26 Ekim 2014 Pazar

Altıncı Katta Fısıltılar

a.nur'a  buralardayım demek için,


Yaa ben çok özledim sanırım!


Ne bilim işte içim fazlasıyla hoppa bugün, bir sürü yere gittim geldim. Biraz yoruldum ama öte yandan da sanki cennet ayaklarımın altında. Misal tam da şu anda epeyi coşkulu dalgalara, epeyi altımda kalmış çatıların üzerinden bakıyorum ve sonbaharı dibine kadar hissettiren şu tatlı havada -uzun bir aradan sonra- 6.kattan ilk yazımı yazıyorum. Dibimde kahve kokusu. Hayatımın en farklı en kendine özel günlerinden biri hanesine yazılacak bir gün.

Ne bilim işte hep bir mıncırma duygusu içimden taşıyor.  Mesela tam şurada, Simitpark'ta karşımda gülümseyen biri var. Oysa bundan yaklaşık bir yıl dört ay önce her şey artıya giderken ve önemli bir projenin ilk ayağını epey ileri bir evreye taşımışken o parkta hayatım bir film şeridi gibi önümden geçmişti. Sanki ben öteki dünyaya geçmiş, önümde çay kokusu ve simit varken şu yaşamdan silinmiş, o başka dünyadan sessizce akan meydana ve oradaki capcanlı hayata bakıyordum.

"Lezyonlarınız var karaciğerinizde." derken ekrana bakan ve pek de yabancı olmayan kadın. 20 yıldan uzun süre önce söylenmiş ama umurum olmamış karartılar için kendinden emin ve farkındalığın dibi bir edayla, üstelik de umursuzca, "Biliyorum." demiştim.  Sonra tanıdık bir doktora gidiş, ultrason, "Bunlar doğuştan olan zararsız lezyonlar da olabilir." ifadesindeki şefkat, MR'a doğru itelemişti beni.


Ben o gün o parkta biraz sonra gidip alacağım filmler ve sonuçlar üzerine mis gibi çayımı yudumluyordum. Mekanlar  gelip geçti gözümün önünden. Ah bir de anlatmayı becerebilsem olan biteni. "Filmleri ve sonuçları klinikten aldılar." dediğinde bankonun ardındaki kadın, işin ciddiyetini kavramıştım. Aslında sanmıştım! Korkusuzdum ama son bir işim vardı şu dünyada. Kendim için değil, çocuklar için. Hımmmmmm çocuklar-ım!


Bir emaneti asıl sahiplerine teslim etmeden şu dünyadan gitmeye niyetim yoktu. Gerçi kim takar niyeti de, ben yine de direnebilseydim. Kliniğe, oradaki çok da tanıdık doktora doğru giderken dışarıdaki dünyadan gelmiş ve etrafın göremediği biriydim ben. Haziran ayının sonlarında, güneşli bir günde, bu ıssızlığın içindeki rüzgar da neyin nesiydi? Ağzım kurumuştu, bir su aldım. Tüm bu kaytarmalar korkudan mıydı yoksa? Oysa teslimiyetçi bir adamım ben, tamam dediğim andan itibaren lay lay lomdur her şey. Korkunun üzerine giderim. Misal tımtıfılken mecburen üstlenmek zorunda kaldığım işler esnasında, bazı alanlarda rekabet içinde olduğumuz koca koca adamlardan tehdit aldığımda tek kişilik ordu olur, inadına inadına yapayalnız gezer, olay mahallerine yalnız giderdim. Belki de bu yüzden severlerdi karanlık suratlı bu adamlar beni. Dokunmazlardı.

Ben bu yazıyı sözde çarşamba günü yayımlayacaktım, oysa bugün pazar. Şu şahane sonbahar sabahının dalgalı denizini koymayacağım bu yazıya dedim ve görüldüğü üzere koymadım. Resimlerin üst başlığı şu: 6.kattan sabahın en erkeni. Gün çarşamba ve  burası 6. değil, zeminden sayarsak 9. kat. Üstelik bu katı ben kim için özel ve genç renklere boyattım, ona özel parkeler seçtim. Gözlerimin altı mor, burnumda bir sızı ve kan revan ortalık. Huzurluyum. Oğlum.

Aslında bu yazıya "Ben uyumayı düşünüyorum." deyip, "Falan yazıya çok bayıldım ve muhtemelen okunmuştur ama her ihtimale karşı yine de yollayayım istedim." yazacak, ardına da tabii ki bu bahane deyip, "Seni seviyorum." ekleyecektim." Aha bu kadar kısa idi yazmak istediğim.

Bir Asma altı kahvesinde, iftar ardından bir çay içme sahnesi geldi gözümün önüne. Şu okuduğum yazının ve yeryüzü sofralarının bir anda eskiyi hatırlatmış olmasından olabilir tüm bunlar.  Ama eskide olmayan bambaşka bir tat var buralarda. Gerçekten öyle.

Şimdi de şöyle bir görüntü oluştu birden: Bir mahalle ki kendisine bayılıyorum. Çocuklar, ellerinde mumlar, kandil parası toplamak için sokaktalar. Tam da o şahane evin önünden onları izliyor birileri. Hatta öncesinde mahallenin davulcusunu ve peşinden giden çocukları da izlemişlerdi. Kadına zaten koşulsuz bayılıyorum, pek keyifliydi okuması. Mutlu etmekle kalmadı kendisi,  iftar sonrası Taşhan'da içilmiş çaya bile takla attırdı. Hımmmmm Taşhan, üst kat ve çay! Manzara süper, eski caminin kandilleri inşallah sarı normal lambadır.

Şimdi de sokak arasında bir lokanta; şirin, sokağa sıralı masaları da sevimli, islim kebabının kokusu muhteşem, top atılmasını bekliyor insanlar.  Top atıldı, oruçlar açıldı. İnsanlar arastanın ve çoğu birbirini tanıyor. Çay kısmı bu yazının içinde zaten. Mekan biliniyor. Şimdi de sahne, müze midir nedir, o tip bir yere atladı. Hımmm ağaçlar ve akşam güzel. Ne içmeli acaba? Biraz düşünelim bakalım.

Güya yazıyı paylaşacaktım. Elimde değil şuraya girdim mi, hep dediğim gibi kopuyorum. Hımmm biraz da yoruldum galiba, onca yer dolaştım geldim sonuçta. Daha yapılacak bir blok var.

Tamam burası güzel. Canım da Adisababa çekmişti. Şu güzel yaz akşamına da yakıştı valla! "İki limonata rica edebilir miyim?"

"Pek de güzelmiş!"

Bakın şimdi, yazı yine kaynayacak!

"Allah kahretsin!"

Oldu mu yaptığın ey aklım. Sen tut şu mübarek ramazanın en yakışacağı yere götür beni. Eski zaman sokaklarından birine sok. Bir eski konakta iftar sofrasına oturt. Karşıda eski caminin kandilleri. Bir kula bu yapılır mı allah aşkına. Sonra al onu götür, emsalsiz bina Bimarhaneye. Açık ve şahane bir avluda, Konservatuvarın Klasik Türk Müziği -canlı-dinletisi eşliğinde demli çay içmesini sağla. Al oradan çıkart, ırmak boyundaki dünyanın en güzel dondurmalarından birini yapan dondurmacıdan dondurma aldır, sonra da ırmak boyunda onu tükettir.


Söyle allah aşkına Sevgili En Sevdiğim Kadın, bir kula bunca eziyet reva mıdır? Nedir benim bu aklımdan çektiğim ha! Üstelik şu kaynayan kanımı nasıl zapt edeceğim bilemiyorum. Birisine fena kaynıyor. Zaten  neden oralarda değilim diye içi içini yiyor. Bir de heyecanlandı ki. "Hani insan gitmeye karar verir de bir an önce o saat gelse ve orada olsam telaşının kucağına düşer ya!" ki çok da güzel bir heyecandır bu, işte halim böyledir.

Sevmenin çarpımının sonucu güzelmiş be!  


Fotoğraflar 6.kattan L23 ile...

8 Mart 2014 Cumartesi

Amanvermez Avni

Kitabın farkına okuduğum bir yazı sonucunda varmıştım. Aldıktan sonra gördüm ki üzerine yazılmış bir de tez* varmış. Kapağından, kitabın dokusundan, harflerin boyutlarından, konu başlıklarının karakter zarafetinden ve içindeki minicik çizimlerden  fazlasıyla etkilenmiştim.

Okurken, hissiyatımın o anki haline vurgu yapan aklımın, ısrarla altını çizdiği cümlesi şuydu: "Valla Avni can ya, sanki eski zamanda yaşıyormuş gibi bir hisse kapılıyorum onu okurken ve çok hoşuma gidiyor bu. Sanki zaman tünelinden geçip şu andan o ana gidiyormuş gibi oluyorum."

Siz istemesiniz de içinde kaybolmaya gönüllü bir hale getiriyor zaten kitap. Buna ayak direseniz de çareniz yok. O ne olursa olsun  sizi alıp gaz lambalı sıcak bir odaya götürüyor ve sedirlerden birine oturtuyor. Elinize kendini tutturarak.

Zamanın makine düzeninden ve kirliliğinden kurtulup naif ve masal günlere vardığınızda içiniz bir hoş oluyor, ruhunuz gülümsüyor. Üstelik şu günlerin meydanlardaki ve televizyonlardaki siyaset dilinin pespayeliğine bakıp, ilk yerli polisiye roman dizisinin baş kahramanı Osmanlı hafiyesi Amanvermez Avni'nin suçlulara karşı olsa dahi kullandığı dilin nezaketine bayılıp, hayran kalıyorsunuz.

Kitabın arka kapağından edindiğimiz bilgiye göre 1913-1914 yıllarında Ebüsüreyya Sami tarafından kaleme alınan Amanvermez Avni, dönem İstanbul'unun resmini pek de güzel çiziyor insanın aklına. Başarıyla kılık değiştirebilen kahramanımız sütlü kahveye bayılıyor ve sizi de fazlasıyla gaza getiriyor, eşlik etmek manasında. Sigarasını da tabakasından çıkardığı malzemelerle sararak içtiğini belirteyim yeri gelmişken.

Öyle faka basmaz bir kahraman da değil kendisi. Son derece iyi yetişmiş, aklı iyi koku alan  Amanvermez doğal olarak Rumca, Ermenice ve Fransızca konuşabiliyor. Olay yeri inceleme, delilden çözüme gitme gibi modern çağın tüm unsurlarını kullanıyor ve bir de mini laboratuvarı var kendisinin. Üstelik de kılık değiştirme konusunda son derece başarılı. Zengin bir kıyafet ve peruk koleksiyonuna sahip.

Bütün bu yazdıklarım üzerinden olağanüstü bir polisiye beklentisi de yaratmak istemem açıkçası. Elbette ki okurken olayların sonucuna kolaylıkla ulaşıyor insan.  Ukalalık etmek isterse fazlasıyla imkan da tanıyor buna yazarımız. Öyle üstün bir kurgu ve meraktan meraka sürükleyen bir sıralama beklentisi içinde de olsun istemem henüz kitaptan haberdar olmayanlar. Sonuçta 224 sayfalık kitap, başlayıp biten altı ayrı hikayeden oluşuyor.

Ama zamanda bir yolculuğu, şu günlerin rezaletinden kurtulunmak istenen kısa bir anı, fazlasıyla ve başarıyla gerçekleştirebileceğine ve ondan çok da sevimli bir tat alabileceğinize kefil olabilirim.

Yazma heyecanı ile tutuştuğuna emin olacağınız, sevimli ve okurken kanınızın kaynayacağı  bir yazarın; son derece naif, içinizdeki ukalanın "bu tümüyle taklit" diyen çığırışlarını da alt etmeyi başaran dilindeki ve niyetindeki samimiyetinden asla şüphe etmeyeceksiniz.

Yüreğinin ve gayretinin sıcaklığını ta derinlerinizde hissedecek, saygı duyacak, onun hikayelerinde eski İstanbulu gezerken sokak lambalarının havagazı kokusunu duyacak ve ağzınızın kulaklarınıza doğru yolculuğundaki naif gülücüklerinizi yakalayıp mutlu olacaksınız.

Şu kesif günlerde kendinize bir iyilik yapın.


*Ayşe Altınbaş Balcı tarafından yazılmış tez için lütfen buradan.


31 Ocak 2014 Cuma

Martı

 Uyarı

Bu yazı kara ile beyaz gibidir. İki türlü de okunabilir. Karadan başlamak isterseniz;  "Oysa ben rezil bir seyirciydim bu oyunda" kısmından başlayıp başa dönebilirsiniz. Beyazdan başlamak isterseniz de buyurun.


Enteresan bir akşamdı...

Oyunun beni çekme nedeni açıktı: Çehov.

Öte yandan daha önce çok çarpıcı oyunlarını izlediğim, farklı bir anlatım diline sahip, insanı şaşırtan, bazen iki arada bir derede bırakan Bursa Devlet Tiyatrosu kökenli bir oyun olması itibariyle de ayrıca ilgime çekmişti, Martı.

Sürprizlere açıktım. Yoğun işler nedeniyle, daha çoğu da hayatımı zenginleştiren şahane sebebim yüzünden, açıkçası,  tiyatroyu keyifli zamanlar manasında ötelemiştim. Yoğun işler döneminin bir başka merhaleye geçmiş olması epeyi de bir alan açmıştı bana ve bunu değerlendirmek de elzemdi. O salonda olmayı seviyordum çünkü.

Salona girdiğimde çok özlemiş olduğumu fark ettim. Çok ara vermemiş olsam da. Takılı olsa da aklım bir meseleye, keyifliydim ve sahnedeki dekor iyi ve güçlü oyun konusunda müjde gibiydi.

Muhteşem bir açılışla başladı oyun. Işık, özellikle müzik ve sahnede olan bitenler, simgesel anlatımlar  muhteşemdi. Koltuğuma daha bir keyifle yayıldım. İştahlıydım, olan biten de gerçekten iştah açıcıydı.

Kalabalık açılış, salonun neredeyse yarısının oyunun alanı olarak kullanılması, sağınızdaki solunuzdaki kapılardan giren oyuncuların o mesafeleri bazen avdan, bazen istasyondan geliyormuş gibi; bazen de hüzünlü ayrılışların uzun mesafelerini katediyormuşçasına anlamlar yüklenmiş gidişler olarak kullanmaları, oyunu interaktif bir hale getiriyor ve tüm bu alanlardaki oyuncuların beden dillerini takip etmek, duyguların geçirgenliğindeki başarı nedeniyle, insanın ruhuna olağanüstü bir sahicilikle dokunuyordu.

Çok iyi bir oyuncu yönetimi,  çok ama çok iyi planlanmış, sıkı çalışılmış ve uygulama anlamında mükemmel detaylar,  doğru oyuncu seçimleri ve güçlü karakterleri ile oyun, tiyatro adına  lezzetli fark edişlere neden oluyordu. Mesela eşyaları taşımak için gelen karakterin salondan sahneye gelirken ve giderken ve o bavulları taşıma sürecindeki davranışsal ayrıntılara dikkat!

Oyun esnasında ışığın azalmasıyla imece usulü değişen dekorlar,  kusursuz kostümler, mükemmel kurgu ve sahnedeki doğal akışkanlık, gerçek bir hayatta bir gerçekliğe tanıklık ediyormuş duygusu yaşatıyordu insana. Buna normal insan halleri ile oyunu yaşamak diyebiliriz aslında. Işık, özellikle kocaman anların içinde  diliyle duyguları parlatan, detaylandıran bir anlatıcı gibiydi.  İkinci perdenin açılışında mumların yakılmasıyla ortaya çıkan  manzaraya bayılma ihtimaliniz kuvvetle muhtemel.

Göl kıyısındaki salonun bir yanında tombala oynayan bir grup diğer yanında hüzünlü bir erkek varken, kafası az önce arkasından baktığı ve gideceği yol nedeniyle onda takılı kalan Maşa'nın, tombala çeken oyken dahi  yüzüne ve sesine yansıyan duygularına dikkat edin. Bir insan bir karaktere bu kadar girip, onu kendi bedeninden ve o bedenin alışkanlıklarından farklı bir kişiliğe nasıl taşırın en güzel örneklerinden birini fark edin.

Daha oyunun ilk anında üzerindeki siyah elbisesi ise dikkatinizi çekecektir şüphesiz Maşa-Nergiz Acar. Ama kişisel olarak kendisine hayran kaldığımın altını ısrarla çizmek isterim.  Onca insan kalabalığının içinde biraz önce babası ile yaşadığı diyaloğun yarattığı duygu ve babanın umarsız tavrının ardından soğuk gecede yürümek zorunda kalan kocasını; 6 km'lik yol boyunca karanlığın içine gönderdiği endişeli ve merak eden bakışlarıyla takip ettiği, aklını ona gönderdiği anlar muhteşemdi duyguların beden diliyle dışa vurumu adına.

Bir de bazı kelimeler üzerine yapılan vurgular var ki tadından yenmiyor. En basitinden yürümek fiili. Oyunun başlarında karakterlerden birinin bir yere gidilecekken ben yürüyeceğim demesini olağan görürken, bunu yürümeyi seven bir insan eylemi olarak anlamlandırırken, bir başka yerde aynı cümleyi tekrar ettiğinde aslında bu ifadenin ardındaki sosyo ekonomik ve ezik durumu gördüğünüz gibi, bir tek cümleyle aslında ne kadar çok şeyin anlatılmış olduğunu da fark ediyorsunuz.

Bu oyunun bence en büyük başarısı, her bir sahnenin tamamlanacak bir puzzle'ın taşları gibi olması. Ve bu oyunla en alakasız izleyiciye bile geçiyor. Öyle olmasa sahneye bakarak oyunun bittiği anı anlayıp da alkış yağmuruna tutmazdı izleyici salonu. Hatta yakından tanığıyım ki o salondaki en rezil izleyici bile - ki kendisini de çok iyi tanıyorum- herkesten önce, tümüyle içgüdüsel olarak, ayağa kalkıp, emeğe saygısını ve izleyici keyfini açık etmek adına bu kadar coşkuyla, sürekli ayakta kalarak ve af dileyerek alkışlamaktan alıkoyamadı kendisini. Mutluydu.

Aslında bu yazıyı daha da uzatıp pek çok karaktere ve bu karakterleri oynayan oyuncuların pek çok duyguyu dışa vurma halleri üzerine övgüler yazmak mümkün. Ama bunu benim yapabilmem çok zor. Çünkü öyle bir içime işlemiş ki Martı. Ben aslında salondayken yer yer oyundan koptuğumu sandığım, izleyici olarak rezilleştiğim anlarda bile sahnedekiler ve oyun  her hücremde kendine yer bulmuş. Yer bulmakla kalmamış her saniyesini kazımış; aklıma,ruhuma, duygularıma... İşte bu nedenle her şeyi yazmaya kalksam, üstelik de oyunun üstünden bir gün geçmişken ve sürekli fark ediyorken, okuyana  ciddi anlamda sıkıntı vereceğim kesin.


Oysa ben rezil bir seyirciydim bu oyunda

Bütün şu yukarıdaki övgüleri yazan adam: Oyunun birinci perdesinin bir bölümünde sıkıntıdan koltuğuna iyice yerleşmiş, kafasını koltuğun arkasına yaslamış ve ara ara kendini uyuklarken yakalıyordu. İkili ve uzun diyaloglu bölümlerde, yazacağı yazıda "Ya abi ne kadar uzatmışsın, bunu daha derleyip toplayıp, daha akıcı ve dinamik hale getirebilirdin, bizi baymanın ne alemi vardı" gibi cümlelerle yönetmene laf sokmayı düşünüyordu. Diyalogların çoğunu dinlemiyor, ya da öyle sanıyor, bunun için en ufak bir çaba bile göstermiyordu. Bir an önce ara olsa da çıkıp gitsem fikrindeydi.

Aklından işkembe çorbasının keyfi geçiyordu ki daha önce yazdığı yazılarda oyun bırakıp bu eyleme gittiği görülebilir.

İlk perde uzayınca ve arada bir yerde ışıklar kararıp da sahnede dekor değişimi anlamında bir hareketlilik oluşunca "Bak adamlar seyircinin perde arasında kaçacağını düşünerek, perde arasını ışıkları kısıp, dekor değişikliği yaparak oyuna yedirmişler" bile dedi.

İlk perdede çıkan bir kaç kişiyi, ki özellikle teknoloji kuşağı genci görünce, bunu fırsat bilmeyi bile düşündü. Perde arası verildiğinde dışarı çıkıp bir su aldı, o ara gitmeyi düşündü. Sonra vazgeçti. İçeri girdi ki bu esnada salonun yarısının ikinci perdede olmayacağı konusunda bir tahminde bulunmuş ve bundan ukalaca bir bilmişlik hazzı almıştı.

Sonra özellikle genç izleyicinin salona döndüğünü görünce şöyle dönüp de arkasına bir baktı, yer yer boşluklar olsa da salon dolmuştu, utandı. Sonra şöyle bir kanaate vardı ve bunu yazısında kullanmayı düşündü, hatta bu düşüncesini bir mektupta şu şekilde paylaştı: "Fakat bir yanda da seyircinin çektiği ızdırap var; bu, oyunun suçundan ziyade insanoğlunun televizyonlar, diziler, cep telefonları, kısaca hayatına girmiş teknoloji ile oluşturduğu yeni "sabır" anlayışı ve kolaycılıkla alakalı."

İşin özü: Bu oyun gerçek bir tiyatro eseridir. Tiyatronun hakkını vermektedir. İlla da kusur aramazsanız ve oradan bakmazsanız kusursuz bir oyundur.  Son tahlilde rezil bir izleyiciye bile yukarıdaki övgü dolu yazıyı yazdırmıştır.

Üstelik yazıda rezil izleyicinin hissiyatının azı vardır çoğu yoktur.  Bu oyun "Ey tiyatro iyi ki varsın, hala yaşıyor ve yaşatılıyorsun" dedirtmektedir.

İzleyene ayar verip, kendisiyle yüzleştirip; dayatılan dünyanın ötesine itelemektedir. Sadece bu neden için bile kendinize bir iyilik yapın.


24 Ocak 2014 Cuma

Sapma

Sapma'yı sevdim ki bu kez el yazması kitaplar toplayan, onları kopyalayan, ilginç bir kariyere sahip, 1400'lerde yaşamış kitap avcısı bir kahramanımız var. Olaylarımız da o yıllarda geçiyor. Mizahımız ve üslubumuz da pek güzel.

Ayrıca kitabın ebatlarını da sevdim ben!

Kitabı sevmeye devam ediyorum ana fikrinden, gidişatından ve kurgusundan dolayı.

İçinde geçen pek çok ismi bilmiyorum ama zaten takılmıyorum da onlara...  Kısaca eskinin felsefecileri, tarihi şahsiyetleri deyip geçiyorum.

Kendi içine hapsedip de verdiği ipuçları ile insanı başka kitaplara yönlendiren kitapların meraklandırıcı tadına bayılıyorum.

Bu kitabın yazılmasına temel teşkil eden, adını daha önce duymadığım zatın 1300'lerde yazdığı; din odaklı egemen bağnazlığın önünü kesen, bu zeminde önemli tartışmalara zemin olan, fikir dünyasında çığır açan şiirin olduğu kitabı da merak ediyorum. İlk fırsatta araştıracağım.

Sapma'yı, üzerinde roman yazsa da öyle adlandırmak zor. Daha çok, sıkı ve sorgulayıcı bir bilim adamının, oldukça ağır ve dokunulmaz bir konudaki akademik araştırmalarını, bir serüven örgüsüyle sıkıcılıktan kurtarıp, ana temayı da yan hikayelerle besleyerek okuyanın işini kolaylaştırdığı bir gerçeklik eseri olarak tanımlamak mümkün.

Üstelik insanın kendi düşüncelerini sorgulamasına da yol açan, biraz da yoldan çıkaran "yakılası" bir kitap olduğu da düşünülebilir.

Bir akşamüstü sandalyeye konuşlanmış, sivrilere karşı kendini efsunlamış bir vaziyette satırların arasında yok olmuşken; aklımdan, kesintisiz sorgulamalarla birlikte sevinç cümleleri de resmi geçit yapıyordu. Yeterince gelişmemiş demokratik yapısına, herşeye biçim vermeye kendini yetkin gören başbakanına rağmen, iyi ki bu ülkede yaşıyor olmak manasında.

Şu Sapma var ya güzel kitap!

Hem din olgusu ve onun siyasallaşmış kullanımı, hem de din odaklı oligarşik yapı konusunda acayip bilgilendiriyor insanı, bunu yaparken de eğlendiriyor. Tatlı bir üslubu var ders hocamızın, kendisini en sevdiğim hocalar listesine kafadan soktum ben.

Okurken aklımdan geçen ve bir yazıda kendisinden bahsedilirken kullanılacak cümlelerden biri şu idi: Nasıl ki Orhan Pamuk'un Benim Adım Kırmızı'sının ilk elli sayfasında insan patinaj yapıp duruyor; bu kitap da ilk sayfalarında insana benzer şeyler yaşatıyor, bazen coşkuyla giderken bazen "Uff sıkıldım," haline büründürebiliyor. Hatta "Yaa bunu bıraksam da daha hafif  ya da daha akıcı bir şeyler mi okusam," dedirtiyor. İşte bu engelleri geçtikten sonra da akıp gidiyor. İnsan okuma evresinden direk yaşama evresine geçiyor. Dağları bayırları aşıp manastırların kütüphanelerinde katalog incelerken buluyor kendini. Kahramanın seçtiği kitabı kopyalamaya başlıyor, parşömenlerin miss gibi kokusunu duyuyor, çağın daksili ile silinmiş kelimelerden süt ve peynir kokusunu alıyor.

Bir de Sayın Ekmel Denizer'i çok andım satırların arasında yok olmuşken: Hani Parmak Ucu Kesik Eldivenler diye bir yazısı var ya blogda; onu okurken çok hissetmiştim olan biteni ve imgeler oluşmuştu kafamda. Bu kez sanki daha önce gören birinden duyduğum şeyleri birebir yaşayan bir fani gibi hissettim kendimi. 

Velhasıl-ı kelam "Venezuela'dan" yeni dönmüş ben, bu kez 1400'lü yıllarda Alp dağlarının orasında burasında, avlularından yiyecek ve canlı hayvan kokusu gelen manastırlardayım.

Kitabın ebatlarını sevdiğimi söylemiştim sanırım; bu da bana pek entelektüel hava verdi. Okunduğu her yerde insanı ayrıcalıklı ve bilge kişi kılacağı kesin. E bu da havalı bir şey sonuçta!

31 Aralık 2013 Salı

Peynirli Tost Tarifi

Ben bazen hayal yaşarım!

Ama şu canlandırmalara da paha biçmek mümkün değil işte, ve hiç ama hiç bir şey önlerine geçemiyor ne yazık ki! Üstelik bir tanesi var ki, kendisi ile ilgili olarak ikna edilmemin mümkün olabileceği noktasında bir ipucu verilmiş olduğunu fark etmiş olsam da; üstelik de böyle fark edişlerle ikna konusundaki inadım fazlasıyla tutkulu bir hal alsa da; ikna etmeyi göze alan kişi ile bir çekişme içinde olmak da pek keyifli oluyor, takdir etmeliyim ki. Sonuçta kaybeden ben olsam da o sürecin tadından yenmediğini, yenmeyeceğini de gayet iyi biliyorum. Ama kazanan tabii ki ben olacağım.

Hımmmmmmm, ah o sahne! Tarih yazmamıştır.


Çok sakin ve görüntülerden kurtulmayı başarabildiğim bir anda bir kaç satır yazmayı isterim, ancak gelin görün ki kokular, özlem ve şu sahneler arasında pek de mesud olan şahsım; şu saatler içinde kendini bir türlü o alana taşıyamamaktadır. Üstelik saat 9'u geçerken uyanmak şekliyle kendini ifade eden uyku keyfi, ardından yapılan kuymak bile o görüntülerin verdiği hazzın hiç bir noktasına değememiştir. Kendileri fevkalade silik kalmışlardır. O nedenle bir kaç satırlık yazı için biraz daha beklemek gerekmektedir. Lütfen affedin!

Eğer bir gün o sahneleri anlatma fırsatı bulursam, daha doğrusu ikna başarılı olmazsa-ki olmayacaktır-ve ben daha fazla eziyet çektirmeyip de bu güzellikten mahrum etmek istemezsem-ki bu anlamda kıyamadığım, kıyamayacağım gibi, bir sınırım da vardır- ama yine de söylemeyebilirim. Bu tavırdan vazgeçmemin tek sebebi ise şahsın yüzündeki o kazanma duygusunun bana yansımasının keyfi olabilir. Bu konuyu da kolanın son yudumunu beklemek gibi değerlendirirsek, bir kaç asra ihtiyaç var diyebilirim.


Şu üst paragraf izaha muhtaç olacak kadar karmaşık olmuştur muhtemelen. Fakat benim dönüp de bakacak halim yok. Konu sahneler olunca, ben başka şeyler de yazıyor olsam; gerçek, tüm o yazdıklarımdan bağımsız kalıyor ve ben o şahane sahnelerin içinde yaşıyorum. Sanki görünmez bir Tim Burton ve Joe Wright var ve bana istediğim ne varsa onu olağanüstü bir biçimde sunuyorlar. Ah 6. kat işte! Birazdan kendisine gidip varlığı için teşekkür edeceğim ama güzel kılanın ne olduğunu da fısıldayacağım; fazla kasılsın ve asıl sebebin kendisi olduğunu sansın istemem çünkü.



 Bazen de "yazarım"!


Ben daha önce belirttiğim üzere Lovelet'den vazgeçtim gün içinde. Bunun yerine istikametimi batı olarak belirledim, bunda Balık Gölleri derin hayalinin bir yönlendirmesi olduğu kesin diye düşünmekteyim.

Önce uzun zamandır gitmediğim, yeni halini bilmediğim Çakırlar Korusunda bir mola verdim. Mp3çaları, kitabımı ve L23'ü alarak yürümeye başladım. Seçtiğim Lila Downs idi ki kesinlikle muhteşem oldu ortama uyum açısından. Hatta Ranger'lar eksikti sadece diyebilirim. Parkın yeni halini çok beğendim. Güzel yapmışlar. Her ne kadar cangıllar içinde yürüdüğümüz hali daha heyecan verici idiyse de bu hali de kendine has bir güzellik sunuyor. Kitap okumasam da bu anlamda çok güzel olanaklar sunduğunu söyleyebilirim. Ancak iç kısımlardaki iki kafenin kapalı olması üzücü idi. Çok hoş iki yerdeler kendileri. Ayrıca açık olan ve açık alana bakan bir kafe daha var ki kendisinde çay-kahve, kitap keyfi yapılabilir.

Oradan çıktıktan sonra istikamet Bafra yönü idi, hedef ise Merkez Lokantası. Göbekten döndüm, önüne geldim, arabadan indim ve içeri girdim. O esnada döner ocağı köpüklü sabun ile temizlenmekteydi. "Bugün döner yapmadınız mı, yoksa kalmadı mı?" diye sordum. Kötü haber kalmamış olmasıydı. İyi haber ise de pazar günleri de döner bulunduğuydu. Ama sanki oradaki döner hafta içi yenmeli, hissiyatım bu yönde ve bir daha pazar günü oraya gidip de döner yeme teşebbüsüm olmayacak. Bu arada yemekler beni çağırmadı değil ama ben Muşta'ya gitmeyi kafama koymuştum, döner olmayınca!

Muşta işte ya! İzmir köfte, pilav ve ayran üçlemesini ağır ağır ve tadını çıkara çıkara yedim, hatta köfteden bir parça, salçasından bir parça koyduğum kaşığı pilavla da doldurdum ara ara. Süperdi ya! Bir de gittiğim saat çok hoştu! Yalnız Mert porsiyonları bayağı bol tutmuştu ve sütlaca yerim kalmadı. Bunun üzerine paket ettirdim ben de tabii ki. Ancak itiraf etmeliyim ki seni istedim bugün, tüm o mekanlarda olmalıydın. Buradan yoktun manası çıkmasın ama!

Dönüşte yine Çakırlar'da durdum, çağırıyordu çünkü; hava kararmıştı ve ortam muhteşemdi. Lila Downs kesinlikle! Yürürken kız arkadaşının fotoğrafını çeken bir oğlan gördüm. Ha hazır aklıma gelmişken, ilk geldiğimde iki gelin vardı ve profesyonel fotoğrafçılar... Çıkarken de yeni bir gelin arabası gelmişti. Çocuklara yaklaşınca, "Sizin için bir iyilik yapabilirim." dedim. Şaşırdılar. İsterseniz birlikte fotoğraflarınızı çekebilirim, dedim. Bayıldılar. Ancak cep telefonu ile idi ve flaşlıydı, bir kaç pozda iyi bir tane yakaladık, ışık çok patlıyordu. Flaşsız teklif ettim ama kız "Karanlık çıkıyor." dedi. Bir ara benim makine ile çekip, sonra da mail adreslerine yollayayım diye düşündüm fakat vazgeçtim. Bir tur atıp dönerken onlar hala birbirlerinin fotoğrafını çekiyorlardı.

O ara Black Magic Woman'a geldi sıra. Bir banka oturdum. Bir süre kaldım. Gidesim gelmedi. Velhasıl-ı kelam güzel yer Çakırlar Korusu! İnsana "ya bak hayatın şu yıllarını boşa geçirmişim" bile dedirtiyor.

Bir de her mekanda seni düşünmek ve yaşamak çok keyifli bir şey. 

Yalnız hava meteorolojiye göre çalım attı bugün; puslu ve soğuk. Fakat benim havamda bir kayıp yok. Üstelik eve yeni televizyon alındığında servisi bekleyen çocuklar gibi şenim. Bir an önce kurcalamalı ve karşısına kurulup izlemeliyim. Sırf onun için yemekten kısa süre sonra eve dönme planlarım bile var. Hımmmmm, kanepe,  televizyon ve boilermaker!

Yılın özeti bu.



Fotoğraflar değişik zamanlarda; Costal'da, Çakırlar'da, Amasya 'da ve Bizim Mahallede L23 ile... 2013

18 Ekim 2013 Cuma

Kal Gelince Bir Üşengeçlik de Geliyor Haliyle

Uzun bir yazıyı hak ediyor mu bayramda aşık olduğum bir şehirde olmak bilmiyorum. Aslında biliyor ama kıvırtıyorum. Sokaklarındayken hep şunu tekrar ettim oysa: "Amasya, aşkım benim."

Belki de şu cümlenin yansıması idi her şeyi anlatan:"Bir de gayet bencilgezer olarak söylemem gereken bir şey var ki, mekân, bir ev, bir sokak, bir şehir ya da ne olursa olsun orayı bilen değil de yaşayan ve seven biriyle gezmenin insana ve keyfine kattıklarına da ayrıca paha biçemem."

Esnaf tavrına, lezzetine bayılacağınız, maaile çalışılan, pek de eğlenceli bir yemek keyfi yaşatan Sakarya Islama Köfte Salonu'ndan, Yeşilırmak üstündeki minik balkonda içilen kahveden, İlk Pansiyon'dan, Bimarhane'den, Pirler Parkı'nın en eğlenceli yerinden, Ali Kaya'nın restoranında bayram dolayısı ile yapılmadığından yenilemeyen Germeç'ten, uzun yıllar sonra gidilen ama gündüz kapalı olduğu için geri dönülen Büyük Amasya Oteli'nin Ayışığı Bar'ından, güne muhteşem bir final olan Grand Pasha'daki buz gibi biradan ve en önemlisi bir milim glikoz içermeyen tatlıları ve muhteşem ötesi dondurması ile Gazimihaloğlu'ndan söz edip, mekân mekân yazmak isterken şehrin bu ışıklı gününe dair bir yazı, ve rehber olmak isterken okuyana; sonuçta ortaya çıkan bencil bir kaç cümle olmuş. İsterseniz sadece fotoğraflara bakın!



Bir Mektupta Amasya'da Yaşanmış Bir Bayramdan Bahsetseydim.

 
Şu mübarek bayram sabahında fark ettim ki benim aklım kalakalmış; güne adapte olmak, mekâna dönmek mümkün değil. Üstelik kalakalan aklım sürekli yazıyor; şu otelin şurası, şu mekânın burası falan derken bir yandan da bir gün öncesiyle gelecek arasında gidip geliyor. Zaman ve mekân kavramı ortadan kalkmış, ben sadece kuru bir beden olarak sağa sola bilinçsizce hareket ederken o, "Al gözüm seyreyle" tadında sürekli sunuyor. E doğal olarak benim hayta yanım bundan çoookkkk memnun.


Üstelik dünya, işler, rutinler umurunda bile değil. İşin açıkçası iş peşinde koşan, tüm bunlardan uzak sorumlu bir insan olarak ben de kıskanmıyor değilim kendisini. Köpeği beslemiş, inşaatı sulamış, ekmek almaya gitmiş; yıkanıp kuruyup yatak üstüne atılmış, günlerdir sorumlu bir insan evladı bekleyen bilumum çamaşırlara derin bir sorumluluk duygusuyla "Hadi şunlara bir el atalım da ortadan kalksınlar," diye sarılmış; hepsini tek tek askılara asıp dolaba kaldırmış sorumlu şahsım da aslında; bir yandan televizyona bakan "Ah şu hayatı bir de ben yaşasam." diyen ve kendini tam da orada hisseden, saçlarını İstanbullu Kuaför Müjgan'a* yaptırmış kenar mahalleden Ayşe Abla formunda valla. Ne gün yaşamış be adam, diyor.


Şimdi gelirsek özüme: Tek tek cevap vermektense her mektuptaki konulara toptan girmek üzere, ve aslında sabahtan beri yazı hayal eden ama bir coşkunluk içinde telef olmakta olan, iki lafın ucunu bağlayamayan şu garip bir çözüm üretti ve ne var ne yoku şurada topladı. Kendisi valla fena halde şaşkın, üstelik bunun fena halde de farkında.


Tek mesele bunca çok an içinde kaybolmuş olması. O anlar da çok ama çok afacanlar; sürekli sağdan soldan çakıyorlar, her biri bir diğerinin önüne geçmeye çalışıyor, bense bundan şikayetçi değilim ama onlara uyunca hiç bir şeyi düzgünce ve sırasıyla yapamıyorum. Tek çarem var ki o da her şeyi bir kenara bırakıp şu andan kopmak, dünkü zaman dilimi içinde yaşamak. O yüzden şu mektup bir şeye benzemiyor, bir anlam bütünlüğü yok farkındayım.


Bu arada o fotoya ben bayıldım bir kere. Masaüstü bile yapabilirim onu, hatta bir poster haline dönüştürüp, hayalini kurduğum duvarlardan birine bile asabilirim. Ayrıca eller kocamansa, benim büyüklük algımı değiştirmem şart, kesinlikle doktor müdahalesine ihtiyacım var. Ve ayrıca o fotoğraftaki kolların, bileklerin ve parmakların zarafetini fark etmeyecek öküz henüz dünyaya gelmemiş, rabbime sordum. Ve ayrıca bu fotoğraf makinası öndeki görüntüleri arkadakilere göre bir nebze daha öne çıkarıyor. (Bkz. perspektif: ilkokul birinci sınıf resim dersinde öğretmen tarafından verilen bilgi) Ve ayrıca o günkü resmin ve o kadının benliğinin yansıması açısından, çektiğim en güzel canlı fotoğraf olduğunun altını çiziyorum. Ben milim kusur göremiyorum orada. Sürekli ona bakıyorum zaten.


Ve ayrıca fotoğrafçı duygu yakalama konusunda maharetli tamam, ama olmayanı var etme konusunda sıfır. Hatırlarsan hep tekrar ettiğim bir şey var: Bir yönetmen olarak olanı çekme konusunda dünyanın en iyilerinden biri olabileceğimin altını çizerken; film ve benzeri hallerde sahne hazırlamak, oynatmak konusunda sıfır olduğumun altını da ısrarla çizmişimdir.



Kabul ediyorum ki insan anı yaşarken karşıdan etkileniyor, onunla doğru orantılı olarak çoğalıyor her şey... ama bunun koşulu da o duyguların kişinin bünyesinde var olmuş olması, zaman içinde yaşananlarla doğru orantılı olarak gelişip serpilmesi. O nedenle tam da ayna misali bir alışveriş bu. (Buradaki alışveriş, kapitalist dünyanınkinden tamamıyla dışarıda ve matematiği olmayan bir mana içermektedir!)


Yahu ben hayatımın en güzel günlerinden birini yaşamışım, akşam eve gelince ilk işlerimden biri otellere bakmak olmuş, günün tadı damağımda kalmış, her saniyesini yeniden yaşarken ve bizzat yaşamış olmama rağmen ardından ööle bakarken; sanki biri bana anlatmış da bana inanılmaz gelmiş, "Yok olmaz ya böyle bir gün." diyerek, -içimden- "Sen bunu külâhıma anlat," cümlesini sıklıkla geçirerek ve suratıma sırıtarak "He he," çeken dinleyen modundayken ne desen boş valla.


Bir de gayet bencilgezer olarak söylemem gereken bir şey var ki, mekân, bir ev, bir sokak, bir şehir ya da ne olursa olsun orayı nefes almanın tadını bilen, tek bir kelime konuşulmayan bir anda bile aynı duyguyu hissettiğini hissettiğin, yanındayken zerre kadar huzursuzluk taşımadığın, kaygısızca konuşabildiğin, çırılçıplak kalabildiğin; bir tek noktasına dokunmadan bile bedenini, kremsi gerginliğe sahip tenini hissedebildiğin, aklından geçenlerin hepsini gözlerinin pek de flörtöz bir hazla yapabildiği ve yaşamayı bilen, şu akustiğin olduğu mekânda anın tadını fark edip zıpzıp zıplayabilen bir kadınla dolaşmanın tadını da ben anlatamam. Bir de o biri böylesine çok sevdiğin biriyse, eşinin benzerinin olabilmesi mümkün değil valla.



 Kısacası: İyi ki seninleyim. Çokkkk ama çokkkkkkkkk teşekkürler gerçekten yaşıyorum dediğim her saniye için.



 *İstanbullu Kuaför Müjgan cümlesi şehirde gerçekten var olan bir dükkânın tabelasındandır.
Fotoğraflar Nikon L23 ile çekilmiştir.

14 Temmuz 2013 Pazar

Bugün Kitabımı da Alıp Gidiyorum


Yola çıktığımızdan itibaren "İnsan bunu daha güzel duyurabilir değil mi?" temalı konuşmalar yapıyorduk. "Sen kendi duyarsızlığını boş ver ötekine çak" davranışını kendi tembelliğine siper etmiş bir ulusun evlatları olarak dilimize yer etmiş tüm cümleleri sarf ettik: "Niye şuraya bir levha koymazsınız maç bu salonda diye... Niye şu işi daha iyi organize edip insanları salonlara doldurmazsınız" diye diye yol boyu yöneticilere çaktık. Bir garip milletiz vesselam. Dilimizin ve aklımızın ayarı yok. Hür irademizin tembelliği ile bazı güzelliklerden kendimizi uzak tuttuğumuzda bile suçluyu hemen bulup ateşimize buz tutmayı iyi biliyoruz. Oysa internet denen bir şey var ve neredeyse şehrin tüm üst geçitlerine asılmış pankartlar.


Bir de eleştirdiğimiz insanlar hiç mi iyi bir şey yapmazlar. Neden onlar da güzel bir şey yaptıklarında işin tadını çıkarıp, "Ya helal olsun!" demeyiz. Tamam şahsımın da mevcut iktidara dönük olarak eleştirdiği pek çok yan var, büyükşehir belediye başkanlığı dışında kendilerine oy atmam, hatta spordan sorumlu bakanlarına da şehrimizin milletvekili olmasına rağmen hiç ısınamam ama bir konuda da haklarını teslim etmek gerek sanki.

Hani içimdeki muhalif ukala zaman zaman kafa kaldırıp "Ya bunlar da diktatörlükle yönetilen ülkelerin temel propaganda aracı işte, bu yapı da onların bir tezahürü, Hitler bile spor üzerinden, orada elde edilecek başarıların yapacağı katkılardan medet umup insanların canını yakmadı mı?" gibi laflar da etti. Ama tüm bunlar yeni açılan ve ilk kez gittiğimiz salon gözüktüğünde ve maç başladığı anda yerini başka bir şeye terk etti.


Mesela şunu düşündüm: Ben şimdi bir Leh ülkesini vatan bellemiş, oranın pek çok şehrini dolaşmış, memlekete geldiğimde kendimi gurbette hissedip o ülkeyi komşu kapısı bellemiş yakışıklı mı yakışıklı bir genç olsam Leh ülkesinin maçlarının hiçbirini kaçırmaz, kamp yaptıkları yere gider sohbetin dibini çıkarırdım, çünkü bilirdim ki en azından takıldığımız mekanlar aynı olan insanlar var orada. Tamam bu cümle birine laf çakmak üzerine kuruldu eyvallah ama kitleye söyleyeceklerim de var elbette.


Böylesine önemli bir turnuvayı şehrimize getirmiş, iftar çadırını kurmuş, belediye otobüslerini bedava ve oraya özel tahsis etmiş, üstelik maçlara da para almıyor adamlar. Ama Türkiye insanından yola çıkarsam bir şeyi eksik yapmışlar; bizzat gelip insanların sıcak popolarını kaldırmalarına yardım edip de her birini otobüslere yerleştirmemişler. Salona vardıklarında kucaklayıp tribüne oturtmamışlar.


Ya benim güzel insanım: Bu U 20 Kadınlar Avrupa Şampiyonası, boru değil. Hiç bir şey yapmazsan koca salonda gümbür gümbür çalan müziği dinle, yeni yapılmış salonu merak et, çekil ücra köşelerden birine dolaş kendi dünyanın içinde. Al çoluğunu çocuğunu götür, görsünler değil mi ama, belki kanları kaynar spora. Mesela ben günden aldığım keyfi anlatamam. Anlatmaya kalkarsam da ilk kuracağım cümle şu olur: Devletimiz şahane bir salon yapmış; her ne kadar bu hissiyatımın dışa vurumu parkesine bastığım, çemberine top attığım, tribünlerinde olmaktan çok keyif aldığım, pek çok konser dinlediğim eski salonun kalbini incitecek olsa da eminim kendisi de adını verdiği bu salonu çok beğenecektir; çünkü ben bayıldım. Hayatımın bir spor salonunda geçirilmiş en keyifli günlerinden biriydi ki dünün gazıyla bugün kitabımı da alıp gidiyorum. Üstelik de klasman maçları dahil dört maç seyretmek üzere; yani ikiden son maçın bitimi 11'e kadar oradayım. Koca salon benim, ve elimde okumakta olduğum şahane bir kitap var. Daha ne olsun. Üstelik de bulunduğu yer itibariyle sıkıldığımda çıkıp gezip dönebileceğim, tekrar içeri girip maç izleyebileceğim ve tandırının suyuna ekmek banmayı sevdiğim mekanın olduğu yere çok yakın.


Aslında eski salona göre kalabalık sayılacak ama bu salonun yuttuğu bir seyirci topluğu vardı dün akşam, bu anlamda pek de günah almasam iyi olacak sanki. Bu şehrin potalarına çokça sayı bırakmış, parkelerinde ayakkabı gıcırdatmış her yaştan pek çok eski sporcu oradaydı. En ateşli taraftar da onlardı. Özellikle hakemlerden erkek olan epey nasiplendi tribünün basketbol bilgisinden; kadın olanı ise lehimize verdiği kararlardan dolayı bağrımıza bastık. Oyuncularımız da nasiplendi tabii ki bu eski kurtlardan: öyle mi şut atılırmış, ya kızım ne yaptın sen, ribaunt ribaunt, bas bas bas, şut gibi talimatlar bol miktarda sahaya yansıtıldı doğal olarak. Garibim oyuncular bunlardan hangisine uyacaklarını şaşırdılar tabii ki. Futbol maçlarımızın bıçkınları da oradaydı ve maç süresince ve maç sonunda milliyetçi duyguları açık edip saldırgan bir tavırdan da geri durmadılar. Polisimiz ise bu şahıslara karşı çok anlayışlıydı. Bir grup İspanyol taraftarı ise takdir ettim. Cesurdular.


Bu arada finale çıkan italyanların 4 ve 5 numaraları oyuncuları Francesca Dotto ve Caterina Dotto ikizdiler ve bu da oldukça hoş görüntüler sundu. Özellikle birbirlerine oyun içinde çak yaptıkları sahneler pek şirindi. 12 numaralı oyuncuları Elisa Penna takımın en skoreri olmamasına rağmen bu maçtaki skoru ve düzgün eliyle göz doldurdu. Belarus ise uzun boylu ve güzellerden kurulu bir takım olmasına rağmen İtalyan kardeşlerin sürüklediği tempoya bir türlü önlem alamadılar ve sonuçta maç başından itibaren hiç geri düşmeyerek finale giden İtalyanların ardından bakakaldılar.


Bizim takımsa oldukça yüksek bir tempoyla başladı yarı finalin diğer ayağına ki "bu çocuklar inşallah bu maçı çıkarırlar" dedim içimden. Seyirci gazı müthiş ama bilindikti. "Vur kır parçala bu maçı kazan" sloganlarının "ne oluyoruz ya" dedirtmesinin yanı sıra, sürekli hızlı hücum tercihini kullanan koçumuz sayesinde iyi savunma arasında eriyen hücumlarımız da çocukların telaşını artırdı. Top İspanyollara her geçtiğinde yuh ve ıslık sesleriyle top yekûn defans yaptı seyirci ama bu da telaşı daha da artırmaktan öte bir işe yaramadı. İspanyollar hakikaten çok disiplinli ve ne yaptığını bilen, hiç de gaza gelmeyen bir takımdı. Onların koçu da da tıpkı İtalyan koç gibi oyuna doğru yerde doğru şekilde müdahale etmeyi bildi. Özellikle 15 numaraları ve turnuvanın 18 sayı ortalaması ile en sokorer oyuncusu Dakar doğumlu Astou Ndour ile 7 numaralı gard Inmaculada Zanoguera izlemesi keyifli oyunculardı. Bugün sıkı bir final olacağı kesin. İspanyollar finali alırlar diye düşünüyorum ama şu İtalyan ikizler de kısa boylarına rağmen pek yamanlar. Gard oynayan Francesca Dotto takımın en skoreri. Televizyon maçları veriyor ve yapacak daha iyi bir işiniz yoksa geleceğin adından çok söz edilecek yıldızlarını izleyin.


Bir de futbol seyircisini kesinlikle salonlara almayacaksın abi. İnsanın maçı kazanan takımı alkışlamasına bile fırsat vermiyorlar, ayrıca alkışlayanı direk vatan haini ilan edip üzerine çullanıyorlar. Hatta çocuklardan birini bugünkü maça nasıl olsa gelecek diye listeye bile yazdılar.


Sonuç itibariyle iki güzel maçı şahane bir salonda izledik. Üstelik seyirci yenilen takımımızı ısrarla çağırdı ve hançeresini yırtarcasına "Samsun sizinle gurur duyuyor" tezarühatı yaptı. Köfte ekmek ve kolayı boş geçmedik. Dönüş yolunda da daimi midyecimizin tezgâhına çöreklenip yığdığımız kabuklar kadar parayı ödedik. Dünün gazıyla bugün de aynı salona dört maç izlemek üzere kitabımızı da alıp gidiyoruz. "Devletimizden allah razı olsun." Güzel tuvaletler yapmışlar ama gel gör ki "bağzı" halkım içine etmeyi gayet iyi beceriyor!


Fotoğraflar Nikon L23 ile çekilmiştir.

11 Haziran 2013 Salı

Bugün Bunu Demek İstedim

Debisi çok yüksek ana arter bulvarın talisinden gelip de göbeğinden yoğun trafiğe bağlananların  yaya ışığına dikkat etmediği, ana yoldan gelenlerin de kendilerine yanan sarıyı ganimet bildiği... Yayalara yanan yeşil ışığın hızlı hareket edilmezse ikinci yolu geçemeden kırmızı olduğu kaza ödüllü kavşağın yaya geçidinden sol elinde ve araçların geliş yönünde tuttuğu 3-4 yaşlarındaki çocuğu ile karşıya geçerken kendini koltuğunda sanan ve bütün dikkatini cep telefonunun ekranına verip sağ elinin başparmağı ile sürekli ve hızla tuşlarda dolaşırken salına salına yürüyen sarışın ve 25'li yaşlarındaki kadının elinden telefonu alıp kafasına çakmak ve "Hanımefendi lütfen telefonunuzu hiç değilse yaya geçidinden, elinizde çocukla geçerken kullanmayın" demek istedim.
 
Ben dedim, siz de deyin! 

10 Haziran 2013 Pazartesi

Dönüş


Sonuçta 160 sayfalık 9 hikâyeden oluşan bir kitap Dönüş ve ben bu tür kitaplarda;  her son sayfada bir etabı tamamlamış, mola verip tazelenmiş ve varışa biraz daha yaklaşmış, yolun tadını dibine kadar çıkaran sürücü gibi hissediyorum kendimi.

O yüzden gözümde büyümüyorlar.

Üstelik bu bir kısa mesafe yolculuğu.

Platonov kendine hayran bırakmaya devam ediyor. Hikâyelerin sonunda insanı üzmemesiyle de can kendisi. Benim adamım.

Şu hikâye çok güzel derken bir başka hikâyede yeniden vuruyor.

Doğu Park sahilinde, yok yok gölün kenarında bitmiş olacak sanki. Ben yanıma bir kitap daha almalıyım bu hevesle.

Öncelikle kitabın ikinci hikâyesinin çok tatlı ve naif olduğunu söylemeliyim.

Adamımın tasvirlerine bayılıyorum ya! 

Derin ama aynı oranda kolay yazılmışlar hissi veren, politik anlamda güzel dokunan, kahkaha attırmayan ama bıyık ucuna şefkatli tebessümler yerleştirmeyi başaran,"Al şimdi şu cümlelerin her birinin başını okşa." diyen, sapına kadar insan bir üslubu var.

Sanırım ben hayatımda ilk kez bu amcanın bütün kitaplarını okuyacağım. Bunda kendi yaşadığımın, -son hikâyeyi kast edersem- sevme ve sevilme biçimimin rolü fazlasıyla var.

Kesinlikle müthiş bir hikâyeydi ve elbette kitap. Mutlaka okunmasını isterim.

Sırada Çevengur var!

Bakacağım artık.



Fotoğraf: Babamın ağaçları

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP