15 Kasım 2008 Cumartesi

Cumartesi Mırıltıları...



Pastırma yazı denen mevsimin, insanda bir sürü şey yapma isteği uyandıran cumartesi erkeninde, sessiz, yaprakların usulca dallarını terkedip ayak izlerine hışırtılı müzikler çaldırdığı sokaklardan yürüyürek ekmek almaya gidip dönüşü, bu kez deniz kıyısından değil de ana yol üzerinden yaparken, genel yapımızda var olan durumların bir filmde ya da kitapta açığa çıkarılıyor olmasına gocunan, kompleksli ve güvensiz yapımızla, tarihsel geçmişimizden algılarımıza yüklenmiş, asla öğrenmek ve sorgulamak adına eleştirel bakmaya yeltenmediğimiz bir tembellik sonucunda oluşmuş kulaktan dolma şişinmişliklerin avuntusuyla eksikliklerimizi ya da arızalarımızı göze sokanlara ve bizden farklı bir düşünceye sahip diye, doğru şeyler de yapıyor olsa tümüyle sildiğimiz insanlara karşı ortaya çıkan refleks tepkilerimiz, hatta linç girişimlerimiz üzerine düşündüm.

Dün tv'de haberleri izlerken; ismi kendinden menkul şahsiyetlerin, yazdıkları popüler kültür ürünü her biri diğerinin benzeri kitaplarla nasıl uzman karakterler olarak lanse edilip tu kaka olanı yerle bir etmek adına en iyi bilen olarak, o anki popüler karşı duruşun kalabalıklarına yandaş bir referansla parlatılışları geldi aklıma... Güldüm. Can Dündar'ı daha da sahiplenmek istedim.

İlkokul bir ya da ikinci sınıfta izlediğimiz siyah beyaz filmde tarlada karga kovalayan Mustafa ve korkuluklar gözümün önünde; kenarda mahallelerin utangaç, sessiz ve güvensiz çocuklarını başa kakmayan bir samiyetle yaşamın bilmedikleri alanlarında usul usul dolaştıran, onların duygu dünyalarına yeni farkındalıkları anne sıcağı bir okşayışla yükleyen ilkokul öğretmenime tebessüm ettim. Yanaklarından öptüm.

Sonra, Çocuk Esirgeme Kurumu ya da benzeri yerlere kendimi bildiğim günden beri yakın durduğum için farkında olduğum, çabalarını gördüğüm, oralara yakınlığımın tam tersi kadar uzak olduğum bir ideolojiye sahip iktidardaki partinin en çalışkan bakanlarından Nimet Çubukçu'ya yapılan haksız eleştirilere üzüldüm.

Belki de ilk kez bir bakan sistemin tıkanıklarını, şefkatten uzak halini değiştirmek, aşmak için bu kadar çaba ortaya koydu, koyuyor. Onca iyi şey yapmışken takdir edilmeyen, kimselerin aklına gelmeyen birinin; son iki olayla yerden yere vurulmaya çalışılıyor olmasına, spesifik olayları odak alıp aslını sorgulamadan herşey haline getiren bakış açılarına öfkelendim.

O kurumların kapısından bir kez girmemiş, 'ay şekerim yüreğim elvermiyor'cu ama statücü, ötekine sevgisiz, sosyal sorumluğu belirli derneklere üye olarak sayılara dayalı kalabalıklar oluşturup bas bas bağırmak sanan tu kakacı, egosantirik, kartvizitçi insan kitlelerine : "Narin popoloranızı hiç değilse yılda bir kez sokak aralarındaki hayatlara bakmak, okula gönderilmeyen, erken yaşlarda kocaman adamlara satılan kız çocuklarını hırpalayan ailelerin elinden alıp hiç beğenmediğiniz bakanın kurumlarından içeri sokmak için kaldırsanız; beğenmediğiniz o kurumlardaki çocukları aralıklı da olsa ziyaret ederek ruhlarına dokunurken, sürekli varlığınızla da görevini yapmayan personel üzerinde sahiplenmenizin yaratacağı 'mahalle baskısıyla' oralara çekidüzen verilmesine katkı yapabileceğinizi düşünseniz!" demek istedim.

Bütün bunları kendi kendimle konuşa konuşa eve geldim. Alt kat kapısını açmamla bizim Bitsy'nin yemek vaktinin geldiğini anlayıp, bir sürü yalakalık yaparak kulübesine koşusuna bakarken; sekiz yavru doğurup, oraya buraya verilen yavrularından sonra iki taneyle kalan komşu fadik in yuvasına bakıp ona da bir şeyler yedirdikten sonra, o an aklıma gelen bir yazı fikrine ben bile güldüm...

Hava hala enfes... Bahçede güneşe yüzümü, zeytin ağacına sırtımı dayamış gökyüzüne bakıp, elimde kahve kokusu, kulağımda keyifli bir müzik, dudaklarımda mırıltı bir şeyler atıştırıyorken; keşke şu çarşaf denizin kıyısına ''onla'' iki sandalye bi masa atıp, birlikte yürüyüp aldığımız poğaçaları martılarla pay ederken, bol dumanlı, bol kahve kokulu, bi suskunluk, bi bazı duyguların rafa kalkmışlığının biriktirdiği gevezelikler etseydikin hayalini kurdum.

Güneş bugüne çok anlam yüklüyor, günlerden cumartesi ve daha akşama vakit var.

14 Kasım 2008 Cuma

Evde Sinema Keyfi İçin Bir Öneri;)... CLOSER (Daha Yaklaş)



Oynadığı dönemde farklı düşüncelere yol açan, çok tartışılan, daha sonra da değişik sinema sitelerinde farklı algılamalarla üzerine yapılmış bir çok yorumla karşılaştığım bu filmle ilgili yazmak istediklerime, düşüncelerine çok değer verdiğim bir arkadaşımın kitap uyarlamaları üzerine bir konuşmasından alıntılarla başlamak geldi içimden: ''Kitaplar insanların hayal gücü ya da imgelem dünyasının zenginliği ile örülür. Doğal olarak görsellik hayal gücünü hapsedecektir. Bir kitabın, öznel hayal gücüne dayalı olarak farklı algılara açıldığı düşünüldüğünde'' diye devam eden yorumunun benim kullanmak istediğim en vurucu cümlesi ''Sonuçta düşünebildiğimiz ölçülerde algılarız'' dır.

Buradan bakarak, filmi bazılarının iddia ettikleri gibi toplumların değer yargılarıyla oynadığı görüşü yerine şu yönden okumayı denesek; filmi aynı oranda ahlakçı bir bakışla kötüler miydik acaba?

Bu filmin tüm derdinin aslında insanın iç dünyasının duygusal derinlik ve dalgalanmalarıyla o dünyanın karmaşık karar mekanizmalarını ortaya koyup, modern yaşamlardan cinsel dışavurumları tüm alt duygularından bakarak göz önüne sererken; aşk, sevgi, tutku, terkediliş, yalnızlık gibi bir ilişkinin tüm süreçlerini ve bireyin içine düştüğü anaforları taraf olmadan anlatmak olduğunu görüp, bütün bu kaotik durumlardan yola çıkarak insanlara: Post Modern yaşamın aşk, sevgi kavramlarını yeniden gözden geçirmesi noktasında ufuklar açan; sanki, bir ahlaksızlık önermesi gibi değil de, modern dünyanın göze soktuğu pırıltılı yaşamların günü birlik ilişkilerinin bütün açmazlarını ortaya koyan bir ahlak sorgulaması olarak bakıp, hakettiği değeri veremez miyiz?

Sadece Jude Law' ın Natalie Portman'a, Julia Roberts'la birlikte olduğunu ve kendisini terk etmek istediğini söylediği sahnede aşık olduğunu gerekçe göstererek, çaresizliğine ve dolayısıyla kendini haklılar savunusuna Natalie Portman'ın: ''Her zaman bir an vardır. Bunu yapabilirim. Buna teslim olabilirim. Ya da direnebilirim. O anı yaşadığını biliyorum; başka şansın vardı'' dediği sahne bile başlı başına ilişkiye karşı sorumluluğun gereğini işaret etmez mi?

Closer: İnsan üzerine derin analizler yapan, üstelik bunu çok iyi yapan, düşündürten, okunan bir kitap tadında, müzikleri çok güzel, tüm ortaya koyduğu davranışları ince bir mizahla da eleştiren, ilişkiler üzerine çok güzel bir filmdir. Lütfen filmin marjinal yaşamlar önerdiği önyargısından uzakta, aksine o tercihlerin sonuçlarını ve ruhlarda yarattığı tahribatları ortaya sererek doğru olanı öneren bir film olduğu algısıyla izleyin ve keyfini çıkarın...

Çünkü: Herhangi bir akşamda kanepeye çekilmiş dizlerin sarmaş dolaş hallerinde, yanında keyfe keder içecekler ve çerezlerle izlenip, filmden yola çıkarak ilişkiler, aşk, tutku, insan üzerine çokca da sohbet edilebilecek, çok iyi bir filmdir. Bence...

İyi eğlenceler;)

12 Kasım 2008 Çarşamba

''Mustafa''yı Mahkemeye Vermişler!..

Çok uzun uyuduğum bir gecenin en erkeninde uyanıp, ufak çaplı bir atıştırmanın sonunda kahvemi alıp güzel ülkemde ne var ne yok diye sörfe çıkıp keyif yapmak niyetindeyken, gördüğüm ilk habere tepkim tam anlamıyla şuydu:Çüşşş!..

Sonra kulağıma küpe şu söz geldi aklıma: Söz manasını dinleyenden alır!..

Elbette bu ilk tepkimin ardından daha anlayışlı halime geri dönüp, düşünmeye başladım. Öncelikle insanların kendilerini rahatsız eden bir konuda mahkemeye başvurmaları kullanılması gereken en demokratik haklarıdır, buna saygım sonsuz...

Koca iki profösörden birinin başkanı diğerinin onursal başkanı olduğu bir derneğin, basın toplantısıyla ya da diğer bir çok etkinlikle anlatabilecekleri bir konuda, üstelik gerçekleri anlatarak insanları aydınlatmak varken bir gerçeğin üstünü örtmeye yönelik sansürcü bir zihniyetle mahkemeye şöyle bir başvuru yapmalarını açıkcası yadırgadım.
"Film içeriği, ayrıca konulara yorumu ile Cumhuriyet ile Atatürk’ün saygınlığını aşındırmaktadır. Bunlar yetmezmiş gibi ’Mustafa’' filminde Türklerin simgesel atasına pofur pofur sigara, ayrıca düşkün bir biçimde içki içirterek, Mustafa Kemal Atatürk’ün saygınlığı düşürülürken, Türk gençliğinin örnek aldığı kişi de manevi olarak öldürülmekte, buna ek olarak Türkiye tarihinin en büyük sigara reklamı, Atatürk kullanılarak yapılmaktadır"
Bu o şahıslardan herhangi birinin bireysel başvurusu olsa bu kadar üzerinde durmazdım. Ama kendilerine koltuk paye etmek adına dernekler kurup, o derneklerin yönetiminde tıpkı eleştirdikleri partilerin, kurumların başındaki insanlar gibi çakılıp kalan ve kendi doğrularını kimseyle tartışma gereği duymadan tüm o kuruluşta bulunan insanların doğruları gibi lanse eden; gücü sırtlarını dayadıkları dernek kurum her neyse ondan alan insanlara uyuzumdur.

Bütün okulların sokak aralarında her saniye görülebileceği gibi fosur fosur sigara içen çocuklara; gidip o sokaklarda gerekirse bire bir konuşarak sigaranın zararlarını anlatmak varken; her ildeki şubelerini en azından ayda bir kez okullara gönderip, oralarda çocuklara sevgiyle yaklaşıp yasakçı bir zihniyet gütmeden bu zararlar konusunda aydınlatmak varken; tüm bunları yapmayıp kendilerini ekranlarda gösterecek çıkışlara başvurmalarını yadırgıyor ama çok da iyi anlıyorum. Bu öyle bir zihniyet ki, hem toplumu bilmez, görmez, anlamaz bir kitle gibi gören şeçkinci bir bakış açısı oluşturuyor hem de bu ülkede söz söylemek isteyen insanı başına gelmesi muhtemel olaylarla uğraşmamak için susturuyor.

Sonra hiç kimseyi telef etmemek için kendi yaşamımı gözden geçirmeye başladım. Doğduğumuz günden itibaren dedenin, babanın, amcaların tiryakilik düzeyinde sigara içtiği bir ailede büyüdük tüm kardeşler. Ve bize telkin edilen şuydu: İçkiyi dozunda olmak şartıyla için ama sigara içmeyin. Dedem inançları gereği alkole karşı olmasına rağmen bunun sağlıklarına zararlı olduğunu söyler ama müdahale etmezdi. Ben bir çok insan gibi kulüp rakısının üstündeki resmi Atatürk zannederdim.

Ve o şişenin üzerindeki resim beni yaşadığım dünyanın dışında çok daha modern bir hayale götürürdü; tıpkı o yaşlarda okunan kitapların sürüklediği gibi...

Babamın saçlarını Atatürk gibi geriye tarıyan taksici bir arkadaşı vardı; hakikaten adam denen cinsten. Onlara gittiğimizde ya da onlar bize geldiklerinde, biz kendi alanlarımızda oynarken benim gözüm o masada olurdu. Çünkü o masalar gündelik yaşamımızın dışındakiler gibiydi. Pikapta o günün sevilen şarkıları çalar onlar keyfile rakılarını içerlerdi. Ve o masaya bakarken ben, kulüp rakısının üstündeki resmin aynısını görürdüm.

16 yaşıma geldiğim yıl ilk kez fuarda bir bira parkı açıldı. Oraya bakar bira içen insanlara öykünürdüm. Bir akşam arkadaşlarla fuara gidecekken babama - bira içebilirmiyim- diye sordum. İçme demedi!.. Ama şunu dedi:-Birayla başlayıp alkolikliğe kadar gidebilecek bir yoldur bu, bugün birayla başlarsın sonunda alkolik olup çıkabilirsin, dikkat et çıkarsın demiyorum çıkabilirsin diyorum, bana sorarsan daha erken derim,ama karar senin-... Ben o gün içmedim. Bu konuşmadan yaklaşık bir yıl sonra ki günlerden birinde babamın hafta sonlarındaki sofrasında bira da olmaya başladı ve ben o masada (ki biz rahat olalım diye o yemeğini yer sofradan kalkar bize bırakırdı masayı)istersem dozunda olmak şartıyla içebildim.

Şu an ailede sigara içen insan nerdeyse yok, ben çok canım isterse bir tane tellendiririm ve bunların toplamı senede iki paketi bulmaz. İçkiyi de çok keyfile içmeyi biliriz,yani alkolik olanımız yok:) Ama içmeye 30 lu yaşlarda başlayıp alkolik olan çok tanıdığım var; ve nasıl yasakçı ve baskıcı ailelerden çıktıklarını biliyorum.

Birde bu yasakçı,varolan gerçeği örtme yok sayma tavırlarına karşı Yaşar Kemal'in bir sözünü hiç unutmam. Kitapların sıklıkla toplandığı yasaklandığı, yazarların içerden çıkıp gün ışığını görmeye fırsat bulamadığı, bizim evde(amcamın)yakılan kitaplarına tanıklık eden küçükler olduğumuz yıllarda şöyle demişti yazar: Eğer kitaplar insanları ideolojik anlamda zehirliyor olsaydı, sansürcülerin çoktan kominist olmaları gerekirdi.

Mesele şudur: Atatürk hiç bir insan gibi kategorilendirilemeyecek kadar büyüktür, dahidir; ama insandır. Atatürk içki de içmiştir, sigara da içmiştir. Bunları yapmış olması zaten bilinen bu gerçeğin gün ışığında olması onu küçültmez, kötü örnekte yapmaz. Mesele onu doğru kavrayıp babamın bize davrandığı gibi davranmayı bilen kurumlar yaratmaktır. Sevgiyle doğruyu gösteren, sevilmenin güveniyle sevene güvenerek doğruyu görmesi için karar kendine bırakılan; ve sonunda o doğruyu gören nesiller için... Yani işin özü bu ülke gibi Atatürk'te hepimizindir. Keşke birileri de bunu görebilse...

Not:Şu kitabı çıkmış aman kaçirmim ya da şu programı yapmış iki elim kanda da olsa izlim demediğim biri olmasına rağmen iyi niyetinden, samimiyetinden, Atatürk ve yurt sevgisiniden ufacık bir şüphem bile olmayan Can Dündar'a teşekkür ediyorum. Çünkü, öyle bir tartışmanın yolunu açtı ki Atatürk'ü tabu yapıp kendi malzemeleri olarak kullanıp popolarının üzerinde yatanların rahatlarını dürttü. Her kes konuşsun ve Atatürk birilerinin tekelinden çıkıp herkesin Atatürk'ü olsun artık.

11 Kasım 2008 Salı

Eğlenerek İzlediğim Bir Filmden Kağıda Dökülenler...MATRIX


O ölüyor diye son filmi izlemedim!


Aslında Matrix' i değerlendirirken, çok gündelik bir işleyişin anlatıldığını görmek mümkün. Filmde görselleştirilenler zaten günlük hayatımızın işleyişinde var olanların farklı bir üslupla, bilim kurgunun heyecan verici ve çarpıcı özelliklerinden yararlanılarak ''büyüklere masallar'' tadında anlatılması(bence)...

Zaten verilen eğitimlerle... Dış ya da iç odakların sürekli algılarımıza yükledikleriyle... Reklamlarla hafızalarımıza giren insanların her alandaki tüketim eğilimlerimize yön vermeleriyle... Çalıştığımız işlerde verilen eğitimlerle görev tanımlarımız ve sınırlarımızın çizilmesiyle... Basamaklara yerleştirilen yemler yüzünden etrafımızdaki insanlara karşı verdiğimiz (dayanışmadan uzak) kariyer savaşlarıyla her birimiz: Yönetim erkini ellerinde tutanların - patronlar, diğer yönetenler, anneler babalar aklınıza kim gelirse- istekleri doğrultusunda; işte, okulda, hayatın tüm alanlarında tanımlanmış sınırlar içinde hareket etmesi istenen, o yönde biçimlendirilen insanlar olarak yaşamıyor muyuz?

Birileri kendi çıkarları için insanlara iyilikler yapmak propagandasıyla toplumların algılarıyla oynayıp bir takım ülkeleri, dolayısıyla dünyayı, kendi doğrularından biçimlendirmiyorlar mı?

Canlı bombalar, bir ideal uğruna büyük kıyımlara yönlendirilebilen insanlar, beyinlerine biçim verilmiş ve robotlaştırılmış kimlikler değil mi? Ve biz, kendi kimlik savaşlarımızı vererek, yaratılan bu Matrix'in duvarlarını aşma çabalarıyla gelenekselin ve önerilenin dışında bir hayata tutunmanın gayretinde değil miyiz?

Matrix film olarak tam da bu gerçeklikleri ortaya koyan, dünyanın işleyişi üzerine felsefi sorgulamalar yaptıran, güç odaklarına karşı mücadele veren Neo'ların, Trinity'lerin, Morpheus'ların bu dünyadaki varlıklarını hatırlatan güzel bir film.

Aslında filme en anlamlı yorumu; filmi izleyenlerden birinin - Yoksa bende mi Matrixteyim?- sorusuna bir başkasının -Evet sen de Matrixtesin- yanıtı yapmıştı.

Sanıyorum ve düşünüyorum ki her birimiz ''Matrix'' de yaşıyoruz. Belki bazılarımız bunu fark edip o düzenin bir parçası olmaya direnerek kendi özgür kimliğini yaratıyor ya da buna çabalıyor; bazılarımız da kader deyip susuyor. Belki de bütün bu çelişkiler doğruya ulaşma yolunda sorgulamalara, yeniden tanımlamalara yol açan heyecanlı ve olması gereken bir işleyiş.

Hayat denen şey de bu belki!

10 Kasım 2008 Pazartesi

Düş...


....hoş ışıklı, dalgalı denizli, dışarıdaki soğuk yüzünden daha lezzetli, camlarında yalnızlığın yağmurları olan sıcak mekânda, kaf dağının tepelerini gezdik. Ardını merakımıza bırakarak... Mumların titrek ama sıcak, ama derin, hem de çok derin ruhlar gibi anlattıklarına gözlerimizi takarak...

O...


Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki
mavzerinin yanında,
birden bire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu.
Paşalar 'üç' dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun kenarına kadar,
eğildi durdu.
Bıraksalar ince uzun bacakları üstünde
yaylanarak ve karanlıkta akan bir yıldız gibi
kayarak Kocatepe'den
Afyon Ovası'na atlayacaktı.


Nazım Hikmet'in Kuvayı Milli'ye destanından...

8 Kasım 2008 Cumartesi

Kill Bill...


Müthiş bir görsellik ve hınç aldıran kavga sahneleriyle, kendi duygularından ve duruşundan emin, kandırılmış ve canı yakılmış kadın öfkesinin hesap soran dışavurumunu derin bir şiddetle anlatan... Kadının romantizme ve inanmışlığa dayalı güven duygusunun tahribatının, öfkeye dayalı bir dirilişi nasıl ayağa kaldırdığını ortaya koyarken; Uma Thurman'ın şahsında, o intikam sürecine saygı duymamızı, taraf olmamızı ve onun her kılıç sallayışı ile birlikte içimizdeki öfkeyi dindirmemizi sağlayan... Kendi adıma, kadına çok yakıştığını düşündüğüm; kendi haklılılığına inanmışlığın intikamcı öfkesinin tüm alt duygularını, ve ''sabırlı'' kavgasını son derece güzel bir estetikle görselleştiren, müthiş şarkılarla bezenmiş, güzel ve özgün bir filmdir. Ben çok sevmiştim.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP