6 Eylül 2019 Cuma

#SUSAMAM

Beklediğim, hep söylediğim, hep inandığım, hep savunduğum güzel insanların Ülkesinin kıpırdanışı, SESSİZ ve barışçıl bir Devrim tadındaki değişimi, son seçimle birlikte başlıyor mu ne!

Sanki ölü toprağı kıpırdıyor...

Kesinlikle SANKİ!


8 Ağustos 2019 Perşembe

Bir Kitap Okurken Oltalarıma Havai Fişekler Takıldı

..."Şimdilerde, hâlâ iyileşemedi belki, diye teselli ediyorum kendimi. Dördünü aynı karede bir kez daha fotoğraflayacağım umuduyla!" demiştim bir önceki yazımda. Umut etmek başarmanın yarısı derler ya... inansam mı acaba? Başardım... Başardılar! Önceki sabah dördünü aynı karede fotoğrafladım. Mutlu aile sabah keyfindeler. Üstelik de neredeyse üç hafta ya da bir ay sonra... Çok seviniyorum. Ağacın en yüksek katlarından birine kurdukları yuvada iki çocuk dünyaya getirmişti anne baba. İki yumurtadan iki çocuk. Gagadan gagaya besleme evrelerinden, ilk uçuş evrelerine kadar kaç kare fotoğraf çektiğimi bilmiyorum. Onlar biliyor mu acaba? Ne güzel yerde bir yuva ve sonra dört olmayı başarmış, mutlu bir aile. Çocuklarına alan açan, bazen uygun açılara yerleşerek onların özgürce gelişmelerine göz kulak olan, tehdit hissettiklerindeyse, kim olursa olsun saldırmaktan çekinmeyen bir anne baba. Kazandılar!

Bir filtre kahve o halde kendime; suyun incecik ilave edildiği, yarısında karıştırıp köpüğü yüzeyine taşınan, su tamamlanınca bir kez daha karıştırılıp 2 dakika 35 saniye dinlendirilen bir kahve!

Üstelik elimde bayıldığım bir kitap var. Yine adından, kapağından ki yazar tarafından çizilmiş, ve renklerinden yola çıkarak aldığım, yazarını hiç tanımadığım, bayılınca başka kitabı çıkmış mı diye araştırdığım ama anladığım üzere ülkemizde çıkan tek kitabı ile... huzurlarımızda: Karen Köhler! 


Kitaba cumartesi akşam üstü başlıyorum. İlk hikâye beklentilerimin, hislerimin ve arka kapaktaki tanıtımın bende yarattıklarının aksine dramatik bir hastalık üzerinden şekillenmiş, beni de biraz germiş, daha doğrusu ne gerek vardı şu güzel günde hüzne, diye el çektirmeye yöneltmiş hatta çektirmiş olsa da yazarın farklı üslubu, akıcılığı ve zenginlikle kullandığı dil yeniden elime aldırıyor onu. Sonra yazarla frekanslarımız örtüşüyor, birbirimize benzediğimizi hissediyorum. Tanışıklığımız var sanki. Hızlı kararlar alabilmemiz, insanları anlamamız, marjlarımız, ama en önemlisi yüreğimizin götürdüğü yere gitme becerimiz, gözü karalığımız, gerektiğinde tek başınalığımız, yalnızlığımız ama kalabalık yalnızlığımız ve de şefkatimiz örtüşüyor da sanki! Dramatik duran hikâyede bile tatlı, şefkatli bir mizahın saklanmış ip uçlarını görüyorum zaman içinde.. Devam ediyorum. Bırakamıyor, neredeyse sabaha varıyorum. Üstelik ilk hikâyede IL COMANDANTE demişti; BUENA VISTA SOCIAL CLUB demişti; ve hatta HASTA SIEMPRA...

Sonraki Hikâye bende fena bir heyecan yaratıyor. Kıpır kıpırım. Öyle büyük bir zevkle dalıyorum ki hikâyenin içine, adeta mekân değiştiriyorum. Oradayım. Geceyi de, onun serinini de, yiyecek olarak önüme koyulanları da hissediyorum. Dahil edildiğim ama görülmediğim hikâyeye bayılıyorum. İçimden satırlar akıyor. Duramıyorum. Duracağım da yok!  "Şu anki hislerimi paylaşmalıyım," diyorum. Sonra sabaha bırakmak istiyor bir yanım, yatağımdayım. "Yok yok şimdi," diyor öte yanım.

Geçiyorum salonla ona açık mutfağın çalışma alanı olarak da kullandığım manzaraya paralel masasına; açıyorum bilgisayarı. Saat gecenin yarısı. Yoksa çoktan mı geçmiş? Heyecanım diken diken. Yüzümde bir tebessüm. Mutlu, afacan ve Sevgili bir tebessüm. Dokunuyorum tuşlara. Sel gibi...


Sevgili E.D.

"Kitabı okuyordum ve ikinci hikâye ki bayıldım kendisine, bir an canlandırdı gözümde, okuduğum hikâyenin anlarının etkisi tartışılmaz tabii ki... kalkıp bunu seninle paylaşmak geldi içimden... Sonra, yat sabah yazarsın, dedim, unutmaktan korkmadım da heyecanı yiter diye korktum:))

kitabı bayıla bayıla okurken, asıl kahramandan ve diğer kahramandan ve yoldan yola çıkarak tetiklenmiştim, gerçi hikâye de bir film gibi akmıştı... bak resim yeteneğim olsa karakterlerin tamamını çizebilirim bile:))
Neyse... hayal ettiğim şey şuydu -aslında bir hayal kurdum da diyemem, bir an öyle olduğunu hissettirdi beynim bana ve bu çok hoşuma gitti: hava kararmışken bize bir esiyor ve Büyük Ev'e gidiyoruz, bişeyler içiyoruz; çay kahve falan gibi, biraz da Suphan'la sohbet... ve sonra dönüyoruz, yolda dört şişe bira alıyoruz... gece ve camları açık arabanın... bir de gecenin serini camdan içeri giriyor. Sanki uzun yol ve buradan çok uzakta bir yerdeymiş gibi ama öte yandan biliyoruz ki burası... bi de Hara'nın, şu hani yeni pidecide yaptırıp da onları yediğimiz korunun ve göle doğru uzun ve bomboş düzlüğün olduğu noktayı düşün; ora mesela Amerika'da ve de Kaliforniya'da kocaman bir ıssızlık içindeki bir yolda,  gecenin ortasındaymış hissini yaratabilir mi?.. bende yarattı valla... sonra eve geliyoruz... patates kızartıyoruz, sosis, kroket falan... gece, balkondaki masa... ve bira içip sohbet ediyoruz; Kula, Yanık Ülke, Çanakkale, Çanakkale'deki o restoran sohbete dahil:)

 Yol, gece ve ıssızlık bir hoşuma gidiyor ki benim... ama en çok neye seviniyorum biliyor musun?.. Daha birinci hikâyeyi bitirdiğimde Eganba'ya girip beş yıldız vermiştim kitaba, sonra dedim ki oğlum bi bitseydi de öyle verseydin, yanıltmasaydın milleti. Şimdi içim rahat, o yazardan kötü hikâyeler çıkmaz sanki!

Bu arada saat 2.05, aslında 22 gibi uyumuş, sonra bir hikâyelik zaman dilimi önce uyanmıştım, üstelik de güzel uykuydu... ama ben saatin geceye daha geç, gün ışımasına daha yakın olduğunu düşünmüştüm ve belki de bundandı hikâyenin içine girmem."

..............

..............

Görüşmek üzere,
Sevgilerimle

B.



Göndere basıyor, mektubu yolluyor ve kitaba dönüyorum!


Hızlı Tramvay raylarının üzerindeki köprüde durduk; soğuktan donmuştuk.

Elimizde senin eski olta takımın vardı. İkimize birer olta. Gökyüzündeki gümbürtüler çoktan bitmişti, biz de boş şişelere havai fişekler soktuk, misinalarımızı cisimlerin ahşap uçlarına bağladık. Commencing countdown, engines on.* Çakmaklarımızı ikimiz aynı anda fitillere tuttuk, sonra hızla oltaları elimize aldık. Üç. İki. Bir. Havai fişekler tıslayarak göğe doğru vınladılar, misinalar onları yine de dizginliyor sayılırdı, derken tepemizde patladılar. Oltalarımızla havai fişek tuttuk. Geçtiğimiz yılbaşındaydı bu.

Dokuz öykünün tam ortasına denk gelen beşincinin, ve otuz bire bölünen ayın günlerinden on yedincisinden satırlar, yukarıdakiler. Bu bölüm farklı eylemler olsa da bana bir yazımı hatırlatıyor.

Bağımsız gibi görünen öyküleri bitirip de kapattığımda kitabı, aslında bir roman okuduğumu düşünüyorum. "Sibirya ne alaka?" demiyorum. Kitaptaki hayat izlerinde kendi hayatımdan izler bulmak, hayranlığımı ve onunla bağımı bir kat daha artırıyor. Hangi öyküyü öne çıkaracağımı bilemez hale geliyorum. Fakat; başka hayatlar üzerinden, miş gibi yazılmış öykülerin satır aralarında başka hayatlara saklanmış ben izlerini seziyorum. Hatta görüyorum. Duygulu bir başkaldırının ve duygulu ama gözü kara bir kalbin varlığını seziyorum; aynaya baktıklarında yüzlerine su atıp, saçlarının dibi ıslak, hayatın göbeğine kılıç sallayan -yaramaz- çocuklardan olduğunu düşünüyorum yazarın.

Nedense bundan da eminim!

Sanki?


*David Bowie şarkısı: Space Oddity
 **Bir yazım.

26 Temmuz 2019 Cuma

Oysaki sadece saçlarımı kestirecektim...

Gün ışımak üzere. Gökyüzü yeni doğumun sancıları içinde. Bir kez daha doğdu doğacak güneş... Salonla ona açık mutfağın çalışma alanı olarak da kullandığım manzaraya paralel masasında, bacaklarımı karşı sandalyeye uzatmış bir vaziyette düne bakıyorum.  Karşı ağaçta yaşayan karga ailesinin küçük kargası çatal bir tonda ve kelimeleri agucuk gugucuktan öteye taşıyamaz bir hal içinde gaklıyor. Anne ile baba, bir dakika bile gözetimsiz bırakmıyorlar, o nereye onlar da oraya. Gerçi emekleme evresini geçti. Düşe kalka da olsa kısa mesafeleri uçmayı beceriyor artık. Yumurtayı ondan önce kıran ki çok zekiydi ve aynı oranda da meraklı bir afacan... adamımdı... yok oldu sonradan. Basketbol sahasına ilk indiği gün ne çekmişti o anne baba! Şimdilerde bazen yuvanın içine eğildiklerinde o yaralandı ve yuvaya mı taşıdılar, orada mı bakıyorlar, diye de düşünüyorum; ilk doğduğunda yuvanın içinden uzattığı gagasına annenin bıraktığı yiyecekleri hatırlayınca.

Nasıl da yoğun bir gündü, yuvadan sahaya indiği... Sürekli gözetleyen ve alanda dolaşan kedilere sürekli taarruz eden bir anne baba... Akşam üstü küçük ve henüz ergen ağacın dallarına tırmandığını görmüştüm, yapraktan yaprağa atlamaya çalışıyor ama fena halde de ürküyordu. Bir sonraki bakışımda büyük ağaçta, sonrasında da yuvaya daha yakın bir yerde gördüm onu; acaba anne baba mı çıkardı diye de düşündüm. Rahatlamıştım. Bir sonrasında yine sokaktaydı ama! Şimdilerde, hâlâ iyileşemedi belki, diye teselli ediyorum kendimi. Dördünü aynı karede bir kez daha fotoğraflayacağım umuduyla!


Bir de benim kiracılarım var. Serçe ailesi. Çocuklar burada doğdu, dört oğlan. Şu manzarayı gören penceremin üzerindeki çatının hemen altından dönen damlalığın içini ev bellemişler! Oğlan demem evden tüyme biçimlerinden, belki kız kardeş de onlarla takılıyor bilemem. Benimki uzaktan bir kanaat. Şöyle şeyler söylesem mesela; önce biri hooopp diye oradan inip Fransız balkon korkuluğunun üst profiline konuyor ama göz hep yukarıda... biraz sonra hoooppp öbürü... sonra da öbürü. Bu kankalık nedeni ile cinsiyetleri konusunda haklı olabilir miyim? İki kardeş, altı kuzen toplam sekiz erkek oyunlar oynarken dışarıda kalan bir kız kardeşim var da alt katımda, onun sızlanmalarından aslında bu tespitim. Gerçi yeni nesilde de durum onikiye iki. "Annesi gibi bahtsız kızım," der başka bir şey demez.


Bu kez hepsinin gözleri yukarıda.... hadi oğlum, der bir telaş içindeler. Ben öyle okuyorum iç seslerini. Sonra bir tanesi havalanıyor ama damlalığa girmiyor, muhtemelen sessizce sonuncuya sesleniyor. Sonra o da geliyor. Dördü camın önünde laflıyorlar bir süre. Muhtemelen evden nasıl çaktırmadan çıktıklarının tadını çıkarıyorlar. Sonra yukarıya bir bakış ve pırrrrrrrrr. Aslında bu iş bir süredir olmuyor;  bu aralar ince uzun ama çok zarif bir kuş konuyor aynı yere... anne mi diye düşünsem de bu genç. Acaba diyorum. Çocukların her biri bir yuva kurdu da... en büyükleri evi devraldı da.... bu yeni gelin mi? Geçen gün misal iki tane minicik kuş, tam anlamı ile Tornado savaş uçağı gibi indiler aynı yere. Kafaları ve bedenleri ıslaktı, saçları da sanki jöle ile dikleştirilmiş. Dedim banyodan mı çıktılar acaba? Sonra yumurtadan mı diye de düşündüm....


Gün dün aslında ve ben saçlarımı kestirmeye gidiyorum. Bir an önce halledip işime yetişmek istiyorum. Mesaim 10'da başlar, 13'de biter benim. O arada da ya kitap okur ya da çıkar, bir iki yere takılıp sohbet eder, belki yemek yer tekrar 14'de başlayan mesaim için dönerim; saat 18'de de paydos. Gerçi yaptığımı işten saymıyorlar. İnşaatlar bitip herkes yerine yerleştikten sonra uğraştığım şey fasa fiso geliyor. Fikir almaya gelen de çok, heveslenen de... Onlar oynamak olarak niteledikçe işimi, ben bir oyun olmadığının altını çiziyorum, doğru bir mantık örgüsü ve örnekleme ile anlatıyor ve bunun ciddi, birikim ve hayata verilmiş doğru emekle şekillenmiş öngörü, çok kaynaklı medya, uluslararası ilişkiler ve en azından yakın coğrafyada yakın bir siyaset takibi, çokça da sakinlik gerektiren bir iş olduğunu anlatıyorum. Oyun derseniz hiç girmeyin bu topa diyorum. Sanırım algıları değiştirmekte de başarılı oluyorum.

Neyse... Varıyorum berbere, dükkanda allahtan olmasını istediğim kalfa var; boşta biri varken ona olmayıp da bir başkasının işini bitirmesini beklemek incitici geliyor bana. Tıraşla birlikte sohbet de başlıyor. Fakat benim gözüm muhtemel ki tatilde bizim çocuk boş durmasın bir zanaat öğrensin, diye çırak verilmiş çocukta. Yaşının daha küçük olduğunu düşündüğüm çocuk bir şey alması için dışarı gönderilince ve o işi yapmadaki becerisinden yola çıkınca, soruyorum.... 6.sınıftaymış. Futbolcu olmakmış istediği.

Tıraş bitmek üzere ve bahşiş meselesini düşünüyorum. O ara pek kayda değer şeyler olmasa da kitap okuduğunu öğreniyorum. Mesela Saftirik. İşim bitiyor, kalfaya ellerine sağlık, çırağa da seninle görüşeceğiz deyip çıkıyorum. Yönüm eve doğru değil. Sevdiğim bir kırtasiyeci var; küçük bir rafında  kitaplar olan... 1.5 metre civarında bir raf ama! Fakat hanımefendi genelde birer, bilemediniz ikişer adet olmak kaydıyla öyle güzel kitaplar seçiyor ki... Benim aklımsa net, söz konusu erkek çocuklarsa da mutlak. Rafa bakınırken Define Adasını görüyorum, elim uzanıyor, sonra çekiliyor. Nasılsa bu cepte diyorum, ötekinin olacağı konusunda şüpheliyim. Fakat var... bir tane... nasıl bir sevinme... Alıyorum. Poşeti ile dönüyorum berbere.


Üst fotoğraftaki kitapsa benim.  Çok kıymetli! Bayram sath-ı mahali günlerden biri. En sevdiğim kadın geliyor. Elindeki kağıt poşet bana.

Şimdi ben onun yüreğini öpmem mi... iyi ki ennnnnnnnnn sevdiğim kadın sensin demem mi... ayaklarını yerden kesmem mi...  Ne güzzel bir kadınsın sen yahu!  da dedim.

Sen memleketi alt üst et ve sahaflardan kitabın kaybolmuş kitabım halini bul. Bununla yetinme! Macaristan'dan o kitabın yüzüncü yılı anısına basılmış hatıra parayı ve kartı getirt. Sonra o kartın arkasına, pulun altındaki kısma "Kedves Ö.B.Z. Szeretlek, E." yaz, üstelik de soyadımı öne koyarak. Bununla da yetinmeyip kitabın orijinal kapağını, boyadığın kutunun üzerine dekupaj tekniği ile baskıla... bu da yetmesin... kitapla birlikte kutunun içine ipler,  dantel gibi zemin üzerinde "mutlu ve hep çocukluk tadında bayramlar..."  yazan not, bir mavi balon ve renk renk misketler,  çikolatalar, şekerlemeler de koy. Ellerinle topladığın küçük küçük kır çiçeklerini -asla- unutma... Ve o gün, 12 yaşımda o kitabın kapağını kapattığım anda hissettiğim bütün duyguları geri çağır. Bir gün, bir sohbet esnasında elden ele dolaşan en kıymetli kitabımın gittiği yerden gelmeyip de kayboluşu üzerine üzüntülerimi anlattığım cümlelerimden yola çıkarak üstelik.


Onu  bulmuş olmanın sevinci ile yürüyorum. Berber dükkanı kalabalıklaşmış. Patron da iş başı yapmış ve iki de müşteri berber koltuğunda... Çırağa işaret ediyorum. Saç kesme eylemleri duruyor; gözler ve kulaklar bize dönük. Uzatıyorum poşeti.

"Bu kitabı aldığım  çocukların hepsi çok başarılı ve güzel insan oldular, mesleklerinin doruğundalar."

"Eminim ki sen de olacaksın... ama öncelikle güzel insan!"

"Futbol oyna. Ama futbol için okulunu asla bırakma."

"Bir sonraki gelişimde konuşacağız kitabı, fikrini merak ederim."

"Şimdilik hoşça kal."

Sonra Salih Usta'ya uğruyorum, neşeliyim ve de mutlu. Bir başka kuşağın, önünde uzun bir yol olan ilk çocuğu bu çırak. Müge geliyor gözümün önüne. Geçen yaz, yıllar sonra onunla karşılaşma anımız. Yelken Kulüp'te... Evleniyor Müge. Annesi aradığında mutlaka olmanı istedi diyor. Çok ama çok önemli ve nitelikli bir holdingin hukuk departmanında Müge. Oturtulduğum masada iş arkadaşları var, İstanbul'dan gelmişler... ve aileden insanlar. Gelinle damat  masaları dolaşıyor. Tebrik etmek için ayağa kalkıyorum. Müge boynumda, ama nasıl bir ağlama... kalıyoruz, dakikalarca. Damat iyi biri, ailesini biliyorum. Sizi tanımayı o kadar istiyordum ki, diyor.  Evlendiğimde ve henüz çocuğum yokken, üst kat komşumuzun kızıydı Müge; 6.kat düğmesine basamaz ve üçüncü kata yetiştiği için boyu, orada inip yürürdü. Kitap okurken ben, arkama geçip beni taklit ederdi. Okumaya başlayıp da kalın harfli hikayeleri geçtiğinde ilk -çocuk-romanını birlikte gidip almıştık. Kalbi zengin ve derindi. Ayrı anne babanın çocuğu olmanın hüznü vardı gözlerinde. Sonra aynı saatlere yakın döndüğümüzü anlayınca, asansörün önünde bulmaya başladım onu. Birlikte çıkmaya başladık. Onun kitabı yanlış hatırlamıyorsam Küçük Kadınlar'dı.

Tereyağlı, kaşarlı milföy ve iki de tavuklu, domates ve biberli pastane pizzası dilimi... double shot, süt köpüğü bol bir de macchiato yapıyorum yanlarına... Ekranımı açıyorum. Mesaime az bir gecikmeyle de olsa başlıyorum.

İşler yolunda.


Bir çocuğun yaşamına dokunmak isterseniz, ona bu kitabı alın! için buradan lütfen.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP