10 Ocak 2009 Cumartesi

Mim Karnında Bir Nokta...''En Sevdiğim''Yazar...

Bu kez mimim gelirken havada kokusu da vardı. Sevgili Beenmaya, topu bana doğru atarken kimi yazacağımı da tahmin ettiğini hatta bildiğini vurgulamıştı. Bunun aslında kendi yazacağından bir vazgeçişle; benim onu daha iyi yazacağımı düşünerek, boş kaleye topu yuvarlamaktan başka çare bırakmayan çok güzel bir pas olduğunun farkındayım. Bu aynı zamanda, onun bir gün birilerinin miminde benzer soruda yanıt olacak güçlü kalemi kadar, iyi bir okuyucu olduğunun da göstergesi. Çünkü daha önce; hatta blog yazmaya başladığımda, ilk yayınladıklarımdan biri en sevdiğim kitap ve o niye benim için en kitapla ilgili bir yazıydı. Gözden kaçmamış...

Aslında, en yazarlarından ziyade en kitapları olan bir okuyucuyum. Bir yazar takıntım olduğunu söyleyemem. Geniş bir yelpazade okumayı severim. Keşfetmek tutkumdur. Çoğu zaman, sadece kapağına bakıp, içinden bir iki cümleyle karar oluşturup satın aldığım kitapların ve yazarların, sonra geniş kitlelerle buluşamasalar da, adlarının çok saygın bir biçimde, popülaritenin ötesinde değerlerle anılması çok hoşuma gider. Kendimi sever, keşif yeteneğimin tadını çıkarırım.

Şöyle bir duygum ve inancım vardır kendimce: Her yazarın ''en'' bir ya da bir kaç kitabı vardır; ve bunlar, onların hiç bir popüler olma kaygısı taşımayan halleriyle sadece kendileri için, kendi heyecanlarıyla, yazmanın keyfinin başka kaygılarla beslenmeden tavan yaptığı anlarda yazılmış olanlardır. Bana ait bir düşünce olduğu için elbette yanılıyor da olabilirim ...

İlk okuduğum kitabından sonra diğer bir kaç kitabını aldığım; ve o kitaplardan da aynı tadı aldığımı söyleyebileceğim yazar sayısı çok fazla değildir. Benim özel bakışım ve nedenlerimden dolayı en sevdiğim kitaplar vardır; ve onlardan dolayı da yazarlar...

Şimdi gelelim, daha doğrusu mimin amacının özüne sadık kalarak sorunun yanıtına: Şu ana kadar söz ettiklerimin ışığında bu soruya düz bakarak bir yanıt vermem gerekirse; öteki sevdiklerimin affına sığınarak ve bir ayrımcılık değil de bir görev algısı olarak alıp bu durumu gücenmemeleri anlamında, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği ve Milan Kundera diyorum; Pal Sokağı Çocukları ve Ferenc Molnar'dan çok ama çok özür dileyerek... Bir yetişkin bakışından bir yetişkin kitabı yazmam gerektiğini düşünüyorum çünkü bu mime...

Neden Milan Kundera ve Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği sorusuna vereceğim yanıt bir tekrar olacağı için, en uygunu önceki yazımdan bir bölümü taşımak diye düşündüm. Ama bu kez yazarla tanışma nedenim tesadüf değil. O günlerde kendi topraklarından çıkarak, bütün Avrupa'da hatta dünyada gündeme oturan bir yazar olarak verdiği röportajlardaki düşüncelerinin ilgimi çekmesi; ve ilk okuduğum kitabından sonra en çok kitabını satın aldığım yazar olmasıdır. Buyrun niye o ve Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği:

Bir ideolojinin ortodoks tavrına, sorgulayan, eleştirel ve anarşist aklımın başkaldırdığı bir ilk gençlik döneminde, karakter özelliklerimin ruh ikiziydi sanki romanın kahramanı... İlk gençliğin öykünen tavrıyla bireyselleşen kimliğin başkaldırıları arasında çatışan ve gelişen bir ruhun yolunu ışıldatan bir kitap olmuştu benim için.

İlk gençliğin meraklarıyla başlayan ve devam eden ilişkilerdeki önceliklerin duygularla tatlanmaya başladığı bir yükselme döneminde, bir bedeni sevmekle bir ruhu sevmek arasındaki farkın ayrıdına varma yolculuğundaki ruhuma güzel olanın onunla uyanmak olduğunu hissettiren, ilişkiler üzerine bir beslenme sürecinde sorularımı netleştiren bir kitap da olmuştur aynı zamanda.

Hem siyaset sorgulamaları hem de ilişkiler odağında, ihraç edilmiş totaliter bir ideolojinin anaforları ile yalnızlık, aşk, tutku, cinsellik üzerine doğru yorumlar yapan çok hoş bir kitaptır.

Felsefi çıkarımlarla dolu, bitmekte olan insani değerler üzerine incelikli bir düşünme, aşk üzerine bir felsefe, empoze edilmek istenene bir başkaldırı, cinsellik üzerine sorgulamaları olan Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği: Benim aşkımdır. Ötesi yok!..:))


Genelde bu tip (mim benzeri) olaylarda halkanın takılıp kaldığı nokta ben olurum; kimse kendini bir zorunluluk altında hissetsin istemem. Bu yüzden, zaten mim başka kanatlardan da atak halinde olduğundan daha çok gol çıkacağının güvencesiyle topu ortaya doğru atıp bu pası alıp gitmeyi hür iradelere bırakıyorum. Sevgili Beenmaya'ya da, lezzetli pası ve zevkle yazdığım bu yazı için teşekkür ediyorum:)

Resim Paul Barlow

9 Ocak 2009 Cuma

Tırtıl Sen Bizim Herşeyimizsin...

9 ocak 2001 de doğdu.

Daha yeni yürümeye başladığında; bahçede büyüttüğümüz kazlar başta kadınlar olmak üzere herkesi taciz eder bir hale gelip önlerine kattıklarını oraya buraya sürüklerken, köpekler bile esas duruşta selam çakarken dört kişilik kaz çetesine; başı her sıkışan ''Tırtıl imdat!'' demiş, o da her seferinde '' imdat Tırtıl geliyor!'' nidalarıyla her biri bir yana kaçan kazları önce bir araya toparlayıp sonra da tek ayak üzerine getirip; ''Bir daha yaparsanız ağzınıza biber sürüp sizi öcüye teslim ederim'' diyerek cezalandırmıştır.


İnek möölerini ineklerin bakıcısını kastederek, ''Anne bak Nuriye deel diyolar'' diye tercüme etmiştir...

İneklerin kuyruklarını atlanacak ip, burun deliklerini de araba park edilecek yer bellemiş; hiç hayvan ayırımı yapmaksızın, hiç çekinmeksizin sevmiştir. Hayvanlar da tabi ki onu...

Bitsy'nin kafasında pet şişe çalıp, onla şarkı söyleyip oynamayı eğlenceli bir hobi yapmıştır.

Üç yaşında amcanın farkedip yardımcı tekerlekleri sökmesiyle iki tekerlekli bisiklette uçmayı becermiş; beş yaşında kendi kendine okumayı, sonra sesli harfleri kullanmadan yazmayı öğrenip, sonra onları da aralara yerleştirmeye başlayarak işi tam anlamıyla çözmüştür...



Abisinin ben okuldayken kurcalamasın diye girişe koyduğu şifreyi gizli sorusuna bakıp, oradaki en nefret ettiğim şey sorusundan yola çıkarak, dersane yazıp kırmış; hatta hazır girmişken şifresini de değiştirim, bu sefer de o giremesin diye düşünüp sonra bir daha hiç kullanmama izin vermez olasılığını göz önüne alarak bundan vazgeçmiştir.

Kendi aramızda bizim Bitsy'ye uygun bir köpek bulsak da torunlarımız olsa muhabettlerimiz onun dinlemesine takılmış ki; hiç haberimiz yokken internette pet arkadaş diye bir site bulup Bitsy adına profil oluşturmuştur. Ve yazmış ki bir de profile: ''Evde temizliğe bile yardım ediyor.''


Geçen yıl (2008); birinci sınıfın mart ayında bütün bir yaşamını etkileyebilecek berbat bir yerden bacağı kırıldı...

Doktor olasılıkları önümüze koyduğunda bütün bir sülale geleceğimiz kararmıştı. ''Ve şaşıyorum bu çocuk bu acıya nasıl dayanıyor'' demişti .

12 mart 2008 de kalp ameliyatından bile zor denen bir ameliyatın altından hepimizden daha yürekli bir şekilde çıktı...

Gövdesinin yarısından aşağısı alçılı bedenle bir buçuk ay, sonra iki ayak arasına takılı aparatla 1,5 ay hiç mızmızlanmadan, yatağının içine koca bir dünya kurmayı başararak; elleriyle top oynayıp, yattığı yerden kumandalı arabayı odalara sokup çıkararak, kapılara çarptırıp kahkahalar atarak ve film izleyerek geçirdi...

Olası sonuçlar yüzünden darmadağın olmuş herbirimizi onca sıkıntısının arasından o teselli etti, yıkılmış ruhlarımızı o ayağa kaldırdı ...

Hep güldü... Hiç birşey olmamışcasına esprilerini peşi sıra dizdi...

Ayakları arasındaki aparat alındıktan sonra, ''Abimin mezuniyetinde olmalıyım'' diyerek; yürümeyi yeni öğrendiği günden çok daha zor koşullarda, üç adım yere basıp yüz adım kucakta, ah zavallı çocuk bakışlarını hiç takmadan aslanlar gibi törene geldi...

Aparat alındıktan sonra bütün çabalarımıza rağmen ayağının üstüne basıp yürüme çalışmalarına başlamazken, sürekli kontrollerden birine gittiğimizde, '' Doktorumun odasına yürüyerek gireceğim'' diyerek benim de desteğimle gerekeni yaptı. Ve bunu çok sevdiği ve güvendiği; gerçekten çok iyi doktor ve çok iyi insanı mutlu etmek için yaptı.

Usul usul yürümeye başladığı yaz başından bacağının içindeki tellerin alınacağı eylül ayındaki ikinci ameliyata kadar ki sürede; hiç bir şeyi yokmuşcasına keyifle yüzdü, bir ayağını süre süre koştu, yürüdü ...

Eylül başı ikinci kez ameliyathanede yine bir ameliyatın tüm evrelerini geçirerek bacağın içindeki son telleri aldırdı...

Geçen eğitim yılının ikinci yarısının nerdeyse tamamında gidemediği okulda eksik kalan matematiğine rağmen bu yılki deneme sınavlarının ilkinde 1 matematik sorusu eksiğiyle Türkiye 157.si oldu. Ama ikinci sınav için hedefi belliydi... Ve geçen haftaki sınavda ben sormasam o söylemez bir rahatlıkla elime sınav sonuç belgesini tutuşturdu; sınıf, okul, ilçe, il, bölge, Türkiye hanelerinin hepsinde 1. yazıyordu...

Her oğul kendi ailesine güzeldir, her çocukta güzeldir. Ama Mussano'yla bazen konuşuruz; Tırtıl doğduğu günden beri... Ben ona derim ki: ''Ya Mussano! Oturup bir liste yapsaydık, biz böyle böyle bir çocuk istiyoruz diye; Tırtılı ifade edebilir miydik? Yanıtımız, edemezdik olur her seferinde...

Bugün oğulun doğum günü... Ama bu doğum günü bizim için ilk doğduğu günden bile çok, ama çok değerli... Çok çok zor, geleceğe fazlasıyla kaygılı günlerdi son bir yılda yaşadıklarımız...


İyiki doğdun Tırtıl... İyiki varsın... Ve tanıdığımız en yürekli adamsın...

Seni Seviyoruz Başkomserim...

Hepimiz

7 Ocak 2009 Çarşamba

Hiç Bilmeyenlere, Özellikle Öğrencilere Bir La Paragas Hizmeti: Ayrıntılı Bir Tarifle Mercimek Çorbası



Öğlenin bir vaktinde kahve yapmak için mutfağa geçtiğimde raflardan birinde gözüme çarpan bir torba mercimek, ''Gel hadi bir çorba yapalım.'' diye göz kırpmaya başlayınca. O güne kadar hazır çorba dışında çorba yapmamış ben heyecanlandım. Mutfağı kullanmak ve yemek yapmak konusunda normaldeki tüm dağınıklığımın aksine sistematik ve tertemiz bir çalışma üslubum vardır, bunu biliyorum. Çok daha zor yemekleri denemiş, bunda başarılı olmuş ben, bugüne kadar hazır çorbalar dışında bir çorbayı bina edememiş ve denememişken, sınırda dolaşmanın o ince heyecanı da paçalarımı çekiştire çekiştire hadi yapalım haline bürününce; bu iki taraflı isteği kıramayıp, kırmızı ışıkta arabanın önünden geçen kızın çorbası kıvamında bir mercimek çorbası yapabilir miyim diye bu işe soyunmaya karar verdim.

Önce onun bu çorbayı nasıl yaptığı üzerine düşünürken, bir yandan da Google'a verdiğim mercimek çorbası siparişine karşı onun sunduğu menüden tek tek tatlarını koklamaya başladım. Hangi rengin hangi tonunun, hangi rengin hangi tonuyla iyi gideceğini bilen uzmanlar gibi, hangi tadın hangi tatla bir araya geldiğinde hoşluklar sunacağı konusunda da yetenekli olduğum söylenebilir, hatta öyleyim canım, tevazuya gerek yok.

Bir sürü seçenek içinde hayalimdeki çorbayı göremeyince, kendi çorbanı kendin yaptan yola çıkıp bir sürü tariften de beslenerek, ama en çok da kırmızı arabanın önünden geçen kızınkini düşleyerek, doğaçlama işe girişmeye karar verdim.

Önce kırmızı ışıkta arabanın önünden geçen kızın çorbasındaki tatları damağımda hissederek kimyasal analizlerini yaptım. Evet şu var, şu da var, ve şu da var diyerek listeyi ve miktarları kafamda oluşturdum. Sonra, onun bu çorbayı yaparken blendırdan geçirdiğini de gözünde tutarak, tüm akılda kalanları Google'un sunduğu menülerdekilerle birleştirip, yol haritamı oluşturup, serüvenin göbeğine gözü kapalı daldım.

Gün boyu yağan yağmurdan ıslak havada, dışarıdaki soğuğun camdan görünen haline inat sıcacık ofisimsiden soğuk mutfağa hareket ettim. Öncelikle perdeleri sonuna kadar açarak yemyeşil bahçeyi mutfağa doldurdum. Sonra, mercimekten bir su bardağı alarak pirinçleri ısladığım uç tarafı süzgeçli kaba boşaltıp, içindeki ufak tefek arızaları temizledikten sonra bir kaç su yıkayıp iyice süzdüm. Onları kendileriyle baş başa manzaranın seyrinde bir sohbetin derinine bırakırken, soymaya başladığım orta büyüklükte iki patatesi iri parçalar halinde doğrayıp, çorbayı yapacağım büyükçe bir tencereye koydum. Niyetim fazla miktarda çorba yapıp üç dört gün yemek işiyle uğraşmamak. Buradan yola çıkarak nüfus sayısına göre bir sonuç çıkarmak olası. Sonra, bir orta boy, şöyle söylesem sanki daha doğru olur: Patateslerin yarısı kadar olacak şekilde havucu da güzelce soyup, çok küçük olmamak koşuluyla enlemesine doğradım ve tencereye ilave ettim.

Bir orta boy ağlatmayan iyi kalpli soğanı alıp - ki o da yaklaşık patateslerden birine eş değer büyüklükte- kabuklarını soyup dört parça halinde tencereye attım. Bir bardak yıkanmış mercimeği de ilave edip, üzerine yedi bardak su koydum ve tencereyi ocağın büyük bölümüne oturtup en yüksek ayarında pişmeye bıraktım. Arada bir karıştırarak ve bir miktar- ki iki çay kaşığına eş değer- tuz koyup , çok az da karabiberle tatlandırıp, bir et bulyon ilave ettim. Kaynamaya başladıktan bir süre sonra üzerinde oluşan köpükleri alıp kısık ateşte havuçlar pişene kadar bekledim. Havuçlardan birini alıp yaptığım kontrolden okey çıkınca, tencereyi kapatıp blendırı fişe taktım.

Miktarı çok olduğu için ve bir seferde blendırdan geçirme şansım olmadığından, yedek bir tencereyi üzerine süzgeç oturtarak sağ yanıma konuşlandırdım. Blendıra kepçe kepçe koyduğum oluşumun tamamını iyice çektirdikten sonra, üzerindeki süzgeçle bekleyen tencereye süzgeçten geçirerek doldurdum. Bütün işlem bitince, ilk tencereyi güzelce yıkayıp ilk günkü haline getirdim. İçine yaklaşık bir margarin paketinin beşte biri - ki o da elli grama karşılık geliyor- tereyağı koyup köpükleri gidene kadar erittikten sonra, içine iki tatlı kaşığı unu atıp hızlı hızlı çevirerek topaklanmasına izin vermeden kavurdum .Kıvama geldiğine karar verince, süzdüğüm çorbadan yine süzgeçten geçirerek önce bir kepçe ilave edip iyice yedirdim unu. Sonra, yavaş yavaş ve karıştırarak süzülmüş çorbayı yine süzgeçten geçirerek ilave ettim. Oluşan köpükleri alıp çorba yeniden kaynamaya başladıktan bir süre sonra altını kapatıp dinlenmeye bıraktım.

Bu arada tost ekmeklerini küçük kareler halinde kesip, küçük bir tavada erittiğim tereyağında çevirmeye başladım. Üzerlerine çok az pul biber döküp, çıtır bir hal aldıklarında kaseye servis edilmiş çorbanın üzerine dökerek, bir miktarda karabiber ilavesiyle sofrada eserimin son halini bir süre seyrettim. Aldığım ilk kaşıktan sonra tamamdır bu, kırmızı ışıkta arabanın önünden geçen kızın çorbası gibi olmuş dedim. Ve kendi kendimi tebrik edip, çorbanın ardından ve teşekkür babından kendime bir kapuçino ikram ettim. Deneyin, pişman olmazsınız.

6 Ocak 2009 Salı

Değinmeler...

Çocuklar....


İntifada diye neredeyse beşiklerinden alınıp sokaklara salınan çocuklar...

Kendi iktidar hırsları yüzünden birbirine giren, bin parçaya bölünmüş, "en benim ülkem, en ben savunurum haklarını, en benim" diyen, terörizmi silah yapmış, o eski devrimci ruhunu satışa çıkarıp rantını yemiş örgütlerin ülkesi....

Ve bu örgütlerin iktidar savaşlarında, birbirlerine düşmandan daha kindar çatışmaların arasında kalmış çocuklar....

Kendi topraklarının sokaklarını pay etmiş, köşe başlarını sınır belleyip birbirine kurşun atan kardeşler ...

Kurşunların arasından yol bulup okula, oyuna, hayata gitmeye çalışan çocukların ülkesi...

Doğurduklarına doyamadan, ya kendi çıkarlarından kurtarıcı maskesi yapmış vatan kurtarıcıların cephesine sürülmüş; ya cephede, ya sokakta, ya onları siper etmiş ahlaksızların mevzisi bir evin kenarında, bir kör kurşuna, bir bombaya teslim edilmiş çocuklar. Anneleri...

Bilgisayar başında oynarmışcasına kör, duygusuz, kindar, gözlerini iktidar bürümüş büyüklerin; sadece kendi çocuklarına yufka, onların sızılarında baba, insan olduklarını hatırlayan kalpsiz kalpleri...

Yıllar öncesinin devrimci ateşinin çok gerilerine düşmüş, direniş kisvesinin altına saklı ideolojileri kendi halkalarına da zulüm bir terör örgütünün kime, nereyesi belli olmayan füzelerinin altında can vermiş öteki çocuklar.

Camileri, hastaneleri, okulları, evleri, ambulansları silahlandırarak siper yapıp, çakal bir uyanıklıkla hedef vururken; canlı bomba zavallıları sivil otobüslere koyup allah adına canlar yakarken; hedef bellediği yerden gelenlerinin de kendi insanlarının, çocuklarının canını yakacağını hesap etmeyen, umursamayan, atalarının yiğit ve devrimci ahlakını kirletmiş gözü dönmüşler.

Ah çocuklar!..

Aynı coğrafyanın; heyecanları, duyguları, coşkuları, top peşinde koşmaları, saklambaçları, çikolataları, çizgi filmleri, hikayeleri, hayalleri, saflıkları aynı; dil, din, ırk ayrımı bilmez, tanımaz, kin tutmaz çocukları...

Sırtlarını emperyalizmin ağasına dayamış, kendi debdebeli yaşamlarının göz alıcı ışığından kimseleri göremeyen, kendi halklarına zalim, krallar diktatörler coğrafyası...

Kalleşliğin erdem, din adına insan, hem de kendi insanını kesmenin mübah olduğu; yokluğun, yoksulluğun dinle afyonlandığı sırttan vuran bıçakların kan gölü...

Her seferinde kendi halklarına kendilerinin yaptığı zulmü yok sayıp, satılmış ruhlarının göz boyayan çıkışlarında, saraylarının ihtişamının uzağına bakamayan bir görüyle sadece birbirlerinin debdebeli yaşamlarına odaklı, dünyanın en zenginler listesinde alacakları yerin tatmininde yöneticiler coğrafyası...

Karanlığa gömülmüş odalarda bomba şelalelerinden, uçak gürültülerinden, tank seslerinden, havada uçuşan roketlerden, camlarına değen mermi damlalarından masallara uyanık çocuklar.

Dünyanın her bir yerinde medyanın odakladığı görüntülerle ahlayıp vahlayan, olay bitip ekran karardıktan sonra herşeyi unutan, ben, sen, o... Biz .

Hepimiz: İki cümle, üç ah vahla geçiştirip, iki emperyaliste laf atıp, küfredip, iki bayrak yakarak çözebildiğimiz; insan olma sorumluluğunun gereğini yapmışlığı bunca basit eylemle vicdanlarımıza hazmettirmiş, herşey normalleşince unutup gitmiş yalancılar sürüsü.


Savaşın kendisinin kirli olduğunu unutup ondan vicdan, hak, hukuk, insanlık beklemek gafletinde durup bakan; savaşın kural tanımazlık gerçeği ortadayken, sessiz ve soluksuz uluslararası örgütler...

Şiddet şiddeti doğurur gibi çok açık bir laf ortadayken, bunun anlamını herkes bilirken, hala neyin bağırışı bu... Her savaşan zaten kendi haklı dayanaklarını yaratmıyor mu hep...

Koskoca bir ülkeyi paramparça ederken, bir sürü hayatı yok edip çocukları babasızlığa, annesizliğe, kolsuzluğa, bacaksızlığa, bedensizliğe,ruhsuzluğa mahkum ederken büyük abi; denize verilmiş petrolde çabalayan bir kuşun görüntülerini algılarımıza yükleyip kendini haklılamıyor mu? Bir sahneyle görmek istemeyen gözlere boyaları çalıp bütün kirlerini örtmüyor mu?

Ve Filistin: Devrimci ruhların ateşi, sevgilisi, pamuk kalplerde büyütmeye çalıştığı minicik bebeği hâlâ o Filistin mi? Önce kendi evlatlarını yiyip, sonra halkı bir kenara bırakıp paraları ve rantı yenilen ülke değil mi? İsrail bombalarından kurtulsa bir başka despotun dine referansladığı bir ideolojinin zulmünde yaşamaya mahkum edilmiş bir ülke olmayacak mı?

Suçlular ayağa kalksın ve hiç ötelerde bir yerlerde aranmasın... Ve ne yazık ki, ''Ülke ve Özgürlük'' filminin son kısmında yazdığım gerçek: Gerçekliğini ve tekerrürünü hiç yitirmiyor... Ve her zaman olduğu gibi çıkarsız inanmışlıkla çarpışanların, çıkar hesapları ''iktidar''(!) olanlar tarafından tasviyesiyle bitiyor. Ülkeler yalnızlaşıyor. Kendi insanınca bile sahipsizleştirilmiş Filistin'de olduğu gibi...

Onlar kandırıyor, biz de kanıyoruz!

Dünya yalan...



Konuyla bağlantılı muhteşem bir yazı için lütfen tıklayın.



Resim Paul Barlow

5 Ocak 2009 Pazartesi

Aşk Ve Gurur...



Filmi izlemeye, Kefareti izledikten ve çok beğendikten sonra yönetmenin diğer filmleri neler diye araştırırken, ilk Filminin Aşk ve Gurur olduğunu görerek karar vermiştim. Ama öncelikle izlemek gibi bir düşüncem de yoktu açıkçası... Ta ki yapacak başka bir şey bulamadığım bir anda, iş yoğunluğundan teneffüse çıkmış öğrenci gibi nette dolaşırken okuduğum kısacık bir yazıdaki samimiyet ve ona katkı yapan yorumdaki coşkuyu görüp; bu iki genç ve kocaman yüreğin film üzerine belki bir iki satır gibi duran ama bütünüyle coşkun bir içtenlik taşıyan kelimelerini fark edene kadar...

Yine işlerle boğuşan bir günün bir saatinde, aldığım CD'yi bilgisayarıma takarak filmi izlemeye başladım. Niyetim şöyle bir göz atıp sonrasında, akşam evde koltuğa yayılıp izlemekti aslında... Ama film ilk sahnesiyle birlikte beni öyle bir çekti ki içine, bir daha çıkamadım. Görkemli salonlara götürdü, yemek masalarına oturttu, kırlarda gezdirdi, yağmurlarda ıslattı; ama, sanırım en çok da kendi yaşanmışlıklarımın tadını duyumsatan bir iç yolculuğa çıkardı .

Film; aşkın en güzel ve nefessiz halini odak alırken, ilişkiler yumağında ve hayatın içinde aslında her birimizin tanıklıklarında olan; başta sınıf ayrımı olmak üzere, bir sürü değer yargısının önceliklerini çok açıklık ve ironik bir eleştiriyle de gözlerimize sokmayı başarıyor. Film aynı zamanda bütün bu algılama ve davranış biçimleri hayatınızın içinde var, siz hangisini seçiyorsanız seçin derken; Yazarlar Birliği tarafından bütün zamanların en romantik romanı seçilen ölümsüz başyapıtın yazarı Jane Austen ve Boston Film Eleştirmenleri Derneği üyeleri tarafından Yılın En İyi Yönetmeni Ödülünü alan Joe Wright, kendi tercihlerini de aşkı kutsayarak ortaya koyuyorlar.

Yine yazar ve yönetmen; aşkın: Öfke, tutku, hırçın bir bedel ödetme, onun için ama sadece onun için hiç bir karşılık beklemeksizin bir şeyler yapma çabasını ve bu çabanın hissettirdiği içsel coşkuyu, ama en çokta kalp atışlarını ve o nefes nefese olma halini öne çıkararak; doğru, güzel ve lezzetli olanı içimizi ve heyecanlarımızı kışkırta kışkırta sonuna kadar duyumsatıyorlar. Siz filmi izlerken kendi hayatınızdaki yaşanmışlıklara da yolculuklar yapıyorsunuz... Bazen filmdeki annenin komik duran tavırlarından yanlış hayata giden kızına acırken, günlük yaşamdaki benzer önceliklere de gülüyorsunuz... Babanın doğru tavrına saygı duyarken anneye bakarak, babanın aslında hayatının Elizabeth'ini ıskalamış bir derinlikte olduğunu fark ediyorsunuz.

Yani işin özü (roman gibi uzatmim): Derinlikleri olan, hayatı mekanik bir gerçekçilikle değil de duyguların lezzetinin peşinden koşan bir cesaretle yaşamayı tercih eden biriyseniz; bu film, çok şey anlatacak size... Bunu üstelik muhteşem bir görsellikle yapacak. İzleyin...

Ve son söz olarak: Arabaya binerken birbirine dokunan iki elin içinizi titreten sıcaklığını kameranın odaklandığı noktalarla, yağmur altındaki sırılsıklam iki kalbin hesap soran aşkına muhteşem bir manzarayı fon yaparak, aşk emek vermektire göndermeler yapan uzun bir yürüyüşün ardından aşkın bütün gururlardan arınmış iç döküşünü, sel olup akışını ve teslimiyetini güneşin renkleriyle boyayıp, aşkla dans etmekle sadece dans etmek arasındaki duyguların farkını diyaloglar ve ritimle göze sokan, derin sorgulamaları ve eleştirilerini zarif bir ironiyle yapan peri masalı tadındaki, Satellite'te Yılın En İyi Giysi Tasarımı Ödülü’nü alan bu filmde, muhteşem duyguları döneme çok sadık kalarak muhteşem görselliklerle besleyen yönetmene saygılarımı sunmadan geçemeyeceğim.

Yönetmen: Joe Wright
Senaryo: Deborah Moggach (Jane Austen’in aynı adlı klasik yapıtından)
Görüntü Yönetmeni: Roman Osin
Kostüm Tasarımı: Jacqueline Durran
Yapımcılar: Tim Bevan, Eric Fellner, Paul Webster
Sanat Yönetimi: Nick Gottschalk
Müzik: Dario Marianelli

Oyuncular:
Keira Knightley, Matthew MacFadyen, Brenda Blethyn, Donald Sutherland, Tom Hollander, Rosamund Pike, Jena Malone, Judi Dench, Carey Mulligan, Talulah Riley, Tamzin Merchant

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP