12 Haziran 2021 Cumartesi

Alelade Bir Yaz Sabahı

Bu sene baharla birlikte  salona açık mutfağımın çalışma alanı olarak da kullandığım manzaraya paralel masasını terk etmeye karar veriyorum ve tekrar kitapların, plakların, CD'lerin, dergilerin, geçmişten gelen tüm fotoğraf ve belgelerin ve gerçek çalışma masamın olduğu ve güneşin ilk düştüğü odaya geçiyorum.

Denize bakan pencerenin Fransız korkuluğunun üzerine kuşlar konuyor. Mevsimlerden Aşk! Çatının hemen altından geçen damlalıksa bir getto!

Kuşlar!..

Muhteşemler...

Her ne kadar ilk yaz sabahlarının ışıkları ile birlikte aşk oyunları  pek pervasızca olsa da Allahdan jaluziden kaynaklı olarak, muhtemelen beni göremedikleri için huzurlarını da kaçırmamış oluyorum.*

Öylesine kavak yelleri ki ne ben ne de dünya, umurlarında değil! Sabahın körünü bir kaç dakika geçmişken ve çoğu gettolarında uyuyorken mesela -ki benim de uyuduğumu düşünüyor olmamalılar-  bir tanesi sessizce sıvışıyor ve gelip Fransız'ın üzerine konuyor. O ara gözleri yukarıda... Hadisene ya da nerede kaldın dercesine bir bakış... Seslenmiyor, ayak ucunda yürüyor. Ufaktan havalanıyor, gettonun bir kaç adım uzağında ve havada asılı kalıyor, sonra aynı yere dönüyor. Gözler hâlâ yukarı bakıyor. Diğeri geliyor... ve sonra. Yazan tam da buraya bir adet necefli maşrapa koyuyor!


"E gençlik başta duman," diyorum. Görmezden geliyor hiç de rahatsızlık vermiyorum. Kendimi yetişkin sandığım çocukluk günlerime gidiyorum. Şanslıydım! 15 dönümlük alanda beş evdik. Köydük. Ne şans ki bu beş evde ben yaşlarda -gelenlerini gidenlerini saymazsak- 8 kız yaşıyordu. Bir de sol sınırımızda kamp, sağ sınırımızda da yemyeşillik içinde lojmanları, sosyal alanları ve kurum binası olan ve hâlâ yerinde duran bir resmi daire vardı. Tabii ki o lojmanlarda da kızlar... Ve nasıl oluyorsa o mesafeden soyunurken beni görüyorlarmış! Gecelerin uzadığı, buraların boşaldığı sabahlarda okula şehirden memurları alacağı için erken yola çıkan dairenin servisiyle gidiyordum. Ders saatine epey vakit kaldığı için de aynı okulda okuduğumuz  kızla henüz gözlerini ovuşturmakta olan caddelerde yürümek, ikimizin de çok hoşuna gidiyordu. Çünkü yaz sonuyla birlikte mıntıkada kıtlık baş gösteriyor ve o kız bana iyi geliyordu, ancak O birazdan bahsi geçecek olan değildi.

Yazlar elbette başkaydı. El ayak çekilip, ev halkları uyuyup da sessizlik saçılınca geceye; en görülmez ve duyulmaz sandığımız saatlerde bizim evin kılık değiştirmemiş halinin arkaya düşen mutfak balkonunun  altına geçmek keyifli, aynı oranda da meraklı, bir o kadar da çocukça bir eylemdi ben için! Ama akşam boyunca o anı bir türlü eve gitmeyi bilmeyen grup üyeleri bir an önce gitsinler diye sabırsızca beklemek de zordu, ama kıymetliydi. Çünkü o balkonun altına saklanarak ilk öptüğüm kız olarak tarihime kayıt düşenle acemice öpüşmek, o tadı keşfetmek ve zamanla geliştirmek fazlasıyla heyecan vericiydi. Sanki karanlığa seslenen anne ya da baba sesleri bize ulaştığında; geçen zaman bir dakikaymış gibi gelirdi.

Önceki sabah Sevgili Okul Arkadaşım'ın yazısındaki  Put The Blame On Mame adlı şarkı aslında bu yazıya sebep oldu... Bir zaman yolculuğunun fitili o siyah beyaz klibi izlerken ve ezelden bayıldığım o şarkıyı dinlerken ateşlendi. Aslında benzine kibriti çakan jaluzilerin arasından odanın yabancı yazarlar ve okunmayı bekleyen kitaplar hanesinin bir kısmına düşen güneşin izleriydi.

 Ben dünyaya dönemedim.

Ama bir kızın hayallerini yıktığım için üzüldüm.

Elbette çocuktuk ve önümüzde uzun yıllar vardı. İçselleştirdiğim bir durum değildi, sevmek ve aşk da söz konusu değildi. Ama öpüşmek güzeldi. Gündüzleri mağazada ölesiye çalışıyor, sürekli kendime iş yaratıyordum. Çünkü akşam, yol kenarında, bahçe duvarının üzerinde kalabalık oturmanın pek bir önemi kalmamıştı. Vakit tez geçmeli, el ayak çekilmeli, sadece ikimize kalmalıydı gece...

Sonraki yıllarda özellikle askerden döndüğümde onun beni sevdiğini, hayallerinde yerim olduğunu, umduğunu  anladığımda, artık kocamandık; bir başkasıyla çıkıyordum ve onun ruh halindeki psikolojik destek almaya neden olan karmaşanın sebebinin ben olduğumu bilmiyordum. Çocuk günlerde de aşık değildim ve sonraki yazlarda tüm yaklaşımlarım arkadaşçaydı. Fırsatı çocukça ve çocuk kalbiyle de olsa kabul ediyorum ki ganimete çevirmiştim. Beklentilerini fark ettiğimde ve içine düştüğü ruh haline baktığımda ve kısa süreli hayal kırıklığının yarattığı sarsıntıyı hissettiğimde çok üzülmüştüm. Sonra evlendi ve  bu şehirden gitti. İyi arkadaşız ve sıklıkla karşılaşıyoruz, kırgınlık bir çocukluk anısı olarak geride, başım sıkıştığında yanımda... Ve komşuyuz.

İşte sabah, içeri düşen güneş, parlayan ipiyle camın önünde tepeden inmekte  olan örümcek, denize ve odanın içine vuran muhteşem güneş hep birlikte ruhu tetikleyerek keyifli kılınca sabahı... Ben  Sevgili Okul Arkadaşım'ın yazısını* okuyup paylaştığı şarkıyı bitirince ve altına "Linke gittim tabii ki, epey erken bir saatte dinledim. Sonra o bana bir fotoğraf çektirip bir de yazı yazdırdı... ve o sayede bir de keşif!"  cümlelerini de içeren bir yorum yazınca; Youtube bunu da  seversin diyerek Avalon Jazz Band'i önüme bırakınca; aklıma direk Juliet geliyor. Blog dünyasında henüz yeni bir hevesle takılmaya başlamışken, belki de ilk paylaştığım klip onun Avalon adlı, dinlemekten bıkmadığım şarkısıydı.

Bir an "Acaba?" dedim.

Ama demekle kaldım, çünkü ilgisi yokmuş.

Sonra Avalon Jazz Band'in sitesini buldum.** Sonra da Spotify'da takipçileri oldum. Besame Mucho'yu  onların yorumuyla dinlemeye başlamıştım ki yorumlarına ve neşelerine ekstra bayıldım. Sonra pek çok şarkılarını dinledim... Bir tadımlık sunmalı, belki kendilerini ben gibi bilmeyenler de vardır diye düşünerek paylaşmalıyım, dedim.

Aslında bütün numara jaluzilerin arasından yere süzülen güneşin ve odaya dolan ışığının yarattığı etkideydi... O köşeyi çekmeden duramadım. Yere oturup da vizörden baktığımdaysa ruhum ayaklandı. Bir alt yazıyken düşündüğüm... Bir sürü şey... Bir anda...

Duygularımın tadında dökememiş olsam da yazıya...

Diriliverdi!



*Kuşların kısa bir hikayesi ise şu yazının ilk fotoğrafının altındaki paragrafta

*Sevgili Okul Arkadaşım'ın yazısı

**Daha çok Avalon Jazz Band içinse buradan lütfen.

8 Haziran 2021 Salı

Deltanın Bazı Sırlarına Ulaştığımız Gün

"Oh ne âlâ yasaklar kısmen bitti." Dedim...

Dedi.

Oysa tam kapanmada sanki umutlarımız da içe kapanmıştı ve Ben dahi insan ve hayat boşluğu ile dolu, sanki hep tekrar edecekmiş gibi, biraz biraz dalgaya vurdurarak Kopyala Yapıştır başlıklı bir yazı bırakmıştım tarihe... Ama çok şükür ki çok uzamadan, çantadan tavşan çıkarabilen muktedirimizin gönlü hoş iktidarı sorunu birden halledip, salıverdi iplerimizi...

E biz de unutmayı sevenler kulübünden olduğumuza göre!!!

Mekânlar gümbür gümbür gümbürdedi birden. Misal benim mahallede denize nazır iki katlı mekânın üst katında eski Türk filmlerindeki gibi renkli ve yanıp sönen ışıklar altında ve henüz gün geceye yeterince dönmemiş bir akşam üstünde dans eden genç kızlar ve erkekleri görünce ki sosyal mesafe hak getire... Alkol duvarını henüz aşma saatlerinde değilken üstelik an itibariyle... "Rabbim sonumuzu hayretsin," diyerekten çekiyorum la havle...

Eve doğru devam ediyordum ki karşımdan gelmekte olan bir genç kız grubu, etek ve bluz boylarından ve yırtmaçlarından anlaşılacağı üzere, seyir halindeydiler akılacak geceye... Kendimden utandım elbette... "Yuhh sana dinazor nedir bu yüzündeki maske?" Dedim...

İki kocaman kahve mekânındaki kısmen ferahlığa kanaat notuyla geçer verirken ve devam ederken yola ve varmak üzereyken ona, umutla düşündüm ki bu bir marka sonuçta! Lakin Hayal Kahvesi nam diyara vardığımda, "Ohh... masalarda üç sandalye, ne güzel," diyecektim ki tam; "Hadi dış masalar tamam da, sanki dışarıymış gibi gözüken ama aslında pek dışarı gibi durmayan kısımda, kapalı günlerin gelir açığını kapatmak için sanki unutulmuş da mesafe..." dedim.

Sonra benim demode kafam uyandı tabii ki işe...

Lebalep olmalıydı memlekette her köşe!

Sonra içimden şüpheci, dedikoducu, paranoyak, geyikçi bir kaç kişi daha çıkıverdi; "Ben de olsam öyle yapardım olsaydı o zekâ bende," diye başladılar: "Bu alkolikler ve dahi göbeği, omuzları açık, etek boyları bilekten epeyi epeyi yukarıda, göğüs çatalları ortada ve bizden ırak ve de bir kısmın "Z Kuşağı... Z Kuşağı," diye parlattığı ve umut pişirdiği ile kısmen bu kuşaktan sayılabilecek -ki ben saydım- yetişkinleri de tez vakte kadar telef olursa..."

Nasreddin hoca geldi aklıma o ara ama ben de kendimi asansörün kapısında buluverdim. Sonra... Enn Sevdiğim Kadın'la çooookk uzun, çoookkk tatlı sohbetin içinde diyar değiştirirken ve az önce saçmalayan, hatta kendince esprili olduğunu sanan kişiyi de bir yandan soyunurken ve normalime ulaşmışken... "Bir manin yoksa eğer," diyerekten bir teklifte bulundum. Kulağıma zıplayan bir bedenin ayak sesleri geliyor...

                                                                                            ....


Cumartesi saat 13 civarı...

İçinde fotoğraf makinemle birlikte bir şişe olan sırt çantasıyla ve dahi elinde yine bir şişe ve kitaplar olan bir torbayla ve elbette sırt çantasının askısından geçirilmiş yağmurluk ve poları ile trene yürümekte olan ayaklarımın sesi...

Sokaklar ve hayat lebalep... Ne güzel!

Varıyorum istasyona...

Sevinçli bir çocuğum an gereği çünkü: Nihayet HES kodumu yükleyebildiğim Samkart'ımı ilk kez okutacağım ve uzun zaman sonra trene ilk binişim olacak bu! O ara oturduğum banktan Feşmekan'a göz atıyorum. İlk ve son gelişim Pedersen Hoca ile olmuştu ve ne de unutulmaz bir gündü.* Mekâna "Taze haftanın içinde bir gün, mutlak seninleyim," diye sesleniyorum. Ve varıyorum Rektörlük Durağına...  Kartımı okuturken gözüm park yerinde... İşte orada! Sol kapı açık, yanaştım, sağ ön kapıyı açtım. "N'aber?" Sırt çantam ve torba arka koltukta...

Başım dönüyor birden...

Tazelik kokusu geliyor. Gözlerim O'na kitleniyor.

Boynuna atlayasım var da aramıza Covid-19 giriyor.

Bir Çıtır'ın yan koltuğundayım.

Güllerim açılıyor.


Sohbetli sohbetli gidiyoruz. Hava bir kapalı bir açık. İşi şansa bırakmamalıyız babından öncelikle pideleri garantiye alalım diyor ve üç ay sonra bir kez daha Dedem'e varıyoruz.

"Bir kıymalı ve bir köy peynirli pide, paket lütfen."

Geçen geldiğimizde başlamış olan tadilat tamamlanmış; dış masaların olduğu alan dış masa ihtiyacı nedeniyle biraz genişletilmiş ama bu nar ağacına patlamış; çünkü yok. "İşte bir pandemi zararı daha..." Ülke ölçeğinde şöyle bir düşünüyorum o an ve ortaya çıkan tahmin ürkütüyor beni...

Ve işte! Cennete kıvrılan kavşaktaki hoşgeldiniz direğinin üzerinde bir Leylek... Gelmiş! Yoksa... yoksa orada bir küçük baş mı var? Süpeerrrrr! Bakkala geçiyorum. İki kola, iki su ve elbette BizBize markalı gofretleri kapıyorum. Bu kez vanilyalının yanına bir de kakaolu ekliyorum ve o ara gözlerim Dark olana da takılıyor ama, abartma diyerek geri çekiyorum onları.


Ve yaşasın! Osmanlı Yörük Çadırı açık. Aradaki üç ay zihnimde yok. İçim Tirit çağırıyor lakin hoş bulduk. Ne tatlı insanlar, bu kez daha önce görmediğimiz bir genç kadın ve bir genç adam var. El mi değiştirdi ki diye düşünmeden edemiyorum. Sonra öbür ablaları da görünce bir ohh çekiyorum. Mevsimi olmadığı için Tirit yok elbette. O halde sac kavurma!


O nasıl bir sac kavurma ama! Muhteşem ötesi. Miss gibi salata ve ev yapımı turşular... Miss gibi köy ekmeklerini bana bana götürüyoruz. Tadı tuzu, acılığı yerli yerinde... Kaz tiridindeki başarının bir tekrarı bu. Missler gibi, lezzeti başdöndürücü bir ayran! Bayılıyoruz geçirdiğimiz zamana ve şaşırıyoruz ödediğimiz paraya... çünkü?


Çıkarken damakları zevkten on köşe insan hallerimizle ellerine sağlık, diyoruz genç adama ve "Tiritten geri kalmadı, ama sizin tiritten," diyerek de altını kalınca çiziyoruz. Dünya Çevre Günü bugün. Ben bilmiyorum tabii ki, öğreniyorum. Oysa jandarmanın taksisini ve karşılaştığımız bir kaç çakarlıyı görünce anlamalıydım gari.... Ve ve ve an itibariyle geçen yıl son dakikada gördüğümüz, sona kalmış Leylek, yeniden yuvasında. Bir sürü naz, bir sürü cilve... Kızdı mı yoksa nerelerdeydiniz, diye bize? Ve nihayetinde, epey kareden sonra, bize çektirmenin hınzır gülümsemesiyle veriyor pozunu.


"Bugün madem Dünya Çevre Günü," diyor Enn Sevdiğim Kaptan ve dalıyor bugüne kadar hiç sapmadığımız bir yöne... Önce bir tahmin savaşı içinde buluyorum kendimi. "Burası geçen yıllardan birinde daldığımız patikanın solu tercih ederek girmediğimiz devamı olabilir," diyorum. Bu olasılık ikimizin de kafasına yatmış şekilde devam ediyoruz çünkü az önce selam vererek motoruyla geçen Abi, düşünüyoruz ki o saklı köyden.


Ve bu yeni güzergaha yeni doğmuş bebek şaşkınlığındayken henüz biz, bir nokta diyor ki "Durun yolcular!.." Hadi gelin de durmayın. Repertuarda olmayan kuş sesleri dikiyor kulaklarımızı. Ama minicik minicik göller?!

Şımartıyor doğa... Bir kitapçı, kafe ve de bir kaç odası olan bir plan atıyorum ortaya; tam da bir alttaki fotoğrafın olduğu nokta da... Oradan blok blok apartmanlara bağlıyorum işi, bir çocuk şımarıklığı ile uzattıkça uzatıyor, işi havuzlu villalara kadar taşıyorum. Maksadım O'nu kışkırtmak lakin oltaya gelmeyeceğini de düşünüyorum ama o kadar güzel ki ortam şımarıklıklar yapmadan da edemiyorum; çünkü onun vereceği tepkiyi seviyorum.


Ve bir süre sonra varıyoruz o hayalleri ortaya saçtığım noktaya... Hem de tam geçerken gözümün bir ağacın köklerinin altındaki oyuğa takılmasıyla... Geri geliyoruz ve iniyoruz çekik gözlüden. Ağaç bizi çağırıyor; itirazsız yürüyoruz. Ve... ve... ve!


Burada epey zaman geçirdikten sonra bir gün bu noktada piknik yapmaya karar veriyoruz. Sonra bu yeni keşif yolda devam ediyor, daha önceden keşif bir patika ile hayal ettiğimiz gibi kesişmediğini anlayınca vardığımızın o eski günkü dönüş yolu olduğuna karar vererek sola, o kavşağı bulmak maksadıyla dönüyoruz ama bir yağmur inceden inceden uyarıyor; ıslak bir zemindeyiz ve yağarsa sorun yaşarız düşüncesiyle geri dönüyoruz. Bir süre sonra sola bir bakıyorum ki dar bir koridor; sık ağaçlar arasında ve saklı. Duruyoruz. İniyor ve dalıyoruz. Saklı bir cennet daha... Dişi Tarzan işbaşında, uzun şarmaşık gibi tepeden aşağı sarkan dallara asıldı çoktan... Kuşlarla iletişim kurarak ve yola izler bırakarak yürüyoruz, derinlerine. Yürüyoruz... yürüyoruz.... yürüyoruz ve! Su üzeri nilüfer tarlası... Enfes bir çadır kurma noktası. Sessiz doğanın derinlerinde saklı cennet bir nokta daha. Gece... ateş... ve doğanın müziği! Nasıl ama?

Şimdi mandaların peşindeyiz, onlarsız bir delta düşünemeyen birisi var! Toplanma bölgelerinde yoklardı. Yol boyunca göremedik ve mutlak görmemiz gerek... Ama önce benim marteniçkamı bağlamam lazım çünkü hayallerimiz büyük. Enn Sevdiğim Kadın Sahil Kafe'nin yoluna sapıyor, her zamanki ağaçların önünde duruyor ve ben nihayet asıyorum marteniçkamı... O ara ayak üstü üç dilim pide götürüyorum, ve kolalarımızı içiyor, denizi seyrediyoruz.  Deniz kumları epey taşımış ve neredeyse toprak yolu geçilemez kılmış ama olsun, bizim kaptan tropy sever! Veee işte oradalar! Sahil Kafe dolaylarında, silip süpürülmüş kaçak yazlıklar mıntıkasında.


Sevinçli, zıplamalı bir buluşma. Üstelik yanlarında bebeleri de var. Acaba diye düşünerek, biraz endişe ile yanaşıyoruz ki birisi bizi tanıyor. Bir sorun yok, ayak üstü iki kelam edebiliriz. O ara ben de bir koşu gidip koca sahilde tek kalmış teknenin fotoğrafını çekebilirim. Hatta şuraya da beş yıldızlı bir otel kondurabilirim. Lakin yine bir itiraz. Mandalar çok tatlı, güneşe öyle bir yatmışlar, öyle bir gevşemişler ki ben de olsam kıpırdamam. Tanışıklık verenle iki lafın belini kırıp diğerlerine de iyi günler dileyerek en sevdiğimiz ara yola tam giriyorduk ki bahçe çitine asılı maskeyi fark ediyor kaptan. Çekmeli ve pandemi koleksiyonuna eklemeli...


Günün ruhları dürtükleyen saatlerini galeriç ormanlarının içinden geçerek kutluyor, son düzlükte, günün pastoral ışığı fren yaptırıyor.  İniyoruz bir tablonun içine. Bir örneği ilk kare olan fotoğraflar çekiyoruz üst üste. Sonra, ana yola çıkıp bize numara çeken leyleğin ahşap telefon direği üzerindeki evinin dibinde duruyoruz. Bu kez gülümsüyor... Gayet de güzel pozlar veriyor. Bugün aslında coğrafyanın  kocaman bir sürprizi var; Doğu Leylekistan'a bir nazire mi yoksa bu?!

Pirinç tarlaları...

Hem de ilk kez, bu yıl. Düne kadar mısır ve buğday tarlası olan yerler pirinç tarlası halini almış... Ve tarihe güzel bir not! Fotoğraf çekmiyoruz çünkü daha ışıklı bir planımız var. Ve fakat o kadar yakışıyorlar ki deltaya ve batmakta olan güne...

Hımmmmmm dondurma yemeliyiz...

Çünkü az önce minik ve çok şirin caminin önünden geçerken, bisikletinin diğer yarısı dondurma tezgahı olan ve tam da bu caminin önünde beklediğimiz, gelince de aldığımız külahtaki dondurmaları çocukluk tadında götürdüğümüz ve bir yandan da tatlı tatlı sohbet ettiğimiz Abi'yi andık. Özledik.


Uğrak noktalarımızdan birindeyiz. Ama Enn Sevdiğim Kadın arabanın bagajını açmalı önce!.. Çünkü kocaman ama masum bakışlı bir sokak köpeği gözümüzün içinde. Bir ölçek mamayı her daim bagajda olan torbanın içinden aldı, onu çağırdı ve ağacın altına döküp mamayı, buyur etti. Yeriz biz o kuyruğu ve bakışı

Biz de çocuk şenliği içinde köşebaşındaki mekâna uçabiliriz.

"Sade, limonlu, çilekli, karamelli dondurma lütfen."

"Parça çikolatalı, cevizli, sade, çilekli, karamelli dondurma lütfen."


Yolda giderken ve vakit günün ruhları dürtükleyen saatindeyken müzikçalardan bir şarkı beni benden alıyor: Öyle bir içime işleyip yükseltiyor ki... Sözlerinden bir cümle tümüyle içgüdüsel bir coşkuyla elimi hareketlendiriyor... Ve vites kolunun üzerindeki zarif elin üzerine götürüyor. Dilim bunun altında kalmıyor, yürek ona eşlik ediyor ve ağzımdan kontrol dışı iki kelam çıkıveriyor

"Bu şarkıyı sana ben söylemeliydim!"



*Feşmekan'da Bir Öğle Arası


Çünkü iki kase dondurmanın 30 TL'ye vardığı noktada (geçen yaz iki kasesi 16 TL idi) iki kişi doyuran, yanında salatası, turşusu, koca iki bardak ayranı ve ekmeği olan yemeğe 55 TL. şaşırtıcı. Şaşkın ekonomimiz hakkaten uçuyor!

2 Haziran 2021 Çarşamba

Sen şimdi Tır şoförü müsün Bacım?

Dün akşam mesaiyi bitirince, şöyle salona geçip kanapeye kurulsam sonra da Arte'yi açıp, seversem üç boyutluya çevirip, sanki salondaymış gibi gözlük arkasından bir konser keyfi yaşasam, diye düşünüyorum. Hatta ne zamanlardır salonlardan uzağım,  salondaymış gibi de bir konser yazısı yazsam ardından, diye hevesleniyorum.

Salona geçtim, suyumu, telefonları, bir de kitabı taşıyıp sehbanın üzerine bıraktıktan sonra kanapeye uzandım, yeni açılmalar nedeniyle gün keyifliydi: Limonlarım Finike'den yola çıkmıştı, Marketim Delux'de de anladığım üzere 1 litrelik Smirnoff, baba marketlerden ucuzdu.

Aslında yola çıktığımda daha önce Migros'da gördüğüm ve cazip olarak düşündüğüm fiyat, bir başka büyük markettekiyle birlikte aklımda dönüyordu.

Neyse girdim Marketim Delux'e. Hımmm...  Fiyatı kaptım, aklıma kaydettim. Sonra da Migros'a varıp test ettim. Aklımda bu kaçıncı açılımın açılışını taa en baştaki açılım gibi Hasan Abi'de mantı yiyerek yapmak var. Oraya giderken de CarrefourSA'yı yoklayacağım!

Girdim, hiç sağa sola bakmadan... pardon Oksijen alsam da gün içinde okusam, diye düşündüm ama sonra vazgeçtim, bakmadım. İçki reyonuna vardım ve gördüm ki Migros'la fiyat aynı. Sonuçta teklif Marketim Delux'de kaldı! Bu arada bir şise kalmış 1 litrelik Smirnoff'u ben gidene kadar başkasına kaptırmaktan korktum ve Hasan Abi'ye yürümekten vazgeçtim. Geri yürürken bir yandan da hesap yapıyorum; Sevgili Okul Arkadaşım'ın tarifinden hareketle Limonçello* yapacağım, ama gelecek limonlar da asgari mecburiyetten dolayı 3 kilo. O zaman demiştim ki bir de Sarı Votka yapayım. Dolayısı ile ikilemdeyim. Hem matematiğim zayıf; ezberden hesap etmeye çalışıyorum. 70'lik artı 35'lik mi alsam kârlı yoksa direk 1 litrelik mi? O ara Hasan Abi'den de vazgeçtiğim için, diyorum ki aç ayı düşünemez! Nefis hamburgerler yapan Burger Tower'ın önünden geçerken bakıyorum ki milletimiz coşmuş. Adem Usta yine kurallara uymuş, hatta girişe "garson servisini bitirene kadar maskenizi çıkarmayın," diye bir yazı bile koymuş. Alkış! Tezgaha bir göz atıyorum. Tencere yemeği fikrindeyim. Menü sınırlı, haşlama et nefis görünüyor ama...

"Az kuru fasulye lütfen."

"Az pilav lütfen."

"Bir de cacık lütfen."

Cam kenarı, karşıma kimsenin oturamayacağı masaya konuşlanıyor, maskemi çıkarıp mini sırt çantama koyuyorum; çantada ilk kez okumakta olduğum bir kadın yazarın enfes öykü kitabı da var. Tamam, maskeyi erken çıkardım uyarıya göre, çünkü o uyarı yazısını tüm bu işlemleri yaptıktan sonra gördüm. Ama önceden de gördüğüm ve altını yazılarımda çizdiğim üzere bu mekân çok duyarlı ve coğrafyadaki en özenli iki mekândan biri.

Elbette keyfini çıkarıyorum ev tadını aşmış yemeklerin; daha çok da bunun sosyal bir ortamda yaşanmasının yarattığı normal hayat duygusunun... Şimdi, muhtemelen başlığa bakıp, giriş cümlelerini okuyup şu noktaya geldiğinizde.. Ne iş? dediniz. Lütfen biraz sabır, az sonra 1 litrelik Smirnoff'u ve bir kaç atıştırmalığı alıp, sonra Saadet Hanım'a uğrayıp, onla biraz laflayıp eve geçeceğim; işe devam edecek ve akşama, dolayısıyla başlıktaki mevzuya varacağım. Kısa sürede!

Konseri açıyorum. Başrolde orkestra şefi Barbara Hannigan. O bir star! Orkestra süper, hakeza salon da... Üstelik Stravinsky çalacaklar. Yerimi aldım, şimdilik üç boyuta geçmedim. Gıy gıylar faslı başladı. Şef göründü ve alkış kıyamet. Yerini aldı, zarif işaretini yaptı ve müzisyenler oturdular. Başladı müzik ki muhteşem. Fakat şef! Kendisini tanımıyorum; bu elbette benim ayıbım! Sanki konseri değil onu izliyoruz. Bir show girl...* Önce hoşuma gidiyor, helal olsun, falan diyorum. Bizim Marcus Baisch gibi diyor, onu sevgiyle anıyorum. Biraz sonra tahammülüm zorlanmaya başlıyor, bana sıcak gelmiyor, çünkü abarttığını düşünmeye başlıyorum. Bir yıldız olduğu muhakkak ama benim ruhum ona eremiyor. Dolayısı ile orkestranın ve hatta solistlerin ezildiği hissine kapılıyor, yönetmenin fazlasıyla ona odaklanması dikkatimi dağıtıyor ve vazgeçiyorum hayallerimden. Aslında iyi de yapıyorum ama o an farkında değilim.

Kurcalıyorum Arte'yi... Ermenistan. İlgimi çeken yerlerden biri ki pandemiyle tanışmasak muhtemelen gitmiş olacaktık.

İzlerken süresine de bakıyorum, o kadar süreyi bu akşam onun karşısında geçiremem diyor ve sonraya bırakıyorum. Yine daha kısa şeyler için gezinmeye başlıyorum. O ara bir belgesel dikkatimi çekiyor. Tıklıyorum. Sonuna kadar izliyorum. İki kadın. Birinin sosyal medyası olduğunu ve paylaşımlar yaptığını öğreniyorum. Iwona. Hem de Polonyalı! Buluyorum youtube videolarını ve şahsen ben takdirle, severek, sonrasında bayılarak izliyorum bir kaçını; matrak kız! Üstelik tank bile kullanmış ben, biliyorum ki arkasında uzun bir römork ya da dorse olan araçları, hele hele de Tır'ı kullanmak her babayiğidin harcı değil, ama onun sanki evin salonunda playstation'la oynuyormuş rahatlığı ve hele de otomatikten düz vitesi geçip onun keyfini çıkarışı; er kişi olarak kıskandırıyor bile.

Sonra... aslında başka bir yazı yazmışken bugün için ben... O'nu tarihe kayıt düşmezsem olmaz, diyerek, bu yazıyı yazıyor. Ve 20 dakika civarındaki bir eve dönüş videosunu da hemen şuraya ekliyorum. Son bölümdeki kamera açısından dolayı da o esprili, yerinde duramaz cin ruhuna gülümsüyor, bu keyif için de gönülden alkışlıyorum O'nu.

.

*Konser için buradan lütfen..

*Sevgili Okul Arkadaşım'ın Limonçello tarifi ise burada

31 Mayıs 2021 Pazartesi

Ahşap Traversler Ve Doğu Leylekistan

Pidecinin üçüncü kat terasına atılmış ahşap masasında; ağaçların arasında ve irili ufaklı taşlar üzerinde serin serin akan derenin, doğanın sesleriyle birlikte yarattığı müzik eşliğinde miss gibi köy tereyağı sürülmüş, kıymalı olanlarını kırmızı pul biber ile tatlandırdığımız  pideleri yine miss gibi köy yoğurdundan ayranla götürüyoruz. Köy peynirlisi ise gözümüzün nuru, şimdilik onunla bakışıyoruz. Sonra kısa bir köy turu yapıyor, kadim caminin kadim mezarlığındaki eskiden yeniye ve ilginç mezarları ziyaret ediyor, dualarını eksik bırakmıyor, ardından, köyün namlı mağaralarını da ziyaret edip yine aynı noktadaki müzeyi de gezerek elbette... Enfes doğanın fotoğraflarını çekmeyi de ihmale bırakmayarak; bu kez ana yolu değil de bağ bahçeler içinden geçen, sadece doğanın sesinin duyulduğu yolu kullanmaya karar veriyoruz. Sanki alacakaranlık kuşağını bir kez daha geçtik ve koskocaman düzlüklerin içinde bir tek biz varız.


Şehirden gelip Tekkeköy İstasyonu'nda durduktan sonra Çarşamba'ya varacak ve artık yok edilmiş tren hattını biraz önce geçtik, alabildiğine yeşil ve ekili alanların arasında tatlı virajlarla kıvrılan yoldan devam ediyor, "terk edilmiş" seyrek evlerinin, alabildiğine yeşilin ve masmavi gökyüzünün altında ilerlemekteyken ve döndüğümüz son virajın ardındaki kavşağa varmak üzereyken görünen eski istasyon binasıysa, çocuk  kalplerimizi anında çalıyor.


Ölü demir yolunun üzerindeki bu eski ara istasyona bayılıyor, kokusunu içimize çekerken bir an öncenin telaşları paçalarımıza yapışıyor, daha araba durmadan üzerine atlayacakken tam çekik  gözlüyü boş istasyon binasının yanındaki yolcu toplanma alanına park edip, önce şöyle bir etrafını dolaşıyor, sonra toz bürümüş, kısmen yıkılmış içine dalıp  poz poz fotoğraflarını  çekiyor, sonra da "Kim bunlar?" diye yolun karşısından bizi izlemekte olan süt imalatçılarıyla tokalaşıp hal hatır sorduktan ve gar bahçesindeki bir tahta masaya oturduktan sonra; kahvenin hemen bitişiğindeki  bakkal amcaya koşuyoruz. Büyüklerden bayram harçlıklarını koparmışçasına bir alışveriş! Elbette tatlı da bir sohbet. Geriye bir an önce telaşlarıyla dönüyor ve  hemen istasyonun yanındaki  kadim bahçesinde, çınar ağaçlarından en kadiminin  altındaki tahta masada buzz gibi kolalarımızı içerken aldığımız dondurmaları, çikolataları, gofretleri ufak ufak götürüyoruz.. Arada mola veriyor, eski usul tahta salıncaklarda  sallanırken, "Bir gün bu yolu kullanarak ve tüm eski köy istasyonlarında mola vererek Çarşamba'ya pide yemeye gidelim," diyoruz.* Üstelik Ercan Nuri Bey... Makinistlerin en popüleri!  Enn Sevdiğim Kadın'ın yayımladığı ahşap traversleri fotoğraflarından şıp diye tanıyor ve soruyor: Neresi bura?


Biz 2019 yılının 4 Mayıs'ında ve Covid-19 ile tanışmaya az kalmışken, kadim çınarların altındaki masada sohbetli bir şekilde tüketirken aldıklarımızı, yolu çaprazlama geçerek yanımıza yanaşan ve az önce yolun karşısındaki kahvede servis yapan genç adam; kahvede oturmakta olan yaşlıların ne için burada olduğumuzu ve bina ile neden ilgilendiğimizi merak ettiklerini ve sorması için kendisini gönderdiklerini söylüyor. Gülümsüyoruz buna... Trenlere dair her şeyi, özellikle de eski istasyonları ve daha çok da devre dışı bırakılmış ama güçlü hikâyeleri olan rayları sevdiğimizi söylüyor, dikkatle bizi izleyen amcalara da el sallıyoruz.

Bir süre sonra da hepsiyle vedalaşıyor, aslında üzerinde çokça seyahat ettiğim raylara paralel yola devam ediyoruz. Güneş çekilme hazırlıkları içinde ve muhteşem. Günün ruhları dürtükleyen saatlerindeyiz... Bağlar bahçeler, eski raylar ve küçük istasyonlar, şirin köy evleri geçerek devam ederken bu sevimli ve yemyeşil yolda, enn sevdiğim kaptanın keskin gözleri bir şey görüyor; sonra yoldan ayrılıp toprak bir yola kıvrılıyor; inanılmaz bir manzara ile karşı karşıyayız. Şırıl şırıl akan derenin üzerindeki köprüye girmeden kıvrılan yola  çekik gözlüyü park ediyoruz. Köprünün yüksekliğini gözetince mevsim geldiğinde altındaki derenin nasıl bir coşkuyla aktığını hayal ediyoruz. Bir süre üzerinde kalıyor, fotoğraflar çekiyoruz. Sonra patika yolda ve ağaçların arasından yürümeye başlıyoruz. Enfes bir sessizlik içinde çocuk heyecanlarıyla yürürken epey ileride bir leyleğin kanat çırpışlarını duyuyoruz.


Şu an zıp zıp zıplayarak dans eden biri var! Bu kez yürümeye biraz hızlanarak devam ediyoruz ki inanılmaz bir manzara göz alıyor. Hemen çalıların arkasında pirinç tarlaları!.. Elbette yörenin ünlü bir pirinci olduğunu biliyorum. Pirinç ve çeltik  fabrikaları olan pek çok müşterimiz var.  Ama bugüne kadar hiç düşünmemiştim bu pirinçler nerede yetişiyor? diye. Dolayısı ile bu benim için de bir ilk. Ve nedense aklıma Ölüm Tarlaları'ndan bir kare düşüyor. Hayal dünyam bir an bizi Uzakdoğu yörelerine taşırken, leylekler, uzak ağaçların neredeyse tepelerine değerek geçiyorlar; bu bize bir seremoni mi yoksa? Muhteşem bir eğlence var burada! Gözümüze takılan ve bize keyif veren bir Abi'yse pirinç tarlası içindeki Çinli rolünde ...


Ona selam edip yürümeye devam ederken ve solistlerinin çeşit çeşit böcek ve kuş sesleri olduğu orkestranın müziğini dinlerken bir yandan; ve gözümüz uçan leylekleri takipteyken, olamaz bir alana varıyoruz. Gün sunuyor: Muhteşem bir imecenin ortasındayız. Yüzümüzde kocaman bir şaşkınlık, zıplayan çocuk ruhlarımız gözümüzün içindeki masala kaçınılmaz olarak dahil oluyor. Sanmayın ki sadece bu genç leylekten ibaret bir imece bu!


Bu kadar olur ama! Bir imece ancak bu kadar masalsı ve inanılmaz olur.... Leyleklerle insanlar elele... Arkadaki henüz sütten mamaya geçmiş balıkçıl bebeleri suyla ve toprakla oyun halinde... Yetişkinlerse imecede. Bizse zevkten dört köşe desem yetmez, ancak nasıl tariflesem bilemeyeceğim bir halde!

Havada suda, karada tarlada kaç leylek fotosu çektik o an sayamıyoruz... Ne pozlar ama.! Tamam Kuş Cenneti başımızın tacı, oradaki Leylek Köyü hakeza... Ama burası?! Burası başka, müthiş bir dostluk ve müthiş bir imece var. Kim bilir kaç yıllarda oluşmuş bir ilişki bu! Ayrılmak zor... Peki her yıl bir sonraki kavuşmayı beklemek? Kimbilir, normalleşme gerçek olursa, hem aslında bu yolu hayal edip ama bu yoldan gitmediğimiz efsane pideciye bu yoldan gidip döneriz belki de?! Ne dersin?;)


Kalıyoruz uzun süre; öyle sıcak ışığı olan bir günde çekirge seslerinin dahil olduğu dostluklar ve öyle coşkun bir eylemsellik içindeyiz ki. Sonra ayrılmaya çok istekli görünmesek de çekik gözlü mavi kuşa doğru yürümeye başlıyoruz. Tam yanaşıyoruz ki sanki bizi görüp de oraya gelmemiş gibi, bir Abi de bize yanaşıyor. "Hoş geldiniz Hocam," diyor!  Hımmm Enn Sevdiğim Kadın'ın çekik gözlüsünün camındaki logoyu görmüş! Israrla bizi evine davet ediyor. O kadar ısrarcı ki gidiyoruz. Önce çaylar geliyor. Yemek teklif ediyorlar. Biraz önce yediğimizi beyan edip, teşekkür ediyoruz. Miss gibi ayransa iki dakikada çırpılıp geliyor, yanında da parmaklarımızı yediğimiz bir hamur işi var mıydı acaba? Küçük bir çiftlik burası ve oğullar, gelinler, damatlarla kalabalık bir aile... doğal olarak da bol çocuk. Çocuklar kocaman kümesin içinde tavuklarla oyun halinde, bir tanesi horozun canını çıkarıyor ama horoz pek mutlu...  Laf lafı açıyor, abi işimin otomobillerle ilgili olduğunu öğrenince de bu kez kalp ameliyatından, onu yapan hocadan bahis olan sohbeti bırakıp bana dönerek kamyonunu anlatmaya başlıyor. Tatlı adam, çok konuşkan ve tatlı bir aile; e buna biraz da doğayı ve akşamın ruhları dürtüklemeye başlayan saatlerini katarsak durum tam anlamıyla pirinç rakısı...


Abi bizi içeriden kokusu gelen yemeklerden yedirmeden bırakmaya niyetli değil. Bir başka sefer için sözleşiyoruz. Sonra herkesle tek tek vedalaşıyor, tabii ki enn sevdiğim kadın kümese girip çocuklarla oynamayı da ihmal etmiyor, batmakta olan güneşi sol çaprazımıza alarak ve Tekkeköy'ün en piyasa mekânlarının olduğu yeni açılan ve modern caddesinden geçerek ana yola çıkıp devam ediyoruz. Sanki çocuklara bir küçük araba ya da henüz çekilmemiş bir loto verdi gibi hatırlıyorum ama bu hatırlamam tümüyle aut da olabilir, çünkü ikimiz de bu işlerle ilgili değiliz. Telefon açıp sorabilirim ancak muallakta kalması da hoşuma gidiyor. Niye gülüyorum ki? Bu yazının başlangıç kısmıyla son bölümü arasında yazdığım ama uzamasın diye çok paragrafı kısaltığım bir yaşanmışlık daha var, sonra zorlama kendini sal, dolu dolu anlat birader, diye düşünüyorum ve çıkarıyor, onu ayrı ama bir devam yazısı taslağı olarak bırakıyorum...


*Bahsi geçen pideyi yemek için Vedat Milor'un da çok övdüğü o pideciye sonra gidiyoruz. Ancak bu yolu kullanmıyoruz! Pideci ve yolu neden kullanmadığımızın nedenleri Oysa ki sadece pide yiyeceğiz sanıyorduk, başlıklı yazının ikinci paragrafında...

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP