30 Eylül 2009 Çarşamba

Şeytan Marka Giyer...



Merly Streep'in bugüne kadar canlandırdığı tüm (naif) karakterlere göre oldukça değişik; tam anlamıyla, alışılmış Merly Streep rollerinden çok farklı, (tabiri caizse) ters köşe bir rolü olağanüstü bir oyunculukla kotardığı filmdir.

Oyuncu bu filmde, yönetici bir kadının profesyonel dünyanın kariyer savaşlarında üstlendiği (negatif) kimlikle insan ve kadın yanı arasındaki derinlikleri, çelişkileri ve vazgeçişleri göz önüne seren Miranda Priestly karakterini son derece başarıyla canlandırır.

Şeytan Marka Giyer, içeriden de çok iyi bildiğim bir dünyayı çok hoş ve kendi atmosferine yakışır bir renklilikte anlatmayı başaran keyifli bir filmdir.

Anne Hathawey'in, canlandırdığı Andy Sachs karakterini çok başarıyla oynaması da elbetteki filmi olumlu yönde etkileyen ve her iki karakterin de aslında temelde aynı, ama son tahlildeki tercihleri konusunda farklı duruşlarının ve kararlarının sorgulanması anlamında filme çok şey katar.

Ama ne olursa olsun; çok renkli moda dünyasının çok farklı bir boyutunu göz önüne seren bu filmin mihenk taşı bence, yine de Merly Streep'in oyunculuğudur. Onu çekip aldığımızda, belki de filmden bir şey kalmayabilir geriye!

Şu Şarabı Kastederek 'Yormuştum'...

Sevgili Evren'in Pazar Sayıklamaları başlıklı yazısını okurken ve özellikle de yazıya koyduğu resime bakarken kafamda şekillenen bir anla ilgili olarak, şu yorumu yazmıştım evvel zaman önce:  

Ayrı ayrı da çok güzel iki üzümün biraraya gelmesiyle ortaya çıkan (kupaj) şarabın lezzetinden yola çıkarsak; bir de, aşağı yukarı Akdeniz ülkesi peyniri tadından hareketle -ki yazı akla ilk İtalya'yı getiriyor- menüyü de şekillendirince insan... bütün bu ambiyansın içindeki kadın ve adamın şahaneliğini de varsayınca akıl, resime bakıp, şöyle bir tahmin yürütüyor:

(Aşk'ın) tüketilmiş tüm anlamlarının ötesinde bir adlandırmayla yaşanan bir şeyin gözünden döküyor adam sözcüklerini ve sevdiğini söylüyor gözleri... Öyle bir ifade ediş ki bu; sadece bir bakışa yüklenmiş, içinde herşey olan çok şey... O öpücük de herşey...


Ve gerçekten yaz boyu çektiğim yazma kısırlığını ifade eden: Uzun zamandır yaz tatiline girmiş aklım çalışmaya başladı sankim yeniden... cümlesini de kurmuştum.

Meğerse, bütün ünlü yazarlar yaşarmış benzer sorunu. Hatta Mussano'ya serzenişlerimi ifade ederken; onun, şimdi adını hatırlayamadığım bir ünlü yazarın aynı sıkıntıları ifade eden sözlerini bir derste okuduklarını ve üzerine tartıştıklarını söylemesiyle de koltuktaki oturuşumu, şahane bir keyifle yeniden biçimlendirmiştim.

Sonra bu yazamama halimi; bir ''ABİNİN'' çok sevdiğim birisine,  o anki ruh hallerini fark eden ve onu çok seven bir düşünüşle ifade ettiği :'' Artık yazmasan da biraz yaşasan''... cümlesiyle anlamlandırmıştım. Bu söze sırtımı dayayıp Sanırım yaşarken yazılmıyor. Tembelliğim ondandır diyerek, tembelliğe gerekçemi bulmuştum.

Gerçekten de şöyle bir bakınmış aleme, ihmallerimi görmüş ve şu cümleleri dökmüştüm: Uzun zamandır ne yorum yazmışım ben, ne de yazı... Hazır klavyeye dokunmuşken düşeyim dedim akıp giden zamana notlarımı... Biri bana dur desin artık.

İşte tüm bunları bana yazdıran ve düşündürten: Şapşahane kadınla, şapşahane bir yaz akşamında, usul bir rüzgarın yalayıp geçtiği mumların ışığında, onun hazırladığı enfes İtalyan Mutfağına ve muhteşem sohbete eşlik eden, o ana derin keyifler katan, ve tam da bekler her şarap belli bir anı deyişine yakışır bir şıklık sunan Diren'in fiyatı da oldukça makul şarabı Collection Syrah'dı.

Şiddetle tavsiye edilir.

Ve elbette şu şarkıyla birlikte...

28 Eylül 2009 Pazartesi

Saflık Evriliyor!

Dün keyifli bir yolculuk yaparak Mussano'yu ve eşyalarını yeni ders yılı için okulunun olduğu şehire götürdük. Son iki yolculuğa Tırtıl da katılıyor. Yol boyu elbette bir sürü komiklik yaptık. Espriler uçuştu arabanın içinde ve mola yerlerimizde keyifle tıkındık, önceden planladığımız yiyecekleri...

Mussano'yu evine yerleştirip dönerken, arabanın arkasına yayılan Tırtıl bütün bir alanda hükümranlığını ilan ederken, bu kez de önceden listelediği yerlerden geçişlerimizde mutlak surette uyandırılmasını emretti bizlere...

Favori yer, 5. Ana jet üssünün bulunduğu coğrafya: Gece uçuşundaki uçakları yıldızlarla oynaşırken izlemek gerçekten çok keyifli...

Bir güne sığdırılmış bu amca, baba ve Tırtıl'dan müteşekkil ekibin dönüşünde; daha önce saflık yazımda algı kirlenmesine vurgu yaptığım örneğin bir başka türlüsünü, aslında yaş ilerledikçe çevreden beslenen algının nasıl şekillendiğini ortaya koyan güzel bir örneğini, 8 yaşında bir çocuk olmanın pozitifte ve iyiniyette süregiden ve henüz kirlenmemiş seçiciliğini göze sokan hoş bir ders daha aldık.

Uyanıp uyanmalar arasındaki bir boşlukta Tırtıl, ''canım sıkıldı, hadi yarışma yapalım'' dedi.

Arabayı kullanan amca olduğu için, görev bana düştü.

Soru alanlarını Tırtıl belirliyordu.

Coğrafya seçtiğinde coğrafya, müzik dediğinde müzik, spor dediğinde spor soruları soruyordum.

Arada bir, direksiyondaki amcanın kafasının üstünden işaretlerle verdiği tüyoları yakalasam da, onların dikiz aynasından kurdukları iletişimi farketsem de, tüm bu durumu görmezden geliyordum. Bu durumun enayisi olmayı kendime yediremediğim için de: Tırtıl'ın, aldığı tüyoyu ben çakmayayım diye yarattığı bekleme sürelerinde ben, yanıt verme süresinin bittiğini işaret eden sesi çıkarıp, onun yanıt verme hakkını gasp ediyordum. Dolayısıyla puan kazanamıyor, ama itiraz da etmiyordu. Belki de işledikleri suçun algısındaki saflığa toslaması sonucu edemiyor, suçu kabulleniyor ve susuyordu.

Buraları, bu oyunbazlığımızı 'akıp giden zamana not' olarak fazla uzatıp da okuyucuyu yormadan hemen sadede gelebilirsem eğer -ki gelebildim- olay şuydu: Tam da bir Akpet benzin istasyonunun önünden geçerken, aslında Akp ile ilişkilendirdiğim kirli bir yanıtı kafamda oluşturarak şu soruyu sordum: Akpet nedir ?

Tırtıl'ın bir süre düşündükten sonra, sorudaki hinliği de farkederek verdiği yanıt çok hoştu: Beyaz hayvan!

Algı anlaşılıyor ki fırlamalaşmaya başladı. Ama hala masum!

Bakalım ne zaman kirlenecek?

Mi?


Görsel: Zachod Slonca- Videlec.org

25 Eylül 2009 Cuma

Kefaret (Atonement)

Filmi izlemek için gittiğimde, ne yazık ki tek kişi için oynatmayan bir sinemaya denk düşmüştüm. Kesinlikle görmek istediğim bir filmdi ve tıpkı çocuklukta kapaklarına bakarak aldığım plaklar gibi, beni yanıltmayacağından emindim. Sabırla ikinci kişinin gelmesini bekledim. (Aslında gelen olmasa 2 kişilik bilet alıp girmeyi kafaya koymuştum.) Sonuçta, başlamasına 3 dakika kala yeniden salona geldiğimde 2 kişinin daha geldiğini müjdeleyen ve filmi çok beğendiğini söyleyen gişedeki kızın heyecanı için bile değmişti aslında...

Bunları neden anlattım; bazen çok nitelikli filmler bile, ne yazık ki gözden ve gönüllerden ırak kalabiliyor.

Kefaret; izlediğim en güzel aşk filmlerinden biridir. Hem tutkulu bir aşkın iki tarafının acılarını hem de karşılıksız seven bir kalbin muhafazakar aklının, (belki de bilinç altının) bir tanıklık anını 'görmek istediği biçimde' gören gözlerinin, nasıl kıskançlık bedelleri ödettiğini önümüze serer. Diğer bir yandan da, aşkla çarpan bir kalbin sonuçta ne olursa olsun ince, iyi ve aşka saygılı olduğu gerçeğini: O kalbin, iki insana karşı nasıl bir kefaret ödediğine tanıklık ettiğimiz, göz pınarlarımıza damlalar sıralayan final sahnesiyle simgeleştirir.

Aşkla sevmeyi ve tutkuyla bağlı olmayı sessiz soluksuz, ama sayfalar dolusu anlatılarla anlatılamamış bir derinlik ve güzellikle, ve muhteşem bir erotizmle anlatır Kefaret. Cecilia'nın (Keira Knightley) içinden çıktığı havuzun suyuna Robbie'nin (james Mc Avoy) tıpkı bir tene dokunur gibi saklı, çekingen, arzulu ve sevgi dolu dokunuşuna yüklenmiş sınırda ve coşkulu bir heyecanı olağanüstü bir estetikle yansıtan, birini sevmek işte budur dedirten sahnesi bile, tek başına bir filmdir.

Kefaret aşk temalı bir film olmakla birlikte, aynı zamanda dönemi (savaşı) bütün sosyal yıkımları ve tahribatlarıyla birlikte fon olarak kullanır. Sinema tarihinin en güzel savaş sahnelerinden birine sahiptir. Tek bir açıyla koca bir tahliye alanını, onca insanı ve gemiyi öyle güzel bir saatte ve öyle bir halde resmeder ki; şahanedir.

Muhteşem kurgusu, ritmi, görselliği, Dario Marianelli'nin ip uçları veren tıkırtılarla yüklü olağanüstü müzikleriyle birlikte sinemayı ve aşkı sevenlerde derin izler bırakır. Bir aşkı anlatırken, sınıfsal çelişkiler, paranın gücü ve ahlakı üzerine cevaplar da veren, kıskançlık, sevmek, utanç gibi bir çok duygu üzerine düşünce fırtınaları yaptıran ve aldığı her ödülü, her saniyesindeki samimi anlatımıyla sonuna kadar hak eden, kıpır kıpır bir heyecanla izlenen, muhteşem bir filmdir.

Bence!

24 Eylül 2009 Perşembe

Dili Eşşek Arısı Soksun. Ya Da...

Anlar vardır herşey tersine gider.

Kastedilmeyen anlamlarında çıkar sözcükler...

Çünkü o an, uygun değildir bir diğeri için.

Kaçınılmaz bir şekilde konuşma ilerler...

Haklı olarak taraflardan biri, kendi halinden çoşkusunu paylaşmaktadır o anda ve aldığı yanıtlar bekledikleri değildir.

Oysa söyleyen de onları, anlaşıldığı ya da anlaşılacağı anlamlarda söylememiştir.

O anki takıntıların dilinden dökülür sözcükler, o anının hissiyatındandır tonlamaları.

Bir çuval incir berbat olur.

Sonra düşünülür, düşünülür, düşünürsün... Üzülünür, üzülür.

Anlaşılır.

Hak verilir!

Üzülünmüştür.

Üzüntü sürekli büyür.

Keşkelerle birlikte şunlar denir her seferinde: ''O konuşma ya hiç olmasaydı, ya da bir şekilde erteleyebilseydim daha sakin bir zamana...'' Bu hep olur!


Konuşma anlarında elden gelen yapılır, an'dan çıkmak için.

Ama çıkılamaz!

Ok yaydan çıkar. Kepenkler iner. ''Anlamlı'' bir inat şekil bulur. Karşıya bir şekil koyulur. Beklenen yanıtlar liste olur. Bakış noktası kendindendir ve ötekinin keşkeleri görünmezdir.

Oysa beni benimle bırak bağrışları farkedilmez değildir.

Vurulamaz nedense dile bir kelepçe...

Koca bir 'an pişmanlığının' sevgisi ve şefkati heba olur.

Çekilen sızı ve farkediş görünmezdir.

Kemale erdikçe; daha dikkatli davranılsa da, daha özenli olunsa da, faydası yoktur?

İnsan çoğunlukla kendi beninden bakan bir görmezdir.

Anlamak için dinlemez!

Dinlemek için (yüreği) susmaz!

22 Eylül 2009 Salı

Tarantino Filmlerini Sevmemin 5 Nedeni





Inglorious Bastards sonrası gözden geçirdiğim nedenler:

1-Çoğu sinemada, salonun %80'ninin aklından en az bir kez filmi terketmeyi geçirmesi ve %20'sinin bunu uygulaması... Geri kalanlarınsa param yanmasın mantığıyla izlemeye devam etmesi...

2-Bunun çoğu kez sebeplerininse:

Daha önce hiç Tarantino filmi izlememiş olmaktan kaynaklanması. Dolayısıyla izleyenin onun tarzı olan uzun ve keyifli diyaloglara yeterince dikkat etmemesi, şiddet sahnelerinden tiksinmesi, ince ayrıntılar ile ironileri kaçırması ve filmin -özellikle- sonunda nasıl trajediler yaşanabileceğini kestirememesi.

Ayrıca sinema konusunda gerçekliklere ve mantığa haddinden fazla bağımlı bir toplum olduğumuzdan, gerçek dışı bir tavırla karşılaştığımızda bunu bir türlü kabullenemememiz. Halbuki sinemanın amacı bu! (Hiç olmayan bir Recep İvedik karakteri bize makul geliyor da, Hitler'in farklı biçimde ölmesi mi sorun oldu yani? -Belki de hiç böyle bir karşılaştırma yapmamalıydım! )

3- Tarantino'nun temel kurgu olarak sürekli aynı çizgide filmler yapıp, yine de her yeni filmine bir-iki farklılık sokmayı başarabilmesi. En önemlisi de filmlerini hiçbir ticari kaygı gütmeden, tamamen keyif alarak yapması. (Ben yahudi propagandası falan anlamam!)

4-Her karektere onu en iyi canlandıracak adamı genellikle şıp diye bulabilmesi. (Son bomba Christoph Waltz)

5-Zaten senaryo anlamında buram buram yaratıcılık akan filmlere, bir de teknik açıdan el atması. (bkz: Rezervuar Köpekleri- Filmin açılışında yemek sahnesindeki ve İnglorious Bastards- Rehin alınan bir Alman subay, Aldo Raine (Brad Pitt) ve çevirmenin konuşması sırasındaki kamera hareketleri...)

20 Eylül 2009 Pazar

Bayram Şekerlerim



Bayramın benim açımdan hoşluklarından biri de geleneksel mezarlık ziyaretleridir.

Küçücük bir çocukken hiç görmediğim ama adını ikinci adım olarak taşıdığım amcanın mezarıyla başladı her şey...

Sonra amcaya dede ilave oldu, sonra ona ilave baba, ona ilave öteki dede, ona ilave babaanne, ona ilave dayı, ona ilave en amca, ona ilave anne, ona ilave pervazsız ilk gençliğimin enn sırdaş amcası...

Bir de ziyaret kafilesine ilave olanlar var tabi ki; bir sırık oğlan, sonra ona ilave bir sırık oğlan, sonra bir oğlan bir kız, sonra bir sırık oğlan daha, ikizler, daha küçükler falan diye uzayıp giden bir yeni nesil...

Artık eskisinden çok daha kalabalık bir kafileyle gidiyoruz mezarlıklara ve içimizde onların hiç birini görmemiş olanlar ağırlıkta...

Ama çok önemli bir şey var ki; anlatılanlar, kendi aralarımızdaki konuşmalar, fotoğraflar, yeni kuşaktan çocukların meraklı soruları, kendilerine koyulmuş adları, dolayısıyla sohbetlerimiz; onların hepsini canlı ve var kılıyor hayatlarımızda.

Ve belki de; hepimizin ortak fikri şu ki: Bizi etrafta gördüğümüz ailesel ilişkilerin ötesine taşıyan bu keyifli farklılık; iyi günleri paylaştığımız kadar kötü günlerde de sırt sırta verip bir birimize koşmamızın en önemli nedenlerinden biri...

Büyüklerimizden çok sevgi gördük biz, belki bunlar saçımıza, tenimize dokunan, sarılan eylemler değildi. Ama biz hep sarılıp sarmalandığımızı hissettik hayatımız boyunca... İlk kitaplarımızı onlar aldı, ilk filmimizi onların sayesinde izledik, yollara salınıp gizli gizli takip edilerek yollar bulmamız onlar sayesinde oldu, ilk plaklarımız onlarınkilerdi... Ve hâlâ onların şefkatinin, sevgisinin bize yüklediklerinden öğrendiklerimiz bu kadar kalabalık ve keyifli bir aile olarak bir arada tutuyor bizi...

Şimdi aynı kalabalıklığı ve keyfi bizim çocuklarımız yaşıyor. Küçülmüş, bencilleşmiş, yalnızlaşmış bir çok ilişkiye baktığımızda ne kadar şanslı olduğumuzu fark ediyoruz. Ve bu keyifli yaşamı, bu aile olmanın erdemini, keyfini bize yaşatanları da şükranla anıyoruz hep...

Mezar başlarında, küçüklerin mezarlığın üzerindeki içtenlikli çabalarını tebessümlü yüzlerle izlemek ne hoş! Pıtır pıtır elleriyle otları yolmaları, toprağı eşelemeleri... Sonra gözlerine hoş gelip bahçeden kopardıkları kendi çiçeklerini dikmeleri... Mezarlığın çeşmesine gidip doldurdukları pet şişelerden onları sulamaları, bunu zevkle ve sevgiyle yapıyor olmaları ne hoş!

Mezarlık içindeki yürüyüş esnasındaki esprilerimiz, en küçükken hep tufasına düştüğü şakalarla tufaya düşenler büyüdüklerinde aileye yeni katılan bir ufaklığı aynı şakayla tufaya düşürdüklerinde, bizim de onları başka bir şakayla tufaya düşürmemiz ve bu sürekliliğin keyfi çok hoş!..

Sonra ufaklıkların mezar başlarında iki ellerini açıp hiç bir kitaba bağlı kalmaksızın büyük babanne, dede, babanne, anneanne, büyük amcalar, büyük dedeler için dua etmeleri... Bazen yolları şaşırdığımızda mezarlığa dağılıp adres aramayı çok eğlenceli, keyifli bir bilgisayar oyununa çeviren çekirge sürüsünün şen kahkahaları...

Biz her mezarlık ziyaretinde inanılmaz bir biçimde tazeleniyoruz, bunu hissediyorum.

Çok kalabalık ve çok güzel bir aile olduğumuzu biliyorum, biliyoruz. Hiç bir kırgınlığı içinde barındırmayan, her bireyinin özgürlüğünün sınırlarını çizmeyen ama düşme ihtimali olan sınır çizgilerinde bekleyen, tam düşerken el uzatan bireyleri olan bir aile...

Ve biliyorum ki; dünyanın en iyi abileri, ablaları, kuzenleri, kardeşleri, halaları, yengeleri, dayıları, amcaları, enişteleri, ufaklıkları bizde...

Onun için; düğünlerimizin, yaş günlerinin, mangal partilerimizin, nişan törenlerinin bahçesi, ailemizin kâbesi bu evde olmak, burada bir yemeğe katılmak diğer insanlarda hiç yaşamadıklarının şaşkınlığına neden oluyor. Burada bizimle olmak onların hayatlarını fazlasıyla ısıtıyor. Onların gözlerindeki hayranlığı, ruhlarından ışıl ışıl dökülüp açığa çıkan güveni, bir farklılıkla karşılaşmış olmanın koyvermiş mutluluğunu görmek çok keyifli oluyor.

Küçük yaşlarda pek fark edemediğim bir gerçeklik var ki hayatımda, belki de bu ailenin aile olma değerini en fazla ortaya koyan, kanıtlayan şey o... Bir gün düşünürken fark ettim ki bizim babaanemize, halamıza, amcamıza; komşular, onların çocukları, bizim arkadaşlarımız da babaanne, amca, hala, yenge diyorlar. Ve yıllar sonra çok eski bir arkadaşla rastlaştığımda, onların anılarında hâlâ bizim ev ve orada yenmiş yemekler var.

Ben bu aileyi çok seviyorum. Bu hazzı bize yaşatan, bunun temellerini atan tüm geride kalanlarımızı, bu düzenin baş mimarı dede ve babanneyi şükranla anıyorum. Ve biliyorum ki, biliyoruz ki; hiç birimiz ölmüyoruz, ölmeyeceğiz. Nasıl ki ben hiç görmediğim amcanın ziyeretlerine en güzel bayramlıklarıyla aileye yeni katılmış bir ufaklık olarak gittiysem; bizim hiç görmediklerimizde bizim başımızda olacaklar...

Kim bilir? Belki de babannenin, sonra yeni nesil çocukların babannesinin: ''Ayak ucunda durun dedeniz sizi görsün,'' dediği gibidir her şey... Orada tanışıp hasbihal edeceğiz onlarla; ve her yaşadıkları mutlu olayda sevinçlerini... yaşadıkları her acıda, başları sıkıştığı her anda onlar üzülmesin diye en yanı başlarındakiyle paylaşmak istemedikleri dertlerini bizimle paylaşacaklar... Ve orada ısıtıp ellerini salınacaklar hayata yeniden...

Biz görüşüyoruz efendim, babannenin dediği doğru...

İlk yayın tarihi: 30.09.2008

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP