*
Ve Sen Kadar Sağlam Duracağız!
*Yıkıntı fotoğrafı Haber Expres Gazetesi'inden alıntıdır.
Fuayeden Yazılar
Güneşin saklı olduğu o saatte; büyük bir alışveriş merkezinin önündeki geniş ve hareketli caddeyi geçerek ulaşılan Şirin Sokağa girer girme...
İki günlük rezervasyon yapabilmiştim The Liwan Hotel ile... hafta sonu için doluydu. Yer açılırsa uzatılacaktı. Onların da önermesi ile ve de zaten aklımda oluşuyla öne çıktı Mahallem. Genç bir çiftti bizi karşılayan. Kesinlikle çok tatlılar. Üzücü ki onlar da dolu hafta sonu. Bu mekânla ilgili bir eleştiri okumuştum, etraftaki mekânlardan gelen gürültü ile alakalı. Oysa bizim için bu dert değildi.
Burası Zenginler Mahallesi! Öyle renkli bir zenginlik ki bu, farklı dinlere ve mezheplere ait kiliseler, havralar ile camilerin sesleri, duaları farklı insanlarıyla harman. Sınıfsal bir ayrım yapmaya olanak tanımayacak kadar kardeş ve iç içe bir mahalle. Belli bir saatten sonra müzik bitiyor zaten. Sonuçta tatildesiniz ve yatağa dönüşünüz istemeseniz de geçe kalacak. Soruyoruz çok candan genç çifte; onlar da öne Konak'ı koyup ardına Avlu'yu ekliyorlar. Biz an itibariyle Avlu'ya daha yakınız. Fiziki olarak da... Çünkü hemen yan tarafta.
Rezervasyonumuz yok. Hemen iki kişilik bir masa buluyorlar üst kat balkonunda, avluya bakan. Garsonlar çok sıcak. Hizmet üst düzey ve peşinen söyleyeyim ki fiyatlar çok makul. Menü zengin. Mekâna bayılıyoruz zaten. Bir meze tabağı söylüyoruz yerel tatları içeren... Bir de 35'lik rakı. Bize gelen tabak duble imiş, finalde öğrendiğimiz üzere... Bir de çiğ köfte söylüyoruz ki kesinlikle diğer yöre çiğ köftelerinden farklı. Bayağı da çig diyebilirim. Üzerine kavrulmuş kıyma koyuyorlar, bir miktar da nar ekşisi ekleyebiliriz. Deneyelim dedik ve denedik. Planımızda ara sıcak olarak Oruk var. Ama daha sonra, diyoruz şahane garsonumuza.
Abagannuş, Yoğurtlama, Humus, Zeytin Salatası, Muhammara ve Cevizli Biber'den oluşan bir tabak bu. Üzerine bir miktar zeytinyağı gezdirilmiş. Dört kişilik bir masayla bile baş eder. Yanında gelen pideler sıcacık. Çalan müzikler akşamla ve mekânla uyumlu. Hâlâ dışarıda oturulabiliyor olması muhteşem. Bir tür yaza veda masası. Mezeler lezzetli ve hafif. Önce, tuzu çok az kullanan ben bile yadırgıyorum. Tuzu seven yol arkadaşımsa sessiz. Şaşırıyorum, çünkü tuz ilave etmiyor. Sonra alışıyorum. Hatta tuzu baskın kılmayarak tatları doğal hallerinde bırakıyor olmalarını takdir ediyorum. Tazecik nane ve maydanozlar da cabası.
Çiğ köfte üzerindeki kavrulmuş kıyma ile değişik bir lezzet. Alışmamış damağım için önce yadırgatıcı gelse de sonuçta bir deney bu. Her şeyin üzerini kapatmayı başaran buzzzz gibi rakı var sonuçta.
Ara çaylarımızı da ihmal etmiyorlar, bu güzel mekânın güzel hizmet sunan, güleryüzlü garsonları. Oruk içinse ne yazık ki yer kalmıyor midelerimizde.
"Hoş bulduk, Hatay!"
Az önce Enn Sevdiğim Kadın'a gelen ve bana telefonla ilettiği habere göre; güzel anılar bırakan/bıraktığımız The Liwan Hotel -Bizim Balkon Hariç- yıkılmış.
Binasına ve düzenlenmesine bayılacağımız sevgili otelimizdeyiz.
Balkonumuza bayılıyoruz. Mutlaka, akşamlardan birinde, o balkonda bir bira...
Ya da şarap...
Kesin karar.
İçilmeli!
Mini bar bağırıyor.
Fiyatlar makul.
Ve o güzel akşamki bir fotoğraf; buralı bir arkadaştan gelen ve bir bina için dikkat çeken mesaja, meğerse öyle güzel bir cevap olacakmış ki...
Otele doğru yürüyoruz. Eski otelimiz The Liwan Hotel'in önünden geçerken Sangria Tapas Bar'ına göz atıp, tatlı yokuştan direk Kurtuluş Caddesine çıkıyoruz.
Az kaldı duşa atmaya kendimizi....
Tam da caddeye iki bina kalmışken; bir odadan çıkıp, bir koridoru boydan boya geçip, açık kapıdan sokağa yayılan sihirli müziğin kokusu ele geçiriyor bizi. Kitlendik. Bütün karar ve komuta mekanizmalarımız müziğin elinde. İçerideyiz şimdi.
"Müzik çağırdı geldik."
Tebessüm.
"Hoş geldiniz."
İlk şaşkınlık.
Biz genç bir ses sanmıştık...
Çok eğlenceli ama!
Karşı masada bir arkadaş grubu. Güzel çocuklar. Arkadaşlarının doğum günü. Abiyle laf alışverişleri çok tatlı. Hani müzik kulağı ile bakınca her şey yerli yerinde mi? Açık söylemek gerekirse değil. Ama bu abi orada olmalı ya! Özel bir karakter, çok tatlı ve nahif. Hele kendine özgü esprileri yokmu! Köpüğü bol, sütlü ve şekerli kahve tadında kesinlikle...
Menü güzel. Mekân da... Ama bizde bişi yiyecek hal yok. An tam anlamıyla plansız bir ara sıcak.
"İki orta şekerli kahve, iki Hindistan cevizli gazoz lütfen."
"Fincanda mı istersiniz süvari bardakta mı?"
"Süvari bardakta lütfen."
Burası aynı zamanda bir sanat merkezi. En acar muhabirimiz iş başında. Bense az önce yanıma gelen çocuklardan birinin babası ile sohbet halindeyim. Bu arada, abi beni çok sevdi. Bunu herkese de beyan etti.
"Kalsaydınız bir gün daha,"
"Harbiye Kebabı yedirmek isterdim size."
Umutsuzlukları var abinin. "45 bin lira," diyor kira. Bana göre normal, bizim şehirden bakınca. Otomatik algı işte... O an, bazı yerlerde kiraların yıllık konuşulduğu geliyor aklıma. Soruyorum. Öyleymiş.
"O zaman bu rakam bir şey değil, bizim orada bu konum ve bu hacim yerin neredeyse aylık kirası bu."
Sonra onu rahatlatacak pek çok şey daha konuşuyoruz ticaret üzerine. Çocuklarla da...
Duvardaki Kaplumbağa Terbiyecisi çok güzel. Dersiniz Osman Hamdi'nin elinden. Oysa son derece başarılı bir reprodüksiyon. İstediğiniz resmi ücreti karşılığı yapıyorlar.
Kozmik Sanat Cafe ile Hatay'a veda.
"Home made gazozlar şahaneydi!"
Sağa döndük ve küçük yokuşumuzun başında göründü Affan Kahvesi.
Önce ayakkabılar dikkati çekiyor ta yokuşun altındayken. Ama Ayakkabı Tamircisi muhteşem. İzin verdi fotoğraf için. Çekmeden bırakmak olmazdı. O an, oradan itibaren ne öyküler kurduk bu kırmızı pabuçlar üzerine. Karakter tüm özellikleri ile kafamda. Hatta yazarsam bir gün bir öykü üzerine... Saçlarını kesinlikle İstanbullu Kuaför Müjgan boyayacak.
Sabah ve saat erken diye kahveye girince soruyoruz, "Haytalı var mı?" Abi mekân gibi, eski zaman adamı. Çocukluktan beri burada. Ürünü yapan abisi. Güzel adam. Babam gibi. Aynı kuşağın bıyıklarından var onda da. Nasılsa uzun uzun konuşacağız. Bahçeye alıyorlar bizi. Sevimli. Geçmişin izleri her yerde. Kaşıklar şahane. Çocukluğa dönmek bu işte... Sandalyeler kadim ki üzerlerine epey konuşuyoruz daha sonra. Aile ilişkilerinin güçlü olduğu hemen anlaşılıyor. Ama yeni nesillerle devam eder mi?
Şüpheli.
Her birini tek tek yeseniz, alttaki nişastalı kısım belki size uzak kalır. Ama gül suyu ki gerçek gül suyu, nişastalı kısım, dondurma uyumu şahane. Her şey gerçek. Çocukluktaki gibi. Yeni dondurmalara ve yapay tatlara alıştırılmış damaklar ne der bilinmez ama biz...
Çok ama çokk mutluyuz!
O halde üzerine süvari bardakta kahve.
Sohbet çok keyifli, hatta sohbete katılan ve ilkokuldan beri buraya geldiğini söyleyen 70 yaşını aşmış abi çok tatlı. Taklitlerinden şikayetçiler, gerçek malzeme kullanılmıyor olması rekabeti, maliyetler açısından zorlaştırıyor. Oysa burası bir nevi müze. Esas abi o sırada yeni hazırlanacak haytalıların cam kaselere yerleştirilmiş nişastalı tabanlarını buzdolabına koyuyor. Uzun bir geçmişi solumak bizi de çocuklaştırıyor. İnsanın buradaki her objeyi, havada asılı tüm sözcükleri alıp bohçalayası geliyor. Ama bugün gideceğimiz mesafe kısa olsa da bizim için, nerelerin, hangi sokakların bizi çağıracağını bilmiyoruz. Yarın ve ertesi geceyi geçireceğimiz yeni otelimizde rezervasyon yaparken soruyorum Müzeyi. Taksiyle ya da otobüsle gitseniz, diyor; sırf onun yüzünden odalara bakma ihtiyacı bile duymadan rezervasyonu yaptığımız güzel kız.*
İki çocuk yanaşıyorlar. Rehberlik etmek niyetleri. Daha esmer ve ötekine oranla daha ince olan konuya hakim. Kullandığı dil büyümüş de küçülmüş gibi. Garip bir ön yargı ile istemiyorum, sonrasında fena pişman olacağım üzere. Belki de tavrın ısrarcı gelmesini, -yapışkan bir biçimde- sadaka istemekle eşliyor aklım ve bu itici geliyor bana. Kilise alanının dışına çıkınca yine yakalıyor. İleride, dağın arkasında kalan heykelleri görmemizi öneriyor. Sırf bu yapışkan tavır nedeni ile gitmiyorum heykellere. En sevdiğim (kalbi öpülesi) kadın (gitmeden) veriyor emeğin karşılığını. Bense bir başka boyuttan bakıp yoksulluğa ve çabaya, tavrımın pişmanlığını yaşıyorum hâlâ.
9 Kasım 2017
O esnada çocuk parkında selamlaştığımız iki kadim dostu görüyoruz, birlikte büyümüşler. Soruyoruz otobüsün saatini. Bırakmıyorlar durakta. Alıyorlar. Konuşlanıyoruz bir masaya, kahve içtiğimiz taş kahvede. Çaylar söyleniyor hemen. Bir deste kart çıkıyor, önce ceketin cebinden, sonra da kutusundan. Sanıyorum kağıt oynayacağız. "Nereden çıktı şimdi bu," isteksizliği bir "ufff ya!" çektiriyor içimden. Bir an önce gitsek derdindeyim. Meğerse bir oyun yapacakmış kartlarla Mehmet Abi. "İyi izle," diyor ennnnnnnnnnn bayıldığım kadına. Tekrarı yok çünkü.
Sonuç şaşırtıcı... Özenle kutusuna koyuyor desteyi ve enn sevdiğim kadına uzatıyor. Kıymetinden sual olunamaz bir hediye bu. Sonra, bir rakam ve harf oyunu yapıyor; bizim çantadan mı ya da ceketinin cebinden mi çıktığını hatırlamadığım kâğıda. Önce rakamlar yazıyor kâğıdın en üstüne, sonra da altına harf yazılmasını istiyor. Topluyor, çıkarıyor derken, dört rakam kalıyor sonuçta. "Yaz bakalım sayılara denk gelen harfleri," diyor enn sevdiğim kadına. Yazıyor. Mutlu. Çocuk sevinçli. Ânın sıcaklığında, şahane dostluğun ve unutulmaz muhabbetin resmolduğu bir gülümseme çıkıyor sonucu.
Aslında oturduğumuz ilk anda, daha çaylar bile söylenmemişken iki mandalina çıkarıyor omuzuna astığı ceketinin cebinden Musa Abi. Koyuyor masanın bizden tarafına. Şu hayatta duyduğumuz en güzel cümlelerden biri dökülüyor dudaklarından; tüm hikâyemizi katmerleyen, çok daha anlamlı kılan, kocaman bir duygu geçmişine çok mânâlı ve lezzetli bir fırtına ekleyen, "basit" bir cümle:
"Bir tane olsa paylaşırdınız, ama zaten iki tane var."
Otobüs geliyor aşağıdan. Samandağ Belediyesi'nin. Mavi. O manevrasını yaparken ve güneş dağların arkasına çekilmeye hazırlanırken biz Mehmet Abi'yle birlikte geçiyoruz durağa. Unutulamayacak dosta, dostluğa, Musa Abi'ye veda.
Mehmet Abi'nin ailesi Suriye'den gelmiş o daha küçük bir çocukken. Vakıflı'da yaşamıyor ama her gün geliyor Vakıflı'ya. Tek erkek çocukları askere almazlarmış o zamanlar. Bunu içi buruk söylüyor nedense, bir özür gibi. Tüm ücreti verme çabalarımıza duvar otobüsün şoförü. Türkçesi zar zor. Aynı dilde konuşuyorlar o, Mehmet Abi ve bir kadın...
"Teşekkürler Mehmet Abi."
Oğlunun bir büfesi varmış Mehmet Abi'nin. Yüzünde huzur. Elindeki poşetlere yardım etmek istiyorum, otobüsten inince. Asla taşıtmıyor bana. Samandağ güzel yer. Gözüm bir yandan etrafta. Yaklaştığımızı anlıyorum büfeye. Gözleri parlıyor çünkü Mehmet Abi'nin. Gözleri gülümseyen ve gülümsemesi büfeye sığmayan genç bir kadın ve onun tıpatıp aynısı bir kız çocuğu. Yüzler aydınlanıyor daha biz yaklaşmamışken... Gurur gözlerinde ve adımlarında Mehmet Abi'nin. O an yokuz biz.
Onlarsa sarmaş dolaş.*
© Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008
Back to TOP