13 Eylül 2019 Cuma

Rock City

Bayramın arifesi. En sevdiğim kadın gidiyor. Her senenin aynı yerinde, çok sevdiği bir yere. Denize, dağa, dereye, köye ve de... kitap ve müzik festivallerine. Bayram öncesi arife. Gün içi kardeşle mezarlık ziyaretlerini tamamlamış, bir bayram klasiği olan aynı çikolatalardan almış, eve dönmüşüm. Akşamüstü şu sahil boyunda en sevdiğimiz mekâna gideceğiz. Patates kızartması, sigara böreği ve çöp şiş... ve de biralı bir masa hayalim var. Ama kapıyı da aralık bırakmışım. Hımmm bir rakı masası da pekala olabilir... Bugüne kadar, özellikle yazın hep rakı içmişiz. Sadece bir kez, bahçede oturulamayacak bir mevsimde de şarap. Sevdiğimiz kim olsa ve çıkacaksak bir yemeğe, kesinlikle buraya geliriz. Adını vermiyorum; üç yıldan fazla bir süredir onun üzerine yazılacak bir yazı bekliyor...

Telefondan tek tuşla çeviriyorum numarasını. Mekânda buluşacağız. Bana bir kaç adım denebilecek kadar yakın mesafe. Eğer hemen çıkarsam ve oturursam her zamanki masamıza; bir süre oyalanmam gerek. Önden gidip de onsuz bir masaya oturmak istemiyorum! Birlikte girmeliyiz. Naif bir talep gönlümden, kıramam. Sabırsızım da öte yandan.

Çıkıyorum evden; onun önüne çıkan kaldırımı tercih etmiyor, karşıdan yürüyorum. İskele göz hizamda. Adımlarımsa geri viteste sanki. Aslında oyalanıyorum. Meselem onunla dışarıda karşılaşmak; gelişini izlemek ve onunla girmek içeri. Nedenini sorasım da yok. Bu halimin tadını çıkarıyorum.

Oturuyorum mekânı da gören bir banka. Tatlı ve ılık bir rüzgâr, okşuyor yanaklarımı. Güneş henüz çekiliyor ve bir süre sonra ay devralacak geceyi. Biraz daha zamana ihtiyacı var, o nedenle gözüm mekâna dönük, bekliyorum... Fakat(?)

Telefon. Tek tuş. Ve O.

"Nerdesin?"

"Pelitköy."

"Sanırım bu akşam açmamışlar."

Gözümse mekânda, sanki ışık görüyorum. Gönül işte! İstiyor.

"Açık sanki," diyorum. En son gittiğimizde çalan çocukları bizzat masadan kalkıp giderek kutlamıştık. Hanımefendi ne kadar sevinmişti, sonra masamıza gelip sevinçli bir heyecanla açıklamalar yapmış, sokakta çaldıklarının, rast geldiğinin, burada çalmaya cesaret edemediklerinin, bunun bir deneme olduğunun, bizim onları cesaretlendirdiğimizin altını çizmiş; tekrar tekrar teşekkür ederek ve başarısının onaylanmasının tadını, gülen bir yüzle, çok  tatlı bir coşkunlukla çıkarmıştı. Bir keman ve bir çello! Muhteşemdiler...  Bir ay yok! Orada olmalıyız! Nasıl huzurlu bir repertuvar ve nasıl huzurlu bir çalmaydı o. Ne de güzel bir geceydi! Üstelik hanımeli kokulu, dolunaylı, deniz esintili kadim sokaklardan yürümüştük eve... Temaslı! İlk kez yaptıkları kendi çikolatalarından ikram etmişlerdi bize. Ne kadar da güzeldiler.

Hımmmmm... Ömürevleri ışıklarda iner bu durumda; oraya yürümeliyim, hem de vakit geçer. Mekâna da biraz daha yakından bakma fırsatı! Fakat o da ne, mekân gerçekten kapalı. Olmamalı! Telefon. Tek tuş. "Sanırım mekân kapalı, ama dur, sanki de açık. Kapalı bölümde bir kaç ışık görüyorum."

Onun gelmesini beklediğim, denizin esintisinde ve mekânı görebildiğim başka bir banka tekrar oturuyorum. Sonra pek rahat edemiyor, emin olmak için tekrar kalkıp yürüyorum; kapalı. Kesin!

Telefon. Tek tuş.

"Gerçekten kapalı burası."

İnebileceği noktaya yürüyorum, ay ilk izlerini atıyor gökyüzüne. Köksal Abi'lerin evinin köşesinden dönerken sundurmanın altındaki yıllanmış Mercedes'ine göz atıyorum. Bu kuşak üzerine kesinlikle yazmalıyım! Satırlar ve karakterler geçiyor gözlerimin içinden. Bulvara paralel yan yolun hemen kenarındaki mini parkta, trafik ışıklarına yakın banka oturuyorum. Yüzümü yola dönüp arkalığına sol yanımla yaslanıyor, kolumu da bankın arkasına doğru atıyorum. Yolun akışını izliyorum. Ya yeşile denk gelirse minibüs! O zaman burada durmaz.

Hesap ettiğim başıma geliyor ve minibüs ışıkları ve kavşağın tamamını geçtikten sonraki yaya geçidinde duruyor. O, iniyor ve birinci yolu geçiyor. Bana kırmızı yanmakta... Ona paralel karşıya geçtiğimde önünde olmak istiyorum. Sanki yeşil yanmayacakmış gibi geliyor. Havada tatlı bir rüzgâr, çok hafif. Güneş usulca çekildi. Ama Ay var! Çekilen güneşle birlikte nem. Birinci ışığı geçince kırmızıya yakalandı. Onu izliyorum. Ona bayılıyorum! Birinci yolu ve ikinci yolu aynı anda geçiyorum. O da ikinciyi... Aynı hizadayız. O beni Migros'un önünde bulacağını hesaplamış. Rahat. Bense Migros'tan biraz daha ona yakın bir yerdeyim. Geliyor. Saklanmış gözlerim onu izliyor. Yürüyüşüne bayılıyorum. Saçlarının ve bedeninin hoppidi hoppidi gelişine... Ya yanık ve pürüzsüz teni. Bu akşamın hikâyesinin çooooooooookkkkkkkkkkkkk ama çoooooookkkkkkkkkkkkk güzel yazıldığını hissediyorum. Fragman muhteşem. Kararmakta olan hava öylesine detaylı planlanmış ki!

Şimdi bir sorunumuz var! Nereye gideceğiz, bir B planına gerek duymamışız. Durum şu ki o bana bırakacak, ben de ona. Gönlümde o an bir yer var ama sevdiğimiz mekânın kapalı olduğundan emin olunca... onun ne düşüneceğini de yorumlayınca... saklı tutuyorum. Onun gönlünde de var mı? önemli olan bu! Olmayacağını düşünmüyorum. Sevdiğini biliyorum. Fakat belki orada olmayı istemez, diye düşünüyorum. Ben topu kendi sahamda gezdireceğim. O seçsin istiyorum. Bir iki yer terennüm ediyoruz. Cool Chicken's'ı istemeyeceğinden eminim, Olimpiyat nispeten uzak ve bu akşam için onu da tercih etmez diye düşünüyorum; tek seçenek olarak Big Yellow Taxi ağır basıyor. Dilimin ucunda ama direnebiliyorum. Onu izliyorum. Bu anları da çok seviyorum. "Rock City," diyor. "Rock City!.. Hımmmm..." Cool takılıyorum(?)

Aslında canıma minnet... ama altı iyice çizilsin diye bekliyorum. Hiç çaktırmıyorum; içimdeki havai fişek festivalini... sesleri bir milim bile dışa yansımıyor çok şükür ki... Bu konuda becerikliyim. Şahane bir istemem yan cebime koy edam var. İçim zıp zıp zıplıyor öte yandan. Anlaştık, kesin, hissediyorum; Rock City'ye gidiyoruz.

Önce Migros. Duman tedariki için!

Yürürüz aslında ama, nem var. Bir de eve göre ölçeklemişim ki bulunduğumuz nokta daha uzak. Polo yaka, dark lacivert tişörtüme ve en sevdiğim jean'ime ter bulaşsın istemiyorum. Hoooop Minibüsteyiz. Çocuk gençliğimin geçtiği coğrafya... ne anılarım var! Daha önce  de anlattım ama yine anlatmam lazım. Hava atmalıyım ona. Anlatıyorum; yıllar öncesinden, ilk ilk gençlik ve ülkenin karanlık yıllarında  bir toplu suikastı nasıl önlediğimi... tüm karakterleri ve o karakterlerin bugünleriyle birlikte... Bir de ihbar üzerine bir araba jandarmanın geldiği, gecenin bir yarısında ana yolun orta çizgisindeki saman yakma ve onu arkadaşların evinin terasındaki duvarın ardına saklanarak izleme olayını... Kaçıncı kere?

Sokaklar öyle güzel ki... Al işte martı festivali! Gökyüzünde bir toplu gösteri... Günün rengi muh-te-şem.. Denizin kokusu, yaz, yıllarım ve yanımda cıvıl cıvıl bir kadın. Benim! En sevdiğim! Birlikte giriyoruz içeri. Bildiğim bir bahçe, tanıdığım insanların binası ve biz gibi eskisi buranın: Gözü kara bir genç adam çok takdir ettiğim bir gözü karalıkla açmıştı burayı; bir hayalin gerçekleştirilmesinden öte bir şey değil gibi gelmişti, fakat yaşattı; bahçeye açılan bir giriş katından bozularak düzenlenen bu mekânı...



Vay!

Yıllardır bildiğim, hep istediğim ama kapısından içeri adım atmadığım yeni devralınmış mekândayız. Kaderime yazılmış güzel akşamlardan biri... hissediyorum. Vay be, Rock City!.. İlk görüşte Aşk benimkisi!.. Geçen yıllara hiç acımıyorum. İlk olmasına çok seviniyorum. Ama çok! Her yer öyle güzel düzenlenmiş ki... farklı bölümlerde farklı masa ve yerleştirmelerle farklı zevklere dönük ama bir ayrışmaya da neden olmayan bir bütünlükle bayılınası bir mekân yaratılmış. Neonlar, kararında ışıklar, hoş kapalı alan, bir kaç basamak merdivenle çıkılan veranda, kırmızının ağırlıkta olduğu lavaboları ile ve de çalışanları ile şahane bir yer. Alanın diğer bölümündeki minibüsten evrilmiş, bütünlüğe de gayet güzel entegre edilmiş kahve arabası pek güzel. Deniz, doğanın kokusu, bizim mahalle, ağaçlar, çiçekler, böcekler ve tatlı esinti; siyah, dokusu incecik,  dekoltesi hımmm, v yakasının kenarından geçen şeffaflığı ile bakılası bluzu, yırtık kotu, bileğinde her birinin bir hikâyesi olan hoş aksesuarları ve siyah saçları ile geceme renklerin en en âlâsını  katan şahane bir kadın... üstelik tam karşımda.  Daha ne olsun!

Çalan müzik güzel, canlı performans içinse hazırlıklar yapılıyor; eğlenceli ve yorumlarımızla renklendirdiğimiz bir soundcheck evresi. Elde tabletle ayarları yapan, arada  üçlü yorumlar yapıp, en iyiyi bulmaya çalışan ekibi izlemek hoş. İlk masadan vazgeçip de geldiğimiz yeni yer bizi baş başa bıraktığı gibi, müzik sohbet ilişkisini de daha kullanışlı hale getiriyor ki sahneyle göz kontağı ve iletişim açısından daha uygun.

Sıcak ifadesi ile bir genç adam geliyor. Menüye göz atıyoruz; hoş buluyorum. Sigara böreğini övüyor, en sevdiğim kadın.

O halde?

"Bir sigara böreği lütfen."

"Bir bira tabağı lütfen."

"İki de malt bira lütfen."



Tüm hücrelerim gülümsüyor. Ne güzel bir mekân, ne güzel bir hava, ne güzel bir kadın... Göze çok hoş gelen sevimli bir tabak. Sigara börekleri âlâ... ya peynirde ya da ona eklenmiş, ne olduğuna çok kafa yormadığım ve pek anlayamadığım bir katkıyla, özünü bozmayan ama farklı ve güzel bir nüansla katmerlenmiş, hoş bir lezzet. Üstelik de pek az yerde rastlanacağı gibi çıtırlığı yerinde. Anne eli değmiş olabilir!

Mekânın denize bakan tarafındaki, bira mekânlarının ilk açılmaya başladığı yıllarda sıklıkla gördüğümüz gibi yüksek masalı ve yüksek tabureli bölüme komşu ama ondan bir tık yukarıda, geceyi ve denizi bize taşıyan verandada hoş bir masadayız. Sol tarafımızda, bize dikey gelen bölüm hoş bir kafeterya tadında, hatta çok hoş bir yazlık evin şık balkonu gibi... Soundcheck evresi tamam ki ses düzeni de standart üstü zaten.

Yeniyetme bir delikanlı şımarıklığındayım, keyfim fena, gülümsemem yerinde ve çenem yerlerde...  Her şarkıyla bir anı çıkıp geliyor ve masanın baş köşesine konuyor. Misal bana "Baba ne zaman jazee Blue dese, ben kendimi şehrin dışına atar, km saati tırmanırken, bakabildiğim son nokta 205 olur...du*"cümlesini kurduran bir şarkı çalınıyor o an...  Sonra yine geçmişten bir şarkı "Virajlardan birinde limit üstü hızla önündeki arabayı sollayıp karşılarına çıkan otobüsün soluna, kendinin sağına dalıp makastan çıktığında sola yüklediği arabanın sağ tekerleğinin çamurluğa değen sesine arka koltuktan gelen "Altından geçseydin bari," cümlesine, "Az sussaydınız da karşıdan gelen arabanın sesini duysaydım," esprisiyle karşılık verdi. Bu minvalde bir ritimle, arabanın gücünü, limitlerini sonuna kadar kullanarak, yaklaşık bir saat kırk dakikada vardılar o kente.**"  cümleleriyle bahsettiğim geceyi...

En sevdiğim kadın masanın ben tarafında artık, dibimde; sol bacağımı dizimden büküp bankın üzerine koyuyorum... şimdi bütünüyle ona dönüğüm; saçlarının kokusunda başım dönüyor ve birlikte söylüyoruz şarkıyı... Metal çay tabaklarını davulun zili, sert yastıkları da bateri yaptığım, geleceğe hayaller kuran minicik yıllarımdan  bir şarkı çalmakta: Resimdeki Gözyaşları. 45'lik plakların yıllarına yetişmiş midir şarkıyı söyleyen bilmiyorum fakat blues'a yakın çaldığı gitarı konuşturan genç çocuk ki bas'ı da çok güzel çalacağı konusunda hemfikiriz, kesinlikle sadece duymuştur, yaşamamıştır ama yaşamışçasına bir güzellikle çalıp söylüyorlar.

Sonraki şarkı bir ahh çektirmeden önce masadaki boşları almaya geliyor çok ama çok tatlı bir genç kız. Çoğu zaman çalan müziklerin ritmine kendini kaptırıp da dans adımları ile dolaşıyor masaların arasında. Çok sevimli buluyoruz kendisini.

"Bir sigara böreği lütfen."

"İki de bira lütfen."

Another Brick In The Wall'u çalıyorlar. Üstelik çok da güzel çalıyorlar. İşte inşallah bir gün yazacağım efsane geziden bahsetmek için bir fırsat!

Şarkıya kapılmış giderken ve o günü bir kez daha anlatırken bir de de itirafta bulunuyorum: Aslı O'na yazılmış bir mektup olan, sonra yazıya evirdiğim o günlerin 8. paragrafında bahsi geçen karakterle ilgili olarak! Nedendir bilmiyorum; bu şarkıyla o muhteşem ve kapıdan girdiğimiz anda bizi etkileyen dansın sahibinin bir genç kadın olduğunun altını çizmek istemiştim; yaklaşık yedi yıl önce... oysa ki ne kadar gereksiz ama bir o kadar da naif bir nedense olduğuna sonradan çok da gülmüştüm;  aslında genç bir erkek, muhtemeldir ki gay olduğunu düzeltmemiş, duyguyu sempatik bulmuş, olduğu gibi bırakmıştım.*** Laf aramızda ben o mektubu yazarken, sevimli bir yeniyetme delikanlı şımarıklığıyla En Sevdiğim Kadın'ı tavlamaya çalışıyordum!

"Bakar mısınız?"

"Hesap lütfen!"


Hesabı ödüyor, iki güzel genci boş geçmiyor, teşekkür edip çıkışa yöneliyoruz. O an bir şarkıya devam etmekte olan ikilinin önünde kalıyor, gecemize kattıkları renk ve emekleri için sessizce bir kez daha alkışlıyor ve yürüyüp çıkıyoruz.

Gecenin içinden geçiyoruz.

Sonrasında tren durağına...

O'nun dönüş treni olmayacağı endişesi... Gerekirse bir taksiye atlarım ısrarım.

O'nun bu saatte bulamazsam endişesi... Son trene yetişeceğim  emin ol, ısrarım.

Son durak ki aslında artık bazı seferler için son durak değil, denk gelsek lojmanların durağında inebilecekti!

Ring bekliyor. Tren benim gidiş yönüme yanaşıyor. O yarın gidecek.

Bir ay yok!

Ama yarın, var!

Son trendeyim. Telefonum çalıyor.

"Evdeyim."

"Seni seviyorum." 


Durağı kaçırıyorum. Araya açılan sessiz yolla eve daha yakın ama sık kullanmadığım durakta iniyorum. Geceyi keyifle yürüyorum.  Bahçe ve binanın kapısını sessizce açıp-kapatıp asansöre biniyorum. Evdeyim.

Telefon. Tek tuş.

"Geldim."

"Seni seviyorum."




10 Ağustos 2019

*Film Gün ve Hissiyat
 **Romanımsılardan birinin 4.paragrafı
***Çok anlatılmış ama yazılamamış bir eylül hikayesinin 8.paragrafı



6 Eylül 2019 Cuma

#SUSAMAM

Beklediğim, hep söylediğim, hep inandığım, hep savunduğum güzel insanların Ülkesinin kıpırdanışı, SESSİZ ve barışçıl bir Devrim tadındaki değişimi, son seçimle birlikte başlıyor mu ne!

Sanki ölü toprağı kıpırdıyor...

Kesinlikle SANKİ!


8 Ağustos 2019 Perşembe

Bir Kitap Okurken Oltalarıma Havai Fişekler Takıldı

..."Şimdilerde, hâlâ iyileşemedi belki, diye teselli ediyorum kendimi. Dördünü aynı karede bir kez daha fotoğraflayacağım umuduyla!" demiştim bir önceki yazımda. Umut etmek başarmanın yarısı derler ya... inansam mı acaba? Başardım... Başardılar! Önceki sabah dördünü aynı karede fotoğrafladım. Mutlu aile sabah keyfindeler. Üstelik de neredeyse üç hafta ya da bir ay sonra... Çok seviniyorum. Ağacın en yüksek katlarından birine kurdukları yuvada iki çocuk dünyaya getirmişti anne baba. İki yumurtadan iki çocuk. Gagadan gagaya besleme evrelerinden, ilk uçuş evrelerine kadar kaç kare fotoğraf çektiğimi bilmiyorum. Onlar biliyor mu acaba? Ne güzel yerde bir yuva ve sonra dört olmayı başarmış, mutlu bir aile. Çocuklarına alan açan, bazen uygun açılara yerleşerek onların özgürce gelişmelerine göz kulak olan, tehdit hissettiklerindeyse, kim olursa olsun saldırmaktan çekinmeyen bir anne baba. Kazandılar!

Bir filtre kahve o halde kendime; suyun incecik ilave edildiği, yarısında karıştırıp köpüğü yüzeyine taşınan, su tamamlanınca bir kez daha karıştırılıp 2 dakika 35 saniye dinlendirilen bir kahve!

Üstelik elimde bayıldığım bir kitap var. Yine adından, kapağından ki yazar tarafından çizilmiş, ve renklerinden yola çıkarak aldığım, yazarını hiç tanımadığım, bayılınca başka kitabı çıkmış mı diye araştırdığım ama anladığım üzere ülkemizde çıkan tek kitabı ile... huzurlarımızda: Karen Köhler! 


Kitaba cumartesi akşam üstü başlıyorum. İlk hikâye beklentilerimin, hislerimin ve arka kapaktaki tanıtımın bende yarattıklarının aksine dramatik bir hastalık üzerinden şekillenmiş, beni de biraz germiş, daha doğrusu ne gerek vardı şu güzel günde hüzne, diye el çektirmeye yöneltmiş hatta çektirmiş olsa da yazarın farklı üslubu, akıcılığı ve zenginlikle kullandığı dil yeniden elime aldırıyor onu. Sonra yazarla frekanslarımız örtüşüyor, birbirimize benzediğimizi hissediyorum. Tanışıklığımız var sanki. Hızlı kararlar alabilmemiz, insanları anlamamız, marjlarımız, ama en önemlisi yüreğimizin götürdüğü yere gitme becerimiz, gözü karalığımız, gerektiğinde tek başınalığımız, yalnızlığımız ama kalabalık yalnızlığımız ve de şefkatimiz örtüşüyor da sanki! Dramatik duran hikâyede bile tatlı, şefkatli bir mizahın saklanmış ip uçlarını görüyorum zaman içinde.. Devam ediyorum. Bırakamıyor, neredeyse sabaha varıyorum. Üstelik ilk hikâyede IL COMANDANTE demişti; BUENA VISTA SOCIAL CLUB demişti; ve hatta HASTA SIEMPRA...

Sonraki Hikâye bende fena bir heyecan yaratıyor. Kıpır kıpırım. Öyle büyük bir zevkle dalıyorum ki hikâyenin içine, adeta mekân değiştiriyorum. Oradayım. Geceyi de, onun serinini de, yiyecek olarak önüme koyulanları da hissediyorum. Dahil edildiğim ama görülmediğim hikâyeye bayılıyorum. İçimden satırlar akıyor. Duramıyorum. Duracağım da yok!  "Şu anki hislerimi paylaşmalıyım," diyorum. Sonra sabaha bırakmak istiyor bir yanım, yatağımdayım. "Yok yok şimdi," diyor öte yanım.

Geçiyorum salonla ona açık mutfağın çalışma alanı olarak da kullandığım manzaraya paralel masasına; açıyorum bilgisayarı. Saat gecenin yarısı. Yoksa çoktan mı geçmiş? Heyecanım diken diken. Yüzümde bir tebessüm. Mutlu, afacan ve Sevgili bir tebessüm. Dokunuyorum tuşlara. Sel gibi...


Sevgili E.D.

"Kitabı okuyordum ve ikinci hikâye ki bayıldım kendisine, bir an canlandırdı gözümde, okuduğum hikâyenin anlarının etkisi tartışılmaz tabii ki... kalkıp bunu seninle paylaşmak geldi içimden... Sonra, yat sabah yazarsın, dedim, unutmaktan korkmadım da heyecanı yiter diye korktum:))

kitabı bayıla bayıla okurken, asıl kahramandan ve diğer kahramandan ve yoldan yola çıkarak tetiklenmiştim, gerçi hikâye de bir film gibi akmıştı... bak resim yeteneğim olsa karakterlerin tamamını çizebilirim bile:))
Neyse... hayal ettiğim şey şuydu -aslında bir hayal kurdum da diyemem, bir an öyle olduğunu hissettirdi beynim bana ve bu çok hoşuma gitti: hava kararmışken bize bir esiyor ve Büyük Ev'e gidiyoruz, bişeyler içiyoruz; çay kahve falan gibi, biraz da Suphan'la sohbet... ve sonra dönüyoruz, yolda dört şişe bira alıyoruz... gece ve camları açık arabanın... bir de gecenin serini camdan içeri giriyor. Sanki uzun yol ve buradan çok uzakta bir yerdeymiş gibi ama öte yandan biliyoruz ki burası... bi de Hara'nın, şu hani yeni pidecide yaptırıp da onları yediğimiz korunun ve göle doğru uzun ve bomboş düzlüğün olduğu noktayı düşün; ora mesela Amerika'da ve de Kaliforniya'da kocaman bir ıssızlık içindeki bir yolda,  gecenin ortasındaymış hissini yaratabilir mi?.. bende yarattı valla... sonra eve geliyoruz... patates kızartıyoruz, sosis, kroket falan... gece, balkondaki masa... ve bira içip sohbet ediyoruz; Kula, Yanık Ülke, Çanakkale, Çanakkale'deki o restoran sohbete dahil:)

 Yol, gece ve ıssızlık bir hoşuma gidiyor ki benim... ama en çok neye seviniyorum biliyor musun?.. Daha birinci hikâyeyi bitirdiğimde Eganba'ya girip beş yıldız vermiştim kitaba, sonra dedim ki oğlum bi bitseydi de öyle verseydin, yanıltmasaydın milleti. Şimdi içim rahat, o yazardan kötü hikâyeler çıkmaz sanki!

Bu arada saat 2.05, aslında 22 gibi uyumuş, sonra bir hikâyelik zaman dilimi önce uyanmıştım, üstelik de güzel uykuydu... ama ben saatin geceye daha geç, gün ışımasına daha yakın olduğunu düşünmüştüm ve belki de bundandı hikâyenin içine girmem."

..............

..............

Görüşmek üzere,
Sevgilerimle

B.



Göndere basıyor, mektubu yolluyor ve kitaba dönüyorum!


Hızlı Tramvay raylarının üzerindeki köprüde durduk; soğuktan donmuştuk.

Elimizde senin eski olta takımın vardı. İkimize birer olta. Gökyüzündeki gümbürtüler çoktan bitmişti, biz de boş şişelere havai fişekler soktuk, misinalarımızı cisimlerin ahşap uçlarına bağladık. Commencing countdown, engines on.* Çakmaklarımızı ikimiz aynı anda fitillere tuttuk, sonra hızla oltaları elimize aldık. Üç. İki. Bir. Havai fişekler tıslayarak göğe doğru vınladılar, misinalar onları yine de dizginliyor sayılırdı, derken tepemizde patladılar. Oltalarımızla havai fişek tuttuk. Geçtiğimiz yılbaşındaydı bu.

Dokuz öykünün tam ortasına denk gelen beşincinin, ve otuz bire bölünen ayın günlerinden on yedincisinden satırlar, yukarıdakiler. Bu bölüm farklı eylemler olsa da bana bir yazımı hatırlatıyor.

Bağımsız gibi görünen öyküleri bitirip de kapattığımda kitabı, aslında bir roman okuduğumu düşünüyorum. "Sibirya ne alaka?" demiyorum. Kitaptaki hayat izlerinde kendi hayatımdan izler bulmak, hayranlığımı ve onunla bağımı bir kat daha artırıyor. Hangi öyküyü öne çıkaracağımı bilemez hale geliyorum. Fakat; başka hayatlar üzerinden, miş gibi yazılmış öykülerin satır aralarında başka hayatlara saklanmış ben izlerini seziyorum. Hatta görüyorum. Duygulu bir başkaldırının ve duygulu ama gözü kara bir kalbin varlığını seziyorum; aynaya baktıklarında yüzlerine su atıp, saçlarının dibi ıslak, hayatın göbeğine kılıç sallayan -yaramaz- çocuklardan olduğunu düşünüyorum yazarın.

Nedense bundan da eminim!

Sanki?


*David Bowie şarkısı: Space Oddity
 **Bir yazım.

26 Temmuz 2019 Cuma

Oysaki sadece saçlarımı kestirecektim...

Gün ışımak üzere. Gökyüzü yeni doğumun sancıları içinde. Bir kez daha doğdu doğacak güneş... Salonla ona açık mutfağın çalışma alanı olarak da kullandığım manzaraya paralel masasında, bacaklarımı karşı sandalyeye uzatmış bir vaziyette düne bakıyorum.  Karşı ağaçta yaşayan karga ailesinin küçük kargası çatal bir tonda ve kelimeleri agucuk gugucuktan öteye taşıyamaz bir hal içinde gaklıyor. Anne ile baba, bir dakika bile gözetimsiz bırakmıyorlar, o nereye onlar da oraya. Gerçi emekleme evresini geçti. Düşe kalka da olsa kısa mesafeleri uçmayı beceriyor artık. Yumurtayı ondan önce kıran ki çok zekiydi ve aynı oranda da meraklı bir afacan... adamımdı... yok oldu sonradan. Basketbol sahasına ilk indiği gün ne çekmişti o anne baba! Şimdilerde bazen yuvanın içine eğildiklerinde o yaralandı ve yuvaya mı taşıdılar, orada mı bakıyorlar, diye de düşünüyorum; ilk doğduğunda yuvanın içinden uzattığı gagasına annenin bıraktığı yiyecekleri hatırlayınca.

Nasıl da yoğun bir gündü, yuvadan sahaya indiği... Sürekli gözetleyen ve alanda dolaşan kedilere sürekli taarruz eden bir anne baba... Akşam üstü küçük ve henüz ergen ağacın dallarına tırmandığını görmüştüm, yapraktan yaprağa atlamaya çalışıyor ama fena halde de ürküyordu. Bir sonraki bakışımda büyük ağaçta, sonrasında da yuvaya daha yakın bir yerde gördüm onu; acaba anne baba mı çıkardı diye de düşündüm. Rahatlamıştım. Bir sonrasında yine sokaktaydı ama! Şimdilerde, hâlâ iyileşemedi belki, diye teselli ediyorum kendimi. Dördünü aynı karede bir kez daha fotoğraflayacağım umuduyla!


Bir de benim kiracılarım var. Serçe ailesi. Çocuklar burada doğdu, dört oğlan. Şu manzarayı gören penceremin üzerindeki çatının hemen altından dönen damlalığın içini ev bellemişler! Oğlan demem evden tüyme biçimlerinden, belki kız kardeş de onlarla takılıyor bilemem. Benimki uzaktan bir kanaat. Şöyle şeyler söylesem mesela; önce biri hooopp diye oradan inip Fransız balkon korkuluğunun üst profiline konuyor ama göz hep yukarıda... biraz sonra hoooppp öbürü... sonra da öbürü. Bu kankalık nedeni ile cinsiyetleri konusunda haklı olabilir miyim? İki kardeş, altı kuzen toplam sekiz erkek oyunlar oynarken dışarıda kalan bir kız kardeşim var da alt katımda, onun sızlanmalarından aslında bu tespitim. Gerçi yeni nesilde de durum onikiye iki. "Annesi gibi bahtsız kızım," der başka bir şey demez.


Bu kez hepsinin gözleri yukarıda.... hadi oğlum, der bir telaş içindeler. Ben öyle okuyorum iç seslerini. Sonra bir tanesi havalanıyor ama damlalığa girmiyor, muhtemelen sessizce sonuncuya sesleniyor. Sonra o da geliyor. Dördü camın önünde laflıyorlar bir süre. Muhtemelen evden nasıl çaktırmadan çıktıklarının tadını çıkarıyorlar. Sonra yukarıya bir bakış ve pırrrrrrrrr. Aslında bu iş bir süredir olmuyor;  bu aralar ince uzun ama çok zarif bir kuş konuyor aynı yere... anne mi diye düşünsem de bu genç. Acaba diyorum. Çocukların her biri bir yuva kurdu da... en büyükleri evi devraldı da.... bu yeni gelin mi? Geçen gün misal iki tane minicik kuş, tam anlamı ile Tornado savaş uçağı gibi indiler aynı yere. Kafaları ve bedenleri ıslaktı, saçları da sanki jöle ile dikleştirilmiş. Dedim banyodan mı çıktılar acaba? Sonra yumurtadan mı diye de düşündüm....


Gün dün aslında ve ben saçlarımı kestirmeye gidiyorum. Bir an önce halledip işime yetişmek istiyorum. Mesaim 10'da başlar, 13'de biter benim. O arada da ya kitap okur ya da çıkar, bir iki yere takılıp sohbet eder, belki yemek yer tekrar 14'de başlayan mesaim için dönerim; saat 18'de de paydos. Gerçi yaptığımı işten saymıyorlar. İnşaatlar bitip herkes yerine yerleştikten sonra uğraştığım şey fasa fiso geliyor. Fikir almaya gelen de çok, heveslenen de... Onlar oynamak olarak niteledikçe işimi, ben bir oyun olmadığının altını çiziyorum, doğru bir mantık örgüsü ve örnekleme ile anlatıyor ve bunun ciddi, birikim ve hayata verilmiş doğru emekle şekillenmiş öngörü, çok kaynaklı medya, uluslararası ilişkiler ve en azından yakın coğrafyada yakın bir siyaset takibi, çokça da sakinlik gerektiren bir iş olduğunu anlatıyorum. Oyun derseniz hiç girmeyin bu topa diyorum. Sanırım algıları değiştirmekte de başarılı oluyorum.

Neyse... Varıyorum berbere, dükkanda allahtan olmasını istediğim kalfa var; boşta biri varken ona olmayıp da bir başkasının işini bitirmesini beklemek incitici geliyor bana. Tıraşla birlikte sohbet de başlıyor. Fakat benim gözüm muhtemel ki tatilde bizim çocuk boş durmasın bir zanaat öğrensin, diye çırak verilmiş çocukta. Yaşının daha küçük olduğunu düşündüğüm çocuk bir şey alması için dışarı gönderilince ve o işi yapmadaki becerisinden yola çıkınca, soruyorum.... 6.sınıftaymış. Futbolcu olmakmış istediği.

Tıraş bitmek üzere ve bahşiş meselesini düşünüyorum. O ara pek kayda değer şeyler olmasa da kitap okuduğunu öğreniyorum. Mesela Saftirik. İşim bitiyor, kalfaya ellerine sağlık, çırağa da seninle görüşeceğiz deyip çıkıyorum. Yönüm eve doğru değil. Sevdiğim bir kırtasiyeci var; küçük bir rafında  kitaplar olan... 1.5 metre civarında bir raf ama! Fakat hanımefendi genelde birer, bilemediniz ikişer adet olmak kaydıyla öyle güzel kitaplar seçiyor ki... Benim aklımsa net, söz konusu erkek çocuklarsa da mutlak. Rafa bakınırken Define Adasını görüyorum, elim uzanıyor, sonra çekiliyor. Nasılsa bu cepte diyorum, ötekinin olacağı konusunda şüpheliyim. Fakat var... bir tane... nasıl bir sevinme... Alıyorum. Poşeti ile dönüyorum berbere.


Üst fotoğraftaki kitapsa benim.  Çok kıymetli! Bayram sath-ı mahali günlerden biri. En sevdiğim kadın geliyor. Elindeki kağıt poşet bana.

Şimdi ben onun yüreğini öpmem mi... iyi ki ennnnnnnnnn sevdiğim kadın sensin demem mi... ayaklarını yerden kesmem mi...  Ne güzzel bir kadınsın sen yahu!  da dedim.

Sen memleketi alt üst et ve sahaflardan kitabın kaybolmuş kitabım halini bul. Bununla yetinme! Macaristan'dan o kitabın yüzüncü yılı anısına basılmış hatıra parayı ve kartı getirt. Sonra o kartın arkasına, pulun altındaki kısma "Kedves Ö.B.Z. Szeretlek, E." yaz, üstelik de soyadımı öne koyarak. Bununla da yetinmeyip kitabın orijinal kapağını, boyadığın kutunun üzerine dekupaj tekniği ile baskıla... bu da yetmesin... kitapla birlikte kutunun içine ipler,  dantel gibi zemin üzerinde "mutlu ve hep çocukluk tadında bayramlar..."  yazan not, bir mavi balon ve renk renk misketler,  çikolatalar, şekerlemeler de koy. Ellerinle topladığın küçük küçük kır çiçeklerini -asla- unutma... Ve o gün, 12 yaşımda o kitabın kapağını kapattığım anda hissettiğim bütün duyguları geri çağır. Bir gün, bir sohbet esnasında elden ele dolaşan en kıymetli kitabımın gittiği yerden gelmeyip de kayboluşu üzerine üzüntülerimi anlattığım cümlelerimden yola çıkarak üstelik.


Onu  bulmuş olmanın sevinci ile yürüyorum. Berber dükkanı kalabalıklaşmış. Patron da iş başı yapmış ve iki de müşteri berber koltuğunda... Çırağa işaret ediyorum. Saç kesme eylemleri duruyor; gözler ve kulaklar bize dönük. Uzatıyorum poşeti.

"Bu kitabı aldığım  çocukların hepsi çok başarılı ve güzel insan oldular, mesleklerinin doruğundalar."

"Eminim ki sen de olacaksın... ama öncelikle güzel insan!"

"Futbol oyna. Ama futbol için okulunu asla bırakma."

"Bir sonraki gelişimde konuşacağız kitabı, fikrini merak ederim."

"Şimdilik hoşça kal."

Sonra Salih Usta'ya uğruyorum, neşeliyim ve de mutlu. Bir başka kuşağın, önünde uzun bir yol olan ilk çocuğu bu çırak. Müge geliyor gözümün önüne. Geçen yaz, yıllar sonra onunla karşılaşma anımız. Yelken Kulüp'te... Evleniyor Müge. Annesi aradığında mutlaka olmanı istedi diyor. Çok ama çok önemli ve nitelikli bir holdingin hukuk departmanında Müge. Oturtulduğum masada iş arkadaşları var, İstanbul'dan gelmişler... ve aileden insanlar. Gelinle damat  masaları dolaşıyor. Tebrik etmek için ayağa kalkıyorum. Müge boynumda, ama nasıl bir ağlama... kalıyoruz, dakikalarca. Damat iyi biri, ailesini biliyorum. Sizi tanımayı o kadar istiyordum ki, diyor.  Evlendiğimde ve henüz çocuğum yokken, üst kat komşumuzun kızıydı Müge; 6.kat düğmesine basamaz ve üçüncü kata yetiştiği için boyu, orada inip yürürdü. Kitap okurken ben, arkama geçip beni taklit ederdi. Okumaya başlayıp da kalın harfli hikayeleri geçtiğinde ilk -çocuk-romanını birlikte gidip almıştık. Kalbi zengin ve derindi. Ayrı anne babanın çocuğu olmanın hüznü vardı gözlerinde. Sonra aynı saatlere yakın döndüğümüzü anlayınca, asansörün önünde bulmaya başladım onu. Birlikte çıkmaya başladık. Onun kitabı yanlış hatırlamıyorsam Küçük Kadınlar'dı.

Tereyağlı, kaşarlı milföy ve iki de tavuklu, domates ve biberli pastane pizzası dilimi... double shot, süt köpüğü bol bir de macchiato yapıyorum yanlarına... Ekranımı açıyorum. Mesaime az bir gecikmeyle de olsa başlıyorum.

İşler yolunda.


Bir çocuğun yaşamına dokunmak isterseniz, ona bu kitabı alın! için buradan lütfen.

18 Temmuz 2019 Perşembe

Hoşçakal Derken İstanbul'a... Bir İlk Daha!

Öncesi


 4 Haziran 2017

Çiğ tanelerinin kokusu sinmiş odaya... Tazelenmişiz üstelik! Bahçe henüz kıpırdanmış, konak çalışanlarının sesleri tatil sabahı tonunda. Perdelere yansıyan günün ışığı parlaklık vaat ediyor. Sevgi dolu, paylaşımcı, şefkatli ve serotonin yuvası konağın köşe odasında, kalabalık sofralara alışkın bir konaktaki Pazar sabahının yüzlerimizde açtırdığı gülücüklerin, tadını çıkarıyoruz. Uzun ve kıymetli bir masalın misafirleri olarak yaşadığımız anların hikayemizi nasıl çoğalttığının, ona ne türden renkler ilave ettiğinin fazlası ile farkındayız. Bu mutluluk uyanışı ile güne merhaba diyoruz.


"Günaydın."

"Günaydın."

"Kahvaltıyı bir kişilik alalım lütfen,  fazlası ile Mükellef çünkü."

Eğer hayatınızın önemli bir kısmını müstakil bir evde yaşamışsanız ve sevgi dolu bir aileniz varsa, ve bu sevgi geniş ailenize de sirayet etmişse özellikle pazar günlerinizin anlamı, o günlerdeki çocukluk yıllarınızın tatları bambaşkadır. O tatların tüm yaşamınıza kattıkları da... O yüzden bu konakta ya da Ottoman Suites by Sera House'da* yaşayanları tanıdıkça, yaşadığımız hiç bir an şaşırtıcı gelmiyor. Oysa ki kalınacak yer seçimini yaparken, olaya sadece ticari bir işletme-müşteri ilişkisi noktasından baktığımızdan -doğal olarak- farklı bir his yaşayacağımız beklentimiz de yoktu. Sürpriz, bir otel konaklaması içinde değil de bildik, tanıdık bir evde misafir olmamızdı ki bu vurgu bile tanıklıklarımıza haksızlık oluyor... biz bu evin halkından biriyiz ve bu konağa aitiz duygusu aslında hissettiğimiz! İstanbul'a karıştığımız her anı daha da anlamlı kılan, onunla bağımızı çoğaltan, şehre, huzur bulduğumuz bir evden çıkıyor olmaktı.


Mükellef  Kahvaltımız istemediğimiz ikinci tabak yerine muhteşem bir menemen ilavesi ile geliyor. Menemene muhteşem demek hakkımız ve yetkinliğimiz var; çünkü onun en iyi yapıldığı, bu konuda namı olan, hatta menemencilerinin sıra sıra olduğu emsalsiz bir yol üstü lezzet coğrafyasına, Çakallı'ya sahip bir şehirde yaşıyoruz.

Su damlaları tazeliğindeki bir bahçede güzel güzel kahvaltımızı yapıyoruz. Sırt çantalarımız hazır, odada bizi bekliyorlar. Planladığımız tarihte bir kazaya uğramasın diye aylar öncesinden rezervasyon yaptığımız odanın konaklama bedelini ödemek için kafeterya bölümüne geçiyorum. Gülşah Hanım orada.  Uzatıyorum kredi kartımı. O "İçime sinmiyor, kur farkından oluşan kısmı almayacağım," diyor. "Sonuçta Booking.com üzerinden yaptığımız rezervasyon bir akit bizim için ve oradaki para biriminin TL karşılığını ödemeyi kabullenmişiz ki buradayız," diyorum. O yine de oluşan farkı eksilterek tahsil ediyor kartımdan konaklama ücretini. Bir de kahvaltı sonrası kahvesi ikram ediyor; güzel insanların içtenliği ile.

Bu ülkede bu fırsatı yakalamış kaç insan o tümün içinde önemli bir miktar tutan paradan vazgeçer ki?

Bir cevabım var aslında: Yüreği güzel atan, ahlaklı, şefkatli, esnaf tavrı muhteşem babaların esnaf tavrı muhteşem çocukları.

Bu aile olma duygusunu iyi bilen biz iki kişi odadan sırt çantalarımızı alıyor, güzel anlar yaşatan bu güzel odaya görüşmek üzere, diyor ve kilitleyip her daim bayıldığımız holde kalıyoruz. Yüreği güzel kadın konağın defterine menemenin de altını çizen güzel cümlelerini yazıyor. Anahtarları teslim edip, memnuniyetimizi ifade eden cümlelerimizin altını bir kez daha çizerek vedalaşıyoruz. Bakkalımızla selamlaşmayı ihmal etmiyor, Mevlüt'ün** uyarısı ile biraz hızlanıyor ve bizi Kadıköy İskeleye götürecek otobüse biniyoruz.

Geniş bir Üsküdar turu atarak, yeşil ve ulvi yerler, Stadyum, alışveriş merkezleri, canlı çarşılar, sakin caddeler geçerek vardığımız Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Numune'nin ruhu dinlendiren şefkatli yeşilliklerinin teskin ediciliğini hissediyor, Haydarpaşa Garı'ndaki trenlerle bir otobüs penceresinden vedalaşarak iskeleye varıyoruz.


Tadını çıkararak vapurun ve sabahın, Karaköy'e geçiyoruz. Bu kez İstanbul Modern'e uğramıyor ama buralara ne zaman gelsek mutlaka uğradığımız küçük ama çeşit çeşit hediyelik eşyalar satan iki kapılı köşebaşı dükkana giriyoruz. Tünele gitmek için beklediğimiz bol trafik lambalı ama senkronizasyon sorunlu kavşağı ışıklar yeşil olunca da geçiyoruz; hani bir de treni kollamamız gereken noktadaki! Ve bir kez daha tüneldeyiz. O olmazsa olmazımız! Kimileri için Füniküler bizim için Tramvayla İstiklal'e varıyoruz. Sanki hâlâ sağ çamurluğunun yolcu tarafından görünebilir yerindeki mekanik taksimetreleri ile Amerikan menşeli taksiler... ya da taksi dolmuşlar  geçiyor caddeden.


Galatasaray Lisesi'nde pilav günü. Bahçe şenlikli. Saint Antuan'da ise pazar ayini. Çok kere önünde kaldığım, parmaklıklarının arasından baktığımda bu zamandan değil de bir başka boyuttanmış hissi aldığım  kutsal alanın daha önce görmediğim, bilmediğim bölümleriyle tanışacağımdansa habersizim. Usulca giriyoruz. İlk şaşkınlığım kapının içeriden görünüşüne. İnanılmaz bir hayranlık içindeyim ve sanki bir başka ülkedeyim. Apartmanlarına ve özellikle huzurlu renklendirmelerine bayılıyorum. Kilise binası ile şekillenmiş algım tasavvurlarının ötesinde hoşluklarla karşılaşınca kocaman bir şaşkınlık yaşıyor ve bunu kendi gerçeklikleri ile eşleyemeyince de olan biteni rüya sanıyor...


Onun çocuk şirinliğindeki karmaşasıyla bir masala dahil edilmiş ben, Antuan'ın öyküsü ile de zenginleşince; kemerler, binaların romantik, masal yumuşaklığındaki renkleri, pencere önlerindeki çiçeklerin bu görsel bütünlüğe verdiği hoş katkı, zarif ve göze sokulmayan nakış işçilikler ve tüm bu detayların birlikteliği ile ortaya çıkan güzelliği gülümseyen bir şaşkınlıkla ve tane tane izliyorum.


İçerideyse dua var ve sessizlik konusunda özellikle uyarılıyor insanlar. İstanbul doğumlu İtalyan Mimar Giulio Mongeri tarafından inşa edilmiş olmasına şaşırmıyorum; çünkü sandığım bir başka ülke de İtalya. Ama buraların kilise inşasından önce bir eğlence mekanı olduğunu, daha sonra da tiyatroya evrildiğini öğrenmek sempatimi kat kat yukarı taşıyor. Komuta merkezimin canlandırmaları beni o mekanların içine de sokuyor; görüyor ve yaşıyorum.

Mumlarımızı alıyor, yakıyor, gömüyor ve kendi dualarımızı ediyoruz. Hatta sıralardan birine oturup bir süre bu ulvi alandaki ulvi loşluğun ve tatlı ama sessiz bir tonda gelen, usulca da bir yankısı olan ulviyetli sesin tadını çıkarıyoruz. En sevdiğim kadın tecrübeli ki daha görkemlilerini, Yeni Yıl ayinini görmüşlüğü var. Bense bir ilk yaşıyorum. Gelir amaçlı olarak çıkıştaki masalara yerleştirilmiş olanların içinden Müslümanlar Arasında St.Antuan Küçük Çiçekleri adlı kitaptan iki tane alıp yeniden ve biraz daha zenginleşmiş olarak caddeye karışıyoruz.

Plak ve Kaset satıcılarından gelenlerle, sokak çalgıcılarının müziklerinin oluşturduğu kakofoniye kulak kesilmişken yanımızdan geçen damalı Chevrolet'lerin -ama 64 modellerinin- içindeki Yeşilçam yıldızlarımızı işaret eden genç erkek ve kızların heyecanlı bakışlarına, arabalar durduğu anda bir imza için koşuşturmalarına, onlarla birlikte aynı noktalara odaklanan insanlarımıza siyah beyaz gülümseyen gözlerimizle bakıyoruz.  İçimizi şefkatli bir özlem, sıcacık yapıyor.

Biz iki taşralı İstanbul'u hak ettiği gibi yaşıyoruz! 

Sanki?


Gözlerimiz binaların yukarılarına bakarken; mimarilerinin güzelliği üzerine konuşurken; ufak ufak caddeyi adımlarken ve bütün bu güzel hissiyatları ruhumuza çizdiren anlatılarımızın ardından gözlerimizi yere indirdiğimizde bir bakıyoruz ki  Çiçek Pasajı'ndayız! Ne garip değil mi? Hay bizim haylaz ayaklarımız!

Hayat bu kapağın altındaysa bize de tadını çıkarmak düşer, deyip, biraz da hayatın içinde olduğu için hemen caddeden girişteki mekana, çöküyoruz.

"İki fıçı bira lütfen."

Efes'in yeni bardaklarının tasarımını klas buluyoruz.  Mekanı da beğeniyoruz. Kutsiyetli alanlardan sonra canlı hayat kaymaklı ekmek kadayıfı oluyor. Biz mutlu mesut sohbet ederken  pasaja pilav gününden sıyrılmış, eski günleri yad eden ablalar-abiler geliyor. Kelli felli, kariyerli, resmiyetli hallerini çıkarıp atmış abiler, ablalar tümüyle o günlerin ruh halinde, okuldan kaytarmış ve yasak şeylerin tadında, felekten çalınmış bir güzelik katıyorlar an'ımıza. Yudum yudum içerken buzzz gibi biralarımızı; öğrenci afacanlıkları, hoca dedikoduları, kopya hikayeleri, kim kimi seviyordular, şen kahkahalar, genç sesler dolu cümlelerle şenlendiriyorlar masamızı.

Öte yandan Pasaj da bir yakalandı mı bırakılası değil hani. Hele uzaktan sevmek zorunda olunca insan!

"İki fıçı bira daha lütfen."

Bizden daha içerde ve çaprazımızdaki mekanda donanımı yerinde bir masada oturan Abi belli ki ahali tarafından değer verilen, güngörmüş, masanın tadını çıkarışından anlaşıldığı üzere eski günlerin tozunu yutmuş, hafiften kabadayı, gönül zengini olduğu kadar dünyalığı da olan şahane bir karakter. Masanın donanımı racona yakışır. Abinin içme biçimi şahane. Usul usul bir öğle rakısı, şişe bir büyüğün neredeyse yarısı. Bir 35'lik ilavesi ile de tamamlanır sanki masası... Bir başka karakterle birlikte içiyorlar ki diğeri; Abinin sessiz olmasın diye masa, ne söylese dinleyecek, haddinin farkında, derdini ya da serzenişlerini ya da anlattıklarını  taşımayacak, aynı klasmandan olmayan ve bam teline dokunmayacak, daha genç,  garip ama yakışır da bir kalender.


Sonra tüm bu güzel karakterleri ve Pasajı geride bırakarak yaptığımız kısa bir İstiklal turunun ardından Kafe Ara'da Ara Güler'in fotoğraflarına bakıyor, oradan Galata Kulesi'ne doğru yürüyüp Karaköy'e çıkıyor, ilk vapurla da Kadıköy'e geçiyoruz. Dönüş klasiğimiz için uğramamız gereken yerler var!


Önce Baylan'a. Marleyleri nedense kiradan kurtulup da satın aldığımız, fiziksel olarak da bizim dediğimiz ilk evin sıcaklığını ve o yılları hatırlatıyor bana. Bir de şimdi yerinde yeller esen Sümer Pastanesi ile hâlâ yaşayan Birtat'ı...

Oturuyoruz masalardan birine... uzantılarını gördüğümüz ama öncesini sadece filmlerden bildiğimiz bir zaman diliminde bugünü yaşamak ne güzel. Fakat! Olağanüstü güzel döşenmiş, yuvarlak masalarında güzel örtüler, tavanlarında görkemli avizeler olan, ahşap zeminli, sandalyeleri bizimkilere benzemeyen ve kolçaklı; Rus sandığım,  topuz yapılmış gümüş parlağı sarı saçları, kulağındaki inci küpeleri, boynunda üç sıra kolyesi ile orta yaş üstü, uzun boylu ve hatları düzgün 44 beden haliyle bir hanımefendinin servis yaptığı; yazmaktan ve anlatmaktan bıkmadığım bir çocukluk anısı Sümer Pastanesi'nin yerini hiç biri tutamaz!  

"Bir kup griye lütfen."

"Bir sup lütfen."

"İki de limonata lütfen."



Şimdi gelelim Kadıköy'e gelindiğinde yapılacak şeyler listemizde her daim kendine yer bulan ve dönüş vaktinde yapılması mutlak alışverişlere.

"Vişne likörlü çikolata lütfen."

 Şimdi sevdiklerimiz için  Hacı Bekir'e.

"Kaymaklı lokum lütfen"

"Badem ezmesi lütfen."

"Sakızlı akide şekeri lütfen." 

Bir kez daha İstanbul'a Kadıköy'den veda vakti. İstikametimiz Havabüs.  Hava ilk yaz güzelliğinde. Yürürken birer çikolata. Tadımlık. Bütün halinde ağıza atma, ısırık, dağılan çikolatanın içinden çıkan likörün eşsiz ferahlığı, kakao ile yarattıkları kontrast şu alemdeki en şahane tatlardan biri olan vişneyi çekirdeğinden ayırma eylemi ve bu kolektif lezzet yüzünden ölmeye hazır iki damak.

"Ölelim o halde!"


Güzel uçuş... Karadeniz'in üzerine uzamak üzereyken uçak, evi görme çabası... denizin içindeyken ve daha da uzayacağını sanırken uçağın sağa usul usul yatması... burnunu düzeltip de alçalmaya devam ettiği andan itibaren tüm sahil şeridini izleyerek şehirle aşkın tazelenmesi... iyice açılan flaplarla az sonra tekerin değeceği son dakikaya kadar denizin ve içindeki küçük teknelerin sunduğu manzara... beklenen ve beklendiği anda betonla buluşan tekerlerin temas anıyla birlikte asılınan frenler... pist sonunda taksi hızına eren uçak... sabırsız yolcuların rahatlamış hareketliliği... bagajdan gelen sırt çantaları ile buluşma... havaalanından çıkar çıkmaz içilen sigarının dumanı.

Bir kez daha...

Ne güzel! 




 *O tarihte, Ottoman Suites by Serotonin olan ad, muhtemelen bir itirazla Sera House olarak değiştirilmiş.
**Cep telefonu olmayan benim, yol arkadaşımın telefonundaki Moovit uygulamasına taktığım ad.


İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP