11 Temmuz 2009 Cumartesi

NBA'de Yeni Moda HEDO!

Hidayet Türkoğlu sonunda Toronto'ya imzayı attı, 26 numaralı formayı giyip nba.com'a pozunu da verdi ve hepimiz rahatladık açıkcası. Şimdilik 26 numara; ancak, Toronto'nun resmi web sayfasının açılışındaki video'da 15 numara gözüküyor. 5 numaralı forma da gard Quincy Douby'de... Daha önce yalnızca 5 ve 15 numaralı formaları giydiği için, bu kadar detay aktarıyorum. Raptors bu kadar üzerine titrediğine göre Hido'nun, istediği forma numarasını da vereceklerdir muhtemelen.

İşin forma numarasından daha önemli bir başka boyutu da paraydı tabi ki. Hido'nun Portland'a kadar gidip daha sonra Toronto'ya imza atmasına neden olan faktörlerden biri yani.

Portland koçu Nate McMillian Orlando'ya kadar gelip Hedo'yla yemek yemiş ve onu görüşmek için Portland'a davet etmişti. Sonuç, hava alanında Portland Genel Menajer'i Kevin Pritchard'ın organize ettiği “Türkçe” karşılama törenine rağmen elden kaçan bir süperstar oldu. 5 yıl için 53 milyon dolarla 63 arasında, tam 10 fark var sonuçta...

Süperstar diyorum; çünkü, ne kadar kabul etmemeye çalışsam da, daha doğrusu milli duygularıma kendimi kaptırmamaya çabalasam da, Hedo bir Nba yıldızı. Bunu, transferinin nba.com'da ilk haber olmasından ve transferi için yarışan kulüplerden ikisi olan Miami ve Toronto'nun (ve tabi ki Nba'in) en önemli iki yıldızı Bosh ve Wade tarafından bizzat telefonla aranmasından sonra, tamamen kabullendim artık. Bu olayların en önemli yanı: Sahada başardıklarının, tüm Nba çevresince onaylandığının göstergesi olmaları şüphesiz.

Peki bundan sonra ne olacak? Bu sorunun cevabını da, Raptors'ın web sitesi veriyor. Anket sorusu: Hedo bu sezon ne yapar?

Şıklarsa: All-Star olur, takımın en skoreri olur, Play-Off kahramanı olur ve önemli bir ilk 5 parçası olur şeklinde. Herhangi bir şıkkı diğerinin yerine yazabilirsiniz yani! Hepsi aynı kapıya çıkacaktır: Geçen seneden kötü olmayacak Hedo için!

Bu senaryo bireysel açıdan geçerli tabi ki. Takım olarak Toronto'nun alması gereken çok yol var hala. 3 yıl önce uygulamaya koydukları Avrupalılaşma serüveni pek de iyi sonuç vermedi. Geçtiğimiz sezon 5. sıradan Play-off yapıp Orlando'ya elenmişlerdi. Bu sezon başı yılın koçu ödüllü Sam Mitchell'la yollarını ayırdılar ve takımın başına Nba tarihinin ilk Kanadalı koçu olan eski Fenerbahçe oyuncusu Jay Triano'yu getirdiler.

Koç ve oyun sistemi hakkında bir şey söylemek için erken; ancak halen kadroda bulunan 4 Avrupalı(Jose Calderon, Ukiç, Bargnani+Hedo) ve Avrupa basketbolunu iyi bilen A.B.D sınırları dışından bir koçla, neo-Avrupalılaşma'nın hakim olabileceğini tahmin etmek mümkün. Bu sistemin, Orlando'nun uygulayıp başardığına ne kadar yakın olacağını belirleyecek bir numaralı faktörse hiç şüphe yok ki Mr. Fourth Quarter (bay son çeyrek) Hedo olacak. Yani bu işi Nba'de en iyi bilen adam!

10 Temmuz 2009 Cuma

Gerçekliğin Ötesinde, Gerçeğe Aykırı, Ezber Bozan Zamanlar... 1.Bölüm

Balkon.

Bir oval masa...

İki sandalye: Oyun seslerinin yankılarını sabaha, hatta öğlene, hatta akşam üstüne bırakmış oyun sahasına, hatta bütünüyle yaşama dönük.

Kadın, adam, sesler, binalar, gökyüzü...

Yağmurun sesi sicim sicim...

Kadın aniden kalkıp sırtını dönerken ufka, yağmura ses oluyor: '' Lütfen beş dakika daha...''

Kadın girerken içeri, yağmur bir doz artırıyor şiddetini...

Adam, artık hızla işleyen zamana bakarak bekliyor...

İçeriden gelen müzik yağmura, bir de hüzüne karışıyor; ve çok, ama çok zamanlara doğru uzuyor...

Yağmur ve tesadüf üzerine konuşuyorlar; gözlerinin sesiyle, senli benli....

Adam kadına dönüp, iyice yaklaştırıyor sandalyesini... Bacağının sağda olanını masanın altından uzatıp kadının sol bacağının üzerine sarmalıyor... Gözlerinin kucağında kayboluyor.

Gecenin bir vakti, bir bar... Latin sokakların terinde bir bar.

Karanlığın varoşu, ıssızı, ama ıpıssızı bir bar...

Öyle bir bar ki, ayışığı tahtaların arasından sızamayıp, dışarıda kalıyor.

Bir mum yanıyor, bir metre kadar uzağa düşen masada; ki yaklaşık otuz santim genişliğinde, yüksek, ince ve uzun...

Belli ki, barın saati gelmemiş henüz...

Adam gelip tam da o masanın kapıya bakan tarafına oturuyor.

İçerde bir tek bir kadın var; uzun barın arkasında, içki şişelerinin ve bardakların önünde...

Usul bir vantilatör serinliği eşlik ediyor ıssızlığa.

Kadın iki büyük ve konik bardak alıyor barın üzerine... Büyükçe!

İçine nane yaprakları çıkarıyor dolaptan, soğuk ve taze...

Sonra, iri limon parçalarını... Sonra, esmer ve toz şekerleri.

O an, tahta aralıklarından dışarının masmavisine bakan adam dönerken masasına. Barın sahibi kadın da, içine küçük bir ezecek koyulmuş bardakları uzatırken önünden geçen adama... Ses oluyor: ''Limonları ezer misin?''

Adam, nane yapraklı, ama taze ve soğuk nane yapraklı bardaktaki limonları, usul dokunuşlarla eziyor...

Barın sahibi kadın, küçük bir tabağa ip iri, ipkırmızı kirazlar koyuyor; soğuk ve taze.

Göz ucunda parmakların ritmi, düşünden şunu düşünüyor: ''Bu adam, evet bu adam sevişmez!''

Kiraz konmuş tabağı, yine soğuk ve taze nane yapraklarıyla süslüyor... Öylesine ama! Özenle... ''Bu adam var ya bu adam; sevişirken bile sever'' diyor, son iç çekişinde ...

Adam limonlarını ezdiği esmer şekerli, taze ve soğuk nane yapraklı, irice ve konik bardakları barın üzerine bırakıyor; donuk ve silik, ve hatta hüzünlü bir heykel gibi.

Barın sahibi kadın, kahretsin tadında bir varlıkla, küçük bir şişedeki votkaları pay ediyor; iki büyük, konik, taze ve soğuk nane yapraklı ve buz ilaveli bardağa...

Sonra bir şişe soda açıyor; ve bardaklardan birine koyuyor sodanın çoğunu...

Diğer bardağa, çok az kalan sodayı ilave edip ikinci şişe soda için dolaba yöneldiğinde, gözlerinde yokluğun isyanı yankılanıyor.... ''Kahretsin!'' diyor havadaki ses...

Ama!

Sanki!

O az evvelki heyecan yitmiyor, ya da izin bulamıyor yitip gitmek için... Barın sahibi kadın bu kez, iki bardaktakileri bir bardakta topluyor. Bardak önce senli benli oluyor, sonra yine iki bardakta tek.

Barın sahibi kadın, kenara ayırdığı bir kaç kirazı alıyor; özenle ve bıçakla çekirdeksiz parçalara ayırıyor. Tıpkı, adamın az önce taze ve soğuk nane yapraklı ve esmer şekerli konik ve büyük bardaklardaki limonları ezmesinin tadıyla; kiraz parçalarını bardaklara pay ediyor.

Adam barın kapıya bakan tarafında, kocaman, ama dışarıya karanlık bir pencerinin önünde, yüksek bar taburesinden bakıyor.

Barın sahibi kadın elindeki içkilerden birini adamın önüne bırakıyor... Diğerini de adamın bir karış karşısına ve kendi önüne.

Şimdi sahne şu: İp ince bir masanın iki yanında yüksek bar taburelerinde bir adam ve bir kadın. Ama? Evet evet... Kadın ama ne kadın, adam ama ne adam kıvamında bir kadın ve bir adam.

Barın sahibi kadın bayağı zekice, biraz duygu yüklü, biraz meraklı ama en çok da hakim bir edayla adamın donuk, hüzünlü ve utangaç haline dikip bakışlarını: Barı yeni açtığından, daha doğrusu açmaya çalıştığından falan söz ediyor. Adam heyecan ve utangaçlık yüklenmiş bir sesle konuşuyor: ''Bu gece'' diyor, ''Kimseyi almamanız mümkün mü?'' Kadın, birikmişliğin, hüznün ve olmuşluğun bakışıyla, ''Olur!'' diyor; gülümsemesine biraz çapkın, bir oyun keyfinin sağa çıkıntı yapan dudak hareketini usulca ekleyerek.

Adama soruyor barın sahibi kadın: ''Yalnızsınız?''

Adam bakışlarını kadının gözlerinden kaçırmadan, utangaç ama oyuna ortak bir ses tonuyla, sessizce; ama bakışlarıyla bağırarak: ''Hayır!'' diyor...

Barın sahibi kadın konuşmanın ve oyunun inisiyatifini ele almış olmanın keyfiyle, gözlerini hafifçe boşluğa savurup, sonra adamın taaa içine kadar bakar bir girişkenlikle, ''Hımmm!'' diyor...

Ve çok lezzetli, çok zekice, ama bir o kadar kışkırtıcı bir oyunun başladığının habercisi bir gong çalıyor, barın sessizliğine...

Adam masanın öte tarafından kafasını eğiyor masanın üzerine doğru... Barın sahibi kadınla çok yakın şimdi. Hatta yüzyüze... Öyle bir yüzyüzelik ki bu: En mert, en kışkırtıcı, en cesur bir oyun için bütün kalleş silahlar soyunulmuş, sadece aklın, anıların, duyguların ve en çok da zekanın içinde olacağı bir meydan muharebesinin - yok yok bu yakışmadı- bir keyifli düellonun habercisi bu an: Kelimenin tam anlamıyla bir nefesin nefesimde olma hali gibi şık, temiz ve kışkırtıcı...

Barın sahibi kadın adamın yüzünde ve hatta nefesindeyken, yakaladığı tebessüme bakarak soruyor: ''Ne?''

Adam en kışkırtıcı, en oyunbaz bakışın gülüşünü sesine yüklüyor ve yanıtlıyor: ''Ne, ne?''


Sonrası...

Gerçekliğin Ötesinde, Gerçeğe Aykırı, Ezber Bozan Zamanlar... 2.Bölüm

1.bölümü


Adam bir an durdu... Daha doğrusu çok uzak olmayan, sanki dünmüş ya da bir kaç dakika önceymiş gibi bir zamanda durdu.

Barın sahibi kadınla son cümleler üzerinden gittiği yerdeki, kadına baktı.

Barın sahibi kadında o kadını gördü.

Barın sahibi kadın, adamın yüzündeki ifadeye baktığında, kendi dününü gördü.

Sonra, oyunu bir hamle ileriye taşımanın kışkırtıcı bakışları geldi yüzüne. Çapkın gülümseme bir doz arttı...

Adamla girdiği o tatlı, o zeki, o oyunbaz düellonun elinden kaçan inisiyatifini tekrardan ele geçirmenin gücünü hissederek, öldürücü darbeye hazırlanan aklından geçeni ses yapıp, alana sürdü: ''Sizi bir arkadaşımla tanıştırmak isterim.''

Adamdan izin isteyerek ayağa kalkmış halin son bakışında şu yüklüydü: ''Bu kadar da sevilmez bir kadın ve bakalım son hamlede ayakta kalabilecek mi aşkın?''

Adam, şuh bir edayla arkasını dönerken saçlarını savuran barın sahibi kadınının karanlıkta kayboluşunu izledi. Sonra elindeki içki bardağını ufak, ama saygı, fark ediş ve tat yüklenmiş bir hamleyle ona kaldırdı. Bir yudum aldı ...

Sonra, az öncenin tam aksi, sessizliğe tebessüm etti.

Aklı bir zaman diliminde kayboldu; o zaman diliminden bir sabit an, bir başlangıç, bir son bulamadığını fark etti. Zamanın durabilirliği üzerine düşündü; bunu hiç bilmemişti.

Zaman üzerine düşünmeyi, bu fark edişi, onun nüanslarını ertelemeyi seçti.

Boşluğa bakarak bir yudum daha aldı içkisinden... Gelen karaltıya dikkat kesildi!

Bir an barın sahibi kadının döndüğü sanısıyla usulca ayağa kalktı, kadının oturmasını bekledi... ve sonra oturdu. Adam tıpkı aşkla seven bir adamın görmezliği ile baktığı kadının barın sahibi kadın olduğunu sanırken, aslında kadının daha genç ve başka biri olduğunu fark etti. Bu yanılgıya şaştı!

Bu durum; sanki aynı bedende yer etmiş bir başka olmuşluğun, bir başka güzelliğin dışa taşmış hali gibiydi... Kadın adama ''Merhaba.'' dedi... Barın sahibi kadından daha derin, ama daha çapkın ve daha sarsıcıydı bakışları... Adam heyecanlanmadı desek yalan olur... Heyecanlandı.

Sanki, koca ve şapşahane bir paketin tüm güzelliğinin anlarını, teker teker yaşıyor gibi hissetti.

Bu yeni durumu sevdi...

Kadın adama baktığında, bir adamı hatırladığını sezdirdi; yüzündeki tebessümde...

Aslında bu tebessüm yüze yerleştiğinde, usulca kenara kaçan bakışlardaydı adamın ucundan yakaladığı hikâye...

Kadın, çapkın, şuh ve ben bilirim yüklenişiyle beslenmiş bir sesle sordu: ''Yalnız mışsınız?'' Adam elini bu kez, göze sokmak istercesine kalbine götürdü, orayı okşadı ve, ''Hayır.'' dedi...

Kadın bir an bir boşluğa düştü...

Uzun süre o boşlukta yok olduktan sonra toparlanıp, sanki bir başka boyuta geçmiş insan hallerinden birini giyerek üstüne, yine loş ama farklı bir barda, ipkırmızı ruj gülüşü hüzünle tatlanmış, kekremsi bir kiraz şarabı lezetindeki dudaklarla konuşmaya başladı: ''Biliyor musunuz? Bir adam vardı.'' dedi... O andan itibaren, sanki iki yüz iç içe geçti... Sanki iki hikâye; iki hissediş arasına karbon koyulmuş gibisine, iki algıda, iki hatırlanışta tek olup akmaya başladı.

Sonra kadın birden durup ayağa kalktı, arkadan vuran çok az ışığın önünü kesti... Adamın nefesi kesildi.

Arkadan gelen ışık kadının vücuduna kalın ve belirgin bir çerçeve çizmiş, onu, o gizemli halin ışığıyla parlatmıştı. Adam irkildi! Bedeni sevdi...

Kadın bir sandalye çekti az önce oturdukları masanın ucuna, barın ortasında bir yere... Adama elini uzatarak ''Gelin.'' dedi... Adam az önce takılı kaldığı anla kalktı, donuk bir akılla oturdu kadının işaret ettiği sandalyeye... Ve bir müzik sardı ortalığı; çok tanıdık, çok bildik, çok anlar yüklenmiş bir haykırışla... Ve aşkın en yakıcı, en darmadağın, en pervazsız sevişmelerinin dokunuşları gibi döküldü notalar ortalığa...

Her düşen notayı alıp, usulca sevip, kalbine yerleştirdi adam...

Kadın çok usul, çok oyunbaz, çok şehvetli, çok savaşcı ama çok şefkatli bir dansa başladı .



Üçlemenin son bölümü için buradan lütfen!


Başıma Gelebileceğini Hiç Düşünmediklerimi Yaşayarak Geçiriyormuşum Ömrümü; Aklımıza Hiç Gelmeyenlermiş Ömrün Kendisi...


Babasının evden attığı gece apartman merdivenlerinde ağlayan bir kızın,

bir sahil bitiminde yenilen akşam yemeği dönüşü yapılan trafik kazasının,

o korkunç hastalığın,

ot çekmeye çağrıldığım bir evde rezalet bir halde hastaneye taşıdığım arkadaşlarım yüzünden, acil kapılarında sonlanan bir gecenin,

sarhoş halde, yanlışlıkla bindiğim Expressde tanıdığım bir yabancının,

bir odadan bir odaya geçerken babamın izlediği belgesellerden birinde, yarım aralık kapının ardından dikkatimi çeken Güney Afrika'nın en güneyinde, en ucunda bir fenerin,

gecenin geç saatinde bant kaydı yapan bir radyonun, o radyodaki sunucunun okuduğu bir şiirin,

Dünyamı ne kadar değiştirebileceği aklımın ucundan geçmezmiş.


Bir deniz değil, o denizdeki bir dalga; hatta dalga değil, o dalgada sürüklenen bir enkaz parçası olduğumu bilmezmişim. Ve daha nicesini...

Resim:Katerina Lomonosov ...Photo net

Yaz Günleri...

Okulda geçirdiğimiz 9 aydan sonra geçireceğimiz yaz tatilinde sabah:

Kuşların sesine uyanışımız. Sabahları kalkıp ılık bir suyla yüzümüze su vuruşumuz. Sonra camın önüne geçip spor yapışımız. Sonra köpeğimiz Bitsy’i dolaştırmamız. Bunlar sabahları yaptığımız şeyler.


Yaz tatilinde öğlen: Önce yavaş yavaş kahvaltı hazırlayışımız. Yukarıda, uyuyan ağabeylerimizi yavaşca uyandırışımız.Kuş seslerinde kahvaltı yapmamız. Bunlar Öğlende yaptığımız şeyler.


Akşam üstü ve Akşam: Havuza girişimiz. Ağabeyim, Alp ağabey ve Naz havuzda Voleybol ve Futbol oynamamız Ve sonra Akşam yemeği yiyip Dondurma yiyişimiz.


Yaz tatilinde Gece: Önce yukarı çıkıp film izleriz. Sonra ağabeyim ve kuzenim Alp ağabey Esinti’ye giderler ve bizde Naz’la yatarız.


Yazı ve fotoğraflar: Tırtıl

9 Temmuz 2009 Perşembe

Konser Şehrimizde, Ben Konserdeydim...


Konser, FANTA’nın Gençlik Festivali konseriydi.

Konserde öncelikle Pinhani, daha sonra Ceza ve en son Kenan Doğulu olmak üzere bir grup iki şarkıcı bulunmaktaydı. Ben daha önce iki kez Kenan Doğulu konserlerine gitmiştim. Bu konserin genel performansı güzel olacağa benziyordu. Benim yanımda Tırtıl, dayım ve küçük dayım vardı.

İlk olarak Pinhani’den bahsedelim:

Ben Pinhani’nin söylediği bölümün yarısında yetiştim. Ama performansı güzeldi. İSTANBUL adlı şarkılarına ‘‘Yazılmış en kötü İstanbul şarkısı’’ dediler. Ama bu şarkı yine de güzeldi. Bu söz bence kendilerinin kötü bir performans sergilemesinden korkmaktı.

Bir bakalım Ceza’nın performansına:

Ceza’nın şarkı söylediği bölümün başlangıcında sahneye çıkarken bir ses patlaması yaşandı.Bunun nedeni Ceza hayranı olan kızlardı. Ceza ilk şarkı olarak Yerli Plaka’yı söyledi. Ancak herkesin ilgisini çeken bir şey vardı ki; 77 ÜSKÜDAR diyeceği yerde 55 SAMSUN demişti. Bunun herkesin ilgisini çektiğine eminim.

Ceza’dan sonra konserde büyük bir hareketlilik başladı. 2 sağ bas iki sol bas diyerek ve sürekli tekrarlayarak bu sözleri, gereken coşkuyu yarattığında; reklamdaki gibi, tüm konser alanında eller 2 sağ ve 2 sola hareket ediyordu. Ceza’nın performansı gerçekten MÜKEMMELDİ.

Son olarak bir de Kenan Doğulu’ya bakalım:

Kenan Doğulu sahneye kral tahtına benzer bir koltukta çıktı. Şarkı olarak ise Patron ile başladı.Ancak bir şey dikkatimi çekti ki; neredeyse konser alanının yarısı boşalmıştı. Kenan Doğulu bazı ses efektleri kullanarak insanların geri dönmesini sağlamaya çalıştı ama bu yöntem hiçbir işe yaramadı. Bu Kenan Doğulu’nun moralini hafiften bozmuştu. Kenan Doğulu’nun diğer konserlerine bakılırsa bu konserin performansı düşüktü. Dolayısıyla biz de sıkıldık ve konseri yarısında terk ettik.

Yazı ve fotoğraflar: Naz Özsamsun

4 Temmuz 2009 Cumartesi

Sınırda; ama o sınırda!


O sınırda olmanın (ama o sınırda!) heyecanı ne güzel bir duygudur.

Ve o duygu: Tıpkı, sabah yolculuğa çıkacağını bilen küçük çocuğun yeni köylerden, yeni kasabalardan, yeni ağaçlardan, yeni ayçiçeği tarlalarından geçeceğini bildiği, ama her seferinde, her birinin bir öncekinden farklı bir yanını gördüğü; belki benzer gibi duran, ama lezzetleri nüanslarında gizli bakışların görmelerinin kilometrelerini tüketmeye başlamadan, sabahın en erkeninin ürpertisine karışmış bir yola çıkışın, diken diken halidir ve süperdir.

Göğe çıkmanın tadını bilenler için elbette...

Çok severim de sabah tazeliğinin yola çıkmalarını; yolun tehlikelerine gözükara ...

3 Temmuz 2009 Cuma

Kahraman... Hero


Filmin saçmalıklarla dolu olduğuna vurgu yapan ve bu filmi küçülten, yok sayan eleştiriler üzerine yazılmış bir yorumdur...

Bazen; felsefesi olan, efsaneler anlatan filmlerde fantastik bir sinema dilinin kullanıldığı; bu tür filmlere konu edilen öykülerin görsel olarak tıpkı masallardaki gibi, günlük hayatın içinde rastlayamayacağımız, yaratılmış (kareografik) sahnelerle canlandırılmasının bir yöntem olarak kullanılabileceği, hatta öyle olması gerektiği akıl dışı bir şey değildir sanırım...

Nasıl ki mitlere dayalı anlatı kitaplarının, nasıl ki masal kitaplarının, nasıl ki fantastik orta dünya filmlerinin gerçekle görsel anlamda bağını kurarak saçmalık olarak nitelemiyor, anlatılmak istenen felsefeye ve onun derinliğine bakıyorsak... Bu filmi de, tarihsel bir gerçekliği belgesel ögeler kullanarak anlatıyormuş gibi eleştirel bir sorgulamayla yargılamamak gerekiyor diye düşünüyorum. Ayrıca, kendi beğeni düzeylerinin (hoşgörüsüz) dar sınırlarından bakarak kendi varoluşlarının kanıtı usluplarla filmi eleştirenlerin aksine; yönetmenin, bir efsaneyi tam da öyküye yakışır masalsı bir anlatımla, uzakdoğu tiyatro geleneklerinin (efsane kültürünün) tüm ögelerini: Hem renklerin, hem de karakterlerin insanüstüleştirilmesi (abartı) anlamında son derece iyi kullandığı, teatral bir anlatımla biçimlendirdiği destansı bir şölen olduğunu düşünenlerdenim bu filmin...

Sanatın bütün dallarında olduğu gibi; bazen eserlerin yaratıcıları, bizim gerçeklik algılarımızın dışında dünyalar, olaylar, kahramanlar yaratarak; hayal dünyalarımıza katkılar yaparlar. Zaten sanat da bunun için vardır. Eğer her anlatıda (müzikte, tiyatroda, resimde, sinemada, yazılı eserlerde) günlük hayatımızdaki görsel ve eylemsel gerçeklikleri arayacaksak; ve bu noktadan bakarak, başarı ölçüleri koyacaksak... O zaman, kendi kahramanlık filmlerimizi, destanlarımızı, hikayalerimizi, türkülerimizi de yok mu sayacağız.

İşin kıssadan hissesi şudur: Bir yönetmen, bir Çin efsanesinden görsel anlamda çok başarılı, ''fantastik dram'' bir görsel şölen yaratmıştır. Ve aşkın farklı bir dille, muhteşem bir renklendirmeyle olağanüstü anlatımı da bonusudur bu filmin. Haftasonu sinema keyfi için iyi bir seçim olabilir, hatta bence çok iyi olur. Aklınızın not defterinde bulunsun

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP