2 Nisan 2020 Perşembe

Taksi Helâk Edilmiş Bir Kitap Olabilir

Niteliği ile ilgili sürekli fikir değiştirmeme neden, okuma arzuma zaman zaman çelmeler takan bir kitap oldu Taksi! Renkli kapak tasarımı etkiledi, elim gitti. O neşeli kapaktaki Tahrir Ayaklanmasını Öngören Roman - France 24 vurgusu; özellikle Fransa'da, başta terör saldırıları olmak üzere olay yerlerinden gerçekleştirdiği canlı yayınlarını izlediğim, farklı dillerde yayınlar yapan, nitelikli bir habercilik anlayışı olduğunu bildiğim kanalın bu ifadesi ilgimi pekiştirince, toplu siparişe eklemiştim kendisini. Kitaplar elime geçtiğinde şöyle bir göz atmış, ilginç de bulmuştum kurgusunu.

Khaled Alkhamissi, Sorbon'da siyasal bilimler alanında yüksek lisans yapmış Mısırlı bir gazeteci, yapımcı ve senaryo yazarı... Kitabın niteliğini destekler bir referans olmuştu kariyeri. Tamamı Mısır'da olmak kaydıyla bindiği taksilerin şoförleri ile yaptığı sohbetleri kullanmıştı bu kitapta...

Fikir ilginç olduğu kadar olayların kendi ülkemizle, özellikle mevcut iktidar ve onun başı ile o çevrenin elitleri, sermayedarları ve din anlayışlarıyla benzerlikleri, devlet çarklarının kullanılışı, yatırım mantıklarının beton eserler olması ve buna alkış tutan dar gelirli, sosyal ve demokratik haklardan yoksun, fikren ve madden sömürülen insanları hiç de yabancı gelmemişti bana ki çokça ve acıyla gülümsetmişti. Elbette siyassallaşmış din kardeşliği bağlamındaki benzerlikler düşündürtmüştü.


Tüm bu ilginçliklerine ve tasavvur ettirdiklerine rağmen bu kitabın bir çeşni, bir tat eksikliği oldu, bir şey eksik kaldı. France 24 hafife alınacak, tadı eksik bir kitabı övecek ve adının niteliksiz bir kitapta referans olarak kullanılmasına izin verecek bir kanal değil. Eğer o vurguyu kitabı basanlar işkembeden atmadılarsa...

O halde bende eksik kalan tadın nedeni ne olabilir diye sorgulamaya başladım, sayfalar ilerledikçe. Faturayı editoryal eksikliğe ve çeviriye kestim.. kesinlikle başka bir sebep bulamadım.

Kurgulanma biçimi, karakterleri, ülkenin karmaşası, siyasetçileri, rüşvet çarkları, malzeme açısından sıkıntı yaratacak unsurlar değildi... Üslubun tadını bir kenara bırakırsam ciddi olarak fikir sahibi de yaptı, bilgilendirme eksikliği yoktu. Çok yüksek bir edebiyat içermesi de gerekmiyordu ki üzerinde roman yazsa da kendisini roman sınıfına sokamazdım, sokmadım da zaten. Bir Svetlana Aleksiyeviç tadı da beklemiyordum yazardan ve kitaptan açıkçası.

Ama dedim ki; yayınevi bu işi daha ciddiye alsa, sıkı bir editörle çalışsa, en azından kalemi ve dili daha güzel kullanabilen birine basmadan önce okutsa, düzelttirse ve bir üslup ahengi yakalatsaydı, işte o zaman bu tat eksikliğini hissetmeyebilirdim.

Yazarı kendi dilinden anlama şansımız olmadığı için ona kusur atamıyorum; seçtiği yol ve kurduğu kitap kesinlikle ilginç ve derdini anlatıyor. Belki Fransızca çevirisi beni olumsuz etkileyen unsurları içermiyordu, baskı öncesi daha profesyoneldi.

İşte bu hissiyatlarım nedeniyle tavsiye konusunda araftayım; her ne kadar kitaptan zevk almış, yer yer gülümsemiş, vay be demiş, epey bir şeyi görmüş kadar benimsemiş ve çeşnilerindeki eksikliğine rağmen ülke ve katmanları hakkında fikir sahibi olmuş olsam da...

Ama kitapçılara gidilebilen günler geldiğinde, sayfaların arasında dolaşıp satırlara dokunarak tadına bakıldığında sıcak bir bağ kurulabilirse ve işte o zaman okumalıyım bu kitabı denirse.. alınmalı, diye de düşünüyorum.

Ya da korona günlerinin mahsur hallerine denk gelmesi, banklarla buluşamamamızın duygu eksikliği, evlere sıkışmış günlerin etkisi vardı bünyede... Bunu da bilmiyorum!

27 Mart 2020 Cuma

Kitabın Sadece Kitap Olmadığı Bir Durum Üzerine

Islıkla çalınan bir öykü bu...


Bundan, onbeş-onaltı yıl önce, belki de bir iki yıl daha önce...

Zor günler; içinde çocukların da olduğu bir yumağı ilmek ilmek çözmeye çalışıyorum. Dünyam epey zorda, kafamda rakamlar uçuşuyor. Sürekli dört işlem hali! Ülke tarihin en büyük krizinin altında.  Bazen evden çıkıyor, onbeş kilometre yolu yürüyerek gidiyorum. Bazen duruyor, düz yolu bırakıp eski yola tırmanıyor, en tepesindeki derilip çatılmış banka oturuyor, uzun ufuklara bakıyorum. Gözlerimden bağımsız, kafam bir yığın problem için çözüm formülleri arıyor. O an şirkette olan kardeşimi de düşünüyorum. Biliyorum ki rahat, Abim bunu da çözer noktasında bir tereddütü yok ama onun için de üzülüyorum. Akşam eve döndüğümüz, mesailerin bittiği, kepenklerin çekildiği anlar en mutlu anlarım... ta ki yeni sabah başlayana kadar. Bir masaüstü bilgisayar almışım kendime. Onu çözmeye çalışıyorum. Kısa sürede de beceriyorum. Sonralarda alemlerin en siberini keşfediyor, onun sayesinde problemlerden uzaklaşıyor, başka dünyalarda rehabilite oluyorum. Hayatımın en kıymetli dostluklar hanesine atılmış çentiklerin sayısını bu süreçte çoğaltıyor, çok kıymetli ve çok güzel anılar da biriktiriyorum. Bir defter kapanıyor. Aşık bile oluyorum, belki de olmak istediğim için oluyorum. Birisinin, Üzerine Dondurma Koyulmuş Vişneli Ekmek Tatlısı Kadının, Canımsınıyım. MSN'den sesli ama görüntüsüz bağlanıp, rakı masaları bile kuruyoruz. Sonra onun şehrinde buluşuyoruz da... Bir konser akşamının ardından Kaktüs'de bira bile içiyoruz. O ara blogları keşfediyorum. Tesadüfen... Şu  masaüstünü alana dek elim klavyeye değmiş değil. İnternet nedir bilmem, beni başka bir dünyaya taşıyacağından da habersizim. Tutunuyorum!

İki yıl sonra, blog dünyası ile yeni tanışmışken ve bir çevre ki çok kıymetli insanlardan oluşmuş bir çevre oluşturmuşken; orayı birincil dünyam yapıyor, iş ve sorunlar dışındaki gerçek dünyamı da iyice daraltıyorum. İşte bu zamanlarda, güzel bir eylül akşamında, dolaşırken ramazan panayırında, bir çadır çekiyor beni. Giriyorum ve bir kitap alıyorum. Bir tek kitap! Hayatıma neler katacağını bilmediğim bir masal kitabı!.. Bir yazıda "Yazarını, kendini, bilmeden tanımadan, sadece kitapçı rafında rastlaşıp kanımın ısındığı, sayfalarına usulca göz gezdirdiğimde aynı yolun yolcusu olduğumuzu düşündüğüm ve satın aldığım kitaplar vardır: Tıpkı, kimsenin fark edemediği arkadaşlar edinmek gibi, uzun ve sıcak dostluklar kurduğum..." diye bahsettiğim bir kitap. Eve gelir gelmez ve o gece okuyorum kitabı. Sonra da blogda yukarıdaki satırları da içeren bir yazı* yazıyorum.


Sonra bir gün... yazımın altındaki yorumu okuyunca... gözlerime inanamıyorum. O kadar mutlu oluyorum, o kadar iyi geliyor ki bu bana, anlatamam. Ekran büyüdükçe ben küçülüyorum. O kadar kıymetli.

Mektuplaşmaya başlıyoruz. Blogum için yazılar gönderiyor bana, her birine ayrı ayrı bayıldığım yazılarını... Onun adıyla bir etiket* oluşturuyorum. Derken, günlerden bir gün telefonum çalıyor ki cep telefonunun henüz elime tıkıştırılmadığı zamanlar... Bir hanımefendi, sanırım dayımı ya da iniştemi, diyor, arar mısınız, size ulaşamıyormuş? Arıyorum. Bana yeni yazdığı öykülerini okuyor, "Sen benim hikayelerimi seviyorsun" diyor.  Fikrimi merak ediyor. Ama ben... ben kimim ki? O koca bir yazar.

Dinlemiyorumki... o okurken yaşıyorum her bir satırı. Biraz önce telefondaki hanımefendiyi  dinlerken de -yeminle- duymamış, bizzat köyü ve o coğrafyayı yaşamıştım. Okuduğum satırlar ve o kitap sayesinde o coğrafyayı yerlilerinden daha hissetmiş, ona tutunmuş bir şanslı kuldum ben.

Derken... günlerden bir gün... sanki ben gidiyormuşum gibi sevindiğim ve uğraş verdiğim, en güzeli olsun diye eksiksiz bırakmaya çalıştığım, bundan olağanüstü bir tat aldığım Mussano'nun Erasmus sürecindeyken... Posta kutum da ruhumu şenlendirmek için elinden geleni yapıyor. Işıklarım birer birer yanmaya başlıyor. Posta kutumda başka ve yeni dahil olduğum, ellerimle kurduğum, steril bir dünya var; hep güzel şeyler ve umut vadeden... Bir fotoğraf geliyor bir gün; bir mektup ile birlikte. Yine özenli, yine imlasından bir şeyler kapmaya çalıştığım bir mektup;  içinde "ölünce sende bir hatıram olsun" vurgusu da olan bir mektup. Kalıyorum. Ama bir küçük çocuk gururu da hissediyorum. Bir yazar, hiç karşı karşıya gelmediğimiz bir yazar, bir insan bana, bir tek kitapla bir fikir oluşturmuş bana bir fotoğraf ve belki de son bir fotoğrafı, hikayelerde adı geçen tepede, yine hikaye karakterlerinden ikisiyle çekilmiş bir fotoğrafı emanet ediyor. Ne güzel ki hayat bana sunmaya aralıksız devam ediyor!

Bir gün demişti ki; "O güzel şehrin havasından bir derin nefes de benim için solur musun?"  Mussano'nun uyarısı ile Cumhuriyet'de çıkan bir röportajını okumuş, Atatürk ve Milli Mücadele hayranlığını ve  dile olan özenini de görmüştüm. Bir toparlanmış, önümü iliklemiş, sonrasında da yazılardaki imlamı düzeltmek için büyük bir gayrete girmiş, daha özenli yazmaya başlamıştım.


Onu ziyaret etmeyi çok istiyordum. Ataköy'de oturduğunu söylemişti. Kendimi Yeşilköy'e inmiş, bir taksiyle evi bulmuş ve onunla sohbet ederken görüyordum çok kere... Ama zor günleri aşma noktasındaydım ve bugün yarın derken... şunu da halledim derken... Bir süre sessizlik oldu, korktum; hissediyordum, bir sorun vardı, çok kere de hissetmiştim zaten. Ben görmezsem, duymazsam olmuyormuşu oynadım. Sonra bir kez daha hayatıma, bir keşke çentiği daha atmak durumunda kaldım.


Islıkla Çalınamayan Öyküler

Kitap kitaplığımda diğer kitabın yanında uzun yıllar kaldı, elim gitmiyordu. Rafa her uzandığımda göz göze geliyor, sımsıcak gülümsüyorduk. Süreç içinde radikal kararlar almış, projeler geliştirmiş, bir cerahatı kesip atmış, bir  hayali gerçekleştirmiş, bir yılı tek bir yazı bile yazmadan geçirmiş, ekonomik gücü eskisinden çok çok yukarılara taşımış, dev krizlerin teğet bile geçemeyeceği ve sarsılamayacak bir noktaya taşımıştım. Üstelik yanımda kısık gözlerindeki gülüşüne bittiğim, içimi güvenle döktüğüm, hayatı fazlası ile yaşanır kılan Enn Sevdiğim Kadın vardı artık.

Tüm bunlar, şu günlerde özellikle ticaretle uğraşan ahlaklı insanlar konusunda fazlası ile üzüyor beni. Bu yaşadığımız, benim yaşadığım kriz sürecini de aşan, ardı çok çok daha büyük krizlere gebe ve bir tek kişinin sorunu olan bir durum da değil. İşyerleri kapalı, ticaret döngüsünün satış kısmı yok, alacaklar tahsil edilemiyor, borçlar duruyor, giderler durmuyor. O babaları, o insanları, o minicik ve çevrilebilen borç yükünün nasıl dev halini aldığını ve yarattığı baskıyı hissediyorum; bize laylay lom bu hayatın tadı, sokak aralarında, boş caddelerde dolaşırken buruk, hem de çok buruk... Dün fırından dönerken ve her daim kanlı canlı mekanların donuk haline bakarken birden dank ediyor: Ticaretle uğraşan, başka şehirlerdeki arkadaşlarımı da arıyorum. Bir telefon kadar yakınım diyerek...


Yine de, her şeye rağmen; ıslıkla çalınabilsin öyküler...

Kitabı bir ay önce alıyorum raftan. İlk bölümde ilk kitapla karşılaşmak şaşırtıyor beni... sonra bu kitabın bir kaç kitabının bir araya getirilmesi ile oluşturulduğunu fark ediyorum. Bir külliyat da diyebiliriz buna. İstanbul'u onun gözünden okumaksa harikalar ötesi oluyor. Bayılıyorum. Onunla banklarda, kahvelerde, Sultanahmette, parklarda, deniz kenarlarında oturuyorum. İçimi döküyor, eksik kalmış cümlelerimi tamamlıyor, piposundan çıkan dumanı seviyorum. Öyle bir sohbet ki bu, bütün boşluklarım kapanıyor.

Şimdi ben bir kez daha susuyorum....


Kitabın arka kapağı konuşuyor:

Ekmel Denizer öyküleri birer yolculuk... sadece bir başlangıç değil, sonu da olan bir hayatta, hayatın anlamı kadar huzurun sırlarını da arayan bir yolculuk... Denizer'in öykülerinde, onunla birlikte, tarlalarda, sokaklarda, parklarda, kule diplerinde, sınırları artık kaybolmuş semtlerde geziniriz; Yenikapı'da, Kadıköy'de, Bakırköy'ün bir yerinde, artık suyu akmayan semt çeşmelerinin, yarı viran hanların, sahibini tanıttığı mezar taşlarının, doğanın gizlediği, bakmadan önünden geçtiğimiz nesnelerin, Samatya'daki birahaneye adını veren gülünç kelaynakların ve nesneler töreninin içine çekiliriz. 


*Bahse konu yazı

*Ekmel Denizer yazıları


23 Mart 2020 Pazartesi

Korona Günlerinde Hastaneye Düşmek Kader midir?

Maceram muhtemelen bundan iki hafta önce güzel mi güzel, bahar efektli bir günde kendimi dışarı atmamla başlıyor. O günlerde Covid-19 ülkemizde sen de kim oluyorsun muammelesi görüyor. Gün pazar ve güneş muhteşem; mont falan giymeye ihtiyaç yok ki ben de sırt çantamın kenarına asıyorum. Ahalimiz sahil boyuna, kumsala çoktan atmış, masaları-sandalyeleri; güneşin tadını çıkarıyorlar. Kontrolsüz bir yürüyüşsever olmama rağmen üç yıl önce verilen ayar neticesinde daha kontrollüyüm; menisküsüm her ne kadar ameliyat gerektirmese de beni iyi tanıyan can arkadaşım, doktorum, 7-8-10 değil de 5-6 kilometreyi geçme, diyor. Ben gerçek marjımı gözlerinden okuyorum elbette. Evden çıkarken bahçenin bahar dalları ile selamlaşıyoruz ki coşkuları bünyeme gaz veriyor. Bu kez iskele tarafına değil de batı yönüne yürümeye karar veriyorum. Yaz geliyor ve açılma telaşında olan mekanlar var. Bir göz atayım istiyorum.


Varıyorum Alanos Deresinin mini deltasına ki Şef Ala Kargajan yönetimindeki Alanos Martı Orkestrası ısınma aşamasında. Kalıyorum köprünün üzerinde, ben gibi başkaları da kalıyor elbette... Vıy vıylar bölümü bitiyor. Elimizde konser broşürleri yok, her şey hava gibi sürprizli.  Konzertmeister iki tele vurunca bir alkış kopuyor. Budur bakışları yükseliyor izleyenlerden. Elbette Vivaldi, ve elbette La primavera... Şimdi, bu güzel havada, şu güzel ve mini deltada kim takar Covid-19'u? Baş kemancıyı görmek lazımdı ama...  sonra da ona katılan tüm yaylıları. 


Devam ediyorum yola. Kontrol tümüyle havada... Öyle güzel ki gün ve elbette bizim coğrafya, çaresiziz. Yüreğimiz nereye kadar derse oraya kadar. Bugün sınırları aşma günü. Herkesler dışarıda. Bayılırken güne, yürümüşken belki henüz bir kilometre, oturuyorum bir banka. Oturtuluyorum daha doğrusu ki bu kez Kurupelit Modern Dans Topluluğunun olağanüstü güzel yorumladığı Harmandalı'na denk geliyorum. Hele bir tür solo sayabileceğimiz dörtlü gösteri var ki tadından yenmiyor. Kalabalık bir dans grubu, usta ellerden çıkmış, esprilerle bezenmiş başarılı kareografi eğlendirici olduğu kadar uyumuyla da şapka çıkartıyor. İzleyiciler öyle mutlu ki aynı oranda da cömert; kuruyorlar gösteri sonrası sofrasını hemen denizin kenarına. Sonuçta bir performans bu ve yorulacak dansçılar... Oluşturulan sofradaki eğlence ise muhteşem.




Geçen hafta salı...

Sabah uyanıyorum ki sol diz kilit; kilidi açabiliyorum ama ağrı fena. Acıya dayanabilirsen dizi doksan dereceye getir! Geceden sinyali almıştım da bu boyutta bir sabah beklemiyordum açıkçası. Bıçak kesiği bir ağrı. Bacağı düzleyerek, hiç bükmeyerek, binbir cambazlıkla çıkıyorum yataktan. Çalışma masasında karşı sandalyeye atmayı becerirsem ve düz uzatırsam, sonrasında bir şey yok ama al alabilirsen oradan yere. Ağrı kesici ve ona ek, bu konuyla ilgili bir ilaç daha... Henüz bir keyifsizliğim yok, nasılsa geçer, diye düşünüyorum. Bacak anormal ama hayat normal. Gecesinde zar zor yatma, sabahında ise durum bi tık daha kötü. Doktor doktor baksana, hit şarkım o andan itibaren ki ağrı eşiği epey genişimdir. Öyle şıp diye doktora gidenlerden değilim.

Fikrimse; ne yan bağ, ne çapraz bağ, ne tendon, ne de menisküs kaldı bende... Gözümde ameliyat seansları canlanıyor. Birle sınırlı kalmayacağını düşünüyorum. Bir yandan da tahmini bir bütçe yapıyorum ki bu kez gideceğim doktor net; biz için çok çok ama çok kıymetli bir operatör, Profesör. O günlerimizi bir yazıyla akıp giden zamana bıraktığım,* çok ama çok güzel ve özel bir insan.

Kararımı hızla netleştiriyorum. Perşembe gününe alıyorum randevumu. Hafta boyunca benden başka kimse yok ki bu çok iyi. Bir Covid-19 kıyağı... Gün içinde ara ara kontrol ediyorum; benimkiyle birlikte üç randevu oluyor. Bu da hastane içi boş demektir. Alt kat komşumu, kız kardeşimi arıyorum. Araba kullanmaktan sıkıldım ve emekli ettim üç yıl önce kendimi ki zaten bu sol bacakla pedala üstelik de debriaj pedalına basmam mümkün değil.
 
"Beni yarın hastaneye götürürüp, getirebilir misin?"

Niye? diye soruyor doğal olarak... Sonra, Covid-19 nedeniyle tırsıyor ve ortalık yatışınca gitseydin, diyor. Götürmek için de olur, diyor, önce... Sonra geri arıyor, haklı bir gerekçesi var ki erkek yeğenim bağışıklık sisteminin dikkatle kontrol edilmesi gereken bir ameliyat sonrası dinlenmesinde. Düşünememiştim. Hastane için Covid-19 tedirginliği bir an beni de düşündürtüyor. Ama içimdeki his bu ağrının geçmeyeceği noktasında. Eminim ve özellikle bu belirsiz koşullar altında Covid-19'un gitmesini bekleyemem.

Arıyorum erkek kardeşimi bu kez, saatte mutabık kalıyoruz, şoförlü bir araba gönderecek. Sorun çözülüyor. Şirket, bizim ev, hastane, sonra bizim ev bayağı bir mesafe...




Geçen hafta perşembe

Saat  15'de kapıda olsun, dediğim araba erken geliyor ki elemanın boş zamanı varmış. Zor biniyorum arabaya; önce gövdeyi içeri ve arka koltuğa atıyor, sonra da bacağı bükmeden çekiyorum içeriye. Randevu saatim 16:10. Yolu uzat, diyorum adı Sait olan gence. Hoş sohbetiz. Kars peynirlerini konuşuyoruz ki kendisi kardeşim onu ayartmadan önce başka bir firmada, Kars Bölgesinden sorumlu olarak çalışıyordu... Doğu Ekspresi'nden* ve onunla yolculuktan söz ediyorum, Ani'nin eski zamanlardaki hikayesini de anlatıyorum. O ara yaklaşıyoruz hastaneye ki randevuya daha var. Yolu tekrar uzatıyoruz. Şimdi de hastanenin park yerinde.  Ben de bir kahve içer kitap okurum diye düşünüyorum; ona da teklif ediyorum ama bir iki müşteriyi daha arayıp bir işi daha halletmeyi düşünüyor.


Kapıdan neredeyse bacağımı sürüye sürüye giriyorum ki, önce sınır kontrol görevlilerini aşmam gerektiğini görüyorum. Üç genç kadın, eldivenli, maskeli ve çok şık. Gülümsüyorum. Biri doğrudan boğazıma silahı dayıyor. Ateş normal. Virüs şüphesi yok. Geçebilirim derken, diğer genç kadın durduruyor. Güzel adamım sonuçta. O da ellerime hoş geldiniz dezenfektanı döküyor. Bu hastaneye en son iki yıl önce ilaç raporumu, piyasada bulunmamaya başlayan bir ilacımı değiştirip, yeniletmek için gelmiştim ki bu kez gözüme daha bir hoş görünüyor. O kadar sakin yani. Sanki bir hava yolu şirketindeyim ve çok şık kıyafetler var çalışanlarda, kalabalıktan dikkatimi çekmemiş daha önce demek ki. Oysa ki kızkardeş gitme diye şüphe düşürünce aklıma, Oğuz'u aramıştım; aile doktorumuz, durumu anlatmış bir sakınca var dersen gitmeyeyim demiştim. O da gidebilirsin, demişti ki ne kadar haklı olduğunu görüyorum şimdi.

Randevu saatime daha var, ilk sıra benim. Kayıtım ve ödemem henüz tamamlanıyor ki adım sesleniliyor. Bingo, aynı zamanda OMÜ Tıp'da hoca olan doktorum burdaymış. Süper.

Girince içeri, merhabadan sonra diyorum ki elbette siz hatırlamazsınız ama biz de sizi unutamayız. Kısaca olayımızı hatırlatıyorum, tam 12 yıl önce başlayan ve süreci bir yılda tamamlanan acı bir dönem. Fakültedeydi, diyor ve hatırlıyor.

Şikayetimi anlatıyorum, masada muayyene ediyor ve çok olumsuz bir şey olmadığını ama MR ve röntgen sonuçlarını da görmek istiyor. Hafifliyorum, o hafiflikle az önce ödeme yaparken verilen, ancak eve gelince hatırladığım Medicana  kartımı indirim için kullanmayı unutarak MR ve röntgen ödememi yapıyorum. Covid-19'un bir faydası daha ki bekleyen olmadığı için oda hazırlanır hazırlanmaz röntgene alınıyorum. Çıkınca röntgenden, daha 5 dakikayı bile bulmadan MR'a. giriyorum.

Ben doktorun odasına varmadan da görüntülerim ekranına varıyor. Ders verir gibi, tatlı tatlı anlatıyor her şeyi doktorum. Benim yandılar bittiler kül oldular dediğim her şey yerli yerinde. Üstelik üç yıl önceki M.R. ile de karşılaştırmalı açıklıyor her şeyi;  menisküsüm yırtık değilmiş, biraz aşınmışmış ve o aşıntıda da olumsuz bir gelişme olmamış. Aslında bu can arkadaşımın başarısı, huyumu bildiği için bana 2.derece yırtık demiş, merdiven inip çıkma, dik yokuşlara tırmanma, inişlerde de aman aman deyip mesafe de vererek zorlama olasılığımı kontrol altına alıp, engellemiş beni. Kandırıkçı doktor!

Jel, ağrı kesici  ve kemik ucundaki hafif aşınmayı giderecek takviye yazıyor doktorum. İki de diz için basit jimnastik hareketi gösteriyor. Kısa sürede hallolur diyor ki bundan emin, olmazsa da şırınga ile çekecek. Bu kez zorlamadan kaynaklı sıvı biriktirmişim ki çok yürüdüğüm bir haftaydı, şu gösterileri izlediğim günse mesafede zirve yapmıştım. Üstelik başıma iş aldığımı da hissetmiştim ama bu boyuta varacağını düşünmemiştim.


Yöneliyoruz bizim eczaneye. Bu da ilginç bir hikaye. Bizim evle bu eczane arası 12-13 kilometre. Oysa burnumuzun dibi eczane. Sait çok iyi eleman olmanın yanısıra çok da iyi bir genç, sevdim kendisini, sohbet arası bir küçük de ders veriyorum. Klasik cümle şu: İlk malı müşteri alır, sonrakileri mağaza satar. Bu eczanenin patronu bir kadın, 40 yıllık eczacı, yıllar içinde kendisini gördüğüm toplam sayı on değildir. O masasında biraz oturur, sonra gider. Tek kelam etmişliğimiz yoktur, elemanlarına güvenir. Bu çocuklar ki bir genç kadın ve bir erkek; sebeptirler buraya gelmemize. Çünkü çok iyiler ve sorun çözerler. Beni eve bırakırken yol boyu sohbet ediyoruz Sait'le; biri anaokuluna başlayacak, diğeri 15 yaşında iki çocuğu var. Kendi hikayemizden ve olayımızın zorluğundan yola çıkarak o anki hissiyatlarımızı anlatıyor, profesörü övüyorum kendisine; hani olur da sevdiklerinden, tandıklarından birinin başına gelirse bir şey, korkmasın diye. Yan bahçe kapısına yanaşıyor Sait. Çok teşekkür ediyorum kendisine. Kız kardeşim balkonda. Soruyor elbette. Tendonlar, yan bağlar, menisküs... hepsi gitmiş diyorum. Ne olacak peki diyor. Üç ameliyat peş peşe... Sonra gerçeği söylüyorum. Alıştı yıllar içinde ama yine de yiyor. Hâlâ iyi oyuncuyum demek ki. Asansöre binerken, pastaların kraliçesi Türkan'dan bir pasta alıp, çocukları için kardeşle Sait'e yollamayı düşünüyorum. Çocuklar için masal bağı olmasının iyi fikir olacağını getiriyor aklım bana ve balkabaklı pastada karar kılıyorum.

Şimdi, geçen üç gün içinde her şey yolunda, sahalara döndüm diyebilirim. Uzun uzun yürümek istiyorum ama, ama işte! En az ilaçlar bitene kadar sabır. Cümlemiz oturalım uslu uslu evlerimizde bence de. Yeteriz sanki birbirimize ki bir de eğlencelik verebilirim sizlere: Enn sevdiğim kadınla konuştuk uzun uzun, o verdi bana bilgiyi ki günler elden ele, benden size günleri... Linki açtığınızda çıkan dünyayı istediğiniz coğrafyada durduruyor, sonra bir noktayı tıklıyorsunuz, o çalmaya başlarken yan tarafta da o bölgenin tüm radyo istasyonları seriliyor önünüze... Müzikal bir dünya turu, eğlenceli!


Radio Garden



*Akıp giden zamana bıraktığım, doktorla ve olayla ilgili 2009 tarihli bir yazı

*Doğu Ekspresi ve Kars

19 Mart 2020 Perşembe

Korona Günlerine İlaç Gibi Bir Kanal

Ona hayranlığım, uyduda kanal kurcaladığım bir sırada, göz göze geldiğimiz ilk anda başlamıştı. Olağanüstü şaşırtıcı bir durumdu. Gözlerim faltaşı gibi açılmıştı. Yine bayıldığımız, karşısında güzel masalar kurduğumuz Polonya kanalı TVP Kultura'nın  cumartesi geceleri, rock konserlerini geride bırakacak kadar şenlikli, popstarlara taş çıkartan soprana ve tenorları ile esprili, olağanüstü eğlenceli klasik müzik konserleri gözdemizken; Arte de geniş içeriği ile buna eklenmişti. Poptan caza, klasik müzik konserlerinden opera ve baleye kadarki yelpazede muhteşem konserleri ve çok çok başarılı çekimleri ile gözlerimiz iki kanaldan başkasına neredeyse kapanmıştı.


Sonraları ne yazık ki TVP Kultura şifreli yayına geçti. Fakat Arte, üstelik de program sponsorları dışında hiç reklam almayan Arte, açık kanal olarak yayınına devam etti. Ve ediyor... Konserlerin yanısıra olağanüstü belgeselleri, haber programları ve elbette çok güzel filmleri olduğunun da altını çizmeliyim. Eğer Hotbird ya da Astra uydunuz varsa, iki dilde yayın yapan ve dil seçme şansınız olan bu kanalı, mutlaka arayıp bulun; şu eve kapanılmış günlere ilaç olacağına kefilim. Kurak ve birbirinin benzeri kanalların deryasında ne demek istediğimi izleyince daha iyi anlayacaksınız; ve de emin olun -bilmiyorsanız ve daha önce izlemediyseniz- bayılacaksınız. Üstelik o anki yayın sizi ilgilendirmiyorsa, ya da istediğiniz zaman arşivine girebilir, istediğiniz sanat dalından istediğiniz gösteriyi, konseri ya da belgeseli, seyahat ya da yemek konusundaki lezzetli programlarını izleyebilirsiniz. Eğer uydunuz yoksa ve bahse konu sanatlar ilgilendiriyorsa sizi, yazının sonundaki linki tıkladığınızda ulaşacağınız, Türkçe hariç, altı farklı dile çevirebileceğiniz sitesini sık kullanılanlarınıza eklemenizi şiddetle öneririm. İçiniz sıkıldığında, ruhum çiçek açsa dediğinizde, Arte'den yapacağınız herhangi bir seçim mutlaka güneşi doğuracaktır.


Almanca ve Fransızca yayın yapan kanaldaki iki dilden birine hakimseniz, onu seçerek keyfinize keyif katabilirsiniz. Bende ikisi de olmadığı için kulağıma daha hoş gelen Fransızca tercihim. Yine film yayınlarında alt yazı dilini, film farklı bir dildeyse İngilizce, Fransızca veya Almanca olarak seçebiliyorsunuz. Arte, gördüğüm en güzel açık kültür-sanat kanalı ki gerçekten insanın eleştirecek bir nokta bulamayacağı kadar nitelikli yayınları... Beni asla mahçup etmeyeceğinden adım gibi emin olduğumun da altını bir kez daha çizerim:)

Ve uydunuz yoksa da üzülmeyin, sonuçta bilgisayar görüntüsü televizyon ekranına aktarılabiliyor!

İyi seyirler...

ARTE TV

13 Mart 2020 Cuma

Sen Ne Virüssün be Covid-19

Sanki bir senaryo üzerinden hayata geçmiş, aynı zamanda da oyuncuları olduğumuz bir filmi bire bir yaşıyoruz: Eski zamanlarda olsa, eski zamanlar dediğim de bundan çok çok 10-15 yıl önce, hadi bilemedim 20 yıl önce olsa, belki yine ürkütücü olacak, belki gazetelere, kısmen televizyonlara bakıp da soğukkanlılığı önde tutma derecemize göre şöyle göz atıp geçerek "sıradan" bir sağlık meselesi gibi algılayacağımız; mevcudu, bir durum olarak kabul edip ona göre önlemlerimizi alacağımız bir vakayı; sağolsunlar ki  iletişim teknolojisi, haberciliğin geldiği nokta ve  bir tık daha fazla alsak güzel olur düşüncesindeki, sosyal medya alanlarından pek de farkı kalmayan, iyice ticarileşmiş, haberi bir satılacak ürün haline getirmiş yazılı, görsel basın ve de asıl meselelerden uzaklaştırmak için bunu fırsata çeviren yönetici politikacılar sayesinde, bir başka alemi yaşıyoruz sanki. Oysa söz konusu sayılarsa gün içinde bu virüsün öldürdüğünden daha çok insan savaş alanlarında, trafik kazalarında ve başka başka mecralarda, başka hastalıklarla ölüyor zaten. Elbetteki bilimin koyduğu çabaları, insan hayatını gerçek gündem yapmış bilim adamlarını, popüler kültürün seline kapılmamış, toplumun korkması için değil de bilinçlenmesi için  yazan, çizenleri görmezden gelmiyorum.  Ama yeni, kolaycı ve popülerliğe şapka çıkaran insan topluluklarının ve insanlığın; uyarıyoruz ve bilinçlendiriyoruz diye, onları da bu aleme katarak, film tadında bir maceranın içinde "sanal gerçeklik" yaşatmasını da hoş bulmuyorum.

Çok şükür ki bu köpürtülmüş, bu popülerleştirilmiş gerçeklik sayesinde, bir süreliğine de olsa bu tadı, ben de yaşadım! Oysaki gün içinde normal hayatımı sürdürmüş, anlaşması bitmek üzere olan internet üyeliğimi yenilemiş, şahane bir mekanda, hoş eşlikçileri ile birlikte güzel bir öğle yemeği yemiş, yeni açılan bir AVM'yi gezmiş; deniz manzaralı, balkonlu kafesi de olan kitapçıyı beğenmiş ama AVM'yi beğenmemiş; deniz kenarından yürüyerek dönmeyi düşünürken bundan vazgeçip trenle de dönmüştüm. Olağan ve güzel bir günden öte değildi hissiyatım. Taa ki Tırtıl oğlumun telefonuna kadar!

Okullar üç hafta tatil, deyince telaş etmedim; güzel, istersen kal, gez dolaş, dedim. İstersen de gel. O gelmekten yana oldu. Başımla beraber, dedim ki bu ben için ne güzel bir yöresel deyişdir.





Başımla beraber de!..

Giriyorum en sevdiğim havayolu Sunexpress'in internet sitesine. Hiç sıkıntı çekmeden bilete kadar geliyorum; gün seçenekleri için arıyorum oğlanı; bilet 189 TL olarak göz kırpıyor. Diyor ki alma, henüz net değil tatil. Diyorum ki tamam. 

Bir süre sonra tekrar arıyor: Baba al bileti, tatil kesin. Saat muhtemelen 19-20 gibi, aradan geçen süre 20 dakika ya var ya yok. Tamam, diyorum. Dedim de ne tamam! Gir girebilirsen internet sitesine... Otobüsler dahil, aktarmalı gelenler dahil, tüm havayolu sitelerini sürekli takip hali başlıyor bende ki hiç biri açılmıyor. Epey uğraş ve umuttan yanıtsız kaldıktan sonra, VPN üzerinden gireyim, diyorum ve bingo! Girdiğim Sunexpress sayfası şüphe oluştursa da, sonra emin oluyorum. Bilete ulaşıyorum. 189 TL hâlâ geçerli... Fakat bu kez de alıyor beni bir korku; sonuçta bir tüneldeyim ve onun üzerinden göndereceğim kart bilgilerim, bilmediğim birilerini çok mutlu edebilir, diye düşünmeye başlıyorum. Oğulla paraların riski, sonrasındaki uğraşlar arasında epey de bir tereddüt yaşıyorum. Bir yanda oğlan gelsin, bir yanda ele geçirilmiş bir kart? Soğukkanlı ve mantıklı yanım, babalık duygularımın önüne geçiyor. İnternetle mücadelem sürüyor ama! Ulaşım sektörü dışında tüm sitelere giriyorum, hiç bir sorun yok. Mantık iyice uçuyor bir ara, tek hedef, Oğlan gelsin. O ara THY'ye ve Pegasus'a ulaşıyorum,  aktarmalıyı Oğlan istemiyor ki tek direk uçuş sevdiğim hava yolunda... Tırtıl İstanbul'da havaalanında aktarma beklerken ki beş saat, Covid-19 rahat durmazsa, onca insan içinden beni severse, korkusu yaşıyor. Tıklıyorum bu kez TCDD'yi, TCDD'de de tık yok. Bana mısın demiyor o da; Ankara'ya gelir yataklıda, diye düşünüyorum, oradan buraya ulaşım kolay nasılsa. O ara ağır ağır olsa da yakalıyorum Sunexpress'i, ağır ağır olsa da geliyorum yeniden bilete, onu halledince varıyorum ödemeye ki sorun yok, her şey yolunda. Bilet bu arada 209 TL olmuş, uçak doluyor! O ara, her şey yolundayken, site tekrar gitmesin mi?.. Olsun, diyorum, gerilsem de bu akşam işim bu.  Ahhh işte yakaladım, diye seviniyorum bir an. Saat olmuş 23. Giriyorum ki çok yavaş olsa da, sabır taşını çatlatsa da yol alıyoruz. Kredi kartı bilgileri girildi, her şey yolunda. O ara şeytan dürtüyor ki hayra olacağı kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi; bileti bir kez daha kontrol ediyorum. Eyvahlar olsun Covid-19 sana! İzmir-Samsun olması gereken bileti Samsun-İzmir olarak düzenlemişim. Hadi dön başa!..

Saat biri geçiyor bu arada, başarıyorum siteye girmeyi yeniden. Dikkatlice işlemlere başlıyorum. İzmir çıkış, Samsun varış kısmını güzelce dolduruyorum, gördüğüme inanamıyor, tekrar tekrar kontrol ediyorum. Mutabık kalınca ruhumla, devam ediyor, yolcunun bilgilerini yazıyorum. Bir hata olup olmadığını tekrar tekrar kontrol ediyorum. Bu arada bilet 229 TL olmuş. Girdiğime şükrediyorum ki bir sonrasında belki 500TL olacak, ya da hiç bilet olmayacak. O ara Türkiye'deki bir çok evi, bir çok anne babayı hissediyorum. Sunexpress sayfasında bile kaç iyi yürekli insanla bilet kapma mücadelesinde rekabet içinde olduğumu düşünüyorum. Fırında sıra beklerken kızacağım pek çok insana, o an kızamıyorum.  İçimden sıcacık, şefkatli bir gülümseme çıkıyor, hâlâ bir telaş içinde olanları düşünüyorum.

Çıktımı alıyorum. Oğlana  mesaj gidiyor. Seviniyorum, hafifliyorum... Normalleşiyor, kitabımı ki Brahms müzikleri eşliğinde okuduğum, bitirince yazacağım şahane bir kitap, alıp yatağıma çekiliyorum.

Sonrasında da derin, uzun ve huzurlu bir uyku...

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP