21 Kasım 2017 Salı

Giderken Hatay,

 8 Kasım 2017


Bilet üzerinden sıkıntılı bir süreç yaşanmış olmasına rağmen ki kendisi başlı başına bir yazı konusu olacak; tüm aktarmaları zamanında, kusursuz bir makine düzeninde, THY'ye şükran duyulacak derecede aksaksız bir seyahat oldu, dönüşüyle birlikte.

Özellikle İstanbul Hatay arası, bugüne kadarki en keyifli uçuşlarımızdan biri olmayı başardı. Anadolu'yu bir ucundan diğerine günün en güzel saatlerinde, 10000 feetin üzerinde geçerken, ülke doğasının sunduğu manzaralar tartışmasız dünyanın en güzellerindendi. Üstelik bu kez uçağımızın koltuk araları fazlası ile rahat, koltuklarımız fazlası ile konforluydu. Sanki de  manzaraların ve de uçuşun keyfini dibine kadar yaşayalım diye özellikle seçilmişti uçak. Sandviç ve kahve hiç bu kadar keyifle eşlik etmemişti bir yolculuğa. Yoksa gideceğimiz şehirde yaşayacağımız keyfin fragmanı mı idi olan biten her şey?


Üç ay aradan sonra yenilenmesi biten pistimizde ilk uçuş günü, ki bu yenilenme nedeniyle bir gün ötelenmişti biletimiz. Bu da bir günlük kayıp olmuştu bizim için. Oysa biz önce Gaziantep lezzetleri için Gaziantep'e uçacak, dönüşümüzü de direk Hatay'dan yapacaktık. Sonra bundan vazgeçmiştik. Buna üzüldük mü? Tabii ki hayır. Hatta daha iyi bir karar olduğunu bile söyleyebiliyorum şimdi.

Aslında uzun uzun anlatılabilecek bir aksiyon da içeriyor gün. Bu bir gün önceden belli. Bu konuyu kendimize özel bir anı olarak, kısacık ip uçları ile tarihe not düşüyorum. Bu yazı serisinde daha fazla bahsetmeyeceğim bundan. Belki bir gün, bir Olay Yeri İnceleme'de yer alır, kim bilir!

Bir yolcumuz var başkente uçacak. Bir can arkadaş. Onu yolcu etmemiz gerek. Uçuşu bizden önce. Kahretsin ki Ankara'dan gelecek uçağı, Esenboğa'dan iki saat rötarla kalkacak ve biz önce uçmak zorundayız. Bu güzel değil.

Aklımız onda ve uçuyoruz.

Muhteşem bir kalkış, bir pamuk yumuşaklığında kesildi tekerler pistten. Kaptanımızı çok takdir ettik. İçimiz güven dolu. Yolun keyfini çıkaralım o halde. Günün ilk kahveleri ve kaşarlı sandviçler... Aktarma için Sabiha Gökçen'e vardığımızda, öyle güzel buluşuyor ki pistle tekerler. Hava pırıl pırıl.

Can arkadaşın rötarının iki saat daha uzadığını öğreniyoruz. Bu da güzel değil. 30 dakikalık yola 4 saat rötar! Telefonla sürekli iletişim hali her iki noktadaki arkadaşlar ve aile ile. Biz merkezli bir koordinasyon çabası. Oysa hafta sonu ne de güzel saatleri birlikte geçirmiştik Kuş Cennetinde; su basar ormanlarında şahane bir kahvaltı yapmış, bol bol fotoğraf çekmiş, toptancıya balık teslim anına denk gelmiş, göl içindeki bir adada yaşayan ve bizi evine davet eden Enver Abi ile tanışmış, günün finalinde de ennnnnnnnnnnn sevdiğimiz mekanlardan birinde, onun isteği ile deniz manzarası eşliğinde ve onun bayıldığı, şahane bir rakı keyfi yaşamıştık.


Dağların arasından süzülerek, adeta bir Hatay görsel şöleni sunularak alçalıyoruz Amik Ovası üzerindeki havaalanına. İlk izlenimim ve benzetmem, burası Tel Aviv gibi oluyor. Toprak kokusu, renkler, Ortadoğu coğrafyalarını çağrıştırıyor. Seviyorum havaalanını.

Yanında kocaman 13 TL levhası asılı olmasına rağmen, "onlar 18 biz kişi başı 20 TL" diyerek bizi aşırmaya çalışan "bıçkın" taksi şoförüne "13 yazıyor ya" deyip, es geçiyor ve Havaş'a konuşlanıyoruz. Varoşlardan şehre giriş biraz hayal yıkıcı oluyor ama havalanından çıktıktan sonraki "Türkiye'ye Hoş Geldiniz" yazısı sevimli geliyor. Ama sonraki günler, tanıdıkça şehri ve insanları, dönmesek mi derken buluyoruz kendimizi.

Köprünün başındaki durakta bırakıyor bizi kibar şoförümüz. Dönüşte kullanacağımız en yakın durağı da tarif ediyor bize. Şimdi istikametimiz otel. Sokak aralarında yürüme fikrindeyiz. İlk karşılaştığımız şu yukarıdaki şahsiyete bayılıyoruz. O ne duruş öyle! Artık adamımız o bizim.


Belki de bazı lezzetler ve mekanlar için, Hatay'ın neresinde kalırsanız kalın en çok kullanacağınız cadde bu. Üstelik bi akşam duyduğumuz müzik sesinin peşine takılarak gelip konuşlandığımız bankta dinlemeye doyamadığımız, övgü sözcüklerimizi bizzat beyan ettiğimiz ve önerilerde bulunduğumuz şahane sokak çalgıcılarının caddesi. Otel yolumuz. En sevdiğimiz, en karizmatik, şu yukarıdaki muhteşem Hatay'lının trafiğe kapalı caddesi... Saray.

Ve kısa sürede dışarılara, yerel lezzetlere, muhteşem ve daracık sokaklara atmak için kendimizi, geniş bir çevre turunun ardından, binasına ve düzenlenmesine bayılacağımız sevgili otelimizdeyiz.


Önce... sıcağı sıcağına bir kaç fotoğrafını çekmeliyiz ama. Balkonumuza bayılıyoruz. Mutlaka, akşamlardan birinde, o balkonda bir bira.. ya da şarap. Kesin karar. İçilmeli! Mini bar bağırıyor. Fiyatlar makul. Ve  o güzel akşamki bir fotoğraf, buralı bir arkadaştan gelen, bir binanın fotosu için dikkat çeken mesaja, öyle güzel bir cevap olacakmış ki...

Meğerse!

Şu an düşünüyor ve hayıflanıyorum ki, 10 Kasım akşamı, Cumhuriyetimiz için önemi büyük bu şehirde, üstelik o balkonda, sadece Ata'ya, bir kadeh rakı içmiş olmalıydık.

Kesinlikle!

Bu türden ritüelleri sevmeyen biri olsam da...


Devamı

17 Kasım 2017 Cuma

Hatay'dan gelmiş biberli ekmek buldum sabah masamda!





2 Haziran 2016 

Şefin harikalar yarattığı bir sabah oldu yine bayanım. Kendisine, "şefin usulüyle üç peynirli, İtalyan esintili Alanos Pizzası" adına verebiliriz şimdilik... Dün mü, önceki gün mü yaptığımı şimdi hatırlayamadığım yumurta şaheserlerimden biri esnasında planlamıştım bayanım, muhteşem oldu valla.

Kısaca özetlemeye çalışırsam; önce Sürmeli Ekmeğinin tabanını incecik kestim bayanım. Neredeyse bir tül gibi... Sonra, onu tost makinesine yerleştirdim. Azıcık kızarttım ve tabağa aldım. Sonracıma bayanım, üç peyniri hazır ettim. İnce doğradığım domatesleri içine fesleğen ve kekik koyulmuş zeytinyağında dinlenmeye bıraktım. Biraz fesleğen ve biraz kekiği de bir kenara ayırdım. Sonra ennn sevdiğim bayanım, tereyağını tavaya koyup erittim, belli bir noktaya gelince ki şefin marifetlerinden biri bunu saptamak, kızarmış tabanı tereyağına atıp, biraz ısladıktan sonra tekrar tabağa taşıdım.

Ardından, önce Sürmeli Peynirini attım aynı tavaya... tabii ki uygun incelikte ve uygun boyutlarda kesilmiş olarak. Onun üzerine zeytinyağında beklettiğim missss kokulu domatesleri yerleştirdim. Onun üzerine Kars Kaşarlarını, onun da üzerine tel tel ayrılmış Çeçilleri. Üzerini bir kapakla kapatıp -tabii ki- uygun ateşte bir kaç dakika kaynaşsınlar ve kolektif bir şarkı tuttursunlar diye bir süre beklettim onları.

Sonra bayanım, yani vakti zamanı gelince, bir yumurtanın önce beyazını koydum tereyağlı tavaya, sonra da sarısını. Pul biber, karabiber, kalan fesleğenler ve kekikleri de ekledikten sonra, çok kısa süre kapağı kapalı ama kısık ateşte pişirdim kendilerini... ardından da kapattım ocağın altını. Tabii ki yumurta sarısını rafadan bırakmayı ihmal etmeden.

Demlenlenmekte olan kahvemi fincana döktükten hemen sonra da açtım kapağı ve buluşturdum tereyağı değmiş, kararında kıtırlaştırılmış tabanın üstünde hepsini.

Ve ennnnn sevdiğim bayanım, bu renk ve koku cümbüşünün üstünde, tavadaki iyice aromalanmış tereyağını gezdirdim bir süre. Âlâ oldu bayanım valla. Yapacağım sana da.

Aldım bayanım listeme kitabı*, şu son bina bitsin koca bi sipariş vereceğim zaten.

Aynı sen desem mi demesem mi bilemedim şimdi araba konusunda. Ben valla çok güvende hissediyorum kendimi senin yanında. Tamam biraz arabanın önünden gidiyorsun bazen, daha bişi olmadan olacakmış gibi hissediyorsun, ama bu, sana alışınca insan, hiç de panik sebebi olmuyor bayanım. Biraz daha büyüyünce bunu da aşacaksın zira. Daha küçüksün be bebeğim.

Yerim ben seni be!

Sanki bugün bende yazma potansiyeli yüksek gibi bayanım, çok yazı kursam da kafamda, işler güçler nedeniyle yine yazamayacağım sanki. Gerçi kafada hazır epey yazı var ki biri yazıldı zaten, Gramofon. Sadece işlenecek. Diğeri sokaklar ki bu türü yazmak benim için kolay, bugünkü menünün tarifini yazabilirim ayrıca, ve de şu cenaze sürecinde Tırtıl'la sessiz ilişkimizi anlatan bir olay yeri inceleme muhteşem olur kanımca. Kurdum cümlelerin çoğunu aslında kafamda. En azından dört yazının tema'sı belli bayanım, bi gaza gelirsem yeni bir Kars yazısı yazma serüveni başlar bende.

Valla bayanım içimdeki yazma aşkı tavanda, ama hep şu inşaattaki işini eksik yapanlar yüzünden uzaklaşıyorum ekran karşısından. Lakin çalışma odam olunca, daha tecrübeli ve eskisinden daha motive bir "yazar " olarak, çok daha aktif bir blogger olacağım kesin. Üstelik daha çok gezme, yeme içme fırsatına sahip bir yazar bu. Bi de muhteşem bir motivasyonu var dibinde, aklında, kalbinde.

Bak yine heyecan yaptım ya!

Ne uzattım di mi ama?


*Hatay'dan gelmiş biberli ekmek buldum sabah masamda. 31 Mayıs 2016

 *Fotoğraf 10 Kasım 2017 Hıdırbey-Hatay

*Kitap: Ferzan Özpetek-Sen benim hayatımsın.

7 Şubat 2017 Salı

Kastamonu Pastırması İle Şahane Bir Lezzet Seyahati

Öncesi 

Eski ve yol üzerindeki kısmen yıkık konağın üst odasının tavan aralığından görülen ayın, soğuğun yarattığı pusla birlikte vampir filmlerindeki türden bir ürperti yarattığı saati epey geçmişken konaktan çıkıyoruz. Güneş en şefkatli hali ile anne örtmesi gibi usulca sarmalıyor Kastamonu'yu. Kale göz hizamızda. Zaten hangi noktasına gitseniz Kastamonu'nun, kale ile  aranızdaki ilişki sonlanmıyor.

Kale konusunda genel tavsiye  bir araçla dibine kadar gitme doğrultusunda. Bunda haklılık payı var. Bilinen ve tariflenen yolu kullanırsanız, özellikle kış şartlarında yokuşunu yürüyerek çıkmak gerçekten zor. İnerkenki halimizden biliyoruz. Lâkin şunu da biliyoruz ki sürüden ayrılıp da bilinen yolları kullanmadığımızda olağanüstü sürprizler bizi bekliyor.


Ama önce hayalini kurduğumuz ve planladığımız üzere sabah kahvaltısında yerel lezzetlerin önde gelenlerinden etli ekmeği tatmamız gerek. Açıkçası, değişik Kastamonu gelişlerinde tadına bakmışız. Bizde bıraktığı tat hiçbir zaman derin olmamış. Önceki hallerimizin gözünde bir tür gözleme kendisi. Ama bu kez şehirle ahbaplık kurmak için buradayız.

Kambur Köprüyü bir kez daha geçiyoruz. Nasrullah Camii Külliyesine geçtiğimiz bu köprü, aslında yapıldığı dönemde külliyenin bir parçası imiş. Konağımızın konumu itibariyle sıklıkla kullanmamız gerekeceğini henüz bilmiyoruz. Sağımız solumuz bedestanlar ve hanlarla dolu. Hedefimizde, bilinen en meşhur pastırmacı var. Milor'dan geçer not almış üstelik. Tabakoğlu. Gerçi Milor tarafından popüler hale getirildikten sonra aynı lezzette olduğu ve aynı işlemle, güneşte kurutularak üretildiği, konusunda şüphelerimiz var. Dedikodu yapıyoruz. Başka bir yer mi bakınsak acaba? Arıyoruz.


Sağımız solumuz pastırmacı. Aaaaa Bülbüloğlu'nun satış mağazasası da burada! Bu güzel, çekme helvalar buradan. Üretim noktasına gitmeye gerek yok. Ve Tabakoğlu göründü. Eğer tanıtım sonrasında turistlerin mutlak uğrak yeri olan bu mekanlar bozulduysa hepsi bozulmuştur. Ortak kanımız bu. O halde en güvenilir olana girelim. Doğramacı genç abi makineden hızlı, dükkanın bi köşesinde şahane bir şov sergiliyor. Helal olsun. Yakışıyor. Yeminle derim ki makine bu hızda kesemiyor pastırmayı. Bi de bu kadar ince. Bu arada bu mekanda kesim için makine kullanılmıyor.


Döndükten sonra  bi akşam rakı gecesi için ayırdığımız pastırmalardan biri ile gölge oyunu bile yaptık, bu yazı için. Aha bu kadar ince işte. Bi de dağılıp gidiyor ağızda... Sıradan pastırma bi şekilde yapışır ya ağzımızın orasına burasına damağımıza, bunlarda kesinlikle o yok. Muhteşem bir tat bırakarak eriyip gidiyor ağızda. Rakınız İzmir'in mavisi olsun ama. Vallahi çok yakışıyor.


"Günaydın, hayırlı işler. Bize iki kişilik pastırmalı ekmek içi için pastırma verir misiniz?" Bunu söyleyin, çünkü pastırmalı ekmek için hazırlanan pastırma çemensiz. Sonuçta gün boyu yürüyüp enerji harcayacaksınız değil mi! Ufak bi açıklama yapmam gerekirse pastırmalı ekmek, etli ekmeğin pastırma ile yapılanı. Abi nereden geldiğimizi sordu. Samsun deyince, "Siz pazar günleri pide yersiniz biz de bunu." deyiverdi. Sohbet güzeldi. Pazar günü açıklar ve asıl alışveriş o güne. Taşköprü sarımsakları da göz kırpıyor bu arada. İçimizi alıp, onların da önermesi ile ama zaten tercihimiz olan hemen yandaki Kaya Restoran'a geçiyoruz.


İlgi süper. Saat erken ve lokanta henüz boş. "Sizi üst kata alalım, ora daha sıcak." Ocağın başı da güzeldi ama! Pişen etli ekmekleri izlerken dibindeki bir masada yemek ve fırının kokusunu hissetmek daha keyifli olabilirdi.

Üst kata çıkınca ise bayılmaca. Kadim bir çarşıya ve kadim binalara üsten bakış. Bir zaman yolculuğu. Muhteşem. Çok uzatıyorum farkındayım. Oysa üç yazıda hallederim demişim Kastamonu'yu. Halt etmişim. Pastırmadan çıkacağım bile meçhul şu yazıda. Artçıları müthiş bir şehir. Derinliği olan bi şarap gibi. Bitimi muhteşem. İz bırakıyor.


Fırın kısmına bıraktığımız pastırmalar soğan ve baharatlarla karıştırılıyor, sadece hamur ve çaylar müessesenin.* Elbette malzemeleri kendileri de koyuyor etli ekmek yapan mekanlar ama bu yol daha keyifli. Pastırmalı ekmekler geldi. Muhteşemler. Seyretmelik. Tüm zamanlarda yediğimiz etli ekmeklerden daha tok ve daha çıtır ve  klasik gözleme hissiyatından uzak bi hamur. Pide ile gözleme arası bişey bu. Şahane. Adamlar yapmış abi! Bunda pastırmalı olmasının da rolü olduğunu kabul ediyoruz elbet. Çıtırlığa katkı. Uzun bir seyir. Üzerine hayranlık yorumları... Fotoğraflama ve yıllar yıllar öncesine ışınlanmış bir atmosferde ilk lokma ile kendinden geçip gitme. İşte bu. Şehrin en iz bırakan ve bu, bu şehre özgü dedirten bir lezzet. Unutulmaz bir çıtırlık. Muhteşem bi uyum; pastırmalar ile hamur ve üzerlerine sinmiş odun kokusu arasında. Usta işi bir sonuç.  Sıcak çay ve olağanüstü manzara eşliğinde kadim zamanlara gitmek ve güne başlamak adına şahane bir lezzet seyahati. Daha ne olsun.



*İki kişilik etli ekmek için pastırma 20 TL. çay, hamur, soğan, baharatlar ve pişirme 15TL.

Kale yolu yokuştur ama sürprizlere de açıktır ile devam edecek inşallah:))

26 Ocak 2017 Perşembe

Kastamonu'da İki Gün Bir Gece

Kadıoğlu Konağı

Beş saat sürüyor dedi bankonun arkasındaki adam, biletleri alırken. Bu da sabahın beşinde orada olmak demekti. Anlamsız saat uygulaması yüzünden yedide bile aydınlanmazken hava -sabahın beşinde ve üstelik kış şartlarında- hayat işlemeye başlayana kadar nasıl vakit geçerdi ki küçük bir şehirde?

Sabahın beşi bile olmamışken oradaydık. Bir B planımız olmasa da çözüm üretmekte de üzerimize  yoktu. Biraz garajlarda vakit geçirir, saat 7-8 gibi de merkeze geçeriz diye planlamıştık aslında. Olmadı bir mekânda oturur, sıcak bir şeyler içer, check-in saatimizde sırt çantalarımızı konaklayacağımız yere bırakır, sonrasında da kaç kilometre yürüyüp kaç kat çıkacağımızı bilmeden yollara düşeriz demiştik.


Garajlardan bindiğimiz halk otobüsünden Kambur Köprü'de indik.* O kadar erkendi ki vakit oturacak bir mekân bulamadık. Burası yeme içme dahil müzeler ve benzeri pek çok alan için merkez bir nokta. Hava sert, köprünün altından akan sular buz tutmuş. Termal içlik almadığıma pişman oldum o an. Sonrasında ise umursamadım. Bildiğim, çok kere gittiğim, bu gidişlerin günübirlik, varış noktasının da çoğunlukla sanayi sitesi olduğu günlerden sonra, ama ilk kez bir gezgin gibi ve ilk kez arabasız ulaştığım yepyeni bir şehirdi benim için artık Kastamonu. Onu yeniden, hiç bakmadığım bir biçimde görmek ve tanımaktı fikrim. Ruhuna dokunmak, onunla ahbap olmak istiyordum bu kez.


Gelmeden, saat 8-9 arası için erken giriş talep etmiştik aslında Kadıoğlu Konağı'ndan. Teklifi kabul etmişler ama garanti verememişlerdi. Şimdi, henüz köpekler ulumalarını bitirmemişken, eski ve yol üzerindeki kısmen yıkık bir  konağın üst odasının tavan aralığından görülen ayın, soğuğun yarattığı pusla birlikte vampir filmlerindeki türden bir ürperti yarattığı saatte kapıdaydık. Dışarıda açık bir mekân bulsak oyalanacaktık, altını çizdiğim üzere. Hakkımız değildi çünkü. Biraz da mecburiyetten şansımızı denedik. Önce kapıyı açmaya çalıştık, sonra zile bastık... Tık yok. Bir mekân buluruz diye tekrar çarşı içine dönmeye niyetlenmiştik ki o ara bahçenin içindeki cam mekânda bir karaltı gördüm. Sabah kahvaltısına hazırlık için bahçenin içindeki bu hoş mekânı ısıtmak adına orada bulunduğunu sonradan öğrendiğimiz Mustafa Bey, bahçe duvarından sağa sola bakınan bizi fark etti.


Bize ayrılan oda doğal olarak o saatte dolu idi. Israrcı da değildik üstelik, ama güleryüzle çırpındı, emek verdi, çabaladı ve odamızın henüz boşalmadığını, istersek bizi daha küçük olduğunu söylediği bir odaya alabileceğini, biraz da çekinerek beyan etti. Bizse farkındaydık ki erken giriş talebimiz 8-9 arasıydı, ve garanti edilmemişti bize. Hakkımız olmayan bir konuda kendilerini de zorda bırakmamak adına ısrarla gerek olmadığı noktasında direndik.. Salmadı, inisiyatif aldı ve eğer kabul edersek o odayı verebileceğini söyledi.


Canımıza minnetti, üstelik girdiğimizde gördük ki oda küçük falan da değildi. Dinlendik. Konağa ve odaya bayıldık. Hayatın kıpırdadığı saatler gelince de Kastamonu'nun ve de lezzetlerinin tadını çıkarmak üzere odadan çıktık. Konaktan çıkmak üzereyken bu kez resepsiyonda Canan Hanım vardı, aynı zamanda damla sakızı dokunuşlu, yumurta kokusunun öne çıkmadığı, arasına yöresel ekşi elma reçeli koyarak yiyeceğiniz ve de bayılacağınız enfes pankeklerin mucidi. Güler yüzlüydü, inceydi, her şeyden önce tüm bu davranışlar içtenlikli ve samimiydi. Dönüşümüze, bize rezerve edilmiş gerçek odamızı hazırlatacağını söyledi. İstemedik. Biraz yük olacağımız düşüncesi ama temelde büyük bir nezaketle sabah bize açılmış odadan da şikayetimiz olmadığı için... O içtenlikle bir misafir ağırlar gibi ısrar etti. Dönüşte o odadaydık.


Çağın olanaklarının da içinde olduğu, uzun yaşanmışlıkların izleri her köşesine sinmiş, temel dokusunu yitirmemiş, arada bir bastığınız tahtanın gıcırtısında eskiye döndüğünüz, işletmecilik anlayışı muhteşem, temiz, tüm çalışanların sizi mutlu etmek için ellerinden geleni artlarına koymadığı... aklınızın, çoğu yiyecekte kalacağı yerel tatları da içinde barındıran çok zengin kahvaltısı olan, konumuyla tüm tarihi alanlara yakın ama aynı zamanda da ana cadde gürültüsünden uzak şahane bir konak burası.


Odamızın hikâyesi de manzarası da güzeldi ayrıca. Konaktan ayrılmadan önce sahipleri çift ile yaptığımız keyifli sohbet sırasında odamızın konağın oturma odası olduğunu, babaannenin sedirde oturup gün boyu dışarıyı seyrettiğini, dedeninse köşede oturup, kahvesini içerken televizyon izlediğini öğrendik.

Kastamonu katmanlı bir tarihi satır satır önünüze akıtan muhteşem bir şehir zaten, yüzelli yıllık, 14 odalı Kadıoğlu Konağı da bugünden kopup geçmişin izleri ile dolu bu şehirde, güncel hayatın tüm kirliliklerinden uzaklaşacağınız bir geçmiş yolculuğunun tamamlayıcısı olarak doğru bir seçim.


Eğer düşerse yolunuz Kastamonu'ya Kadıoğlu Konağı'nda kalın. Bir konakta olduğunuzu da unutmayın ama! Bir süreliğine kendinizi çağın olanaklarından uzak tutun. Bir volüm kısın sesleri. Sadece konakta dolaşan kadim yaşanmışlıklara kulak verin. Duvarlar ses geçiriyor diye şikayetçi olmayın, sessizliğe katkı yapın. Unutmayın, burası güzel ama çok güzel elden geçirilmiş, özü kaybolmamış korunmuş, huzurlu ve kadim bir konak. Onu bugünün sözleri ile asla yargılamayın. Rahat yataklarının ve lezzetlerinin tadını çıkarın.


*Garajlardan şehire yine garajların içinden kalkan yeşil renkli halk otobüsleri ile kişi başı 2TL'ye kolayca ulaşmak mümkün.

Kastamonu pastırması ile şahane bir lezzet seyahati için buradan lütfen

17 Haziran 2016 Cuma

Sinemamız açılmamak üzere kapanmıştır

Tıfıl çağların okullu aşklarından birinde, bir sinema salonunda, ellerinizdeki sıcak sanki yüreği gibidir. Yoksa çalan şarkı mıdır, tetik tetik vuran bütün hücrelerinizi; ''Ne yaparım ben şimdi,'' dediğinde Asya...

Selvi Boylum Al Yazmalım


Sinemanın, televizyonun etkisinde bir duraklama dönemine girmediği, insanların şık giyimlerle, kadınların özenle taranmış ya da kuaförden çıkmış saçlarla geldiği, sezonluk kombinelerin alındığı 70 li yılların başlarında; filmlerin ilk gösterimlerine (bir anlamda galasına) sahne olan cumartesi 18 seanslarından birinde, aileye o gün eksik birinin yerine eklenmiş bir ufaklık olarak izle-yeme-miştim filmi... Bu ambiyans her ne kadar egolarıma gaz verse de, ailenin sınıfsal bir sıçrama yapması arzusuyla yanıp tutuşan ''en amcamın'' tutkunu olduğu, az uzağımızdaki kalabalıkta duran; siyah saçlı, siyah elbiseli sevgili hayaline de abone olunduğunu hissedebiliyordum...

İtalyan Usulü Soygun


2001 ekonomik krizinin ortalığı karmakarış ettiği can sıkıntılı bir günde okulu asmış çocuk gibi işleri olduğu yerde bırakıp bir öğleden sonra sığındığım sinemada, tek başıma izlemiştim filmi... Benim, o gün müthiş bir terapi ile güven yükleyerek sinemadan hayata çıkışımı sağlayan, bana hissettirdikleri ve üzerimde yarattığı olumluluk etkisiyle unutamayacağım bir film olmuştu.

Cahil Periler


Kızlı erkekli konserde, bir yazımda ''kiminin bir konser salonunda bütün sıcaklığı ile omuzuma düşen baştaki içten, saf romantizmini... sevdim,'' diye söz ettiğim kız, özellikle benim yamacıma denk getirilmişti, ve gecenin geç bir vaktinde onu eve bırakma görevi de bana yüklenmişti. Bundan şikayetçi olmuş muydum? Tabii ki hayır. Uzun süre kalabalık bir grup halinde yürüdüğümüz konser çıkışında, o gün ve bugün hâlâ şehrin en güzel kadınlarından olan kişinin önerisiyle kapı zillerine basa basa yürümüştük, hem de camlara çıkıp bas bas bağıranları en masum cümlelerle başka kişilere yönlendirerek...

Konser, hayatımızda izlediğimiz ilk yabancı grup konseriydi. Ve siyasetin kanlı bıçaklı günlerinde aksi gibi karşıt görüşlü grupların hakimiyetindeki bir bölgedeydi konserin sahnelendiği sinema salonu... Ama gerekli önlemler fazlasıyla alındığı için, hiç giremediğimiz bu bölgede herhangi bir kazaya da uğramamıştık.

Evvel Zaman Önceki Bir Konser Gelince Akla


Sinema, karanlık salonda bir gerilim filmine nefesi tutulmuş insanları tıfıl bir fırlamalıkla, en arka koltuktan tahta koridora bırakılmış kola şişesinin yuvarlanırken çıkardığı tıkırtıyla hoplatmaksa... Okuldan tüyülmüş bir filmden çıkmış evinize giderken, bütün yürüyüşünüzü, evde yemek yiyişinizi, yatışınızı, dağın başında yaktığı ateşte fasulyesini pişirip kahvesini içen kovboya döndürmekse...

Dışarıda lapa lapa kar yağarken, bir sinema salonunda birbirinizin sıcağına sarılmış, filmin her karesinin kendi ruhunuzda açtığı ufuklara teslim, aynı patlamış mısırı aynı kola ile pay etmekse... Soğuğun sizi hâlâ sinema koltuğunda kalmış sıcaklıktan uyandırmasına izin vermeden, yine de üşümüş ve sokulgan adımlarla gittiğiniz kafelerde memleket üzerine bilmiş bilmiş tahliller yaparken; aslında aşkla sevdiğiniz, bunu her ikinizin de bildiği ama söyleyemediği sınırda sevgililerin, zamanı durdurmak isteyen nefes nefese sohbetleriyse... 

Bir an gelir fark edersiniz ki, bir zamanlar siz de bir oğulsunuzdur. Bir gün, sıcak bir el elinizde, karanlık bir sinemada tarifsiz duygularla bir ilk film izlemişsinizdir. Sonra, yıllar yıllar sonra, bir oğulun ellerinin sıcağı ve sığınmışlığı avuçlarınızdadır. Yan koltukta, karanlığın tedirginliğinde, o mekândan çıkma arzusuyla perdedekilerin renkliliği arasında sıkışmış bir kalbin attığını fark edersiniz. Yüreğinizde sıcacık bir şefkatle yüzünüze hüzünlü bir tebessüm çöker. ''Cinema Paradiso,'' budur işte!.. Hiç bitmeyen mutlu bir şarkı. Bugün, cüzdanıma yer etmiş notları ayıklarken elime iki kişilik bir bilet geldi; Konakplex, salon 2 , 7.sıra, yer no 7 ve 8... Üzerine 22.04.2006 Vahşi Doğa diye tarih atılmış... Bu, küçük oğulun sinemada ilk film izleyişinin bileti... Şimdi! Sadece aradan geçen iki yıl sonra; o çocuğun, kendi beğenilerini oluşturan bir kimlik olarak, kendi inisiyatifiyle bir sinema sitesinde profil oluşturup kendi filmlerine yorumlar yapıyor olmasından daha başarılı ne olabilir ki? Bir baba için...

Hiç Bitmeyen Mutlu Bir Şarkı 

Bir kaç kuşak için derin anıların mekânı, yerel gazetelerin Konak adını baz alarak 42 yıllık dediği aslında 60'ların başında Emek adıyla açılmış, bana tıfıl çağlardan itibaren çok şey öğretip hayatıma muhteşem anılar katan  Konak Sineması'na şükranlarımla...

27 Mayıs 2016 Cuma

İftarlık Gazoz

04/02/2016

Filmi izlerken çok iyi bildiğim bir dünyadayım. Olağanüstü bir Cem Yılmaz var perdede. En çok onunla ilgili cümleler kuruyorum. Büyük adam. Hokkabaz'dan sonra bir kez daha, dokunaklı, içe oturan, boğazda bir yumru ile kahkahalar arasında gidip gelinen muhteşem bir film. Olağanüstü bir sinema serüveni. Üstelik de Kars'tayız. Şehir Sinemasında. En keyifli akşamlar hanesinde bir çentik daha.

Hikaye çok  sağlam, gerçeğin ta kendisi. Tıpkı o yıllar. Afiş akşamlarının yaz kokulu saatlerinde gelip geçen polislerden sakınmak için saklandığımız duvar arkalarındayım. Okan Efe Parlar müthiş. "Abi sen sahi misin?" diyesim geliyor; o ağlarken, bunalırken, tereddütler yaşarken, nefsi ile mücadele ederken ve kan ter içinde kalırken... Berna rolünde Greta Fusco şahane. Adını hatırlayamadığım büyümüş Berna ise  mıhı çakıyor kesinlikle.

O tutuyor diye bırakamıyorsan orucu. Küçücük bedeninle çekiyorsan tüm ızdıraplarını. Bunun adı aşktır, abi. Hem de tüm efsanelerdekinden daha büyük bir aşk.

Görüntü yönetimi, oyuncu yönetimi, müzikler, filmin renkleri, mekanlar, döneme dair ayrıntılar, arada kalmışlıklar, insani çelişkiler, komiklikler ve hüzünler, ustalara saygı göndermeleri, muh-te-şem.

Ve anne rolünde Ümmü Putgül. "Ablam be içimizi ne dağladın." deyip başka da bir şey diyemiyoruz.

O ne final öyle! İki "sıradan" sahnede bir büyük aşk ve evlat acısı ancak bu kadar yüreklere yer ettirilebilirdi. Ettirdi. Göz uçlarına ancak bu boyutta damlalar dizebilirdi. Dizdi.

Sadece mimik ve simgelerle bitiyor film.

Biriktirilmiş ve de saklanmış, finalin yıldızı gazoz  kapaklarını görünce; göz kapaklarının önüne set koyabilenler, sözde çaktırmadı. Tutamayanlara helal olsun.

18 Mayıs 2016 Çarşamba

Dalga Köpüğü Kadar Hafif Şahane Bir Sabah

 Temmuz 2015

Uzun uyumuşum. Uyandığım saat mevsim normallerini epey geçmişti. İlk uyanma esnasında dışarı baktığımda güneş, erken vakitlerin biraz üzerinde bir yerdeydi ki normalde o saatlerde ben kalkar, kahvaltıya dalardım. Bu kez iyice relaks hale gelmiş beynim sayesinde, bi güzel kadını hayal ederek vurdum kafayı.

Derin uyumuş, güzel rüyalar görmüşüm. Uyandım ki saat o...oooooo olmuş.


Mutfağa daldım. Geceden bırakılmış bulaşıklara bu kez hiç dokunmadım. Çöp kutusu ağzına kadar doluydu. Onu toparlayıp dışarı çıkaracaktım ki ne göreyim; altından sızdırıyor. Sakinliğimi muhafaza etmeyi başardım. Önce bağlayıp dışarı aldım, sızdırma merdiven taşlarına da değince, yine aynı sakinlikle bi poşet daha geçirdim ve kendisini istirahate bıraktım. Bunla kalmadım; çöp kutusunu da deterjanla bi güzel yıkadım. Balkona atıp kuruttum. O esnada güvece giriştim.

Şimdi uzun uzun anlatmayacağım tabii ki. Ne kullandım, nasıl yaptım, kaç dakika fırında tuttum gibi. Çünkü, mektubun an itibari ile büyüklüğüne bakınca varacağı yeri tahmin edebiliyorum. Hafazanallah yani.

Bu arada kitap ile ilgili izlenimleri merakla bekliyorum. Yalnız sonuç ne olursa olsun, o kitabın reklamı ile karşılaştığımda, kapağından ve isminden aldığım hoşluğun, kafamda şekillendirdiklerinin tadını hiç bir zaman unutmayacağım, çok keyifli idi. Fakat bunda kurduğumuz gezi hayallerinin ve kalınacak yerlerin -hayali- görsellerinin etkisi büyük. Konstantiniye Oteli ya!

Çok keyifle yedim yaptığım güveci. Kurduğum hayaller ve güvecin değişik versiyonları üzerine tıp durumu alacağım.

Daha önceki paragrafta da belirttiğim üzere hiçbir fren sistemi an itibari ile beni durduramaz. Ancak ve ancak kendim kendime engel olabilirim ki o irade de sanki mevcut bende. Sadece devreye girmesi önemli. Bakacağız artık. Lakin bu gayretin sebebi şu tatil gününün tamamını ekran başında mektup okuyarak geçirtmemek içindir. Kaygılıyım yazarken vallahi.


Bu akşam ve sabah gördüm ki ve üzerine düşündüm ki ve hissettim ki ben yazı yazmayı çok istiyorum. Hayalimden bir sürü başlık altında bir sürü yazı yazıyorum ama bir sabırsız ve tembel yanım da var işte.

Güveç kaynayacak ben gevezeleştikçe. O nedenle sadece fotoları koyacağım ve bu arada bir de küçük not vereceğim: İlk lokmayı aldığımda, yumurta koymayı unutmuşum iyi mi. Sonra kırdım. Gecikmenin verdiği bir tık az pişme hali olsa da sonuç süperdi. Sanki sadece fotoğrafla bırakmayı planlarken epey sır da verdim, çenemi tutamayıp.

Buna özlemek diyoruz sanki, muhtemeldir ki çooooooooookkkkkkkkkkk geveze olacağım yakın bir günde.

14 Mayıs 2016 Cumartesi

Sürmeli Köyü

Orda Bir Köy Var

Ekolojik tarım ve tohum takas şenliği ile yerel yemekler yarışması vardı geçen pazar günü. Şenlikliydi köy. Usule uygun çaldı davul zurna. Pazar yerinde her zamanki ürünlerin yanı sıra ev yapımı yiyecekler de vardı. İzinliydi bu konuda tezgahlar, hem şenlik hem de yemek yarışması nedeniyle. Bayıldık mesela en sevdiğimiz tezgahlardan birindeki kıymalı böreğe, peynirli maydanozlu poğaçalara, elmalı pastalara, tuzu varla yok arası kıyır kıyır çörek otlu küçücük simitlere ve de hayatımızda yediklerimizin en güzellerinden biri olduğu konusunda mutabakata vardığımız asma yaprağından sarmaya. Oturduk korudaki standart masamıza, söyledik çaylarımızı.


Biz bu köye, bu köyün pazarına, hatırşinas ve de güleryüzlü insanlarına bayılıyoruz. Geçen yılki Cumhuriyet Bayramı ertesinden beri hiç bir pazarı eksik bırakmadan buradayız. Pazar kahvaltılarımız o günden beri ağırlıkla köyde. Üç farklı gözlemenin yanına tereyağlı yumurta, bi de semaver çay ekledik mi ne âlâ. Arada bir kahvaltı tabağı da alırız mesela. İçinde gözleme, reçel, peynir, zeytin, tereyağı, mevsim yeşillikleri, pişmiş ya da tercihinize göre sahanda yumurta olan bir menü. Domateslerimizi, salatalıklarımızı, biberlerimizi de getiririz yanımızda. Malumu üzere burası doğal ve organik ürünler cenneti, yaz sebzeleri yaza. Kışın çay ocağının sıcağında.. baharla birlikte de küçük korunun kadim ağaçlarının altında keyiflidir Sürmeli Köyü'nde kahvaltı.


Korunun bir ucunda ateş değirmeni var mesela; koruya da adını veren Hasan Aga ismi ile müsemma.  Öğretmen, aynı zamanda da fotoğraf sanatçısı olan Hüseyin Turgut'un- ki kendisi de o köyde doğmuş büyümüş- Orda Bir Köy Var adlı fotoğraf sergisini görmek için gittiğimizde köyün kahvesine, sormuştuk "Nedir bu ateş değirmeni?" diye.  En efsane Sürmeli fotoğrafını çeken en bayıldığım yol arkadaşımın o gün,  "Sait Faik gibi çıkmışsınız hocam" dediği Kazım Hoca yanıtlamıştı soruyu: Meğerse Amerikalıların Marshall planı çerçevesinde hibe ettikleri bir değirmen türüymüş kendisi. Mazotla çalışıyormuş, bacasından çıkan ateş nedeniyle böyle kalmış halk arasında adı. Sohbete katılan ve de sergi fotoğrafları tümüyle onların portrelerinden oluşan kahve efradının gözlerinden işitmiştik bizzat o günlerin tadını. Çok tatlıydılar. Nasıl da heyecanla katıldılar.


Bu değirmenlerden diğerinin adı ise yazık ki torunlardan gelen -inatçı- bir talep nedeniyle değiştirilmiş. Bu hafta yeni adla görünce, üzüldük açıkçası. İçimiz acıdı. Kurucusu dede yerine değirmenle hiç alakası olmayan oğlunun adı vardı artık tabelada. Bu durumu, orada olması gereken adı tarihe kayıt düşmeyi de boynumun borcu bildim. Bizim için orası gerçek kurucusunun lakabı ile güzel. Muhteşem bir hoşluk ayrıca. Hemen okulun yanında olması itibari ile de ilk sınıflarındaki çocuklar için ne güzel, ne hoş, ne tatlı bir rastlantı.


İnanılması zor ama, köye ait en efsane fotoğrafı da bizden biri çekti. Pazara katılan bir kaç köylü dışında kimselerin gelemediği karlı günlerden birinde. Hafif bir rampayı çıkarken yolun sağında gördüğümüze inanamadık önce. Bu coğrafyanın belli bir kaç yeri dışında ve özellikle doğal ortamda görülmesi pek mümkün değil de ondan. "Geyik!" dediğimde gözler sağa çevrildi. Hafif bir tümseğin üzerinde, yoldaki aracın geçmesini bekleyen yaya gibi duruyordu. Biz de durduk. Göz göze geldik. Olağanüstü şaşkındık. Biraz da ürkeklikten, rekora giden üç adımcı aralıklarıyla geçti yolu, atlayıverdi çitin üzerinden. Şu alemde telefonunu en hızlı o çekebilirdi ve çekti. En bayıldığım yol arkadaşım benim. Efsane fotoğrafların sahibi.


Bir de köyün Kirkittepesi var. Ne var ki bunda demeyin, bir dinleyin. Yamaç paraşütçüleri için efsane bir nokta. Sertifika almak için atlayış yapmaları gereken dört yamaçtan biri. Paraşütçü olmayanlar için de muhteşem bir manzara. Eski bir Rum köyü Sürmeli. Dolayısı ile Yunanistan'dan gelen mübadillerin köyü. Geldiğimiz ilk gün dolaşırken köyü ne hissettiysek aradan geçen 7 ay sonra da aynı hisleri taşıyoruz. Seviyoruz yani Sürmeli'yi. Çok seviyoruz hem de!


Yolda gördüğünüz herkes selamlıyor sizi. Hoş geldiniz diyor gülümseyen gözlerle. Taş evine ve bahçesine bayıldığımız evin sahibesi teyze çay içmeye çağırmıştı mesela bizi. Bahçesindeki 80 yıllık inciri göstermişti gururla. Neredeyse 100 yıllık bir başka şahane eve bakmak için gittiğimizde taze çırpılmış ayranlar gelivermiş, yumurta ve pansiyonculuk üzerine sohbet ederken de evin oğluyla, anneden gelen tereyağlı yumurta teklifini teşekkürlerimizle kabul etmemiştik..


Geniş ve yeşil alanlarda, dere boylarında, korularda ve sürprizler sunan yollarda güzel bir hafta sonu geçirmekse arzunuz Sürmeli'de olmalısınız. Çocuklarınızın yaşama, canlıya, doğaya dokunmaları, keyifli kahvaltıların yanı sıra sağlıklı ürünlerle beslenmeleri adına da olağanüstü fırsatlar sunuyor Sürmeli.

Köyün herhangi bir yerinde bir ağacın üzerinde ya da bir çalılığın kenarında alemin en sevimli sincapları ile karşılaşmanız mümkün. Özellikle yavru sincapları bir şey yerken izlemek eğlenceli. Bir balıkçıla rastlarsanız tarlalardan birinde, sakın şaşırmayın. Üstelik leylekler de geldi. Havada görün!

Gözleme evinde pişmiş sıcak, tereyağlı gözlemelerle güzel bir  kahvaltı, temiz bir hava, sağlıklı ve de eğlenceli bir hafta sonu için her şey var burada. Lezzetli yoğurtlar, misss gibi tereyağları, pastaymışçasına buzdolabına dalıp sürekli atıştırma hissi duyacağınız peynirler, taze sağılmış sütler, şahane köy ekmekleri, salçalar, turşular, erişteler, reçeller, taze köy yumurtaları, pırıl pırıl sebzeler, şahane köy tavukları almak için, ekolojik tarımın aşama aşama ilerlediği, sürekli eğitim alan, üniversitenin desteklediği köylülerin pazarına gelin. Asla pişman olmayacaksınız.


Ekolojik Yaşam Bisiklet Derneği şenlikteydi, geçen hafta sonu. OMÜ Bafra Meslek Yüksek Okulu öğrencileri tohum takas standı kurmuşlardı.  Laf aramızda biraz da hemşehri sınıfına terfi etmenin avantajıyla protokolden bile önce tadıverdik yöresel mutfağın yemeklerini. Çaktırmadan. Sağolsunlar. Mamalika ve kaçamak bilmediğimiz yemeklerdi. Polentaya benzer bir hamur ve ona eşlik eden salçalı yumurtadan oluşan kaçamak muhteşemdi.

Ve.. ve.. ve Hüseyin Abi. Şahane adam. Şenliğe katılan Vali, komutanlar ve belediye başkanlarının hepsinden daha protokol adamı. Yukarı köylerden birinden gelmiş şenliğe. Giymiş takım elbisesini. Elinde çiçeği ile kırmadı ricayı verdi pozunu. Günün adamıydı. Oy birliğimizle.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP