3 Mayıs 2009 Pazar

Bir Mim Geldi,Ben Mim'den Çıkıp İçimi Döktüm...

Evet, mimleri seven ben; ve gerçekten de mim yazılarımı tekrar okuduğumda ''vay be yazmışım!'' diyen ben; yaklaşık on gündür karalar bağlamış durumdayım. Önce mimleri neden(bana göre) güzel yazdığımı, dün bir arkadaşımla paylaştığım cümlelerimle tekrar edim: ''O zaman daha kolay yazıyorum; sorana sorumluk hissediyorum bir de... Genelde sevdiğim şahsiyetlerden geliyor ya bir de, onlarla ben de mutlu oluyorum.

Bu çok doğru, yeni olduğum bu blog dünyasında seslerini duymayıp kendilerini fotoğrafları dışında görmemiş olsam da aramızda sadece bloglar üzerinden kurulmuş dostluklar dışında msn ya da mail benzeri yollarla iletişimler olmasa da bir şekilde sayfasına gittiğim ya da sayfama gelen, yazılarını okuduğum insanlarla gerçek hayattan belki de daha derin ve öte bir bağ var aramda... Çok kalabalık hayatı olan biri olarak buradakiler de sanal ötesi gerçek insanlar benim için, gerçekten buradaki her sevdiğim insanın bendeki değeri yıllardır arkadaşım olan, hayatımda bir şekilde yer etmiş insanlarla aynı...

Sln, yazmaya başladığımda ilk eklediğim bloglardan biri; öncelikle kendimin erken yaşlarımdaki haline çok benzettiğim biri... Sevgisini ifade edemediğinden şikayet eden cümlesine takılmıştım mesela... Sevgi bazen o kadar yalın, derin ve sessiz ifade edilen bir şeydir ki; ve abartılı sevgilerin bir çoğunda olmayan samimiyet öyle bir geçer ki karşıya; bunun dönüşünü hayatınızın kalabalıklaşmasıyla ve o insanlar için ifade ettiğiniz anlamlarda görürsünüz...

Sln: Çok genç yaşına rağmen son derece kültürlü, ilgi alanları oldukça geniş ve sorumluluk duygusu üst düzeyde bir insan; ben, çok hoş ve çok yerinde ve kaliteli esprileri olduğu konusundan da eminim, özellikle frekansının tuttuğu insanlarla bir aradayken... Yüreğinin kocamanlığı konusunda sanırım bu alemdeki herkes benimle hem fikirdir. Onu gerçekten iyi tanıdığımı ve anladığımı biliyor olmam ve ona olan sevgim ve arkadaşıma kurduğum cümledeki vurgum da göz önüne alınca; bu mimi yazma konusunda içine düştüğüm haleti ruhiye çok daha iyi anlaşılır, sanırım.

Küçükken, mağazaya gitiğimde kapıdan giren her müşteri için yorum yapardım; bu borcunu öder şu ödemez gibi... Babam da bana: ''Oğlum insanları seveceksin,'' derdi; aslında bu, sevip sevmemeyle ilgili bir tavır olmamakla birlikte babamın o lafı kulağıma da küpe oldu. Bazen fotoğraflara bakıp karakter analizleri de yapardım, insan ruhuna meraklıydım. Hayata antenleri oldukça açık olan biri olarak yıllar içinde bu becerim konusundaki geri dönüşlerin isabetiyle birlikte, insanları anlama konusunda kendime güvenim oldukça gelişti. Gerçekten marjları ve insana ait duyguları anlama, onlara yargılar yüklemeden bakabilme ve anlayışlı olabilme halim oldukça gelişkindir.

İşte bütün bu konulardaki becerilerine güvenen ben, bu mim konusunda neden zordayım? Bu mimin konusu anlamında blog yazarlarından seçtiklerim üzerine gerçekten uzun sözcüklerle çok şeyler yazabilirim. Ve gönlümden geçen de odur. Çünkü, burada bir şekilde aramızda iletişim kurulmuş insanların benim için anlamları çok büyük. Bir kez, bu kadar kısa süre olmasına rağmen günlük hayatta hiç bir insanda ulaşılamıyacak kadar kolaylıkla derinliklerine ulaşabiliyorum yazdıklarına bakınca... Evet, çok ufak yaşlarda, henüz cool kavramı dünyada yer etmemişken çok cool bir cümlem vardı benim, küçük yaşta büyük laflar etmenin havasında söylenmiş bir cümleydi birine... Demiştim ki: ''Ben herkesin arkadaşıyım ama herkes benim arkadaşım değil''

Benim çok temel kriterlerim var. Yeter ki insanlar da samimiyet, iyi kalp, farkındalık, sorumluluk duygusu, şefkat ve açık sözlülük olsun... Burada, benim sayfasına gittiğim ve arkadaşım saydığım herkeste bunlar var. Ve onların arkadaşı olmaktan da son derece mutluyum. Yani, işin özü; kendimi Sophie'nin Seçimi'ndeki Sophie'den berbat durumda hissediyorum; oturup ayrı ayrı başlıklarla kimseyle ilgili yazamayacağımı anladım bu on gün içinde...

Aslında, bir vesileyle bir çoğu ile ilgili düşüncelerimi ortaya koydum da bugüne kadar... Bu mim Sln'den geldiği günden beri binbir kurgu geçiyor aklımdan; yani işimle ilgili bulunduğum yerlerde bile bu mimle ilgili düşünceler var kafamda... Ve farkettim ki, ben, bu mimi tek tek isim vererek yazamayacağım. Çünkü, herbir sevdiğim için sayfalarca yazmam gerekecek; bu konuda hassasım:))

Bilmiyorum, belki mim amacından dışarı çıktı biraz, hatta oldukça; ama sevgili Sln ve sevgili a.nur dan özür diliyorum, gerçekten sizleri çok seviyorum. Belki mimin ruhuna uygun da yazamadım, ama anlayacağınızı biliyorum. Ve bir mim'ini (ki yazmadığım tek mim dir-bir hal üzerine bir kurmaca hikaye söz konusuydu; kendime bu konu da hiç güvenemediğim için) geri çevirdiğimEvren'den; burada, herkesin huzurunda bir kez daha özür diliyorum. Tecrübe böyle bir şey işte; bu mimi yazma konusunda da aslında af dilemeyi düşünmüştüm. Ama sonra bir kez daha düşündüm:)))

1 Mayıs 2009 Cuma

Sln'in Fotoğraf Yazısını Okuyunca Aklıma Geldi

Sevgili Sln'in fotoğraf yazısındaki ''Fotoğraf çektirmek çoğu insan için kabustur.'' cümlesi ve anlattığı vesikalık fotoğraf çektirme hali, bana tanık olduğum bir olayı hatırlattı ki bunun ötesinde bir durum var mıdır bilemiyorum. Bilenlerden duymak isterim açıkcası...

Sln'in hikayesindeki gibi çekim öncesindeki fotoğrafçı yönlendirmesi ve o durumun üzerimizde yarattığı tedirginlik ve ne yapacağını bilememe hali bir çoğumuzda vardır. Hayatımızda yeri olmayacak insanlara giden belgelerin üzerinde ve dosyalarda kalacak, ya da kırk yılda bir ve gerektiğinde gösterilecek kimlik kartları üzerindeki bu fotoğraflar; o kartları gösterme anında fotoğrafın aslı da orada olacak olmasına rağmen, güzel çıkma arzusu, farklı dozlarda da olsa hepimizi sarıp sarmalaşmıştır. Bu hâl üzerine ''Fotoğrafı çekilecek olanın fotoğraf çektirme anındaki korkusu'' adıyla, şu kalecinin penaltı anındaki korkusu benzeri bir kitap bile yazılabilir sanki.

Klavyeyi eline aldımı sadede gelene kadar elli viraj dönen ben, bu kez daha fazla uzatmadan, Sln' in yazısından yola çıkarak anımsadığım olaya geleyim hemen. Bütün bu ortalama insan kaygılarını bence oldukça aşan bir durumdur ki tanık olduğum; bu güne kadar onu aşabilecek olanını yaşamamış ben, bundan sonra da yaşayacağımı sanmıyorum.

Günlerden bir gün, '' Zamanı eskimiş mektubun satır aralarındaki kadının'' butiğindeyken; onun en has müşterilerinden bir anne ve iki kızı koştura koştura geldiler. Haftanın üç günü alışveriş yapan bu ailenin babası harbi bir '' baba'' olduğundan, bu nedenle değirmenin suyunun kesilmesi gibi bir olasılık da söz konusu olmadığından kızlar saçlarının rengine, gözlerinin rengine, havanın rengine, arabalarının rengine, olmadı değiştirdikleri odanın rengine göre kıyafetler alabiliyorlardı. İkisi de güzel, küçüğü büyüğünden daha uzun boylu ve daha güzel bu kızlar, bahsettiğim gün, iki gözleri iki çeşmeye yakın, dünyalarının sonu gelmiş bir halde düştüler mağazadan içeri...

Kuaföre yetişeceklerini söyleyip, kelimelerini telaşın tonunda dizerek, mevcuttaki hallerinden ziyade ilerideki saatlerde kuaförde renklenip şekil bulacak saçlarına ve makyajlarına uygun kıyafet bakınmaya başladılar. Genelde müşterileri zevkine çok güvendiklerinden, özellikle de kendini çok beğenip çok sevdiklerinden dolayı, bir anlamda onların imaj danışmanları gibi de hareket eden ' zamanı eskimiş mektubun satır aralarındaki kadın', bir yandan kızların telaşlarını dindirmeye çalışırken, bir yandan da onların hayallerine yardımcı olmaya çalışıyordu.

Mağazadaki kızlar kıyafet çıkarmaktan bitap düşmüşlerdi ki, ' zamanı eskimiş mektubun satır aralarında kalan kadın' dayanamayıp sordu: ''Ya kızlar belli ki saçlarınız yeni yapılmış, makyajlar gayet güzel, üzerinizdekiler de...Günün bu saatinde nereye yetişeceksiniz allahınızı seversiniz?''

Anneden gelen yanıt benim kopmama yetti. Efendim durum şuymuş: Kızlar süslenip püslenip bir gün önceki alışverişte aldıkları kıyafetlerini giymişler, saçlar başlar ona göre yapılmış, boyanmış, makyajda kullanılan renkler ona göre seçilmiş. Kuaförden çıkılıp fotoğrafçıya gidilmiş. Güzelce vesikalık fotoğraflar çekilmiş. Benim olaya tanık olduğum saatte, fotoğraflar fotoğrafçıdan alındığında kızlar nerdeyse düşüp bayılacaklarmış, dünya üstlerine yıkılmış, iki gözleri iki çeşme vesikalık fotoğraflarına bakıp ağlıyorlarmış. Hiç beğenmemişler fotoğraflardaki hallerini. Ve o gün ikinci vesikalık fotoğraf çekimi içinmiş bütün telaş, yeniden onca alışveriş ve kuaför... Fotoğraflar nereyeymiş derseniz: Okullarına verilecek şimdi ne olduğunu hatırlayamadığım sıradan bir belge içinmiş!

28 Nisan 2009 Salı

Bir Kitabın Sadece Bir Kitap Olmadığı Bir Durum Üzerine...



Küçük sehpanın üzerinde duran kitabın olduğu odadaki adamı tanıyorum. O kitabın, onun gönlünde durduğu yerden bakınca üzerine yüklenmiş duyguyu, coşkuyu, telaşı, yaşanmışı ve emeği görüyorum. Adam, hem eski bir tanıdığım, hem çok iyi bir dostum...

Yüzüne bakıyorum; kitaba bakıştaki gülümsemesini kazıyorum aklıma... ve biliyorum...

''Nereden biliyorsun?'' derse okuyucu, dedim ya! Adamı taaa çocukluktan beri tanıyorum... Nereye, nasıl, ne gözlerle baktığını da biliyorum; gördüğünün ne olduğunu da...

Şimdi, o kitaba bakıştan anladığımı anlatayım size; yanlışsam, sadık bir okuyucum olarak düzeltir beni, bunu da biliyorum. Eğer ki bu blogda üç beş güne çıkmazsa yanılmışım başlıklı bir yazı, demek ki ben bilmişim keyfi hüküm sürmekte bende, bahçede, masada, gözlerde, ağacın üstündeki kuşa kalkan usul bir bira bardağında...

O kitap, bir kadına alındı; adım gibi eminim! O'na gidecek olan en çok seveceği bir şey olsun diye en çok da!.. Ve arandı kimbilir kaç kitapçıda, O'na bir kitap... Farklı olmalıydı!.. Ama, bildik ve sevdik de aynı zamanda...

Arabadan inildi yağmuru hissetmeksizin! O'nun için aramanın keyfi, telaşı, heyecanından öte; ne yağmur görüldü, ne çamur, ne belirsizlikler, ne başka bir şey, ne sorular... Aslında kitabı ona gitme fikri kafasında oluştuğunda, haftalar öncesinden görmüştü... ''Daha özel bir şey bulur muyum?'' diye aranmıştı uzun bir süre daha... Hiç bir kitapçıdaki hiçbir kitap, o kitabı aşamadı. Tekti!

Karar o kitapta kesinleştiğinde ve sonraki günlerden birinde onu almaya giderken telaşlandı; ''Ya satıldıysa'' diye... Aslında, çok özel bir göz lazımdı, bunu biliyordu... Ya o gözlerden biri gördüyse korkularıyla girdi dükkandan içeri... Doğrudan o rafa yürüdü ve o rafın en üstüne, saklıda duran yerine baktı kitabın... Tıpkı çocukluktan bildiğim coşkusuyla sevindi.

Sonraki dört haftayı o kitabın verileceği ânı, gözdeki ışıltıyı bekleyerek geçirdi; ve belki de, yanağına kondurulacak küçük bir öpücüğü...

Her o odaya, onun ziyaretine geldiğimde; o kitap, o sehbanın üzerindeydi; önemliydi! Ve o: kitapları, sevdiği bir heyecana alma sürecindeki heyecanın tadını çok severdi.

O tat, bir ömrün kaç keresinde vardır ki?

Bugün, sanırım dört ya da beş hafta sonra, kitabı aldı sehpanın üzerindeki yerinden; ben yanındayken... Haftalardır ayrıda duran poşetine koydu. Eminim ki içine yazacağı notu gideceği güne saklıyordu; hatta ne düşünüp ne yazacağını da bildiğimi söyleyebilirim, üç aşağı beş yukarı...

O kitap, yine gider mi gideceği yere bilmem, giderse başkasıyla değişir mi? Onu da bilmem... Ama, o kitabın ilk sayfasına yazılacak olanın, büyük olasılıkla değişeceğini biliyorum.

Dedim ya, adamın yüreğini çok iyi tanıyorum! Dostum benim... O yüzden, her bir satıra bir sürü duygusunu katık edip yazabilecekken...

Kısa kesiyorum.

27 Nisan 2009 Pazartesi

NBA; Yılın Çaylağı: Derrick Rose ...


La Paragas NBA uzmanı Mussano: Aylar önce sezon başlarken, bu yeteneği görüp; oyuncuyla ilgili üzerini tıklayarak ulaşabileceğiniz, Derrick Rose...Yeni nesil oyunkurucu! başlıklı, çok ayrıntılı bir yazı yazmıştı.

Kendisiyle gurur duyuyoruz.:))

La Paragas

26 Nisan 2009 Pazar

(Bu) Pazar'ların Bir Anlamı Olmalı... Mı?


Bir adam bu sabaha uyandığında, düş'e düş(en) aklına çarptı... Akıl defterinden şunu çıkardı: ''O soğuk ve bembeyaz bulutların arasından kendini ve sıcağını göstermeye çalışan yaramaz bir güneş ışını olup direk gözlerine vurmak istedim bu sabah. Ve içine dolan sıcaklığın bir tebessüm gibi yüzüne yayıldığı bu günde gözlerini kırpıştırarak sadece bana, en çok bana uyanmanı... Uyandın mı :-)''

 
Sonra ağrılı bir gecenin notunu çıkardı aklının defterinden: ''Suçu ihmallerime yüklüyor; iki doz ağrı kesicinin kucağına bırakıyorum kendimi. O usul usul dindirirken ağrımı; düş usulca sokuluyor yanıma. Uyandırmamaya gayret ederek sarılıyor sırtımdan; başını gömüp iki omuzumun arasına, kokumu çekerek içine davetsiz ve sevgili; sıcağına ekliyor beni.''


Sonra daha farklı bir sabahın notunu çıkardı: ''Uyandırmak istemedim, usulca sokulup yanına uzanıverdim. Biraz uyudum biraz seni seyrettim, ve sonra sen uyanmadan dudağının kenarındaki o tebessüme bir öpücük kondurup geldiğim gibi usulca gidiverdim. İyi bir gün geçirmen dileğiyle kocaman bir günaydın sana,'' notunu bırakıp gittiğini sansa da (düş), kocaman kollarımla onu sarmalıyıp yol yorgunu saçlarının kokusuna masallar anlatıp, uyuttuğumu fark edemedi...


Sonra bir başka pazar akşamüstünün şu notunu: ''Elimde kahve kokusu, oralarda bir yerde bir kafede oturmuş seyrediyorum; soyut resimlere bakanın somut halini...Hatta; bir şeyler atıştırılan bir masada, gözlerim onun gözlerinden görüyor; kulaklarından duyuyorum belki her şeyi, ellerim ellerinde ısınmış, kalbi bende atıyor:))''


Yine başka bir pazar sabahının şu notunu çıkardı akıl defterinden: ''Bugün gecenin güne kavuşma vaktine uyandığımda, çarşaf denizin üzerine doğmaya başlayan güneşin denize vuran renklerine baktım. Henüz saklıda duran güneş, denizin üzerine ''geliyorum'' diyen ipuçlarını atıyordu. Bu anlara hiç tanıklık etmemiş biri için sadece denizin üzerinde yakamozların oynaştığı bu an, birileri için güneşin varlığını farketmek(mi)dir?  O birileri, o anın güzelliğine bakarken ve bunun tadını hissederken daha büyük, daha sıcak, daha dokunan anın arkada olduğunu bilirler(mi)?''


ve düş(en) mesajın şu cümlesine tebessüm etti: ''...onca şey varken misal aşkla falan çarp değil mi?'' Aklı, adamın içine ne düşündüğünü sordu... Adam, gönül defterinden gülümsedi; şefkatli ve kendi olan gülümsemesiyle...



fotoğraflar home made...

25 Nisan 2009 Cumartesi

Blog Party !..:))


Bir cumartesi akşamı sevgili Evren'le yazılarımıza karşılıklı yorum yazarken ve tesadüfen ikimizde kafa çekiyorken; blog üzerinden biraz da sohbet etmiştik. Bir içki tarifinden yola çıkarak gelişen yorumlaşma sırasında, onun Bir Dileğim Var yazısına yapılmış yorumlardaki neşe üzerine bir fikir atmıştım ve aramızda şöyle bir diyalog gelişmişti:

''Baharın etkisi midir bilmem ama bir gülümsemedir gidiyor her yerde... Hatta bir kaç gün üst üste gülümseme ikonları eksik gelen mailler bile bugün şakıyor. Raglalasak mı hazır toplanmışken:))''deyince ben; ''Kesinlikle raglalasak diyorum buraneros, (mı) sı fazla olmuş:)) Saatlerimizi ayarlıyalım mı ne dersin:)))'' diye yanıtlayınca Evren. Ben de, o anda biraz da espri olsun duygusuyla ''gelenek olup, bloglar üzerinden blog partileri düzenleniyormuş bir bakıyorsun:)) diye yanıt vermiştim. Evren buna katılıp şu ilaveleri yapmıştı üzerine: ''Harika olur düşünsene evindesin, istediğin müziği dinliyorsun, üstünde ne olup olmadığı bir tek seni bağlıyor... nasıl içtiğinde... alabildiğine yalnızsın, alabildiğine kalabalık o anda...''

O günden beri bu konuyu, daha doğrusu fikri yazmak konusunda düşünüyor ama uygun ortamı bulamıyorum. Şimdi akşam üzeri güneş dağların üstüne yaklaşmış, çekilme hazırlıkları yaparken, papatya tarlası bahçede tahta masalardan birine oturmuş usul bir birayla akşamın tadına varırken yazasım geldi. Kısmet bugüneymiş demek.:))

Her ne kadar bir Zihni sinir projesi gibi dursa da, şakayla ortaya çıkmış olsa da bu fikir; sonuçta, hepimiz yorum sayfalarında bazen sohbet tadında karşılıklı üç beş kelam ediyoruz. Bu olay da onun haftasonu yalnızları için daha gelişkin bir versiyonu olabilir di mi?:))

Nasıl olur bu iş? sorusuna yanıt olarak aklıma gelen yöntem şu: Parti sahibinin blogunda o gün açacağı parti sayfasında davet saatinde toparlanıp, davetin olduğu saatten itibaren laf lafı açar bir sohbet yapılabilir. Ya da bir konu saptanıp onun üzerinden lafa girip, taa nerelere gidilebilir kimbilir:)) Kimi partinin sonuna kadar kalır, kimi isterse şöyle bir uğrar gider. Partinin sonunda ev sahibi isterse ortalığı siler temizler. İsterse de partinin izlerini alır saklar.

Şakayla karışık bir sohbette ortaya çıkmış bu fikri bugün tartışmaya açıyorum.:)) Eğer; '' ya hakikaten olabilir!'' derseniz, fikirlerinizle katkı yapıp konuyu daha da olgunlaştırabilirsiniz. Keyifli partilerde görüşürüz umarım:)) Belki ilerde yapılabilecek canlı partilere vesile olur, kimbilir:))

Diyalogun tamamı için Bir Dileğim var adlı yazının yorum kısmına bakabilirsiniz:))

24 Nisan 2009 Cuma

Fark Nerede


Bir kaç ay evvel, güneydoğuda eylemlerde kullanılan çocuklar için bir yazı yazmıştım, bir milletvekilinin basın toplantısında bir soruya verdiği yanıt üzerine... O gün, devletin kırk yılda bir aklına gelen iyi niyetli tavrından söz etmiştim. Dün sanki devlet normaline döndü... Bu olumlu tavrı sürekli kılmak bu kadar zor mu ki insanı yazdığı yazıya pişman ediyorlar. Beni neredeyse daha önce yazdığım yazıda ettiğim söze pişman eden olayı kısaca anlatmak gerekirse; akşam televizyonda bir çoğumuzun izlediği, izlemeyenlerin en azından bugün gazetelerden okuduğu, Hakkari'de eylem yapan çocuklara müdahale esnasında bir polis memurunun bir çocuğu feci şekilde dövmesiydi.

Biraz geniş bakıldığında bu olay sizce bireysel diye nitelenebilecek bir eylem miydi? Bence değildi. Diyelim ki çocuğu acımasızca döven polis bireydi, eylem de bireysel. Peki olay yerindeki onca devlet görevlisi neydi? Bir kişi bile mi çıkmaz bir ambulans çağırmak için... Sonradan olay yerine gelerek, çocuğa ölmüş mü diye bakıp sonra çekip giden polis ötekinden daha mı az sorumluydu?


Osman Baydemir söyleme biçimi açısından en uzak durduğum ve sempati duyamadığım bir insandı. Ama seçim öncesi bir oturumda izlediğimde düşüncelerim değişmişti. Bir takım eylemsel düşüncelerine katılmasam da söyleme biçimini sevmiş, onun gözünden bakarak anlamış, sempati duymuş, bunu da yazımda belirtmiştim.

Dün 23 Nisan'dı, bayramdı. Hepimizin, en çok da çocukların bayramıydı. Oraya katılmamak bir protesto yöntemi olamazdı! Olmamalıydı. Protesto yapmanın önünde engel yoktu ki; yürekli bir adam için binbir yolu vardı. O bayramı, bugün karşı durulan insanlar yaratmamıştı. O bayramı Türkiye halkı kavramını ortaya atan M. Kemal Atatürk yaratmıştı. Bayram, bir çok farklı kimlikten oluşmuş Türkiye halkının bayramıydı. O bayram çocuklar ve Atatürk demekti! En çok da ulusal egemenlik!.. O Kurtuluş Savaşı' nı aklı başında herkes bilir ki bu ülkedeki farklı etnik kimliklere sahip, farklı anadilleri olan insanlar yan yana omuz omuza vermişti.

Bu ülke tarihinin değişik dönemlerinde yönetim gücünü elinde tutanlar; her etnik kimlikten, her dilden, her dinden insana haksızlık, ayrımcılık, işkence, zulüm yapmadı mı? Yaptığını aklı başında hiç kimse inkar edebilir mi, görmezden gelebilir mi?

Ama sürekli barıştan kardeşlikten söz ederken bu ülkenin önderi tarafından yaratılmış bir bayramı: "Her şeyden önce ülkede demokratik tahammül kültürünün ve kabul kültürünün gelişimine ihtiyacı var. Törenlere katılmamamız çok anlamlı ve çok ciddi bir mesaj" sözleriyle bugünkü yöneticilere karşı bir eylem halinde protesto etmek neyin nesi? O zaman bir takım kafatascıların söylemlerini haklılamıyor mu bu? O zaman demokratik tanımlar yüklemenin anlamı var mı verildiği söylenen mücadeleye...

Sürekli barıştan ve kardeşlikten söz etmenin anlamı bu eylemin neresinde? O bayram, karşı çıkılıp varlıkları protesto edilen adamların bayramı mıydı sadece? O bayram; bu ülkede yaşayan herkesin, en çok da çocukların bayramı değil miydi? Oraya gelmemek aynı zamanda bayramı da protesto etmek ve tanımamak değil miydi? En büyük tehlikenin kutuplaşma olduğu bir ülkede, toplumda kutuplaşmanın bu kez bir sivil siyasetçi tarafından yaratılmış hali değil miydi bu eylem? Çocukları eylem alanlarına sürmenin çakalca bir uyanıklık olduğu, bu tür eylemlere müdahale edileceği aşikarken çocukları oralara süren büyüklerin, oluşacak sonuçlardan propaganda olanağı yaratma mantığı güttüğü uzak bir olasılık mıdır? Ahlaklı mıdır?

O zaman devlet ile sivil bir belediye başkanının, demokratik tahammül kültüründen ve kabul kültüründen söz eden siyasetçinin, aynı gündeki olaylar karşısındaki tutumlarının farkı ne?

Resim:Home made,ve çiçekler taze:))

23 Nisan 2009 Perşembe

Bugün 23 Nisan Görev İstiyor Her İnsan!

Aslında bu konuyu, dolayısıyla önerileri; Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'ne ve Türkan Saylan'a Ergenekon çerçevesinde yapılanlar, toplumda başlayan hareketlenme ve bunun blog yazılarına yansımaları üzerine yazmayı düşünmüştüm. Sonra dedim ki; bunu, sen en iyisi insanların çocuklara, dolayısıyla bağımsızlığa daha konsantre oldukları 23 Nisan günü yaz.

Sivil toplum örgütlerine katılmayı, oralarda görev almayı destekleyen biriyim. Bir takım eleştiriler yapacak olsam da, var oluşlarının, toplumun durağan kesimlerinde bir hareketlenmeye, katalizör görevi yapmaya, fark ettirmeye yönelik etkilerini fazlasıyla kabul eden biriyim. Ama sonuçta onlarda yönetenlerinin siyasal bakışlarıyla doğru orantılı olarak şekillenen kurumlar. Ve ne yazık ki bir çoğunun içinde, yönetim kadrolarında yer almayı var olma sebebi sayan, bu yolda çaba içinde olan, kurumun sağladığı statüden fazlasıyla yararlanan insanlar da var. Bu insanlar yüzünden bazen kendinizi, istekleriniz ve arzuladıklarınız dışında kullanılmış saydığınız, sizi soğutan ve küstüren tanıklıklar da var. Ve bu tip örgütlerde kaçınılmaz bir biçimde ayrımcılık da var.

Geçen gün Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nden bir yöneticinin bir cümlesi kulağımı tırmalarken, yüreğimi de yaraladı. Bir eleştiri üzerine gelen cümle şuydu: ''Tabi ki biz laik Cumhuriyetten yana insanlar yetiştirmek için varız. İmam Hatip benzeri okullarda okuyan ya da ailesi o eğilimde olan insanların çocuklarına burs vermiyoruz. Çünkü, zaten onlara verenler var.'' Burada durdum! Buna şaşırmadım, anlayışsız da değilim; başta dediğim gibi, bağnazlık sadece bir kesime, bir ideolojiye sırtını dayamış, orada vücut bulan bir şey değil... Bağnazlık farklı bir insan durumu.

Aslolan çocuklara doğruyu, güzeli göstermek öğretmekse; yanlış yoldaki bir çocuğu kurtarmak, kendi iradesi dışında farklı bir hayata sürüklenen bu çocuğa yaşamda farklı şeyler de olduğunu göstermek değil midir? Şimdilik bunu bir kenara koyup daha derin ve uzun konuşmak istemiyorum böyle güzel bir günde... Sakın ola ki bu sözlerimden bu dernek ya da benzerlerine karşı olduğum ve sözünü edeceklerim bunlara alternatifmiş gibi algılanmasın.

Benim kişisel görüşüm ve bugüne kadar ki deneylerimden öğrendiklerim şunlar: Evet her insan tüm gücüyle ve olanakları çerçevesinde inandığı sivil toplum örgütlerine ve onların etkinliklerine omuz vermeli, katılmalı. Ama her bireyin, oralarda bir ses olurken kendi başına da yapabileceği çok daha yararlı işler olduğunu da söylemeliyim. Nasıl ki bir suyun yönünü ufacık bir dokunuşla değiştirip büyük kuraklıkları cennet bahçelerine çevirmek mümkünse... Her bireyin de, ufak bir dokunuşla bir çocuğun hayatını değiştirme şansı vardır. Burada kendi pratiğimin karşılıklarını tek tek yazmak istemiyorum. Bugün, bir sürü çevremden çocuğun hayatının bulduğu yönlerde, geldiği noktalarda ufacıkta olsa payım olduğunu biliyorum.

Ben çok fazla şeyler yapmadım. Hayatımın önemli bir bölümü işim gereği sanayi sitelerinde geçti. Oralarda yan komşumun, öteki komşunun, karşıdaki tamirci çırağının, evimin olduğu yerde üst kattaki, yan evdeki, karşıdaki çocuğun arkadaşı oldum ben... Dertlerini dinledim. Bunu kendime iş edinmedim ama... Boş kaldığım anlarda onlarla oynadım, konuştum, televizyon yarışmalarını taklit ederek bilgi yarışmaları yaptım. Oynarken Atatürk'ü öğrettim, klasik müzik bestecilerinin, felsefecilerin adlarını soktum oyunlara, dolayısıyla kulaklarına... Farklı müziklerden, farklı şarkıcılardan haberdar ettim, sinemadan konuştum. Daha küçüklere masallar anlattım kafamdan; içindeki hayvanlara felsefecilerin adlarını vererek... Okuma yarışları yaptım, üçünü beşini dizimin dibine alıp, iyi okuyanların üstünlük taslamalarına olanak tanımadan... Ve bu yarışmalar da okumasında sorun olan çocukları ellerinden tutarak bir kitapçıya götürüp ilk kitaplarını alarak

Demek istediğim şu: Çocuklar rol modeller ararlar kendilerine ve aslında, sanıldığı gibi kitaplarda, filmlerde aramazlar bunları, aradıkları yer en yakınlarındadır. Ben kendi adıma bunun en yakın tanığıyım, daha lise yıllarından başlayıp kendi çocuklarım olan sürece kadar bunu sezdim, hissettim. İleriki yıllarda çok iyi işler yaparken gördüğüm, bir çoğu üniversite bitiren bu çocukların mesleklerinden, karşılaştığımız yerlerde sevgilililerine, eşlerine arkadaşlarına beni tanıştırırken söylediklerinden bahsetmek istemiyorum.

Kitap kampanyalarına katılın katılalım, hem de yetişebildiğimiz her birine... Sürekli destekleyin, destekleyelim. Ama şu ikisi arasındaki farkı da düşünün: Okul sırasında otururken önünüze rast gele koyulmuş bir kitap mı daha çok iz bırakır? Yoksa, uzaktan uzağa farklılığını gördüğünüz, öykündüğünüz bir abla ya da abinin elinizden tutup sizinle konuşa konuşa götürdüğü kitapçıda birlikte bakarak, dokunarak seçtiğiniz, oraya gelene kadar bir kaç vitrin önünde kaldığınız, orada ki kitaplara da baktığınız bir süreç sonunda aldığınız kitap mı?

Bir çocuğa kitap almak güzeldir. Ama en güzeli onu elinden tutup kitapçı vitrinlerine baktırmak, içeri sokup kitaplara dokundurmak ve sonra satın almaktır.

Demem şudur bu yazıyı okuyan herkese: Çevrenizden bir çocuğa dokunun, onun ilk kitabını birlikte gidip siz alın, onun elinden tutup sinemayla, tiyatroyla, konserle siz tanıştırın. Arkadaşı olun. Aziz Nesin'in yıllar önce bir röportajda okuduğum şu cümlesi kafama kazınmıştır. Usta demiştir ki orada: ''Avrupa 'da insan hiç bir şey okumasa da kültür kesilir. Çünkü, gözünün önündeki her yerde bir kültürel etkinlik afişi vardır. Mutlaka bir kitapçı vitrinine gözü takılır. Bir billboard da bir kitap reklamını görür. '' Bizim ülkemizin bu şansı yok. O zaman biz, olanaklarımız ölçüsünde çocukların ellerinden tutup gösterelim.

Son olarak benim kahramanlarımdan birinden söz etmek istiyorum. Bir gün kahramanlarımı tek tek yazmak isterim. Mahallemizde bir Selahattin amca vardı; bir sağlık kurumunda memur... Uzun bir mısır tarlasının ortasındaki patika yoldan çıkılarak girilirdi mahallenin bizim sokağına... Her akşam, çocuklar oturur Selahattin amcanın işten gelişini beklerdik. Biz, ''merhaba Selahattin amca'' derdik. O da, ''Merhaba Ayşe, merhaba Ali'' örnekleri gibi her selam veren çocuğa adıyla karşılık verir; ve yolun sonundaki evine gidene kadar hangi çocuk denk gelirse bir küçük şeker ikram ederdi. Şu küçük nane şekerlerinden bir tane... Aslolan şeker değildi. Onun hepimize verdiği değerdi. O Selahattin amca kaç çocuğa merhaba demeyi öğretti. O kaç çocuk, diğer kaç çocuğa bunu öğretti. Bir düşünelim.

Aslında hayat çok kolay ve bu ülkeyi çağdaş bir ülke yapmakta... Yeter ki, her birimizden bu ülkeye bir Selahattin amca olsun... Haydi blogcular sokağınıza ve görev başına...


Eğer buralara kadar sabır gösterip okuduysanız;şu yazım da,bir tren yolculuğunda yine ufacık, bir hayata dokunuş öyküsüdür.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP