10 Ağustos 2020 Pazartesi

Ara Sıcak



...... Hafta sonu ne de güzel saatleri birlikte geçirmiştik Kuş Cenneti'nde: Subasar Ormanları'nda şahane bir kahvaltı yapmış, bol bol fotoğraf çekmiş, toptancıya kasa kasa balıkların tartılarak teslimine -ilk kez- denk gelmiş, bu ıssız alış-veriş anına bayılmış, göl içindeki bir adada yaşayan ve bizi evine davet eden Balıkçı Enver Abi ile tanışmış, sonrasında küçük balıkçı kayığı ile  dönüşünü izlemiş, el sallaşmış, yeniden kitaplarımızı ve kahvelerimizi alıp sandalyelerimizden bu kez farklı gözlerle karşıya bakıp: "Bir gün mutlaka," diye iç geçirerek... hep karşımızda kalan ama o gün haberdar olduğumuz  Ada'nın, hayallerini kurmuştuk!......

                                                                                      
                                                                                   Pek Yakında!

3 Ağustos 2020 Pazartesi

Cennetin Müziği

Şen ola Bayram diye...


Bayramsa eğer vermek de gerek hakkını. Boyun eğmemek gerek gündeme, çıkarmak gerek tadını. Mottomuz bu! Enn Sevdiğim Kadın'la bir karar verdik, tıpkı pandemi öncesi bir gün yaşamak için.

Onu çok özledim, her gün konuşsak, süreç içinde bir gün yüzyüze görüşsek de sağlık önde gelir, dedik hep, sakındık, canımızdan önce sevdiklerimizi. Günler geçti, korkunun yerini akıl aldı ve artık bir alışkanlık oldu pandemi. Üstelik bir tık yukarı sıçradık, ürkeklik bilinçle yer değiştirdi ve yeni bir normalimiz oldu. Ufak alıştırmalarla adaptasyon sürecimiz de tamamlandığına göre; elbette -artık- olağanımız olmuş tedbirler çerçevesinde; dönebiliriz, eski sevdiklerimize...


Gözümüzde en tütenle açılışı yapmaya karar veriyoruz. Bayramın ilk günü, öncelikleri olan insanlarımızla telefon aracılığı ile bayramlaşıyor, günün gereklerini yerine getiriyor ve yaşamımızın en kıymet verdiğimiz alışkanlıklarından biri için saat mutabakatını yapıyor, mini sırt çantama bir yedek tişört ve pandemi sürecinin güvenlik konsepti gereği ekstra üç maske, kolonya, ıslak mendil gibi rutinlerin yanına -sonrasında bir hata yaptığımı kabul ederek- profesyonel yerine bir küçük fotoğraf makinesi de ekliyorum.

Rotam pandemi öncesi gibi: Önce bankamatik, sonra Atakent İstasyonu. İlk yanılgım, okulların uzun süredir kapalı ve sefer sayılarının bu süreçte azaltılmış olduğunu öngörememiş olmam. İlk tren bir kaç dakika sonra geliyor fakat onun son durağı Rektörlük. Bense devam edecek olana binmeliyim. 13 dakikası var. Toplamda ben durağa vardıktan 18 dakika sonra hareket edeceğim. Oysaki  20 dakikada varırım demiştim. Sayko uygunsuz bir merdivenin altında gece doğum yaptı, beş güzel yavru var ve Enn Sevdiğim Kadın uygun bir yere nakillerini sağlamak durumunda; bir de barınak hazırlayacak, onlar için. Bu zaman bir avantaj olabilir!
 

Trendeyim, kaç ay sonra bir ilk - özlemişim. Bazı koltuklar uyarı ve engellerle kullanılmaz kılınmış ki zaten tatil günleri bu saatlerde pek yolcu da olmuyor. Tadını çıkarıyorum. Tırmanmaya başlayınca ineceğim durağa, kalkıyorum. Denizi trenden ve tepeden izlemeyi seviyorum. Enn Sevdiğim Kadın ve çekik gözlüsü olağan noktadan hareketleniyorlar ve ben merdivenleri indiğimde buluşuyoruz. Temassız bir kucaklaşma. Gözlerimse pervasız.

Üst geçitten kıvrılıyor ana yola iniyoruz. İki hafta önce kapalı olan şerit açılmış, asfalt yenileme gidiş yönümüzde tamamlanmış. Güzergâhı bugünlük uzatmıyoruz. Özlediğimiz başka noktalar da var ki onlarla özlemi, şuraya geçen yıldan bir fotoğraf koyarak halledebilirim.


Tedirginliğimizse Leylekler, bir an önce özlem gidermek gerek! Göç hazırlıkları başladı, vakit dar ve 7-8 ay daha beklemek uzun. Ana yoldan ayrılıp Delta'ya kıvrılıyoruz. O an, kendi yaptığı dondurmayı satan çocukluktan kalmış Abi ile karşılaşmak istiyorum, ama bunun mümkün olmadığını bu koşullarda, biliyorum. Konuyuysa hiç açmıyorum. Yarısı bisiklet dondurma arabasının başında, nesilleri tükenmiş dondurmacı Abiyi şirin köy camisinin kapısında nasıl bir hevesle beklemiş, sonra onunla biraz sohbet edip nasıl bir zevkle yemiştik küllahtaki karışık dondurmalarımızı, geçen yaz.


İlk iki noktadaki -bildiğimiz- yuvalarda kimseyi göremeyince şöyle bir buruluyoruz: "Hoş geldiniz," diyemedik, hoşçakal için de hayal kırıklığı yaşamak istemiyoruz. Birinci kahvaltı noktamız kapalı ki o rezervdi zaten. Hedefimiz başka! İkinci kahvaltı noktası da kapalı ve üstelik içerisi boşaltılmış. İçindeki hediyelik eşya bölümü, verandası ve genç çalışanları ile ne güzel bir kahvaltı, kahve ve bu yöre üretimi ile yapılmış Salep noktasıydı oysa...

Köprüyü geçiyor, derenin suyunun azalmış olduğunu fark ediyoruz. Doğanın rengi, yeşilin tonu muhteşem. Bir an, zaman kavramı rutinini yitirmiş olduğundan sanırım, ara vererek gelmiş olmanın yanılgısıyla tonu farklı ve sıradışı buluyorum. Sanki uzun ama çok uzun zamandır görmemişiz gibi bir şaşkınlık hali benimkisi: Enn Sevdiğim Kadın'ın cümleleri ile bir mirengi noktası alınca zaman aralığı daralıyor birden ve anca adapte oluyorum; hasret boşluğu çekiliyor aradan ve kaldığım yerden devam ediyorum.


Gözlerimiz bildik yuvalarda. Veeeeeee..... işte oradalar! Bunlar yavrular, doğumlarına tanık olamadık ki henüz ergenlik yolundalar, gagalar henüz kızarmamış ve muhtemel ki son kalan eşyaları toparlıyorlar. Önce şöyle bir bakıyorlar, anlamaya çalışıyorlar: muhtemel ki ebeveynleri bahsetmiş bizden. Kaç yılların tanışıklığı sonuçta. Kısa sürede de kaynaşıyoruz. O arada bir müzik kaplıyor ortalığı, sesin geldiği yöne bakıyoruz, bir solfej defterinin sayfası gibi üzerinde notalar... Bir Sol Anahtarı eksik ki bir fikrim var. Enn Sevdiğim Kadın'sa karşı bu parlak zeka ürünü fikrime!  Doğal olana dokunulsun istemiyor, asla! Oysa "eski başkan olsa, bir sol anahtarı olsa başta," derdim, demiştim. Konuşlanıyoruz karşısına Tel Orkestrasının, hem dinliyor hem basıyoruz deklanşörlere. Başlangıçta bir kaç taneydiler aslında. Ya sonra?!


Yayılmış Delta'ya "Enn Sevdiğimiz Kadın'la Buraneros gelmiş," haberi. Üçken beş, beşken on, onken yirmi oluyorlar. Maestro kaldırıyor bageti ve önce iki solist kemanla başlıyor, hoşgeldiniz, müziği... ardından tüm yaylılar katılıyorlar. Sonrasında nefesliler yakıp yıkıyor ortalığı, vurmalılarsa sevinci ve coşkuyu yedi düvele ulaştırıyor. Gözler nemleniyor, mutluluk sel oluyor, özlemin tadı göğe eriyor ve Muhteşem bir kucaklaşma.


Bu şimdilik, bu yıl için bir veda busesi belki. Oysa ki süreç normal devam etse, şu Covid-19 hayatımıza katılmasa, geçen yıl mart ayının onyedisinden alt fotoğraf gibi baharın coşkusunu yaşarken, daha sulak günlerini de görecek, Su Kuşlarının balesini de izleyecektik. Bir his var ama içimizde, haber gittiğine göre Delta'nın her köşesine ve henüz varmamışken biz Göle; yeni sürprizlere de gebe olabilir gün! Ve biliriz ki her an şapkadan tavşan çıkarabilir bu yöre.


Asıl kahvaltı noktamıza yol alırken, yol kenarlarına dikilmiş Izgara, Bafra Dondurması gibi reklam levhaları sinirleri ayaklandırıyor, üstelik de zevksizliğin üst düzeyden birer örneği. Belediye-yöre kadınları işbirliği ile tadımıza tat katan noktanın işletmesi bir yandaşa verilmiş. Dünyanın en enn ennnn özel doğal yaşam alanlarından birinin getirildiği nokta fena üzüyor bizi.

Kahvaltı noktası kapalı, açık olsa da biz için bitmiştir artık! Hiç uğramadan park edip çekik gözlü mavi kuşu, sularla kaplı olduğu için giremediğimiz alanın mevsim gereği olarak suların çekildiği coğrafyasına yayılıyoruz. İbibikler çok keyifli, etrafta otlayan ineklerle selamlaşıp hâl hatır soruyoruz.


Üç dönem şehri yöneten, iktidar partisinden ama zihniyetinden olmayan, kazanacağından emin olduğumuz için oy vermesek de sevdiğimiz başkan Yusuf Ziya Yılmaz'ın döneminde nasıl bir mücadele ve emek verdiğini, yüzlerce kaçak evin nasıl yıkıldığını, kaçak mahallelerin sökülüp atıldığını, kaderine terk edilmiş bir mezberelikken yıllar süren, bilime dayalı bir çabayla uluslararası standartlara ulaştırıldığını bilenler olarak bu yeni duruma, birileri için kazanç alanına çevrilmesine, peşkeş çekilmesine üzülüyoruz. Üstelik de biliyoruz ki bu alanın müdavimleri, bu yeni işletme anlayışının müşterisi asla olmayacaklar. Ancak ve ancak, şehir dışından gelen ve daha önceki durumu bilmeyenler için birer uğrak yeri olabilirler ki, gönüllülük gerektiren bu noktanın umulan kazancı yaratamayacağı kesindir. Üzücü olansa mecbur oldukları için aday yaptıkları eski başkanı, kazanacaklarından emin oldukları süreçte milletvekili yaparak, Muzaffer Önder ile başlayan ve Y. Ziya Yılmaz'la devam eden son dört dönemde parlatılmış, çoğunlukla belediyenin açtığı işletmelerle turizm potansiyeli yükselmiş Şehri, yandaşlara yağmalatmanın yolunu açtılar. Ama anlayacaklar ki yanıldılar! 


Bu minvalde yürürken  güzel mi güzel ahşap yollarda ve azalmış suların üzerinde, bir korna sesine dikkat kesiliyoruz. Farkedince gülümsüyor pek de seviniyor, hatta kahkahaya evriliyoruz. Sesin geldiği noktayı bulduk. Bir Uzun Bacak bu. Afacan mı afacan. Bütün olumsuzlukların silindiği bir nokta ve andayız. Delta sonuçta bizim! Ama Uzun Bacak, yeni alınmış bayram hediyesi bisikleti ile tur atan tatlı bir çocuk. Sürekli korna çalarak, arada bir durarak, yüzümüze peşi sıra gülücükler yerleştiriyor. Hay sen çok yaşa emi! 

Mesafeden dolayı ekranda kendisini  pek seçemesem de fotoğraf makinesinin kamerasını çalıştırıp ses kaydı yapmayı, kısmen de onu kadraja almayı başarıyorum. Bir gülümsesek mi acaba?


Bugün Manda Senfoni ortalarda yok, göremiyoruz; Enn Sevdiğim Kadın yaylaya çıktıklarını düşünüyor. İnşallah yayla dönüşü görüşeceğiz.

Uzun ve zevkli bir yürüyüşle kimsesizliğin tadını çıkara çıkara: börtü böcekle, arada bir sazlıklardan havalanan ördeklerle, karabataklarla selamlaşa selamlaşa varıyoruz karnaval alanına. Bir bayram günü ve bütün kuşlar toplanmış bu geniş havzada. Fakat henüz alana girmeden, tahta yolun alt kısmında tek başına takılan Minik Balıkçılı fark ediyoruz: belli ki küskün, dondurma istedi de almadı mı acaba ebeveynleri, diye düşünüyoruz. Onu anlıyor, kendi çocukluğumuza tebessüm yolluyor, derdine ortak oluyor, coşkuya katılmak için yanıp tutuştuğunu hissediyor, onun bu çok şirin çocuk inadını kırmayı başarıyoruz.


Nasıl olsa kahvaltıyı Delta'da yapacağız diye düşününce su falan almayı da düşünmemiştik ki fena halde susamış durumdayız. Biraz önce içmek için şüpheli lavaboda serinletsek de kendimizi, sonrasında iki küçük ağacın gölgesinde dinlenirken iki bankta: şu an okuduğum, bir önceki yazıda söz ettiğim kitaptaki coğrafya geliyor aklıma. Oradan el alıp, bulunduğumuz ağaç altını ona çok benzetip uzun uzun anlatıyorum -çocuk gözlerimden- gelen geçen turistleri, Hipileri, Şark coğrafyasının o günlerdeki anlamını ve Mercimek'in altından geçen yolun kenarındaki durağı. Ama bunlar açlık hissini ötelese de karın doyurmuyor tabii ki. Kahvaltı saatini mecburen boş geçince, öğleni de aşınca açlık iyice  hissettiriyor kendisini. Yola çıkıp arkadan dolaşarak Leylek Toki'ye yakın mekanda bir şeyler yesek fikrimizden, onun da o güzel Aileden alınıp yandaşa verilmiş olma ihtimalini gözeterek, vaz geçiyoruz. Hımmmmm Dedem'de pide yiyebiliriz!

Dönerken susuzluk dibe vuruyor: İlk kavşaktaki köy bakkalının önünde duruyoruz, bakkalı işleten genç adama bayılıyorum, sonuçta aldığım iki su ama hizmeti ve nezaketi görmek gerek. Bir sonrasında ciddi bir alışveriş yapmayı ve ona "İlk malı müşteri alır, sonrasında mağaza satar," cümlemi sarf edip sonrasında övgüler dizmeyi düşünüyorum ki az önce geçen yıldan bir keşfimiz olan toprak yola sapmış, yukarıda bir yıl önceden sulak fotoğrafı olan alanın sular çekilmiş halini aynı açıyla çekerken, şu ileri tarafta bir piknik güzel olabilir, demiştik!

Serbest çağrışımın hası ben buna derim işte...


Gelirken hem karşılama senfonisini dinlediğimiz hem de genç leyleklerle tanıştığımız yuvada dönüşte şimdi görüyoruz ki üç olmuşlar. Ben üçüncünün biraz da iri olmasından kaynaklı olarak ebeveyn olduğunu düşünürken, konunun uzmanı, onun da yavru olduğunu söylüyor. İnip biraz izliyor, onunla da tanışıyor, vedalaşıp, seneye görüşürüz diyerek devam ediyoruz. Ve elektrik direğinin üzerinde iki genç leylek daha... Bunlar cezalı olabilirler ki sanırız suçları hafif! Fakat bir sonraki direkteki biraz daha yoldan çıkmış olmalı ki belki annenin, belki de öğretmenin saçlarını diken diken yapmış: çünkü tek ayak üzerinde bekleme cezası almış. Yardım etmek istiyoruz ama çok delikanlı, minnetsiz, kafayı çeviriyor. Son sözü sorulduğunda, burnundan kıl aldırmamış, başını göğe yükseltip "Neyse cezamız, öderiz bedelini," demiş, belli ki... Hay haylaz çocuk, güldürdün bizi yahu. 


Susuzluk sorununu bir nefeste hallettik ama bugün bayramın ilk günü olduğunu hesap etmeyerek açlığa tavan yaptırdık. Dönüyor kaptan Dedem'e doğru: bir aile işletmesi ve ayranlarına ve turşularına ve de pidelerine bayıldığımız bir nokta. Çok doğal olarak da kapalı. O halde her seferinde ölüp bittiğimiz, kendisini de çok sevdiğimiz, kelle paça çorbasına ve dahi ayıklanmış ve de fırındaki tandırdan yeni çıkmış kellesini pul biber ve kekiğe bana bana yemeye bayıldığımız Abi'ye...  o da kapalı. O zaman yemeklerinin güzel olduğunu düşündüğümüz, bir sabah Sürmeli Köyü'ne* giderken uğrayıp çorba içtiğimiz Lokanta'ya... Dış masada bir Abi var ama içeride hayat yok gibi. Soruyorum. Kapalıymış ama ileri de açık bir lokanta varmış.

Önünden geçiyor, az ileriye park ediyoruz. Onu her geçişte görür ama yıllardır dondurmacı sanırdım. Fakat benden daha dikkatli olan farkındaymış. Oturuyoruz masalardan birine: merdivenle çıkılan, ana yola bakan hoş bir veranda. Bir genç kız menü ile geliyor. Şaşırıyorum, çünkü özenle hazırlanmış güzel kapaklı ve umduğumun ötesinde çeşidi olan bir liste var önümde. O mu, bu mu derken, Vali kebabı aklımı çelse de iki farklı seçimde karar kılıyoruz.

"Bir Adana kebap lütfen."

"Bir yoğurtlu Adana lütfen."

"Biri şekersiz iki de kola lütfen"


Hoş servislerle hoş tabaklar halinde geliyor yemekler. Ummadığın taş baş yarar demişler ya, benim halim öyle. Tamam bu ilçede ve yol üzerinde çok sayıda uğradığımız, gözdemiz olan nokta var fakat burası hiç bir dönem bir uğrasam duygusu yaratmamıştı. Pandeminin yarattığı bir kazanç oluyor, çünkü hem kebapları hem atıştırmalıkları hem de hizmeti çok beğeniyoruz. Fakat yazarken düşünüyorum ki hayatın normal günlerinde bir kez daha uğramayız da sanki buraya. Çünkü önceliğimizde olan çok yer var, bu yörede.

Mavi Kuş'u bıraktığımız yerdeki dondurmacıysa aklımızı çelmişti. Şirin bir dükkan, iki güzel, cıvıl cıvıl genç kız ve genç bir adam. Hijyen mükemmel. Pedallı dezenfektan ve uyarı yazıları yerli yerinde, mekan pırıl pırıl. Dondurmaları seçiyor, dış masalardan birine oturuyoruz. Zevkli bir noktada, Engiz-Balkaymak'da zevkle yiyoruz; limonlu, çilekli, cevizli, parça çikolatalı, sade dondurmalarımızı. İkincide gözüm var. Risk almak da istemiyorum ve bu nedenle yarım istiyorum. Fark ediyorum ki seçim yaparken, yarım dondurmam için bile yeni eldiven açıyor genç adam. Aslan yattığı yerden belli olur derler ya, ilk izlenimin ne kadar çok şey anlattığı kanıtlanmış oluyor böylece.

O ara her şeyin makinede ve 60 derece de yıkandığını vurgulayan mini tabelayı da fark ediyorum. Kredi kartı ile ödeme kabul etmiyorlar, ücretleri bizim mahalleye göre bir tık yukarıda gibi, ama olsun. Hak ediyorlar! Sevdik, şirin bulduk, memnun kaldık ve muhtemel ki -alt çıkıştaki bol kepçe dondurmacı duymasın ama- kendisi uğrak noktalarımıza ek oluyor.

Bir de  Sütlaç yese miydik, Muşta'da?



*Daha fazla Kızılırmak Kuş Cenneti için, buradan lütfen!

*Sürmeli Köyü


30 Temmuz 2020 Perşembe

Elimde Bir Pusula

 İlk gün

Kapak, renkler, bilmediğim bir yazar, aldığı ödüller ama en çok da tanıtımındaki vurgular zihnimde sıraya girince ve ilk satırlarından itibaren tasavvur ettiklerim zihnimin derinlerinden çıkanlarla eşleşip bir görsel şölene dönüşünce gem vurulamayan bir arzu düşüyor kalbime.

Enfes, çok uyumlu, çok meraklı ve de fena halde keyifli bu coşkun katılım; başka başka, gizemli diyarlara afyonlanmış bir büyü ile uzun yolculukların müjdesi gibi. Henüz başlangıçtayken ve 114 sayfalık bir yol almışken verdiği heyecan ve yarattığı merak: bir yolculuk sabahına uyanmış; kilometrelerin ve ilk saatlerin seriniyle bezenmiş diken diken ruhumu ateşliyor.

Şimdilik Viyana sonrası İstanbul'dayım. Gördüğüm ve bildiğim yerlerini bir başka ve "şehre yabancı" birinin gözünden görüyor, ona bir kez daha vuruluyor, bir başka gözle görmenin hevesi ile bildiğim yerlerin -beslenmiş- yeni bakış açımla merakını yaşıyor, İstanbul'da yaşayıp da klasik müziği seven ve geçmiş ile Şark'ın dününe, yazar ve çizerlerine ve elbette yaşamına merak duyanların ben gibi taşralıya göre daha şanslı olduklarını bu okuma özelinde kıskanırken, bir an önce şu süreçten kurtulup da İstanbul'da olmak istiyorum.

Henüz daha yolun başındayken pek çok tanıdık yazar, onların aşkları ve yazdıkları ve de klasik müziğin bilinen ve sevilen bestecileri ile karşılaşmak, ruhlarını ve bilinmedik hikayelerini öğrenmek, fena halde keyif veriyor bana. Süleymaniye Camii ve onda bir anı yaşatsa da satırlar; aynı anı yaşayıp aynı güzergahı takip etmek istiyor ve mutlaka ama mutlaka Hasköy, diyorum. Donizetti'den söz edilirken tebessüm ediyor, onun adıyla nam bir otel ve O'nun sokağındaki bir hafta sonunun* olağanüstü tadına gülümsüyorum.

O kadar mutlu eden bir yaşam dilimi ki bu: henüz sonlanmadan yolculuk; yolun yaklaşık dörtte birindeyken henüz; içimdeki coşkuyu ne yapsam ne etsem eyleyemiyor; ilk kez, sona varmadan yol, günlüğümün ilk sayfasına düşüveriyorum hislerimi...



*Yazıdaki 7.fotoğraf 


Devam yazısı -Pusula Şahane Bir Romandır... Ama!- için buradan lütfen.

27 Temmuz 2020 Pazartesi

Sıkıntıdaki Bir Okurun Garip Halleri 2

Siparişleri verirken çoğunlukla adını hiç duymadığım, belki bir yerlerde okuduğum, kapaklarının ya da adlarının bana bir şeyler anlattığı kitaplarla da bir göz temasım olur. İlk görüşte aşk gibi aklımı çelen olursa da eklerim listeye. Keşfetmeye bayılırım.

Mustafa Kutlu adını bir yerde gördüm mü, üzerine bir kaç satır okudum mu, hatırlamıyorum. Belki de kitap adıyla etkileyince ki -bilindiği üzere- içimden trenler geçer benim: kimdir bu yazar diye hakkında bilgi aramış, okumuşumdur.  

Muhtemelen de böyledir...

                                                                             .................

Portekiz'e Yolculuğun*sonlarındayım. İkisi tanışıyorlar, yol arkadaşlığı yaptılar! Yolda kitap okumayı manzaralara pek tercih etmem genelde ama buna bir göz atıyor, konaklama yerlerinde de uykuya gitmeden önce okuyorum; iri puntolu, boşluklu, kısa da bir kitap zaten. 152 sayfa.


Hoşuma gidiyor, uykudan önce ara sıcak muammelesi yaparken bir fark ediyorum ki yarılamışım. Yazarın anlatım dili eğlenceli, kendine has esprileri var ki bence çok tatlı. Tamam öyle yükseklerden bir edebiyat yok, ukalaca bakarsam, ben gibi "yüksek edebiyat tutkunu" birine yakıştıramam!!! 

Daha çok kendince yazan yerel bir edebiyat sevdalısı, yerel bir gazetenin hikayeler de yazan muhabiri tadında. Bu tatsa beni gülümsetiyor, mutlu edip heyecanlandırıyor; onu sıcak, sevimli, kafa dengi ve samimi buluyorum.  Velhasıl-ı kelam yüreğime dokunup kafalıyor beni  yazar.

Hikaye klasik Türk filmi tadında başlıyor. Fakir kız, çalgıcı oğlan hikayesinin ön hazırlıkları sanki... Gazino neonlarına doğru yürüyoruz gibi de hissediyorum. İlk cümlelerinden itibaren harfler yok oluyor ve bir anda çekip alıyor hikaye beni yataktan. İstanbul'un bir mahallesinde, Cibali'deyim. Akşamları bir gazinoya takılıyor, rakı kokularının, gazino usulü mezelerin ve bol sigara dumanlarının arasında şarkılar dinlerken, gazinonun patronu ile de tanışıyorum. Türk Sanat Müziği'nin has, alemlerin racon zamanları.

Vaktim bol, patronla da tanıştırıldığıma göre alemin ruhunu -derin- hissetmek, mekanın gün içi hallerine bakmak maksatlı gidip, ikram edilen çaylar eşliğinde hem provaları dinliyor, hem de bir gün içimden bir yazar çıkar da o yazar bir şeyler karalar diye umut ederek, gözlemler yapıyorum. Çok da havalıyım ama, sanıyorum ki herkes "Yazar Bey hoş geldiniz," muammelesi yapıyor. Kemani delikanlı dikkatimi çekiyor.  Bir aşk tohum atıyor ve... A star is born!
 

Ama ne şarkılar geçiliyor: Muallim Hilmi Bey'in "Fikrimin İnce Gülü" mü desem, ardından Nevres Paşa'nın güftesi, Sadi Hoşses'in bestesi "Aşkın ile gündüz gece giryanım efendim, Bülbül gibi gül rûyine hayranım efendim" mi desem, neler neler dinliyorum. Fakat bu durumları Mustafa Kutlu'nun kendine has bir tavırla satır aralarına yerleştirmesi var ki bundan sıcak, sımsıcak bir tat alıyor, her rastlaştığımda da bu satır içi altyazılarla, gülümsüyorum. İfademin anı, aldığım tadı anlatmaya yetmediğini de biliyorum ve anında bir kararla diyorum ki: İyisi mi ben bunu kitaptan bir alıntıyla ifade edeyim.

"...Kenan başlangıçta renk vermeyen parçalar seçmişti. "A benim mor çiçeğim"-Suzinak.
"Ben güzele güzel demem"-Mahur
"Keklik dağlarda şağılar"-Hüseyni Türkü...".

                                                                           ..............

Şimdi, kitapla bu kadar içli dışlı olmuşken; sevmiş, benimsemiş, tatlı bulmuşken bir kitap eleştirmeni havasıyla ona bakmam olanaksız! Yazarın bu sevimli emeğini anladım, dilini çok sevdim. Keyifle okuyorum.

Bu naif anlatım beni coşkulu kılıp, "bu da mı değil", "bu da mı aut", gibi tüm eleştirel ifadelerimden uzaklaştırıyor.

Şeytan dürtmüyor mu eleştirel karakterimi?  

Elbette dürtüyor: Ya, bu profesyonelce bakamayan sevgi ifadelerim başkalarının kitabı alıp okuduklarında bu muydu yani, diye pişmanlık yaşayıp bana saydırmalarına sebep olursa endişeleri de yaşıyorum.

Ama ben tüm iç eleştirilerime, ikilemlerime rağmen kitabı, samimiyetine inandığım kalemi, o kalemin samimi hevesini seviyorum.

Her keşif, her coşkunluk anımda olduğu gibi de Enn Sevdiğim Kadın'ı arıyorum. Coşkuyla, yürekten gülümseyerek, bir çocuk temizliğinde kitaptan söz ediyorum. Onun da okuduğunda benimle aynı duyguları yaşayacağını ama onları ayıklayacağını biliyorum, ama yine de kendi hislerimin doğrulanmasını bir başka gözden de istiyorum. Merak ediyorum!

                                                                                  ..............

Ahhh trenler, ahhh!..  


Üstelik de Doğu Ekspresi!



Zincirinin ucu deri yeleğinin üst düğmesinde takılı, yeleğinin sağ cebine yerleştirdiği Serkisoff'unu mesleki onuru olarak gururla taşıyan Kahraman dedem ve Babıda ile yaptığımız eşsiz seyahatler -bir kez daha- geliyor gözümün önüne. Yazarla aynı yaşlarda mıyız bilmiyorum ama tasvir ettiği anlar o kadar gerçek ki: çocuk bende izi kalmış anlarla o kadar eş, o kadar içerden ve o kadar güzel ki zaten harflerden çoktan kurtulmuş ve kitabın içinde yaşayan ben: camdan giren soğuğu, tünele girmeden önce lokomotiften gelecek kömür kokusu ve dumandan sakınmak için pencerelerin kapatılma telaşını, en yoğun yolcu transferinin olduğu Sivas'ta başkaları girmesin diye kompartıman kapılarının iple bağlandığı anları, gardaki karmaşayı birebir yaşıyor, Sivas'ın sabah ayazını iliklerimde hissediyorum. Bir de bir Gar Müdürü var ki şirin kasabalardan birinde, öyle de babacan öyle de güzel yürekli, öyle de keyifli ki... Ve yazarın onu ve anları anlatımı elbette! Mutlaka tanışmak gerek sanki kendisiyle. Hatta Gar'ın bahçesinde, canlı müzik eşliğinde vurmak da gerek sohbetin ve rakının dibine...

Sonra oradan oraya giderken kahramanımızın peşine takılıp; bir sürü insanla tanışıyor, kiminden uzak durup, bazılarının kompartımandaki çilingir sofralarında, kemanın tınılarıyla kendime geliyorum.

O aralarda tıpkı bir siyah beyaz Türk filmi tadında yürüyen hikayede acaba yazar onların parodisi tadında bir eser mi meydana getirmek istedi, seçtiği bu yol bir öykünmeden ziyade -taklitçi olmayan- özgün tavrıyla bir selam çakmak mıydı o günlere, diye de düşünüyorum. Çünkü klişe diye bakarsam -ki ben yazarın samimi çabasına inanıyorum- baştan sona klişe demem işten bile değil...

Ama diyemiyorum.!

Sonra, burası sonu olmalıydı, burada bitmeliydi derken, orası sonu olmuyor hikayenin: Armut dibine düşer sözünü doğrularcasına aynı kandan başka bir karakterin peşine takıyor okuru. İşte orada içimdeki eleştirmen elinin tersi ile beni itiyor ve alıyor kalemi eline.

Viyana Nokta'daki hâl bir kez daha tecelli ediyor.** Ya, yayınevi ki hissiyat bu yönde, ilk haliyle hikayeyi beğenmiş fakat ticari bakıp, en azından 150 sayfa olsun, ele ve göze gelsin kitap, demiş... "Klişelere" rağmen samimiyetine inandığımız  yazar da boşluk doldurmak mantığı ile alelacele, içinden pek gelmese de eklemeler yapmış, uzatmış...  

Belki de yazar az bulmuş yazdıklarını? Bunu basmazlar, diye kaygılanmış, okuyanın gözünden yaş gelsin bari, diye düşünmüş ve eklemeler yapmış? Bununla da okuru iki araya bir dereye koyup, coşkusundaki köpüğü son noktada alıp, tavsiye noktasında karasızlığa sürüklerken, eleştirmenin kasıntısına, al beni yerden yere vur, zevki bırakmış. 

Tadında bırakmak denen bir şey de var değil mi ama?


 

*Portekiz'e Yolculuk

**Yazıdaki Fotoğraftan sonraki ikinci italik paragraf 

*** Dededen bahisli bir yazı için buradan lütfen 

****Dedenin saatinin -ben sekiz dokuz yaşlarındayken öldüğüne göre, yüzyılı aşmış olabileceği düşünülmektedir.. 

23 Temmuz 2020 Perşembe

Sarı Renkli Tuğla

 Okuma Kılavuzu İlaveli!

                                                                          ****

Nisan ayının sonlarında bir pazar sabahı...

Bir kupanın iki parmak aşağısına kadar dolu şekersiz filtre kahvem yanımda.  Bir iki de tatlı ve kuru atıştırmalık... Sabah keyfindeyim, blogları dolaşıyorum, dumanı üstünde yazılar okuyorum. Bunlardan birindeyse kalıyorum.* Hatta bir cümlenin içinden geçip bir ülkeye yol alıyorum. O ara bir ışık yanıyor ve o ışık hemen aklıma bir not düşüyor, bir yorum yazıyor ve bu notu bir süre sonra -birikince listem- eyleme dönüştürüyorum.


Bir zaman sonra...

Gelince kargom, günlerin mana ve önemine binaen ve ilk kez olan bir iş yapıyor, gelen kargomun bir yazı için fotoğrafını çekiyorum. Sonra o yazıya yapılan yoruma bayılıyor, gülümsüyor, bir de yanıt yazıyorum.** Bununla kalmıyorum elbette; sonraki ve yakın tarihli yazılarımın içinde hep söz ediyorum bu Sarı Renkli Tuğla'dan. Mesela bir yazımda " ...bir kere bu tuğla kısa bölümlerden oluşuyor, istersem bir bölümü okur bırakırım, roman gibi bütünlük yitirme endişesi yok: sonra üslup kafa dengi, sonra bir edebiyatçı gözünden bir gezi... Üstelik gezgin hem kafadengi hem de tatlı dilli... daha ne olsun di mi ama..." cümlelerimi tekrarlayarak okumaya istekli olduğumun altını çiziyorum.

Yine yakın günlerdeki bir başka yazımda okumaya devam ettiğim bu Sarı Renkli Tuğla'dan bir kez daha şu cümlelerle söz ediyorum:"...Çünkü zevkle okuyorum. İki açıdan seviyorum kitabı: Birincisi bir gezi kitabı, üstelik bir öykücü ve romancı tarafından yazılmış, üstelik öyle sıradan biri tarafından da değil! İkincisi, o ülke ve benzerlerine çok eskiden beri ilgim var."  
                                                           
                                                                             .......

İspanyolca ve Portekizce konuşulan, o kültürle benzerlikleri olan, işin özüyle söylersem de Latin toplumlarını ve kültürlerini seviyorum. Portekiz'se odamın içinde. Çoğu zaman televizyon kanalları açık; dili bilmesem, tek kelime anlamasam da günlük yaşamları ve kültürleri ve yemekleri ilgimi çekiyor. Aksanlarından kaynaklı olarak da dillerini Latinlerden çok Slavlara benzetiyorum ki bu kaba tat çok hoşuma gidiyor.

                                                                               ****

Tuğla'ya başlarken önce giriş yazısını okuyorum. Sonra son sayfadaki İçindekiler'e göz atıyor, Denize Komşu Düzlük Topraklar, Mandego Ve Sado Arası Her Yerde Mola Vermek, Büyük ve Tutkulu Alentejo Toprakları... gibi altı üst başlığı; Onor Nehri'nde Ateş Suyu, Uyuyan Güzelin Sarayı, Ekmek Peynir ve Cidelha Şarabı, Dünyanın Başladığı Yerde Geçirilen Gece... gibi de ellinin üzerinde alt başlığı olan, dolayısıyla günlere bölünerek kolay ve tıpkı gerçek ve gün sayısı belirlenmiş bir gezi gibi yaşanabilecek... Ve de tadı çıkarılacak bir okumaya adım attığımın tümüyle farkına varıyorum.  

Ve elbette tembeliğime de yanıyorum ve gaza gelip bir türlü yazmaya başlayamadığım, izi çok kıymetli, yazarla benzeş -kendi ülkemdeki-serüvenimin cümleleriniyse zihnimde akıtıyorum.

Kitabın fiziki durumuysa ilk anda dikkatimi çekiyor; farklı kapak dokusuna, tasarımına ve rengine sempati duyuyorum.  

Fakat yayınevinin aynı kapak malzemesini kullandığı kitaplarından birini alırsanız sakın ıslak parmakla dokunmayın, dokunursanız da silmeye kalkmayın! Fazla suyu bir havluyla ya da bezle silmeden emdirin ve kapaktaki o doku sıyrılıp beyaza dönmesin diye de  bırakın kendi kendine kurusun.!





Yol Arkadaşım Bir Yazar 

Başlangıçta biraz tedirginim, onunla kitabından yapılmış bir film izlemenin dışında bir bağım yok. Adını ve sevenlerinin çok olduğunu biliyorum fakat distopyalarla arası olmayan birisiyim. Bir inancım da var, yol arkadaşlığı kıymetli. Üstelik bu bir seyahat! Aynı yolda yürümeyi, aynı tatları sevmeyi beceremediğinizde bir kabus yaşayıp, tadı çıkarılası bir zaman dilimini cehenneme çevirmek de mümkün. Tedirginim.

Yazar marşa basıyor ve yola çıkıyoruz. O kendinden emin, sonuçta seyahati planlayan O. Bense biraz mesafeliyim.  

Hâlâ.

Bir yandan yolu gözlüyor, bilmediğim coğrafyayı anlamaya çalışıyor, bir yandan da yol arkadaşımı süzüyorum. Öyle herkesin kullandığı arabaya da binmem ve yan koltukta oturmayı da pek sevmem.

O ara sınır noktasına geliyoruz. Arabanın motor kısmı Portekiz'de diğer kısmı İspanya'da. Yazarsa tam görünmez sınır çizgisiyle bölünmüş köprünün korkuluğundan, seslerin yankısını çoğaltan sarp kayalıklardan nehirdeki balıklara "Giriş çıkış yapmak için sizin de mühür vurulan pasaportlarınız var mı?" diye sesleniyor.

İşte bu! Bu adamla yola gidilir, diyorum ve koltuğuma bırakıyorum kendimi. Henüz fazla konuşmuş değiliz. Muhtemel ki o beni çözdü. Yoksa arabasına neden alsın ki?! Ufak ufak sohbete de başlıyoruz. İlk kez, planları başkasının yaptığı ve nerelere uğrayacağımızı bilmediğim bir yolculuktayım. An itibariyle her şey sürpriz. Dağlara tepelere tırmanmayı, kuş uçmaz kervan geçmez yerlerdeki taş yığınlarına gitmeyi, kalmış beş altı taştan kocaman ve görkemli yapılar canlandırmayı, onlara hikayeler uydurmayı becerebilirim. Ama yol arkadaşım bir üstat! Bilgili, ben gibi tembel değil, araştırmış, dökümanları yanında ve şahane de bir askeri harita var elinde. Altı ay yollardayız.

Yemek zevki olduğu da kesin. 

Başlangıçta ne kadar şapel, ne kadar katedral, ne kadar kilise, diyor, sıkılıyor, çoğu zaman arabada kalıyorum. Resimleri, duvarlardaki detayları da onlar gibi uzun süreli incelemesine kızıyor, göğe bakıp ıslık çalıyor, ona subliminal mesajlar yolluyorum.


Sonra:

Dağlar tepeler aşıyor, ırmaklar geçiyor, geçtiğimiz her köprüye bayılıyor, bazı zamanlarda da duruyor, köprülerden nehirlerin coşkunluğuna bakıyoruz. Bazen bu dağın başındaki şu yıkıntı için değer miydi şu patikayı tırmanmaya diyorum ama o öyle hissederek ve bilerek anlatıyor ki, yıkıntı yıkıntı olmaktan çıkmakla kalmıyor, ben keçilerin, çobanların ve doğanın kokusunu alıyorum. Üstelik farkediyorum ki ben kadar da gözü kara! Bu yol olmayan yolu geri nasıl çıkarız diye hiç düşünmeden, neredeyse 70 derece toprak çakıl yolu sırf nehirin kıyısına inmek için gidiyor. Elbette vardığımızda gördüğümüze değiyor.

Sonra mesela, soğukta, ortalık kar buzken, bu mevsimde yer buluruz diye aramadığımız, dağın başındaki bir otelin önünde sırf onun çekingenliği yüzünden arabada yatmak durumunda kalıyoruz. Üşüyoruz, ancak sabah erken otelden ayrılan birileri olunca, oda temizlenip hazırlanınca, yatıp ısınıyoruz. Bizim gezgin neredeyse tüm katedrallere, küçük dini mekanlara falan giriyor ki bunların çoğu ıssız, kimsenin haberdar olmadığı kuş uçmaz kervan geçmez yerlerde, bazen anahtarlarını köyde teslim edilmiş birinden alıp, kendimiz açıp giriyoruz. Ama şanslıyım ki gezgin bunların hepsini biliyor, üstelik donanım tam... fakat sanat ve sanat tarihi bilgisi mükemmel, öyle güzel anlatıyor ki heykelleri, işlemeleri, geçmişi... Bir de tatlı dilli ki... benim gözümde paha biçilmez hikayeler canlandırıyor. Bazen edindiğimiz rehberlerin dilleri açık kalıyor. Zaman zaman anlattıklarından inciniyor ama ona çaktırmıyorum. Fakat bir noktada sabrımı iyice taşırıyor, işte o zaman ecdadıma sahip çıkıyorum: çünkü onlardan bahsederken milliyetçi bakıyor ve  aşağılayıcı bir dil kullanıyor, gibi hissediyorum.  İşte o zaman tarih öğretmenim Pembe Hanım'ın bir sözüyle, onun kadar nazikçe değil de biraz eleştirel bir üslupla "Bugünün sözleri ile lütfen geçmişe çakmayalım," diyorum. Hak veriyor ve özür diliyor. O zaman Porto'da şaraplar benden, diyorum.

                                                                               ****

Emin olun yazıyı uzatmamaya çok gayret ediyorum, çok yeri de atlıyorum: çünkü bir koyverirsem küçük bir tuğla ortaya çıkaracağım kesin. Okurlarımı, blog dostlarımı, yani hepinizi seviyor, dolayısıyla bir azap çektireceğim endişesi de taşıyorum. Neyleyim ki içim de coşkun!

Bu yolculuk esnasında sıklıkla, sebep olduğu için ara ara endişeli olduğunu düşündüğüm Sevgili Okul Arkadaşım'a küçük küçük- özellikle kasaba postanelerinden- mektuplar atıyorum. Mutsuz olursam üzüleceğini düşünüyorum, çünkü bu yolculuğa sebep olan O.

Hatta bir kasabada, bir hanımefendinin lokantasında suyuna tazecik ekmek lokmalarını banarak enfes bir oğlak yerken ve enfes bir şarabın tadını çıkarırken "...Yazarla birlikte adımlarken köylerini kasabalarını ve hatta şehirlerini; girdiği lokantalardan zevk, yemeklerinden ve şaraplarından tat alabiliyorum. Üslup öyle güzel, yazar öyle dalgacı ki çoğu zaman kitabın içinden geçip yağmurlarda ıslanıyorum.." cümlelerinin olduğu mektubu yolluyorum.

Bir keresinde de gezgin inatla bir dağa tırmanmaya başlıyor, yola yol demek zor, korkmadım dersem yalan olur, direksiyonda ben olsam mesele yok, fren yapmaktan bir hâl oluyorum: Hem hava kararmak üzere, hem sanki bulutlara dokunduk dokunacağız. Tamam ben de bu noktada gözü karayım ama direksiyonda olan O.  Bulutlara dokunmakla kalmıyor, üzerlerine bile çıkıyoruz. Ortalık güllük güneşlik. Cennette miyiz yoksa?

                                                                                    ****

Kabul etmeliyim ki çok şanslıydım, şu dünyada yırtınsam herhalde, böyle bilgili ve tatlı dilli bir yol arkadaşı bulamazdım. Kıymetini yol boyu bildim. Porto'da da, Lizbon'da da, Braga'da da, Evora'da da ve daha pek çok yerde; iki kulübe üç insan, beş on keçi olan  kuş uçmaz kervan geçmez kaleleri, küçük ibadet yerlerini, muhteşem şatoları gezerken de, lüks otellerde yatıp, modern şehirlerin müzelerini arşınlarken de... Üstelik o altı ay ne çabuk geçti diye bile düşündüm.

Sarı Renkli Tuğla'nın arka kapağını kapatıp, muhteşem rüyadan henüz çıkamadığım  o anda ise: Gözlerim uzaklara bakıyor, yol arkadaşımı özlüyor, ona rahmet diliyorum. Dudaklarımın kıpırtısındansa ilahi cümleler dökülüyor.

Teşekkürler José SARAMAGO, ruhun şad olsun.

 
Ve çok çok çok... ama çooooooooooookkkkkkkkk teşekkürler,  Sevgili Okul Arkadaşım, Sevgili EKMEKÇİKIZ.:)



Ve şimdi belki de hani okuma kılavuzu, nerede o, diye düşündünüz, o meraklısı için fotoğraftan hemen sonra..

Ve bir önemli not:

Altını çizersem kitap 580 sayfa: geziye, ülkeye bir ilgi, merak yoksa kolay ve zevkli bir okuma olmama ihtimali kuvvetli. Bu nedenle de şiddetle tavsiye ederim gibi bir cümleyi asla telafuz etmedim, etmiyorum. Tekrar edersem: "Kitapların arasındaki sarı renkli tuğla için kolaylıklar dilerim," sözleriyle uyarılmış, " umarım kulağım çınlarken güzel sözler duyarım." ifadesiyle de bir endişenin altı çizilmişti. Herhangi bir insanın parasını boşa harcadığı duygusunu yaşamasını asla istemem, o nedenle niyetlendiğinizde bir kez daha düşünmenizi, satın almadan önce kitaba dokunup göz atmanızı tavsiye ederim..




Gelirsek okuma kılavuzuna:

Eğer vakti olan bir insan olsaydım, okuma sürecimde öncelikle bir Portekiz haritası edinirdim ve oradan gün gün çizerek, kitaptaki akışa göre söz konusu noktalara varır, sonra elimin altında tuttuğum internetten orayla ilgili görseller arar, belki sanal gezinti kayıtları bulur, onlarla dolaşır, kalınan otellere bakar, müzelerde sanal gezinti yapar, lokantaları bulmaya çalışırdım. 

Ben dediğim gibi uydu kanallarımdan Portekiz Televizyonunu izliyordum, bu süreçte de izledim, RTP'nin iki programının linkini buraya bırakıyorum. İkisi de müzik ve eğlence programı, özellikle Aqui Portugal'ı çok naif bulurum, eski televizyon dönemlerini hatırlatır, görsel olarak kazandıracakları kitabı daha iyi anlayıp yaşamaya katkı yapar, diye düşünüyorum. Kimbilir belki ve elbette kararında içmek koşuluyla okuma evresinde bir kırmızı şarap da açtırır. Linkler programların arşivine götürecek, hoşlanırsanız öğleden sonra ve akşamüstü canlı yayınlarını da izleyebilirsiniz.


 *Aqui Portugal

**7 Maravilhas da Cultura Popular


*Kitabı almama vesile olan yazı için buradan lütfen

**Fotoğraf ve bir de yanıt ise burada .  

***Fotoğraftaki sandık Babıdamındır (babannem) ve 100 yılı devirdiği kesindir.

****Fener'se 1880 senesinden beri Kızılırmak deltasının kenarında olup üç kuşaktır aynı ailenin fertleri görev yapmaktadır, inşallah kendisi ile ilgili yazamadığım yazıyı bir gün yazarım:)

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP