4 Aralık 2011 Pazar

Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu


Birisi size 24 saatten biraz fazla bir süre içinde somut, elle tutulur, bildiğiniz, gördüğünüz, yaşadığınız bu dünyadan bilmediğiniz bambaşka bir boyuta göç edeceğinizi söylese ve bu sizinle doğrudan hiçbir alakası olmayan saçmasapan bir nedenden ötürü gerçekleşecek olsa ne yapardınız?

A) ”Dalga mı geçiyorsun?” “Kafan iyi galiba?” benzeri tepkiler verir, inanmazdınız.

B) Tüm sevdiklerinizi bir araya toplar, bir veda konuşması hazırlar ve duygu seli içinde hepsiyle tek tek vedalaşırdınız.

C) Hayatta yapmayı çok istediğiniz; ancak fırsatınız olmadığı için yapamadığınız bir dizi ekstrem işi yapmaya çalışırdınız.

D) Yapacak hiçbir doğru dürüst iş bulamaz, olayı olduğu gibi kabullenip şehrin ortasındaki bir parkın çimenliğine gündüz vakti uzanıp güneşin tadını çıkarırken birkaç bira fondipleyerek usul usul sizin için “Dünya'nın Sonu”nun gelmesini beklerdiniz.

Daha önce hiç Murakami okumadıysanız, size muhtemelen garip gelecektir; ancak ben tek başına, monoton bir hayat süren ve belki de sevdiği tek şey ironik biçimde başına büyük belalar açacak mesleği olan kahramanımızın D şıkkını tercih etmesini hiç yadırgamadım.

Uzun süredir, okumuş olduğum bu kitapla ilgili değerlendirme yazısı yazmak niyetindeydim. Tembelliğimi gideren kıvılcım, İdefix'te dolaşırken onu Sabit Fikir'in hazırlamış olduğu 2011'in En İyi 100 Kitabı listesinde 8. sırada görmem oldu. Gerçi kitap bu yıl yazılmış değil, orijinal baskısı Japonya'da 1985'te yapılmış. Doğan Kitap'tan Türkçe çevirisi ise ancak bu yıl çıktığı için sıralamaya dahil.

Bu Murakami külliyatının okuduğum 5. kitabı oldu. Esprili deyimle 500 küsür sayfalık bir “tuğla” daha benim için. Diğer romanlarında da olduğu gibi somut ve soyut ögeler yine birbirine karışıyor. Bir sıralama yaparsak Sahilde Kafka ve Zemberekkuşu'nun Güncesi'nin ardından benim Murakami TOP 5'imde 3. sıraya girer.

Kahramanımız yine orta yaşlarda bir erkek. Yine hayata dair yüreğinde birşeyleri kaybetmiş, geleceğe dair hırsları ve aşırı istekleri olmayan mütevazi bir Japon. Hatta o kadar mütevazi ki; 24 saat sonunda yolunu tutacağı -bilinçaltında farkında olmadan oluşturduğu- yer sakin, huzurlu ve emeğin yalnızca eylemin kendisinin verdiği haz için harcandığı, ormanından, ırmağına, kütüphanesinden , hayvanlarına hiçbir şeyin eksik ama aşırı da olmadığı, kendi kendine yeterli ütopik bir dünya.

Hayat siz planlar yaparken başınıza gelenlerdir demiş ya birisi, bu roman biraz da onun örneklerini sunuyor. Bilgisayar programcılığıyla uğraşan, bir takım zihin zorlayıcı hesaplar yapmakla hayatını kazanan adamımızın tek isteği emekli olup, Eski Yunanca ve bir enstrüman çalmayı öğrenip sakin bir hayat sürmek. Kendi üzerinde bir takım garip deneyler yapıldığını ve insanlık için çok önemli sonuçlar doğuracak bir projenin en kilit parçası olduğunu nereden bilebilirdi ki? Tıpkı şehrin en büyük stadyumunun altında, kanalizasyonların ve metro tünellerinin içinde dolaşan, bulabildikleri her türlü pislikle ve buralara yaklaşan insanlarla beslenen "karanlık karası" denen mahlukatların kocaman bir yuvası olduğunu önceden bilmediği gibi.

Bu da benim Murakami ve Doğan Kitap'a yaptığım tanıtım sloganı kıyağı olsun. Arka kapaktaki tanıtım yazısını pek beğenmedim çünkü: “Bazen 24 saat içinde bile tüm hayatınız allak bullak olabilir ve bu koşuşturmacalarla geçen 24 saat içinde bile daha önce farketmediğiniz, bilmediğiniz birçok şeyi tecrübe edebilirsiniz. İnanmazsanız 'Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu'nu okuyun.”

1 Aralık 2011 Perşembe

Samsun Balıkçısı

 *Bu mekân artık yok.

Şehrin pek çok mekânında yemek yediğimiz gibi sıklıkla balıkçılarına da gideriz. Bir çoğu tanıdığımız insanlara ait olan bu mekânların kimi emek verilmiş dekoru, mezelerinin çeşitliliği, bulunduğu konum, denize yakınlığı ile göz alırken; bunların içinden bazılarını da sundukları lezzet açısından öne çıkarırız. Damak tadı yerinde ve mutfağı lezzetli bir aile olduğumuzun altını çizerken bunun büyüklerimizden gelen bir özellik olduğunu da vurgulamak isterim. Gittiğimiz her balık lokantasında çeşit çeşit ürünün tadına bakarken kimini beğenir, kiminde kendimizce eksiklikler buluruz. Konunun buralara geldiği her gecede de şehrin balık lokantası özelliğine en haiz mekânının Samsun Balık Restoran olduğunda karar kılarız.


Balıkla yapılmış içli köfteden pastırmasına, börülcesinden ahtapot salatasına kadar oldukça geniş bir yelpazede mezeler sunan pek çok lokanta vardır şehirde. Ama ana yemek balık olduğunda ve bir balık gecesinde her şey ona odaklanmışken, tam o noktada hayal kırıklığına uğramak hiç hoş olmaz. Çoğu yerde yemeğin ardından likörlerimizi içerken, en küçüğümüzden en büyüğümüze her birimiz birer Vedat Milor olur ve başlarız esprilerle süslenmiş eleştirilere.


Çok paralar harcanarak yapılmış, hem konumları hem de dekorları ile parmak ısırtan, meze listeleri ile göz dolduran mekânlarda bile finaldeki sözümüz: en iyinin burası olduğudur. Bir de adını balık lokantası koyup da bir katını ete, bir katını pideye, bir katını da deniz ürünlerine ayırmış yerlerden pek haz etmeyiz. Bizim için en önemli şey gittiğimiz mekândan aldığımız sıcaklık, lezzet ve mekânın işine duyduğu aşktır.


Buranın kendini kasmayan dekorlarını, meyhane tadındaki havasını, bembeyaz tabaklarını, beyaz örtülerini, çalan müziğini ve tam da bir balık lokantasında olması gerektiği gibi balığı öne çıkarışını severiz. Mezeleri, salataları asla sizi yormayacak, kafanızı ve midenizi karıştırmayacak ve bir balık akşamına yakışacak türden sade bir çeşitliliğe sahiptir.


Lokantaya balık tezgahlarının yanından geçip merdivenlerden çıkarak ulaşırsınız, hatta önce durup tezgahtan balıklarınızı seçebilirsiniz. Farklı renklerle döşenmiş üç bölümlü mekânın leylak renkli bölümünün cam önündeki masasıdır bizim yerimiz. Lokantanın ayrım gözeten genel tavrı olmamasına rağmen - maç yayını olan akşamlarda- leylak renkli bölümü ailelerin, yalnız kadınların, kadınlı erkekli maç izlemeyecek grupların kullanması gibi bir teamülü vardır.


Her türden balığın mevsiminde ve taze olarak bulunabildiği bu mekânda geçen akşam hamside karar kılmıştık. Havaların kış tadında soğuması hamsinin erkenden yağlanmasına olanak sağladığından an itibariyle lezzeti de dorukta! Izgaraya şöyle bir değdirilip de gelen hamsiler hepimizden tam not alırken, tavaları da tam olması gerektiği gibiydi.


Beyaz peynir, salata, kalamar, turşu kavurması ve mısır ekmeği ile donattığımız, karides güveçte kararsız kaldığımız akşamı meyva, kabak tatlısı, kahve ve likör ile sonlandırırken, lezzetli balıklarının yanı sıra en iyi likör kadehine sahip balıkçı ilan ettik burayı.


Temiz masaları, beyaz peçeteleri, pırıl pırıl tabak ve bardaklarıyla eski zamanların lokantalarını anımsatan, meyhane tadındaki Samsun Balık Restoran; eksiksiz bir samimiyetle hizmet veren garsonları, sohbete olanak yaratan sakin ortamı, rakıya pek de yakışan müziği ile göz dolduruyor. Zaman zaman evdeki yemek akşamlarımız için, -pişirmek dışında elimizi vurmadığımız- son derece lezzetli somon tepsileri hazırlattığımız, iyi bir ıstakoz ya da yengeç ele geçirdiğimizde yanımızda götürüp pişirttiğimiz bu mekânı, oy birliği ile en sevdiğimiz balık lokantası seçtik. Olur da yolunuz Samsun'a düşerse, ya da buralarda bir yerde yaşıyorsanız, oradaydım demek gibi bir takıntınız yokta lezzetin peşinden koşan biriyseniz; Cumhuriyet Meydanından Saathane Meydanına giderken, Bankalar Caddesi üzerindeki Finansbank'la komşu olan bu şirin mekanı es geçmeyin. Günün her saatinde bulabileceğiniz balık çorbası da şiddetle tavsiye edilir.



28 Kasım 2011 Pazartesi

İnfaz


Sıcak odadan geceye çıkmış anne kucağındaki çocuğun suratında hissettiği şefkatli soğuk: Aynı kelimenin farklı hissiyat hallerinde başka anlamlar yüklenebildiğini bilen bir kişi, yüklediği anlamdan ötekine taşıyamadığı bir kelimenin ipini çekti.


.

23 Kasım 2011 Çarşamba

Sırça Kümes

Salondan çıktığım vaktin üzerinden tam 9 saat geçti. 

Ağaçların altından  durağa yürürken  bastığım her taşın, denizin ve gecenin güzelliğini içime çektiğim, treni beklerken aklıma düşen bira  isteğinin sürekli katmerlendiği vakitten,  sabahın camlarını  güneşin ısıtmaya başladığı şu ana kadar  hiç eksilmeyen şap şahane  bir keyif,  aptala dönmüş şaşkın gülümsememin kenarından, en lezzetiyle akıyor. 

Ve ben hala Laura'yı düşünüyorum.

O kadar uzun  yazmak istiyorum ki , o kadar olur yani!

Uzun ve dokunaklı bir tiradın bir yerinde "İyisi mi sen mumları bir an önce söndür" der; anlatıcı ve  aynı zamanda  anıların sahibi Tom. Birikmiş tüm duyguların tavan yaptığı  andır bu!  Zaten tiyatro salonunda bir  izleyici olmaktan çıkalı çok dakikalar olmuştur. Nefes almayı unuttuğunuz, o nefese ihtiyaç duymadığınız, yüreğinizin tümüyle sahnede attığı,  karakter adlarıyla gerçek adların birbirine girdiği,   gerçekteki  kimliklerin yeni bedenler haline geldiği  muhteşem bir andasınızdır; mumlar söner ama siz sönemezsiniz!

Tren penceresinden baktığınız akıp giden zamanda,  bir bira  şişesinin içinde, düşsüz girdiğiniz  yatağınızda  dahi sizi  terk etmeyen bu namuslu sıcaktan, asla kurtulamazsınız.  "Onca saat önce bir oyun mu seyrettiniz, yoksa gerçeğin  içinden mi  geldiniz?" sorusuna yanıt bulamadığınız bir sahiciliktir hissettiğiniz!

Tennessee Williams'ın Can Yücel tarafından çevrilmiş oyununu öyle güzel sahneye koymuştur ki Jason Hale: İlk perdenin sonunda, oyunun tarzı açısından bazı izleyicilerin çıkabileceği gibi bir algıya erişen ve bunu; "bakalım ilk çıkan kim olacak" bilmişliği ile yanındakiyle paylaşan ön çaprazımdaki  kişi, kıç üstü oturmak zorunda kalmıştır. Bırakın oyundan çıkmayı; nefes almayı, aksırıp tıksırmayı bile aklına getirmez bir hale bürünmüştür izleyici.

Öyle bir ikinci perde başlamıştır ki... üstelik de sahnede iki kişi kalmıştır artık.  Etkin karakterlerden ikisi az sahne alıyorlar gibi gözükseler de, öyle bir kurgu, öyle bir oyunculuk gücü vardır ki ortada, öylesine aklınızı ve ruhunuzu ele geçirmiştir ki oyun; siz ,   dekorlar, olağanüstü ışık tasarımı ve kostümlerle desteklenmiş bu oyunun karakterlerinden biri halini almışsınızdır.

Artık rejisörün avuçlarındasınızdır. Oyunun hiç bir anında bu esaretten kurtulamazsınız.  En ufak bir çabanız yoktur zaten olan bitenin dışında kalmaya. Sizinki gönüllü bir tutsaklıktır.

Sahnede her saniyede daha da büyüyen bir isim vardır; tüm izleyiciyi yakıp yıkan Laura'yı canlandıran Gülin Ersoy.*  Böylesine hassas, duygulu  bir karakteri bu kadar sahici oynayıp izleyicinin aklına ve gönlüne çakmak nasıl bir beceridir diye düşünür izleyici. "Her bir seyircinin içini ısıtıp yüzüne şefkatli bir tebessüm kondururken göz ucuna damlalar sıralayabilmek, bir karakteri insanların hayatına bu kadar katabilmek, ve  insanda  o karakteri sarıp sarmalama arzusu yaratabilmek nasıl bir oyunculuktur Gülin Ersoy, söyle bakalım!" diye sorasınız gelir.

Bir BÜYÜK oyuncu da  vardır sahnede: MELTEM KESKİN BAYUR.  Nam-ı diğer Amanda Wingfield.  Kendisine; bu kadar  gerçek ve büyük oynarken dahi kasılmadan, doğallıktan bir saniye bile ayrılmadan, hala ilk oyun heyecanını taşıyarak, bir yandan oyunculuk dersi verirken diğer yandan bu kadar samimi ve sıcak olmak, etrafta örneklerini gördüğümüz  anne hallerinin hepsini bir bedende toplamak nasıl bir beceridir diye sormayı yersiz bulursunuz. Yapabileceğiniz, hayranlığınızı açık edecek şey, elleriniz kızarana kadar alkışlamak olur ki fuayede ellerinin su topladığından söz eden çok sayıda izleyiciye kulak olursunuz.


Ve İrfan Kılınç:   İkili bir sahnede seyirci Laura adına sevinip mutlu mesut olmuşken, herkesi ters köşeye yatırmış olsa da  seyircinin algısında  adı  yer etmiştir. Parlak bir oyuncu olacağı kesindir. 

Ve Orhan Özyiğit: Anlatıcıyken de, Tom olduğunda da salonu eline geçirmiş, öykünün içinde tuttuğu yer ve finaldeki    tirada yüklediği duruş ile izleyicinin yüreğine taşlar döşeyip, dökülen sıvalarını onarmasına neden olmuştur.

Bir oyunda bir fotoğrafın da,  dikkatinizi her seferinde çekmeyi başaran bir oyuncu olmasını aklınız alır mı sizin? Merak ediyorsanız gidin ve bu oyunda görün.  Işığın nasıl rol çalabildiğini, hatta bazen başrolü alabildiğini izleyin. Taraçadaki ay ışığının tadına varın. "Sahnenin farklı köşelerindeki  anların hepsinin nasıl oluyor da farkına varabiliyorum?" sorusunun cevabını bulun...

Başarılı ışık tasarımı için Yakup Çartık'ı, dekorları bile oyuncu yapmayı başaran H. Güven Öktem'i, giysi tasarımları için İnci Kangal'ı, yönetmen yardımcısı Çağman Pala'yı ve bu muhteşem uyumu yaratan yönetmen Jason Hale'ı alkışlamak için, en çok da kendiniz için, -eğer tür sever değil de tiyatro severseniz- bu oyunu mutlaka izleyin.

Her şeyden  geçerim ama o andan geçemem: Laura'nın içinde şimşeklerin çaktığı, dilinin damağının kuruduğu, tabii ki muhteşem oynadığı  sahnede; duygularla  efektlerin senkronize olduğu  an ve yağmur için bile izlenmeye değer bir oyun Ankara Devlet Tiyatrosunun Sırça Kümes'i. Ben kefilim!




...*Gülin Ersoy da başta mürrebiye karakteri olmak üzere başarılı canlandırmalarıyla, yıldızı çok parlayacak bir karakter oyuncusu olduğunu hissettiriyor ve izleyicinin sempatisini üzerine çekmeyi başarıyordu... Sevgili Doktor- 13 Nisan 2010

21 Kasım 2011 Pazartesi

Ufacık Bir Not:

Adını haber kanallarında duyup, gazete kupürlerinde hikayesini okuduğumda  çok etkilenmiştim. Böyle garip bir halim vardır benim. Kanlı canlı, adı şanı büyük, herkesin bildiği -tanıdığı, bünyede ve dünya tarihinde iz bırakmış ünlü insanların yanı sıra; kalabalıkların bilmediği, medyanın parlatmadığı, insanların görmezden geldiği yıldızlar da yazılıverirler gönül defterime... hatta yaşam pusulamın en önemli yol göstericileri, gelişimimin en önemli unsurları, en önemli kahramanları onlar olmuştur.

" Ne yazık ki hepimiz yakın durduğumuz kişi, düşünce ve eylemlerle ırak olduklarımız arasında aynı eylemleri içerseler dahi farklı yorumlar yapıp,  farklı pozisyonlar alabiliyoruz. İnsan algısı özünde  yanlış ve yersiz olan niyetleri  bile algısının biçimlenişi ile doğru orantılı olarak,  özüne, duygusuna ve başkalarında yarattığı tahribata bakmaksızın haklılayabiliyor. Tüm niyet okumalarımız aslında kendi niyetlerimizin tarafgirliği üzerine kurulu." cümlelerinin başka bir versiyonunu,  bir kaç gün önce, insani bir çabaya destek veren bir başka yazının içinde de kurmuştum ...

Bu anlayıştaki ısrarı, değişmezliği insan olgusu ile pek bağdaştıramam ben... Elbette ki bu cümleleri yazabilecek olgunluğa, aynı hataları da yaparak, üzerlerinde düşünerek, zaaflarımı çözme yolunda uğraşlar vererek,  ruhlarını zedelediğim insanlardan özür dileyip, özümü eleştirerek, niyelerini de sorgulayarak geldim.

Onun yüzünden, olayla ilgili haberleri iki buçuk yıldır yakından izliyordum.  Ölüm haberini aldığım gün tanıdım onu. Hatta üzerine bir yazı yazmıştım,  tüm içtenliğimle... O güne kadar varlığından haberdar olmadığım bu kadını onca başarılı kariyere karşın; büyük iddiaları olan, kendilerine misyonlar biçip vasıflandıran,  rol model olarak konumlandırıp, oluşturdukları cemaatlerinin gözüne sokanlardan olmadığı için sevmiştim.

Sessiz samimiyetine, hayatıyla ilgili izleri takip ettiğimde ulaştığım noktalardaki saygıya, emeğe ve öğreticiliğe baktığımda bir sürü çıkarım yapmış, o çıkarımlarla biraz daha çoğalmıştım.

En sevdiklerimden biri olan "Otel Rwanda'nın Hatırlattıkları" yazısının içine ; "Bazı abilerin üç beş cümlelik klişeden öte gitmeyen ideolojik ahlakının; aslında masalara gencecik kızları yatıran işkencecilerden pek de farkı olmadığını görmüşler" cümlesini kurduran tanıklıklarımdaki insan tiplerinin hala yer tutabildiği, saf duygulardan cemaatler oluşturabildiği yaşamda, iyi ki onlar var demiştim.

Air France'ın okyanusta düşen ve kalıntılarına ancak geçen yıl ulaşılabilen uçağından toplanan cesetlere yapılan DNA testlerinin sonucunda artık onun da bir mezarı olacağı, özellikle de 24 Kasım Öğretmenler Gününde gömüleceği  haberini aldığımda; Bayram Şekerlerinin ne olduğunu çok iyi bilen bir ailenin üyesi olarak  çok ama çok sevindim.

*Duvarın dibindeki gece sefaları

18 Kasım 2011 Cuma

D Tipi Vize Meselesi

Bilgilerin geçen zaman içinde her ülkeye göre değişmiş olma ihtimali vardır; o nedenle okuduktan sonra özellikle elçiliklerden kontrol edin!

Forumlarda en çok tartışılan, bazı yorumlarla yanlış yönlendirmelere ve korkulara sebep olan önemli konulardan biri D tipi vize olayıdır. Bu vizeyle ilgili olarak iki tez çarpışmaktadır. Bunlardan biri; D tipi vize ile elde edilen 90 günü başka Schengen ülkelerinde geçirme hakkının başladığı tarih ile ilgilidir. Bu 3 aylık hakkın gidilen ülkeye giriş yaptıktan sonra başladığı iddiasıdır. Bu düşünceyi savunan, okuduklarını yorumlamaktan aciz ve çok bilmiş kişiler derler ki (Erasmus yapacağınız ülkeye girişte, Schengen dışı bir ülkeden geldiğiniz için pasaportunuz doğal olarak giriş damgası yediğinden) her 180 günlük vize için verilen 90 günlük kullanım hakkı o an başlar. O günden itibaren ilk 3 ay içinde bir başka ülkeye gittin gittin yoksa sonraki 3 ayda bu hakkın yok. Bu yorum tamamıyla yanlıştır!

Oysa D tipi vize 2010 Nisan'da alınan bir kararla oluşturulmuş, Erasmusları hem külfetten kurtaran hem de Erasmusun temel amacına hizmet eden özel ve yeni bir vize türüdür. Eğer D tipi vizeniz varsa, bu vizenin sizi yönlendirdiği ilk ülkeye giriş yaptıktan sonra (diyelim Polonya); 90 günlük hakkınız şu gün başlar diye bir kuralı yoktur. 180 günlük vizenizin başladığı günden bitişine kadarki süreçte canınızın istediği zaman dilimlerinde kullanacağınız bir haktır bu. Oturma izni gibi vurgusu da aslında vizenin değerini ortaya koyan önemli bir noktadır. Yani Erasmus için gittiğiniz herhangi bir Schengen ülkesinde karakola falan gidip, daha önceki yıllarda olduğu gibi (yani D tipi vize öncesi) bir sürü bürokratik işlemi yapmanıza, bunun sonunda izin beklemenize "Ben geldim, burada da şu kadar ay kalacağım, oturma izni verir misiniz?" demenize gerek yoktur. Bu oturma müsaadesini D tipi vize size başlangıç gününden itibaren verir. Siz sadece ve en fazla "Ben geldim haberiniz olsun" dersiniz, ki hiçbir Erasmus öğrencisinin de gezmek dışında bir başka ülkede bir, iki ya da üç ay kalmak gibi bir fikri ve zamanı yoktur zaten. Ben de gitmeden önce bu konuyu uzun uzun incelemiştim, ki karar henüz taze idi. Olur da gittiğim yerlerde henüz bu tip vizenin ve kararın farkında olmayan ya da anlamını bilmeyen görevlilerle karşılaşırım diye kararın bir çıktısını yanıma almıştım. Gerek oldu mu? Tabii ki hayır.

Ben 180 günlük vize süremin başında, ortasında, sonunda değişik zamanlarda sıklıkla Polonya dışına çıktım geri döndüm. Hiçbir sorun yaşamadım. Çünkü vizede yazılı olan çok girişlinin anlamı da budur. Yani kardeşim der sana, korkma gez ama her 180 günlük vize için verilen 90 günlük hakkını aşma...

İşin ilginç tarafı Erasmus yaptığınızın dışındaki bir ülkeye yaptığınız ilk çıkışı kimin, nasıl bileceği... Siz gittiğiniz ilk Schengen ülkesinden sonra elinizdeki D tipi vizenin size sağladığı avantajla, zaten pratikte tıpkı Avrupa Birliği ülkesi vatandaşı gibi oluyorsunuz. Herhangi bir ülkeden diğerine geçerken herhangi bir sınır kapısında durup da işlem yapmıyorsunuz. Tabelalarda değişen dili fark etmeseniz bir başka ülke sınırını geçtiğiniz anlamıyorsunuz. Çünkü herhangi bir bürokratik işlem gerekmiyor.

Yine kendimden bir örnek vermem gerekirse; değişik zamanlarda onca yere gittik, kiraladığımız Polonya plakalı arabayla bile (ki Erasmusumun bitmesine 40 gün kalmıştı) Almanya, Çek Cumhuriyeti, Avusturya, Macaristan sınırlarından geçtik, tüm bu süreçte herhangi bir sınır kapısı görmedim, benzeri herhangi bir yerde de durmadık, durdurulmadık, dolayısıyla da kimse ne pasaport ne de başka bir şey sormadı. Tüm Erasmusum boyunca pasaportuma bir Polonya'ya ilk girdiğimde bir de Türkiye'ye dönerken çıkışta damga vurdular. Ben Polonya dışına ilk Schengen çıkışımı hangi tarihte yaptım diye kendime sorsam? Pasaportumun sahibi olarak ben dahi bilmiyorum. Çünkü, pasaportumun hiç bir sayfasında böyle bir iz yok...

Ayrıca gittiğiniz yerde karakola gidip ben geldim deme noktasında da, iki farklı şehirde kalmama rağmen herhangi bir başvuru yapmadım ve bir sorun da yaşamadım, arkadaşlarım da yaşamadı. Ancak 2 ayımı geçirdiğim, yine herhangi bir bildirimde bulunmadığım Olsztyn'de Erasmus yapan arkadaşların böyle bir başvuru yaptıklarını biliyorum. Bunu da şöyle düşünün: Nasıl ki ülkemizde ev değiştiğinizde gittiğiniz yeni mahalle ile ilgili bir bildirimde bulunuyorsanız; Polonya'da da yerinizi bildirmek adına böyle bir işlem yapıyorsunuz, ki ben dediğim gibi böyle bir işleme dahi gerek duymadım. Üstelik bir kırmızı ışık ihlali sanısıyla bana haksız yere ceza yazmak isteyen bir polisle tartışmama, onun pasaportumu incelemesine rağmen bu bildirimle ilgili olarak başıma herhangi bir şey gelmedi.

D tipi vizenin değerinin altını çizerek tekrar edersem; siz D tipi vize öncesinde olduğu gibi, gittiğiniz Erasmus ülkesinde oturum izni başvurusu yapmıyorsunuz, bir sürü evrak teslim ederek oturum izni çıkmasını beklemiyorsunuz, 90 günlük başka ülkelerde bulunma hakkınızı da dilediğinizce ve özgürce kullanabiliyorsunuz.. Çünkü elinizdeki vize bu hakkı size baştan veriyor. Siz sadece, vizeyle zaten elde etmiş olduğunuz bu hakkınızı kullanıyor ve ben geldim diye haberdar etmek için -isterseniz- ya da okulunuz mecbur tutarsa ilgili kuruma başvuruyorsunuz.

Bilmem anlatabildim mi? Artık şu vize meselesini silin zihinlerinizden, muhtemelen de Polonya dışına ya gittiğiniz okulun ESN'i ya da bir tur şirketinin sayesinde çıkacaksınız. Bir sorun yaşayacak olunsa onlar alırlar mı bu sorumluluğu bir düşünün, en basit mantıkla uyarırlar ve götürmezler sizi, ama yok böyle bir şey.

Polonya Büyük Elçiliğinin sitesinde D Tipi Vize ile ilgili olarak yapılan açıklama aşağıdadır ve anlamı nettir. Mesele yorum farkından ibarettir.



Yeşil Pasaport'u olanlar da vizesiz çıkma olanağına sahip olmalarına rağmen, ellerindeki yeşil pasaport 90 gün yurt dışında (turistik amaçla) bulunma hakkı verdiği için ve oturma hakkını kapsamadığından, normal öğrenci pasaportu ile işlem yapanlar gibi, gerekli belgelerle konsolosluklara baş vurarak, özellikle 90 günde bir Türkiyeye giriş çıkış yapma sorununu yaşamamak için D tipi vize almalıdırlar.

Tüm D tipi vizeler, her altı aylık dönemde Schengen ülkelerinde de 90 günlük kalış hakkı vermektedir - aynı oturma müsaadesi gibi. Bu kural, 5 Nisan 2010 tarihinden önce verilen D ve D+C vize sahiplerini de kapsamaktadır. Üye ülkeler, azami 1 yıllık D tipi vizesi verebilir.


D+C tipi vize kaldırılmaktadır

17 Kasım 2011 Perşembe

Gerçeğin Peşinde

15.11.2011

Vakit öğle olmak üzere, dışarının soğuğunun aksi bir sıcağın şefkatinde, elimde kahve kokusu   bloglara göz atarken, bir yandan da  bir raporla meşgulüm. O ara e-postalarıma bakıyorum ve insan sıcağı kokan, -bildiğim yüreği- bir küçük çocuk için atan, en çok da ona ulaşmak maksatlı atıldığı her halinden belli olan, "falan kişiyi   tanıyan birine ulaşma şansın olabilir mi?" cümlesinin yer aldığı e-postada duruyorum. Ona yüklenmiş duygu ve duyarlılıktan dolayı ricayı görev addediyorum.

Saat 10:49:56

Bana ilk fark ettirildiğinde gerçekliğine inanmadığım,  en önemli ip ucumun; özellikle seçildiği duygusunu bende hakim kılan tarih ve vakit olduğu olayla ilgili  bu insani talep üzerine; "Şu an işlerim var ama öğleden sonra hallederim, olmadı önemli bir kaynağımı kullanıp kesin sonucu en geç yarın bildiririm" mesajını atıyorum. Verilen ip uçlarının yetersizliği üzerine ek bilgi istiyorum. Daha fazlasına ulaşılamayan ve tahmine dayalı bilgiler üzerine kaynağımı kullanmaya karar veriyorum.

Saat 13:15.21

Numaralarını tuşladığım telefon iki çalmanın ardından açılıyor. "İnanmayacaksın ama şu an arkadaşıma senden söz ediyordum." diye başlayıp "Abi nasılsın?" diye devam eden cümlenin ardından, bir başka kentteki  sevgili kardeşe: "Bir ad var ama o ad soyaddan da çok insan vardır, eminim! Yani bir de çocuk adı verebilirim sana, yaşadığı yer dahil başkaca da bir şey yok, sadece bir dönem bizim şehirde olduğu ancak şu an başka bir şehirde ailesinin yanında yaşadığı konusunda tahmini bir bilgi var. Ailesine ulaşılabilecek bir sabit telefon yeter !" diyerek, neden lazım olduğunu, insanların telaş ve üzüntülerinin altını da çizerek kısaca özetliyorum.  Sevgili ve önemli kardeşin "Şu an dışarıdayım. Ofise döner dönmez arıyorum seni..." cevabı üzerine, işlerime dönüyorum.  

Saat 17:22:26

Blog dünyasında yazan insanların duygusallığını, duyarlılıklarını, yazılan mesajlardaki içtenliği, üzüntülerdeki samimiyeti, hiç tanımadıkları bir çocuğa karşı besledikleri şefkati ve sahiplenme duygusunun sahiciliğini düşünürken ve bu insanların yüreklerine bir kez daha saygı duyarken telefonum çalıyor. "Abi meraba"nın ardından bütün bilgileri alıyorum.

Tarih 16.11.2011

Saat 09:17:16

Arabayı uygun bir yere park edip, müşterimiz olmuş  kurumlardan birinin kapısından içeri giriyorum. İki, üç yöneticinin adlarını söyleyerek orada olup olmadıklarını soruyorum. Olmadıklarını belirttikten sonra "yardımcı olabilir miyim?" diye soran genç adama doğrulanan bilgiden yola çıkarak "falan kişi sizin kurumda mı çalışıyor?" cümlesini kuruyorum." Evet" cevabını alınca olayı kısaca özetliyorum. Başlangıçta arama niyetimin başka olabileceğini düşünerek, bu şüphesini de "başka bir amaçla aramıyorsunuz değil mi?" sorusuyla açık eden gence olayı anlatıyorum. Yaşadığı yanıtını alıyorum ve buna hiç şaşırmıyorum. Sonra doğru kişi olduğunu teyit için; yazıp çizme işlerinden bahsediyorum. Bir çok iyi niyetli, saf ve temiz duyguların sahibi her yaştan insanın endişe içinde olduğu vurgusunu yapıyorum, aileye ulaşıp taziye bildirme arzularının altını çiziyorum. Bir de telefon numarası alarak ve karşılıklı gülüşerek ayrılıyorum oradan

Saat 10:25:00

İyi yürekli kişiye diğer iyi yürekli insanları haberdar etmesi için olayın gerçek olmadığını belirten mesajı atıyorum.

Saat 10:27:13

"İş yerinden bilmiyor olabilirler mi?" diye gelen ve bir yalana inanmak istemeyen, kişiye bunu konduramayan  mesajı okuyunca;  insan,  özellikle küçükler için atan kocaman bir kalbe sahip insan olmak böyle bir şey diye düşünüyorum; olaya dahil olup, duygularını, insana duydukları saygıyı içten ve güzel cümlelerle ifade etmiş, aileye ulaşıp destek vermekten öte bir amacı olmayan iyi niyetli tüm blogger mesajlarına da bakarak

Saat 11:55:00

"Sanmıyorum. Çünkü  merkezdeki çocukla uzun uzun konuştum. Dediğim gibi önce başka maksatlı olabileceğini düşünerek çekingen davrandı, sonra bende anlattım durumu ve gülüştük Sonra asıl şubenin telefonunu aldım ve kendisiyle görüşmek, insanların samimi üzüntüsünü vurgulamak ve buna bir son verilmesi gerektiğini düşündüğümü belirtmek  için  aradım. Kız "Bugün henüz gelmedi" dedi. Yani dün buradaydı anlamını çıkardım ben bundan... ayrıca ayın 10'unda ölen bir personelin bugüne kadar duyulmaması mümkün değil... şubesini öğrenince, ki yazılarından da yola çıkarak evinin nerede olacağını tahmin ediyorum.  Bunlar da duyulmama ihtimalini sıfırlıyor. Artı 10 kasım tarihi ve sabahı zaten beni şüpheye düşürmüştü. Bi de tavırdan yola çıkarak "insanı" kestirebildiğim için olağan bir durum diye düşünüyorum.  Kurumun sitesinde bir bölüm var, orada ölüm haberleri gün gün çıkıyor, orada da yok! Yani 6 gün önce gömülmüş birinin, görev yaptığı kurum ve şubesinin olduğu ilçe, evinin olduğu yer göz önüne alınınca duyulmama ihtimali sıfır." mesajını bir telefon numarası da ekleyerek gönderiyorum.

Saat 12:13:15

New-York Üçlemesi adlı kitaptaki kahramanlardan birine atıfla  "olası istihbarat durumlarında rahatsız edebilirim. benim paul auster'im olur musun?" 

Saat 12:13:15

Valla Türkiye sınırları dahilinde olmak kaydıyla, eyvallah! Yurt içi ve Türk vatandaşları ile ilgili olanlar en fazla 30 dakikada hallolur, bu mumun söndürülmesi yatsıyı geçti  ama, bağlantım operasyondaydı. Ofise dönene kadar izin istemişti, o yüzden yarım saatte yanıtlayamadım. Yurt dışı  biraz zaman alabilir.

Bugün

Hiç şaşırmadım. Çünkü sonrasında olabilecekleri tek tek sıralamıştım. Bilen biliyor!

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP