğum için kendimi cezalandırdığım akşamdan. Yola ondan dondurma almak amacıyla çıkıyor, hatta minik mekânın geniş açılı bir fotoğrafını çeksem, fotoğrafı da kullandığım bir yazı yazsam hayalini kuruyor, bu düşünceler içinde de önüne varıyorum. Sonra, ben sanki onlar, yani sloganda vurgulandığı gibi kadınlar yapıyorlar sanıyorken, bunun da bilinen bir markanın ürünü olduğunu anlıyorum. Bu endüstriyel dondurmadan vazgeçip rotayı yine Kahve Dünyası'na çeviriyorum.

Bu kez sanırım abartıyorum.

"Vişneli, kahveli, kaymaklı ve sakızlı dondurma lütfen."

Bununla yetinmiyorum, sanki biraz vakit öldürmek istiyorum ve sanki bu karasızlıklarım içinde eğlenceli bir uğraş gibi görüyorum.

"Bir de balı tarçınlı kek lütfen."


Geçiyorum masama. Senaryosu zayıf Siyah-Beyaz Türk Filmi gibiyim.

Karar veriyorum: Isıtılmış kek ve soğuk dondurma, yanlış seçim. Kararsızlığın kararı her zaman yenilgiye mahkum! Ama kitabım şahane. Okuduğum en enfes romanlardan biri sayesinde tanışmıştık kendisi ile... Hatta bana hayatımın enn sevdiğim yazılarından birinin bir yerinde şu cümleleri kurdurmuştu yazar:"Ruhumun coşkun mutluluğu, içimdeki heyecan, okuma süresince beni yalnız bırakmayan korku, merak, Birgül Oğuz'un akıcı ve çok ama çok tatlı, çapraz sorgu tadındaki oyunbaz üslubuyla sürekli yükseliyor, olayların yarattığı duygu değişimleri nedeniyle de gerilimle ferahlık arasında gidip geliyordum. Bir okur daha ne ister ki diye düşünüyor, elimin altında keşke ödül aldığı kitabı da olsaydı diye hayıflanıyordum."

HAH, benim O'nunla tanışmamdan önce yazdığı bir öykü kitabı; yetmişdokuz sayfa. Jean'ın aksine bu metinlerde edebiyat tadı var. Hem de ne tatlı! Lakin bazı öyküler okuru zorlayabilir! Oyunbaz cümleler, kırık kelimeler, eksik harfler, dolayısıyla simgelerle yapılan anlatımlar yorabilir, emek isteyebilir. Hatta istiyor; kolay okumaların ardında gelirse de patinaj çektirmesi mümkün. Jean gibi lay lay lom bir üslup değil onunki; sapına kadar şiirsel, bazen zorlayıcı ama aynı oranda da verilen emeğin karşılığı olarak heybeye düşenleri bal gibi... Eğer öyküde geçen dönemlere dair varsa dağarcığınızda bilgiler, işte o zaman verilen emeğin karşılığının alındığı enfes bir okuma lezzeti hoş geldi!  Sonra kendi okuma sürecimden de hareketle düşünüyorum ki bu hap ölçeğindeki kitap hap gibi bitirilebilir mi? Bugünün edebi anlamda tembelleştirilmiş okuru için zorlayıcı bir uğraştır sanki... Ama lezzetli de bir uğraş olabilir. O şiirsel anlatımın ve kırık cümlelerin içindeyken biraz emekle ve gayretle bir anlayış birliği sağlanıp dostluk kurulabilirse de Hah'la; 2014 Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü almış Birgül Oğuz'un ve kitaplarının değeri, üslubu anlaşıldığı gibi tadına da varılabilir! Onunla tanışmadıysanız henüz, İstasyon'la başlamanız, aranızda sıcak bir bağa neden olabilir ki sonrasında onu daha önce tanımadığınıza pişman olacağınız kesindir!**

Aşı sonrası kendimi ödüllendirme fikrimse her ne kadar mekân tercihim değişse de bâki. Tren keyfindeyim ve istasyona yanaşıyorum. İstikamet Feşmekan olacak, kesinleşti. Önce Samkart'ıma para yüklemem gerek. Hallediyor, karşıya geçiyor, Feşmekan'ın kapısından süzülürken Mantar Güveç yazısı ilgimi çekiyor ve bu kez farklı yerdeki bir masaya oturuyorum. Açım çok güzel. Kavşağı görüyorum. Aynı zamanda da bizim istasyondan kalkacak ve varacak treni uzun süre takip edebileceğim, yaya ve araç trafiğinin tadını çıkarabileceğim bir açı. Fotoğraf makinesi almamış olmanın pişmanlığını ve üzüntüsünü yaşıyorum.

Menüyü inceliyorum bu kez. Oysa Pedersen Hoca ile buluştuğumuz gün fikrim netti.*** Mantarlı Güveç'in etsiz olduğunu anlıyor ama yine de sorma gereği duyuyorum. Et yokmuş. Çizburgerleri nasıl diye merak ediyorum, şekersiz kola ile birlikte rica ediyorum. Bir beyefendi bu kez, o da çok kibar ve ilgili. Elektrikler olmadığı için patates veremeyeceklerini söylüyor. Sorun değil, diyorum. Sonra tekrar geliyor ve aynı nedenle hamburger ekmeği için hamur hazırlayamadıklarını, istersem sandviç ekmeği içine hazırlayabileceklerini belirtiyor. Vazgeçiyor ve iddialı olduklarını düşündüğüm üzere Çökertme istiyorum; ama tavuklu. Sırt çantamdan kitabımı ve okuma gözlüğümü alabilirim.

Okurken Birgül Oğuz'u... Keşke, tıpkı Pedersen Hoca'lı bir gün gibi olsaydı ve bugünü anlatan bir yazı yazabilseydim, diye düşünüyorum. Çok keyifli olacağından hiç kuşkum yok ama ne yazık ki bu an ve mekânlar aslında planlanmamış, evden kahvaltı yapmadan çıkıldığı için oluşan, bir anlamda kahvaltının da yerine geçecek bir eylemsellik. Aşısını olmuş çocuk coşkusuyla kararsızlıklar içinden seçilmiş bir karar.  Ben bu keşke ile uğraşırken şekli çok hoşuma giden ve içine iki buz atılmış bardakla, kutusu açılıp bardağa doldurulmadan bırakılan şekersiz kolam masada yerlerini alıyor. Bunu takdir ediyorum; çünkü ilk sipariş anının hemen akabinde, ikinciyi de satarız mantıklı tüccar uyanıklığı yaparak erkenden getirenlerden nefret ediyorum. Sevmiştim zaten burayı, boşuna olmadığını anlamak bir kez daha takdir etmeme neden oluyor.

Geliyor Çökertme'm. Enfes bir tabak. Çok isterdim bir fotoğraf ama!.. Neyleyim, almadım yanıma makine. Ama bu anlatmama engel değil tabii ki: Çıtır çıtır, kıvrım kıvrım patatesler harika, lezzetli yoğurt üzerindeki gayet güzel pişmiş tavuk parçacıkları hımmm tadında, ve kare tabağın orta yerindeki bu öbeğin  kenarlarına ve o öbeğe yaslanarak yerleştirilmiş, hafifçe soslanmış, üçgen kesilmiş dört parça tost ekmeği lezzetli... Üstelik, ben bunu nasıl bitiririm dedirten bir porsiyon. Kare tabağın dört köşesinin ikisinde incecik dilimlenmiş salatalıklar ve diğer köşede küçük domates parçacıkları... Varlığını yaptığı tat katkısı dışında hissettirmeyen, rengi hafif sütlü kahveye çalan bir et sulu sos. Tertemiz çatal bıçaklar, serin ve çiçekli bir mekân, enfes bir bulvar devinimi, gelen ve giden trenler manzarasında enfes bir öğle yemeği, güzel bir bardakta buzz gibi şekersiz kola. Biraz daha kalasım var ama... Bir bardak ince belli çay hani!..

Paris bulvarları halt etmiş!






*Tanıştırayım: Jean Echenoz

**Birgül Oğuz: İstasyon üzerine yazı " Yine Mi Büyük İkramiye"


***Pedersen Hoca ile öğle arası yazıdaki fotoğraftan sonra..

1 Ağustos 2021 Pazar

Yazar Sırt Çantamda

Cuma sabah kardeşle şehire indim. İşimi hallettim. Sonra baktım hava yaz tadında, o halde yürümeliyim, dedim. Öncesinde kardeşle cadde kenarında hoş bir masada çıtır çıtır ve biri kaşarlıyken diğeri klasik beyaz peynirli olmak üzere su börekli ve ince belli bardakta çaylı kahvaltı... ve de meslek, piyasalar, biraz da mesleğin varacağı noktalar üzerine sohbet ettik. Sonra O işyerine doğru üç harflisiyle devam ederken ben; sevdiğim bölgede kısa bir tur atıp tam randevu saatimde doktoruma geçtim.

Kitap okumaya devam mı, dedi doktor. Dedim onsuz olmaz, "Yazar sırt çantamda." Kim, dedi, söyledim. Adını duydum, dedi; muhtemelen lafın gelişiydi. Kısa bir özet geçtim, çünkü, tanışıklığım benim de yeniydi. Yazarla kankalık durumu henüz taze ama sevdim kendisini! Siparişi hazırlarken bir anda dikkatimi çekmiş; öykü kitabı olması nedeniyle de işime gelmiş; ama daha çok da kitabının adıyla çekmişti beni. İlginç de bir detay fark ettim ki elime geçtiği tarih: Denk gelmiş doğum günüme.

Sorarsınız şimdi nasıl, diye...

Derim ki iyi ki tanıdım O'nu.

Doktorla uzun sohbet derin; ekonomi, memleket halleri, biraz kitap, maskesiz insanlar, az siyaset, biraz Fenerbahçe, kısa kontrol... Hoşçakalın.

Trene yürüyorum. Pandemi, gemi azıya almış da olsa caddeler sakin. Bense felekten bir gün daha çalıyorum. Bir an, bir sonraki duraktan binsem, o arada gara uğrasam ve sorsam diyorum: "Tren seferleri başladı mı?" Sonra sıcak ve onca yürüdüğüm, ama keyifle yürüdüğüm yol sonrası varınca binmem gereken istasyona, "Netten bakarsın, şimdi atla trene," diyor, 17 dakikası olduğunu görüyor, kitabımı açıyorum. O ara, bir gün Tekkeköy'deki eski gara, yani en bayıldığım kitap okuma noktalarımdan birine, gitsem diyorum. Dinliyorum uyaranlarımı, biniyorum trene, açıyorum tekrar kitabımı. Biraz manzara biraz kitap derken varıyorum bizim istasyona... Eve varana kadar nem gerekeni yapıyor. Duş ve çalışma odamdayım; açıyorum ekranı, iki saatlik bir iş kaybım var, göz atıyorum piyasalara; olumlu haber faiz artırımı, dolarda bir tık düşüş, bazı önemli şirketlerdeki açıklanan kârlar piyasa beklentilerinin üzerinde. Ama memleket hali kötü! Saray'a 13 uçak, orman yangınında çaresizlik... Yoksa... yoksa yeni yeni oteller mi?

Sedat Peker'den iyi haber var, ne diyeyim, sevindim. Alsın sazı eline.

Açıyorum Fransızın iki kanadını; dışarıdan odaya dolan deniz ve serinlik kışkırtıcı. Bir plan yapıyorum, mesai sonrasına.

İskele Kafe, atıştırmalık, kahve ve kitap!

Heyecanlanıyorum.

En sevdiğim alanlardan biri; denizin ortasında bir yelkenli sanki. Rüzgar bedenimi yalayıp geçerken... denizde balıklar oynarken... ve şıp... şıp... şıp diye minik sesler ruhuma ulaşırken güzel güzel satırların arasında olmak, miss gibi kokusu kahvenin... Muhteşem.

Ekranı kapatıyor, giyiniyor, maskemi takıp sırt çantamı asıp çıkıyorum yola. Bu kez kalabalık ama deli dolu değil. Kıvamında. Keyfim artıyor. Maskesizlere, hadi açık alan ve insanlar kısmen mesafeli, diyerek bu kez tolerans tanıyorum. Denize girenleri, kıyıya çadır kuranları, iki sandalye bir masa atanları, şortları, etekleri kasık boyu pırıl pırıl genç kızları, kadınları ile diyorum ki bu şehir vallahi başka. Upuzun bir sahil, tertemiz tuvaletler, duşlar ve elbette cankurtaranlarıyla ve de mekânları ile sanki bir medeni Akdeniz kenti; hiç buralı değil gibi. Ahh bazı insanlarımız buralı gibi olmasa da doğru düzgün kullansalar şu tuvaletleri ve dahi duşları; canı çıkmasa belediye görevlilerinin, nasıl olur acaba?!

Varıyorum İskeleye, alanda bir yerel grup var, eskiden şarkıları tazecik bir solist eşliğinde sadakatle çalıp söylüyorlar. Rock saundunda ve eski usulde bir şenlik hali var ki plastik sandalyelerin hepsi dolu, insanlar mutlu. Afad'ın Tır'ı orada ve aşılama insanların ayağında... Bu kez görüyorum ki ilgi yoğun!

Balık avlayanlar, iki sandalyesini açmış denizi yaşayanlar, yürüyenler, selfi çekenler arasından geçerek varıyorum İskele Kafe'ye...


Dolu gibi görünüyor; girip bir tur atıyorum ve kıyı kenarda boş bir masa bulamıyorum. Çıkıyorum.

Niyetim ora mı bura mı arasında gidip gelirken, geçen yaz pasta, kahve ve On İkinci Nota* eşliğinde yaşadığım keyif ve o keyif üzerine yazdığım yazı aklıma geliyor. Hem sonrası da çok güzel olmuştu; yazımın altındaki yorum çevirmenindendi ve beni o akşam internet üzerinden yapılacak ve yazarın İsviçre'den katılacağı sohbete davet etmişti. Sevinmiştim tabii ki!

Çenem açıldı ve fazlaca düştü, farkındayım. Oysa binbir sıkıntıyla başlamıştım yazıya. Bir ara vazgeçmiş, bugüne yazı yok demiş, epey kısırlık çekmiştim. O ara Enn Sevdiğim Kadın aradı, epey konuştuk ki çenem O'na hep düşer. Akşamımı anlattım, dondurmayı ballandırdım. Telefonu kapatınca da dedim ben bu yazıyı yazarım.

Ama bu kadar uzatabileceğimi de vallahi düşünmemiştim; mekândan, andan, daha çok kitaptan söz edip kısa kesecektim.

İskele'den çıkınca rotam belli olmuştu: Kahve Dünyası. Madem niyetim dondurmaydı ve geçen gün onların da dondurma yaptıklarını görmüş, bir an endüstriyel tadından ürkmüş olsam da şimdilerde hep endüstriyeliz zaten rızası göstermiş, sonra da demiştim ki: "O halde kitabımı orada okuyabilirim." Girdim. "Dondurma lütfen," dedim. "Topu 6 TL." dedi genç kız. Bir an bir top için 6 TL. fazla geldi ama kısmen de olsa zeki adamım; büyük mü küçük mü toplar, diye sordum ki büyükmüş. Hayalimde çocukluk dondurmaları var; vişne, limon ve vanilyalı sipariş ettim, porselen kasede hazırlandı ki toplar gerçekten büyük. Masaya döndüm, kitabımı açtım, okuma gözlüğümü çıkardım ve yazı için fotoğrafı çektim. Sonra vişnelinin tadına baktım ve gittim.

Nerelere?..


Evden çıktığımda ilk dondurmamı Milka'dan alırdım ki dondurmaya benzin muammelesi yapardım. O tam ikinci dondurmacıya vardığımda biterdi, oradan gerçek kornet içine koyulan süper dondurmalardan alır, onu da bir numaram Roma Dondurması'nın önüne varana kadar bitirir, Roma Dondurması'nda henüz yapılmış tazecik kornetlere vişneli, limonlu, çilekli ve vanilyalı koydurur, benzin bitmeden de mağazaya varırdım. İşte şimdi çocuk adam halimde de; o çocuk olarak oturduğum masada kitabını açmışken ve önündeki dondurma kasesinde taa Çanakkale'lere varan bir dondurma yolculuğu yaşarken, sanki çocukluğumun bütün dondurmaları damağımda ve bir şenlikteymişçesine seviniyorum. Vişnelinin içinde minicik vişne kabukları bile var, hiç rahatsız edici değiller, bilakis mutluluk veriyorlar. Hakeza limonlusu; ferah mı ferah. Kitabı okumaya çalışıyorum ama gidemiyorum. "Erir mi acaba ?" diye korkuyorum ama daha çok bu enfes ve gerçek meyveli dondurmaya konsantre olmak istiyorum. Sanki çok eskide kalmış bir dostu bulmuş gibi sevinçliyim; limonlunun limon, evet gerçek limon tadına bakarken.

Kaşığı daldırıyorum sonra... ve missss gibi vanilya, diyorum bu.

Kitabı masanın üzerinde bırakıyor. Dondurma kasem ile hayatın güzel yıllarına, dönmemek üzere gidiyorum.

O ara yandaki Columbia'nın terası gözüme takılıyor. Kahvemi orada içsem, deniz yüzümü yalayıp geçse ve taaa Ukrayna'yı göre göre kitabımın tadını çıkarsam, diyorum...

Ama!

Tadı damağımda bir dondurma var, kopamıyorum. Kalkıyor gidiyorum, bu kez bal bademli ve vanilyalı iki top dondurmayla dönüyorum. Kahve mağlup! Ruhum eski zamanlardan bir çocuk. Mutluyum.

Kitaptan ve bayıldığım yazarından söz edecektim aslında değil mi?

İkisinden de özür dilerim. Anlayacaklarından eminim! Fazla söze gerek yok aslında! Tanıştığıma çok ama çok memnunum. Bayılarak okuyorum ve en çok da kitabın girişindeki, "Ustam Recep Gürgen'e," atfı nedeniyle hayranlık ve saygı duyuyorum, yazar Şule Gürbüz'e. Bir akademisyen kendisi. Dolmabahçe Sarayı'nda sanat tarihçisiyken tanışıyor Recep Gürgen'le ve O'na çırağı olmak istediğini söylüyor.

Şimdilerde akademik kariyerin ve yazarlığın ve koleksiyonerliğin yanı sıra mekanik saat tamirciliğine de devam ediyormuş kendisi. Yazı dili ve öyküleriyse altını bir kez daha çizmeliyim ki mizahi dokunuşları ve insan halleri ile birlikte muhteşem. O kadar heyecanlandırdı ki bu tanışma beni; henüz kitabın sonlarındayken ve bitmemişken, dökmek istedim içimdekileri.

Aslında o akşam öyle kendimden geçmiştim ki ben: Kahve Dünyası'ndan başı dönmüş bir halde hülyalar içinde çıkmış, İskele Meydanı'ndaki sahneden gelen müzikle coşmuş, yaz şaşkını bir halde yürürken bir anda fark etmiştim ki yüzümde maske yok! Ahhh benim hülyalı başım, dedim elbette, telaşlandım, "Bir de millete laf çakarsın sen ha!" dedim, sırt çantamı usulca indirip, bir kenara çekilip maskemi taktım ve bir de ceza kestim kendime: Gözünün kaldığı şu tezgahtan bu akşam dondurma yok dedim sana!

Benzin bitti, eve ittirerek gidiyorum.



*Bayıldığım Dizi Şaşırdığım Kitap

26 Temmuz 2021 Pazartesi

Tanıştırıldığımıza Çok Memnun Oldum Adichie

Diyaloglar*


Yine akıp, tatlı tatlı gitti yazı, inceliklerin içinde bir ismi ucundan yakaladım ama!.. Nijeryalı yazarların hastasıyım ki tanımadığım biri, ilgileneceğim hemen.

Aa, hem Nijeryalı yazar seviyor hem de Adichie’yi denemediyseniz hemen ve ilk fırsatta!

....

Ben de Chimamanda Ngozi Adichie - Boynunun Etrafındaki Şey'i bitirmek üzereyim, öykü kitabı ve nispeten kısa olduğu için ne olur ne olmaz diye tanışmaya onunla başlamak istedim. İlk satırlarda kaptı ve bırakmadı beni ve biri Amerikana olmak üzere iki kitabını daha alacağım. Kesin.



Gece yağmurun sesine uyanıyorum. Uykuya dönemiyor, başucumdan son öyküsü kalan kitabı alıyorum. Bitirip kapatıyorum. Sonra zihnimden kitabı baştan sona geçiriyorum. Bir yazı kuruyorum. Cümleler akıyor ama dünyama bir türlü dönemiyorum. Yazar muhteşem! Tartışmasız. Ben yaşadım, her bir ânın tanığıyım. Biriyle otursam Nijerya konuşsam; sanır ki ben Nijerya'yı Nijerya'da yaşadım. Otursam Nijerya dışına hiç çıkmamış bir Nijeryalıyla konuşsam; sanır ki benim Amerika'da Nijeryalı kocaman bir çevrem var.

Aslında ikiyüzotuzbeş sayfalık kitaba başladığım andan itibaren Nijerya topraklarında geçen öyküleri daha çok seviyor, daha meraklı ve farklı bir tat alıyor, Sibel Sakacı'nın çevirisi sayesinde sanki oradaymış ve tanıklık halindeymişim gibi içinde yaşıyordum. 

Ben öyle düşünmeye devam ederken son sayfayı kapattığımda içimdeki tadın bütüncül bakmaya,  parça parça öyküleri bütünleyerek onu artık bir romana çevirdiğini fark ediyorum.

Dışarıdan tatlı bir serinlik odaya akıyor. Gün henüz yeterince ışımadı. Kitap kapalı şekliyle göğsümde. Dokunuyoruz birbirimize. Sanki parmaklarımla hissediyor ve bu bağlantı üzerinden kitap baştan alınmış bir film gibi akıyor zihnimde. Bu tada da bayılıyorum. Uykuya dönmeye fazlası ile ihtiyacım var... Ama bir türlü dönemiyorum!

Sonra gelip bilgisayarı açıyor, bu yazı için dün çektiklerim içinden bir fotoğraf seçiyorum. Onu yerleştirip, yazmaya başlarken ekranda 03.22 çıkışlı bir e-postanın geldiği mesajı beliriyor.  Kargo'dan geliyor, açıyorum: "D&R gönderinizi teslim aldık."** cümlesini de içeren detaylı bir mektup.

Beklediğim kitaplardan biri Amerikana, diğeriyse kitabın tekrarı, O'nun için. Amerikana'dan da söz etmiştim ama onda İngilizcesi varmış. Vardığında Amerikana'ya bir göz atacağım; bir tuğla!  Şimdi kısa bir kitabı aradan çıkarabilirim. Uykum da var ama, mesaim yaklaşıyor,  kahvaltımı hazırlamalıyım önce!

Gün içindeyse sızarım diye hayal ediyorum.

...

Şu an saat 19:36. 16:30 civarı uyku bastırınca, işi bırakıyorum. Odaya geçip uzanıyorum. Sızmışım; derin. Uyanıyorum. Komiğim. Çünkü sanıyorum ki ertesi gün sabah. Cep telefonunu alıyorum; saati 19:28'i gösteriyor. Cumartesi günü bir saat içinde ekranı değişen telefonun saatinin yanlış ayarlandığını düşünüyorum.

Sonra uyanıyorum!

Geliyor ve bu paragrafı ilave ediyorum.


*Burada


**Kitapçım aslında Eganba. D&R sıklıkla e-posta atıyordu, şu an bir kampanyaları var ve 50TL. üzeri kargo ücretsiz. Fiyat gözetmeksizin uzun yıllardır Eganba'dan alırım. Onlarda 150 TL. üzeri alışverişlerde kargo ücretsiz, o ölçekte bir alım olsaydı fiyat farkı gözetmezdim. Bilgi paylaşımı için söylersem fiyat olarak an itibariyle -genel olarak kitaplar- en ucuz D&R'da. Kitapyurdu'nda daha ucuz ama kargonuzu onların temsilciliklerinden gidip de alırsanız!

24 Temmuz 2021 Cumartesi

Operasyonun Yoluna İlmek İlmek Döşenen Mayınlar

Öncesi


Epeyi önce

Apo ve Cemal, sosyal hayatın sınırlı olduğu bu küçük şehirde bir akşam Amasyaspor'dan  iki futbolcu, onların bir arkadaşı, Vali'nin koruma polisi ve yine futbolcuların tanıdıkları ama bizim yeni tanıdığımız, biz yaşlarda bir gençle bir akşam bir mekânda takılıyorlar. Ben yokum, Samsun'a görevli gönderilmiş de olabilirim, kendime kafa izni verip izinsiz de gitmiş olabilirim... Hatırlamıyorum. Fakat bu geceden epeyi zaman önce, biz daha tazeyken, çevreyi, sınırlarımızı ve yaptığımız işi ve karakterleri öğrenmeye çalışırken; bir yandan da özgürlük alanlarımızı genişletiyor, usul usul da göze batmaya başladığımızı fark ediyoruz. Özellikle ileriki günlerde adı geçecek Yarbay'ın başında olduğu Merkez Komutanlığı'nda iki numara olan, takdir etmeliyim ki işini şahane yapan, kurallara son derece riayet eden, disiplinli bir başçavuşun radarında oluğumuzu da seziyoruz. Kulağımıza bizle ilgili tavrını, düşüncelerini hissettiren duyumlar geliyor. Bu arada Komutan'la ilişkilerimiz de gelişiyor. Sözel temasımız şimdilik az: Sabahları alırken "Günaydın," akşam bırakırken "İyi akşamlar." O bir şey not ettirmemişse sessiz bir süreç. Karşılıklı bir tartma ve sınırlarımızı nereye kadar uzatabilirizi test ettiğimiz bir strateji izliyoruz ama öte yandan pozisyonlarımızın sağlam olduğunu da biliyoruz; çünkü bizden önceki tırsıklardan çok farklı olduğumuzun bilincindeyiz.

İhtiyacen Bir Paragraf

Bizden öncekilerden de önceden kalmış, onbaşı rütbesi sökülmüş, Tugay Komutanı postasıyken ve doğal olarak tanımadığımız eski komutan izindeyken yaptığı akıl almaz bir şeyden kaynaklı olarak fotoğraf yakalatmış, Bölük Komutanı tarafından disipline verilmiş, ceza almış, dolayısıyla askerliği uzamış, yeme içme ve yaşamın tadını çıkarma  adabını bilir ama kısmen güvenilir İstanbullu bir Gürcan var ki başlıbaşına bir hikâye konusu. O Tugay'da ve Bölük kademesinden (tamirhane) ve yedek parça deposundan sorumlu...  Şafak Sayarken etiketli yazıların Tugay'da geçen bölümlerinde sıklıkla yer bulacak. Diğer hayatımızdaysa yeri yok!

Örnek verirsem, hemen evin arkasındaki ormana yürüyüş için gittiğinde Komutan; Apo biraz da tetikteyim havasını atmak için  duyura duyura mermiyi  hazneye sürüyor, tabancayı atışa hazır hale getiriyor. Hakeza şehir içinde dolaşmak istediğinde de... O zaman bir ekstra daha yapıyor. Komutanın arkasından ve geniş açı görebilmek için de gerisinden, yoldan ve solundan yürüyor, mermi yine haznede ve bu kez otomatik tüfek de omuzda asılı, bel hizasında ve el onun tetiğinde... Bununla kalmıyor, kaldırımdan ve karşıdan gelenleri işaret ederek aşağı indiriyor. Hızlı adımlarla arkadan gelenlere de hem fazla yaklaşmak  hem de öne geçmek adına izin vermiyor. Komutan bunu görmüyor ama hissediyor. Kızları henüz okul tatil olmadığı için yoklar. Fakat Anne evde... Bizden öncekiler hep Anne demişler, içimizden bir tek, evde de görevli olan Aziz, ve Cengiz "Anne," diyor, bizim hitap şeklimiz First Lady tadında ama anne sıcaklığında bir "Hanımefendi." Tatlı tatlı gülümsemesinden hoşuna gittiğini anlıyoruz. O bizimle Komutan'dan daha çok konuşuyor.

Bahsettiğim inzibat başçavuşunun artık bizi fark etmemesi mümkün değil çünkü sıklıkla gittiğimiz, bolca lak lak yaptığımız arkadaşımızın olduğu  Sıkıyönetim Halkla İlişkiler'le Askeri inzibat aynı binada... Halk Eğitim de komşu ve orada da biçki dikiş ve benzeri konularda eğitim alan kızlar var. Üniforma sever bir kadın kitlesi olduğu vaka, nüfus yoğunluğuna göre az ama topluluk içinde azımsanmayacak sayıdalar; yaşı daha genç olanlarının rütbe gözettiklerini de düşünmüyorum. Biraz havalı olmak yeterli ki bizde ondan da var!

Yazlık ve kışlık olarak giydiğimiz resmi kıyafetler diğer askerlerinkinden değil, subaylarınkiyle aynı, farkımız sadece kollarımızdaki rütbeler... Rütbe bilgisi olmayanlar kolaylıkla daimi askerlerden sayabilirler ki sıklıkla bizle aynı statüde olan ama bizi tanımayanların selam vermelerine ve komutanım dediklerine tanık oluyoruz.

Bu arada söz ettiğim başçavuşun adı Şevket. Biz aslında askerliğin adabına, disiplinine, gelenek ve şanına uymaz, Komutan dışında kimseyi umursamayan davranışlarımızla bu Askeri Polis'in radarındayız. Punduna getirdiğinde kesinlikle bizi alacak! Disiplin kuralları çerçevesinde  bir gece görev sahamız dışında bir yerde, üstelik alkollü yakalarsa sıyıramayız, diye düşünüyoruz ama bu biz için daha da pervasız olmak anlamında fazlasıyla kışkırtıcı. An itibariyle rahatlığımıza ve yerinde duramaz ruhumuza uzun ölçekli geniş alanlar açmanın önündeki en büyük engel ne yazık ki O. Kaliteli hasmımızın varlığından zevk almıyor da değiliz. Onu çözersek ve bizi tanırsa başkalarının sınırlarını da kalınca çizmiş oluruz, diye düşünüyoruz. Bunu sağlamak için önce ona bir tezgâh kurmalıyız!

Yine bir hafta sonu, Komutan ormanda; orman dediysem koca bir orman tasavvur edilmesin; bir koru, o spor kıyafetleriyle yürüyüşte, Apo da yakın korumada... Bizse korunun sınırlarındayız ve şüpheli gördüklerimiz olursa alacağız. Apo başçavuştan söz açıyor, ama bize karşı tutumundan değil. Hepsi kurmaca olmak üzere, konutun ve koru yönündeki inzibatların çoğu zaman yerlerinde olmadıklarını, gece ara ara çıkıp kontrol ettiğimizi, bazılarının ağaç diplerinde uyuduklarını, korumanın yetersiz, disiplinsiz ve bu nedenle de büyük bir koruma zaafı olduğunu söylüyor. Bu bölgenin şöyle de bir önemi var: Komutanın konutu ile Vali Konağı bizimki askeri alanın içinde olmak koşuluyla caddenin iki yanında, karşı karşıya.

Diğer hafta sonu başçavuşun jipini konutun önünde, onu da konutun süs havuzunun kenarında komutanla konuşurken görüyoruz. Rutin bir haftalık rapor alma, daha neler yapılmalı üzerinde de genel güvenlik sohbeti, diye düşünüyoruz. Ama gerçek bilgiyi Hanımefendi'den alacağımızı o an bilmiyoruz..

Ford'un yanısıra eve tahsisli ve arazide kullandığımız bir de Jeep Wagoner var. Genelde kızlar ve Anne geldiğinde ev halkına hizmet veriyor; onun şoförü de Cengiz. Yolda giderlerken Hanımefendi Cengiz'e hafta sonundaki görüşmenin bir kısmının altını çizerek "Dikkatli olun çocuklar," diyor, "Sizin kuyunuzu kazmak isteyenler var."  Ayrıca, komutanın bizim -planlı- uyarılarımızdan ön alarak eksiklikleri söylediğini, ve başçavuşa "Görev yapıyorum diye de benim adamlarımı bana getirme," uyarısı yaptığını söylüyor.

Daha sonraki zamanlar, Şevket Başçavuş'la birbirlerimizi daha doğru anlamamıza sebep oluyor. O bizim yerinde duramaz, ne olursa olsun duramayacak çocuklar olduğumuzu, işlerimizi iyi yaparken de gençlik ateşlerimizden geri durmadığımızı ve yapıp ettiklerimizin pespayelik değil de yakıştıra yakıştıra olduğunu anlıyor. Seviyoruz birbirimizi.

Ama yine de bundan epey sonra yakın aralıklarla O'nun dahli olmayan iki operasyon çekiliyor bize ki öncesinde Tugay'a ve Orduevi'ne uyuşturucu soktuğumuz ve bunların ticaretini yaptığımız söylentisini yaratıp kulağımıza ulaştırarak hem intikamlarını alacaklarını ve de bu kozla frene basacağımızı düşünüyor, bazıları... ama çok toylar! Çünkü bize gözdağı için -sözde- bilgi sızdırdıkları kişi seçimi fazlasıyla çocukça ve acemi işi!


Bize Ha!

22 Temmuz 2021 Perşembe

Bize Operasyon Çektirenin Karizmasını Çizeriz

R. epeyi ünlü, İstanbul Jet Sosyetesi'nin gözde bekârlarından, tanıdıktan sonra fark ettiğim üzere magazin basınının cemiyet haberleri köşesinde her daim yer bulan, ailesi o zamanlar bir elektronik devinin sahibi olan, ne yazık ki bazı çevrelerce "azınlıklar" diye tanımlanan kesimden bir asteğmen olarak Orduevi'ne transfer olmuştu... Ama nasıl?

R. ile tanışmış olduğumuz dönemde biz de henüz usta askerlikte yeniyiz: Acemi birlikleri Amasya olan daha sonra arkadaş olacağımız yeni şoförler ve muhafız, benden önce olsa da Tugay içi dağıtım olarak yeni atanmışlardı. Ben de Ankara'dan gelince ve bin türlü numara çevirip de bölükte kalmayı başarınca; bizim henüz efsane olmayan efsane ekip tamamlanmıştı. Gün saymakta olan, teskereye gidecek eski ekipten görevleri devralmıştık. Artık yeni konaklama yerlerimiz Tugay'da bağlı olduğumuz birliklerimiz değil de dış görev emriyle Orduevi'nin koğuşlarıydı. Serbest çalışıyor gibi gözüksek de resmiyette kendi birliğimizin, dolayısıyla askerliğin kuralları geçerliydi.

Ama, bizim umurumuzda mıydı?!

Gündüzleri çoğunlukla Tugay'daki garajda hazır bekliyor, şoförü olduğumuz komutan bir yere gitmeyecekse tüm mesai süresini orada geçiriyorduk. Mesai bitiminde de herkes evine... Yani Orduevi'ndeki lojmanlarına. Bizim lojmanımız tabii ki koğuş.

Şu ana kadar yazılan kısmın aslında bir değeri yok ancak geri dönüşle ortaya saçılacak olayların varacağı noktalar için önemli. Çünkü biz hayatın neresi olursa olsun işlerini iyi yaparken, kendi kuralları ile de yaşayan çocuklarız!





Günlerden bir gün

Garajda ve Ford'un içinde müzik dinleyip laflarken biz, santraldeki arkadaşımız Karargâh'tan çıkıp "Telefon var," diye işaret ediyor. Burayı kısaca anlatıp olaya bağlanmak istiyorum. Arayan Komutan'ın eski ekibinden Komutanlık'taki postası; Amasya'ya bir arkadaşının geldiğini, asteğmen olduğunu, Turban'da kaldığını, onunla tanışmamızı ve onu Orduevi'ne aldırmamızı istiyor. Biz Komutan'ı analiz etme sürecini aşmış durumdayız, o da bize güveniyor ve artık biliyoruz ki bizi seviyor. Geldiğimiz noktada bizle ilgili ispiyonlara kulak asmayacağını biliyoruz, hatta somut iki olayda kızları ve eşi tarafından savunulacağımızı da... Bu konunun detaylarından bir başka olayın yazısında mutlaka bahsedilecek... Bu arada yüzümüze gülen ama arkamızı kazan iki başçavuş var Orduevi'nde, istihbaratı aldık.

Karar verdik; onların ayağını kaydırıp R.yi Orduevi'ne getireceğiz.

Sıkıyönetim Halkla İlişkiler'de tanıştığım Samsun'lu bir çavuş var. Bir akşam ona uğradığımda kendi başçavuşları ile bizim Orduevi'nin iki başçavuşunun Turban'a kumar oynamaya gittiklerini söylüyor. Cemal'le Apo da komutanı Emniyet'e getirecekler. Önce Cengiz'i arıyorum ve anlıyorum ki Apo'lar henüz konutun önündeler, Komutan hâlâ evde. Araç koduna anons yapıyorum ve birisinin hemen evin köşesindeki kantine gitmesini, telefonla konuşacağımı söylüyorum. Santraldan kantini bağlatıyorum ve Operasyon Turban'ın anlık bilgilerini veriyorum. Onlar evden alıp yola çıktıklarında konuyu açıyorlar. Emniyete uğramadan doğru Turban'a yöneliyorlar ki Halkla İlişkilerin önünden geçerken Cemal işlem tamamdır, gidiyoruz kornasına basıyor.

Ve suçüstü.

Hemen ertesi sabah eski görev yerlerine geri gönderiliyorlar.

Onların boşalttığı göreve de R.'nin gelmesinin yolu açılıyor ve bizim referansımızla da geliyor. Aradan epey bir zaman geçiyor, R. bir düzen kurmak istiyor ama biz yüzünden istediği -bizce de gereksiz- otoriteyi bir türlü kuramıyor, çünkü biz askerler lehine korumacıyız.

Biletleri haftalar öncesinden tükenmiş bir konser akşamı var Orduevi'nde... Aziz muhteşem bir fix menü hazırlamış. O genel servisi organize edecek ama sadece Komutan'ın, Vali'nin ve eşlerinin olduğu masayla ilgilenecek. Biz de hemen sahne arkasında, sahneye çıkış kapısı da olan çay ocağındayız. Gecenin kadrosu o günden bakınca şahane. Ama detayların bir önemi yok; ana konumuz o günkü tavrımıza neden olan -bize- operasyon.

Geceninse o günden bakınca iki yıldızı var. Biri Bedia Akartürk. Diğeri ise Sibel Egemen. Sibel Egemen önemli çünkü R. ile tanışıyorlar ve yakınlar. R. için kıymetli! Önce alt kadro sanatçıları gelip çay ocağından geçerek sahneye çıkıyorlar. Onların ardından da biz yaşlarda, Orduevi Orkestrası eşliğinde biri solist diğeri yan flüt çalan konservaturda öğrenci iki genç kadın sahne alıyorlar ki biri tıpkı Itır Esen; aklımı alıyor ama bir kız arkadaşım var; hayatımın en zor döneminde bana yoldaş olan.

Birazdan sahneye Sibel Egemen çıkacak... R. çay ocağına geliyor önden, boşaltılmasını istiyor. Diğer çocuklar çıkıyorlar. Biz kımıldamıyoruz. R. gözleriyle yalvarıyor ama burnundan da kıl aldırmıyor sanıyor. Sonra rica ediyor, sonra çekilmezsek Sibel Egemen'in sahneye çıkmayacağını söylüyor ama bizi komutanla tehdit edemiyor, çünkü ondaki kıymetlerimizi ve neler yaptığımızı ve yaptırabildiğimizi artık biliyor. Çaresiz. Askerliğin genel kuralları itibariyle rütbe gücü bizden büyük, emir verebilir ve biz açısından da emre itaatsizlik ceza gerektirir, ama!

Biraz tehditkâr konuşmaya meylediyor. Apo Colt'unu çıkarıyor, mermiyi sürüyor ve silahını R'nin eline tutuşturuyor... Biz de silahlarımızı çıkarıp masanın üzerine koyuyoruz. R. bu kez ricacı gözlerle bana bakıyor. Bu duruma müdahil olacağımı düşünüyor ki haklı, normal koşullarda boşaltırdım... boşaltırdık orayı.

Kımıldamıyorum.

Hiçbir davranışımız sebepsiz değil. Çaresizce dışarı çıkıyor. Yan binaya geçip kuaförde beklemekte olan Sibel Egemen'i alıyor, zaten dar bir koridor gibi olan mekânda milim kımıldamayan dört kişilik ekibin arasından geçiriyor. Sibel Egemen'le göz göze geliyoruz. Biz öyle çocuklar değiliz, sebebi de siz değilsinizcesine gülümsüyorum.

O sahnedeyken biz de Akartürk'ün Samsun doğumlu kızı ve diğer sahnesi bitenlerle birlikte kuaföre geçip Aziz'den gelenlerle donattığımız genç, taptaze masada, silah muhabbetli pek neşeli bir keyif yapıyoruz.

Elbette ki bira şişelerinin kapaklarını tabancalarımızla açma ritüelini eksik bırakmıyoruz.

Korkmayın, ateş falan etmiyoruz, mekanizma üzerinde bir iki hareket yaparak namlu ucunu alt desteğiyle birlikte açacak haline getiriyoruz: Önce şarjörü bir tık aşağı alıyor, sonra namluda bir çekme hareketi ile kundaktaki mermiyi sıçratıp havada kapıyor, tüm emniyet tedbirlerinin ardından da ucu alttan destekli bir açacak şeklini almış kısma kapağı sıkıştırıp açıyoruz. E alkışı da alıyoruz.

Elbette bu genç kadınlarla askerlik hatırası tek tek, toplu fotoğraflar da çektiriyoruz ama hiçbirini bu yazıda kullanmıyoruz...



Devam yazısı Operasyonun yoluna ilmek ilmek döşenen mayınlar

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP