11 Şubat 2010 Perşembe

"Son Yılın Üç Mevsimi"nden*

Yirmisekiz yaşımdan altmışdörde… 1970’denberi buralardayım. Sahildeki ev yapılmadan önceleri eşim ve kızımı çiftliğe babasının yanına getirir, ben sabah akşam otobüsle gider gelirdim. İşim Tophane’ye yakındı. Akşam üzerleri Karaköy’den, uzun bir dolmuş kuyruğu ile Aksaray ve oradan minibüsle Topkapı’ya, otogardan yer bulabildiğim otobüslerle bir buçuk iki saatte çiftliğe gelirdim. Rumelilerin porta dedikleri avluya açılan büyük kapının önünde beklenişimin mutluluğu çektiğim eziyeti unuttururdu. O güne kadar tanışmadığım bir dünyanın içindeydim. Sağım solum çiftçi ve konu; uzun uzadıya çiftçilikti. Burada erkekler harman zamanı dışında öğleye kadar yatar, sonra gece yarılarına kadar oturur söyleşiye koyulurlardı. Onlar uykularına yeni yeni dalmışken ben sabah erken uyanır yolu tutardım. Bir buçuk kilometre kadar yürüyüp kavşağa ve oradan bindiğim otobüsle Topkapı’ya gelir, sur içinden Karaköy dolmuşuna binerdim. Yılların tüm yazları böyle sürdü gitti…

Otobüs yolculukları bana güdümlü bir okuma olanağı sundu. Her yaz bir yazarın toplu yapıtını bitirirdim. Aytmatov’unkiler ve özellikle “Toprak Ana”nın tadı damağımdadır. Bu kitabı zaman zaman alır, Tolgunay Ana’nın toprak anayla söyleşisini okurum.

Kitap okuma modam vardır benim. Bir süre anılara dadanırım. Bir zaman öykülere romanlara, ve kimi mevsimi yakın tarihimizle geçiririm… Balkan bozgununa ait anıları ağıt söyler gibi okurum. Rumeli’de kaybettiklerimize yanarım. Ve bir an gelir gözlerim dolar, boğazıma bir yumruk oturur yutkunamam. Kitabı fırlatır atar gibi kapatır, bir daha o günlere ait kitap okumamaya karar veririm. Neden sonra “Koca Balkan”ın öyküsüne isteklenir, elime bir kitap geçirip okur, değişmeyen aynı ruh halini tekrar yaşarım. Bu böyle devam ederken bir gün düşündüm ve kararlılıkla kendi kendime dedim ki; niye üzülüyorsun; kaçınılmazmış o acılar, çekilecekmiş, çekilmiş. Ama gün gelecek sınırlar atılacak, bayraklar flamalaşacak ve sen kaybettiğine üzüldüğün Selanik’e ve Manastır’a, Konya’ya da, Afyon’a gider gibi gideceksin. Bu karşı taraf için de öyle olacak; onlar da Atina’dan, Pire’ye gelircesine İstanbul’a, İzmir’e gelecekler. Filibeli, Tikveşli, Üsküplü…Tüm Rumeli için geçerli olacak. İnsanlık ailesinin kaçınılmazı bu. Öyle değilse eğer, yazarlar niye yazarlık yapıyor?...

Görüntü tatsız.. “Dahili ve harici bedhahlar” ülkeyi karıştırmak için birbirleriyle yarış içindeler. Kardeş kavgasına bulaşalım isteniyor.

Devletler, bazı konuları zamanın yumuşatmasına bırakmayı siyasetleştirmeliler ve bunun için, yazarları desteklemeseler de kösteklememeliler. Su yolunu bulur. Yazarlar, sonucu mutluluk olan yolu gösterirler…

Silahı eline alana bir çift sözüm var: hangi ulustan, etnik guruptan olursan ol, seni kışkırtanın umurunda olmadığını bil.. O, senin kardeşini kaybettiğine değil, tetiği her çekişinde cebine girecek paraya bakar.

Bazı eskiler şu iki sözcüğü bastıra bastıra vurgulayarak söylerlerdi: Bulgar gavuru…. Cami içine topladıkları insanları nasıl yaktıklarını. Kadın, çocuk demeden öldürdüklerini… Hele Çatalca bozgunu içimize oturmuş, kanayan bir yaraydı. Yaşlı biri bir gün dedi ki, Bulgarlardan öcümüzü almış değiliz, kuyruk acımız var. Çocukluğumdan beri Bulgarların acımasızca yaptıklarını dinleye, okuya büyüdük. Tek bir yazar, okuduğum kitabıyla, Bulgarlar için kemikleşmiş yargılarımı yumuşattı benim. Nikolay Haytov. “Dünya Poturunu Çıkarıyor” adlı öykü kitabında bir çok öyküsünün kahramanını Türklerden seçiyor. Sevgice yaklaşıp yüceltiyor onları. Yiğitleştiriyor. Üstelik Haytov, bu öykülerini komünist rejimde ve Bulgarlarla aramızın limoni olduğu soğuk savaş yıllarında yazıyor. Konuları Balkanlarda dirlik düzenin bozulduğu zamanların köylerinde geçiyor.

Bu küçük kitabı Fehmi Karagözoğlu’nun kapak deseni öylesine sevimleştirir ki, bakar durur, dalar gider, işte Dramalı Hasan bu, derim ve Muzaffer Buyrukçu’ya dostlarının o ünlü “Drama Köprüsü” türküsünü söyletişleri gelir aklıma:

Saat üçten soora bir baca endım aman aman
Asan Efendi'yi uykida buldum
Kalk bre Asan Efendi bir kave içelım aman aman
Siz için komitalar ben içmiş oldum.



“At martini bre Hasan dağlar inlesin!..”


“…Aşk en eski köprüsüdür Balkanların, en eski.”
Cevat Çapan’a bu dizeleri yazdıran Balkan tutkusuyla, Haytov’a “Bayram Ali” öyküsünü yazdıran duygular aynıdır.

* Sayın Ekmel Denizer'in, LA PARAGAS okuyucuları ile paylaşmamıza izin verdiği; yayımlanmamış "Son Yılın Üç Mevsimi"nden...

9 Şubat 2010 Salı

Ara Sıcak


LA PARAGAS blogun felsefesini ve yaşama bakışını oluşturan cümlelerinden biri şuydu: ''Yaşamım boyunca çok hediyeler aldım. Ufaklı büyüklü ödüller... Ama gözlerdeki ve cümlelerdeki içtenliğin, samimiyetin ve yürek sıcaklığında sunulmuşların değerine, adet yerini bulsun ya da bir çıkar gözeterek verilmiş hiç bir hediyenin büyüklüğü ya da ekonomik değeri ulaşamadı.''

Bir buçuk yıl önce başlayan serüvenimiz içinde pek çok yazımız farklı alanlarda linklenerek yayınlandı. Bizi çok mutlu eden yorumlar aldık ve çok hoş e-postalar. Hiç bir yorumu bir diğerinin üzerinde görmedik. Şahane dostlar edindik. Bu zenginlik içinde devam ederken serüvenimiz, çok güzel iki olay yaşadık geçen hafta içinde... Hafta başında facebook.com üzerinden gelen izleyici dikkatimizi çekince, çıkış noktasına yönlendik. Gittiğimiz yer Senfonik Konser: L.V. Beethoven yazımızda kendinden söz ettiğimiz, ülkemizin yetiştirdiği nadide sanatçılardan Yeşim Gökalp'in sayfasıydı. Yazımızın bu kadar büyük bir sanatçı tarafından kabul görüp değer atfedilerek dostlarıyla paylaşılması ve o camiada okunuyor olmak mutluluk vericiydi.

Henüz bu olayın keyfini çıkarırken; daha önce yazılmış, Bir Trakya Masalı başlıklı yazıya düşülen yorum, hem bir şaşkınlık, beraberinde de büyük bir onur yaşattı bize.

Bir kitabı keyifle okumuş bir okuyucu olarak yazdığınız tanıtım yazısına kitabın yazarının teşekkür yazması, bunu yaparken de yazınızın biçemini övüyor olması, sizinle tanışmayı dilemesi nasıl bir duygu yaşatabilirse tam o tadla, çocuk sevinçlerimizi zıplatan bir lezzet yaşadık. Teşekkürler Sayın Ekmel Denizer.

Fotoğraf : La Loba
deviantART

8 Şubat 2010 Pazartesi

Ejder Kapanı

Adalet olgusu üzerine nitelikli ve akıcı bir suç filmi Ejder Kapanı...

Toplumun sıklıkla tartıştığı af olgusunun bir eleştirisi gibi duran film; örneklediği pedofili suçuna karşılık gelen cezanın, toplumun her kesimi tarafından tartışılan noktaları üzerinden ilerliyor.

Toplum vicdanında kabul gören değerle adaletin sorumluluğu arasındaki farklılıkları bir durum olarak ele alıp güzelce işliyor film. Örneklediği suçun cezalandırılma yöntemi olarak bireylerin aklından geçenleri tek tek gözönüne sererek, güzel bir toplumsal algı ve duygu fotoğrafı çekiyor.

Tüm bunları, toplumda oluşan genel fotoğrafın farklı farklı mesajları olarak ortaya koyup tartıştırırken; çok güzel ve yerinde müzikleri, iyi bir görüntü yönetimi, doğru mekan seçimleri ve hareketli kamera kullanımı ile tempolu, gerilimi dozunda, karakter analizleri yerinde, sürprizleri de içinde bir film sunuyor.

Bir iki yan karakteri canlandıran oyuncular(özellikle müsteşar) filmin genel durumu karşısında hafif kalsa da, Uğur Yücel; merak ettirerek, aksiyonu dozunda kullanarak, yan hikayeleri filme başarıyla katarak yarattığı atmosferi, özenli ve düzenli işletmeyi başarıyor.

Final sürpriz gelmese de başka türlüsüne zaten gönül elvermiyor. Canım Ailem'in Halim'i ilker Aksum'un adli tıp uzmanı rolündeki kısacık performansının da altını çizip alkışlamak gerekiyor.

Ejder Kapanı, akıcı senaryosu ve başarılı senaryo uygulamasıyla suç filmlerini ve bunun uzantısı olarak polisiyeyi sevenler için; hem tartıştığı konu, hem de ritmi anlamında güzel bir sinema günü yaşatmayı başarıyor.

Zaman zaman; izleyeni çok bilmişlik ukalalığına sürükleyen- yabancı filmlerde olduğunda hoş görülüp de kendi filmlerimizde pek entellektüel olunan(!)- ' bu sahne şu filmin taklidi!' hallerini içinde barındırsa da, Ejder Kapanı övgüyü sonuna kadar hak ediyor.

6 Şubat 2010 Cumartesi

Futbol Sadece Futbol Değilmiş!


1939 yılında takvimler bugünü gösterirken Avusturyalı bir futbolcu kız arkadaşıyla birlikte, kaldıkları Viyana'daki kendine ait apartman dairesinde ölü bulundu. Bu gerek futbolcunun yaşadıkları, gerekse başarıları göz önüne alınırsa sıradan bir ölüm olarak geçiştirilemezdi.

Paragraf, Futbolun Mozart'ı başlıklı yazıdan alıntıdır. Tamamı için: LA SPORAS

3 Şubat 2010 Çarşamba

Sigara da İçmem Ama! Yine de Düşünesim Geldi...

Bir yanda; insanın özgür iradesiyle (diyelim)kendini öldürmeye karar verdiği ve risklerini bilerek içtiği sigara...

Öte yanda; bu sigarayı sen içme diyen, kişiye rağmen onu korumak, onun verdiği zarardan da diğer insanları korumak için örgütlenen, denetleyen, cezalar kesip yaptırımlar uygulayan bir otorite.

Diğer yanda; kendi isteği dışında da bir insanın yaşamına son verebilen, onu bir başkasının elinden ölüme yollayabilen silahlar...

Öyle bir tehdit ki bu; varlığıyla haraçlar alıp, tacizler yaratıp, tehditler edip, korkular salabiliyor her türden masumiyetin üzerine... Sigarayı yasaklamakla insanlık sergileyen, bu anlamda kocaman bir eylem birliği gerçekleştiren anlı şanlı ülkelerin elinden, leblebi gibi yağabiliyor mermiler günahsızlara ...

Bireysel özgürlüklerin, yaşam haklarının çok ötelerine taşan emperyalist bir çıkarcılıkla yüz yıllarını mahvedebiliyor vatanların...

Kimsesizlikler döküyor yaşamın her bir karış toprağına...

İki yüzlü ahlak; en sahte şefkatiyle televizyon ekranlarından mozaiklerken içkiyi sigarayı; yirmi dört saat can alan silahları, atamıyor prime-time'dan öteye...

Diziler; bir yandan kanunsuzlar kahramanlığı sergilerken, racon kesen abilere sigara içirtmeyerek, ahlak ve sorumluluk fotoğrafları çizip, sahte bir duyarlılığa oynayabiliyor.

Sigara fabrikalarından nemalananlarla, silah fabrikalarından nemalananlar arasında kapitalist zihniyet açısından fark olmadığına göre... Artık; sigara kartelleri silah kartelleri kadar iki yüzlü ahlakı ''besleyerek'' güç yaratamıyorlar mı? Yoksa, sigaraya alıştırmaktansa suça alıştırmak daha mı kârlı?


Görsel: Widelec.0rg

1 Şubat 2010 Pazartesi

Senfonik Konser: L.V. Beethoven

Konser cumartesi akşamı 20'de büyük sahnedeydi. Hafta içi yağan kara inat enfes bir bahar havası vardı ve salon, verilen emeklere yakışır bir şıklıktaydı. Repertuvarı oluşturan eserler özenle ve bilinçle seçilmişti.

Üzerine bir sürü övgü dizilmeyi ve bir konser yazısının içinde özel bir paragrafta söz edilmeyi fazlasıyla hakeden kişi: Yeni Yıl Konserinde oluşturduğu şahane ve coşkulu repertuvarla kentin hevesli izleyicisini ele geçirmeyi başaran, işini kocaman bir yürek ve aşkla yapan, bir klasik konseri algılara yer etmiş resmiyetinden alıp sıcacık bir hale sokmayı başaran Samsun Opera ve Balesinin güleryüzlü Orkestra Şefi ve Müzik Direktörü Markus Baisch'dır.

Gece, Almanya doğumlu şahane insan Markus Baisch'in geleneksel hale getirdiği keyifli ve örnekli açıklamalarıyla başladı. Kendine has Türkçesiyle Baisch, Beethoven'la ilgili genel bilgiler verdikten sonra, konserde çalınacak parçaların temaları üzerine açıklamalar yapıp aynı zamanda o bölümlerden kısa kısa parçalar çaldırarak izleyiciyi bilgilendirdi.

Konser, Goethe'nin aslının tersi bir karakter olarak betimlediği ve bu durumu 'ozanların tarihçi olmadığını unutmayalım' cümleleriyle açıkladığı kişilik üzerine yazılmış Egmont-Üvertür Op.84 ile başladı. Egmont öyküsünün ve Beethoven'ın genel karakterinin bir yansıması olan kader sürecinin ilk aşamasındaki belirsizliğin ürkütücü sesleriydi, salonda ilk yankılanan.

Sonra, kaderi değiştirmek için verilen mücadelenin özgürlük yolundaki tadını duyumsatan seslerin ardından zaferin notaları duyulduğunda, salonda yükselen konsantrasyon; izleyicinin, konser boyunca çalınan her eserle çıkacağı keyifli müzik yolculuklarından aynı lezzetle salona döneceğinin işaretiydi.

Konserin ikinci parçası, uzun ve çalınmasının güç olduğundan dolayı piyanistlerin pek el atmayı düşünmedikleri vurgusu yapılan Piyano Konçertosu No.5 Op 73 idi. Solist Yeşim Gökalp öyle bir el attı ki besteye, orkestranın görkemli girişinin ardından piyanonun tuşlarına dokunan sihirli parmaklarından çıkan her ses, lirik bir su gibi akmaya başladı. Olağanüstü keyifli doğaçlamalarla aldı götürdü tüm salonu Yeşim Gökalp... İkinci bölümdeki yaylıların resmedişi müthişti ve ardından gelen üçüncü bölümün canlı ve şenlikli havası muhteşem bir tat bıraktı salona.

İkinci yarıya geçmeden önce Macar baş kemancı (Konzertmeister) Ildigo Moog'la ilgili bir paragraf açmak istiyorum. Şahane bir müzik kariyerinin ardından şehrimiz orkestrasında görev almış olması ekstra bir şans kent insanları için... Zarafeti ile salona olağanüstü bir renk katıyor kendileri... Eser başlangıçlarında gözlüklerini takışındaki edaya bayılıyor, sahnedeki duruşunun orkestranın genç haline neler kattığını çok iyi seziyorum.

Şahane bir ikinci yarıydı. Kısa bir eser tanıtımının ardından Marcus Baisch'in ''Şimdi bu muhteşem orkestra bu eseri sizler için çalacak,'' cümlesi, coşkunun ve ihtişamın sinyalini vermişti. Senfoni No.5 Op.67 bütün bölümleriyle olağanüstü güzel çalındı. Ama eserin ikinci bölümünde oldukça lirik haline vurgu yapan başta viyolonsel ve kontrbas olmak üzere tüm yaylıların neşesi olağanüstüydü. Tüm çalgı gruplarıyla birlikte nefeslilerin de sahne aldığı zafer bölümü, orkestranın coşkulu çalışının doğal bir yansıması olarak seyircinin yüreğinden kopup gelen alkışlarla sonlandığında, salonda uçuşan duyguların armonisi muhteşemdi.

Herkesin cumartesi gecesine bu konseri ve seçilen eserleri çok yakıştırdığı yüzlerinden okunuyordu. Salonun yaş dağılımı ve genel ilgi, şehrin bu sanata sahip çıkışına hoş bir vurgu yapıyordu. Uzun bir suskunluk döneminin ardından resmi açılışı yapılan binanın tüm alanlarıyla canlı ve yaşıyor olduğunu hissetmek büyük bir keyifti. İşin özü; orada olanlar için sipper* bir cumartesi gecesiydi.

*süperin en coşkulu ve ötesi haline vurgu yapan, ve bu blogda sıkça kullanılan imalat bir sözcüktür.

Bir Kaç Balyoz Darbesi

Öncelikle militarizme ve onun her türden uzantısına karşı olduğumuzu belirtmeliyiz mi?

Türü ve yararı ne olursa olsun her türden darbeye karşı olduğumuza vurgu yapmalıyız ?

Askerin sanki bir partiymişçesine görüş belirtip gündeme ilişkin sözleri kamuoyu önünde propaganda tonunda söylemeye hakkı olmadığını düşünmeliyiz mi?

Sonradan siyasete giren bir takım askerlerin vakti zamanında bu ülkenin bir bölgesinde orman yakmaktan dışkı yedirmeye, köy boşaltmaktan faili meçhullere kadar bir çok gayri insanı önleme imza atmış olduklarını sorgulamalıyız ?

Araştırmalarda en güvenilir kurum çıkma halinden ve bir kısım kamuoyunun kuruma duyduğu sempatiden güç alan bir takım komutanların gündelik siyasete bulaşmalarına, polemik çamuruna batıp kurumlarının ağırlığını tüketmelerine üzülmeliyiz mi?

Halkın vergilerinden oluşturulmuş silahlı gücün olanaklarına sırtını dayayarak halkın tercihlerini yok sayan, "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir." sözünü görmezden gelen bir avuç askerin kendi tartışılmaz doğrularından yola çıkarak ülkeyi ayar etmesine ayar olmalıyız ?

Elinde silahı olmayan Tapu Kadastro Genel Müdürünün bu güce ulaşamayan şanssızlığına da şefkat duymalıyız ?

Bu ülkede askerlik yaşı geldiğinde silah altına alınanların dışındakilerin, asker olmaları konusunda gırtlaklarına basılmadığını bilmeliyiz mi?

İç siyasette kendi başarısızlıklarını bir türlü göremeyen, iktidardaki rakiplerini alt etmek için siyasi alanda fikir üreterek, daha fazla çalışarak mücadele etmek yerine askerin gücüne sırt dayayarak o kurumu günlük siyasete sokan siyasi parti başkanına da yeter artık demeliyiz mi?

Bütün bunlara rağmen...

Gazetelerde yazıldığı sayıda komutanın ve subayın katıldığı herhangi bir plan tatbikatta ya da seminerde, gazetenin iddialarının içinde olduğu bir sunum gerçekten yapılırsa ve üzerine beş bin sayfalık metin de yazılmışsa zaten darbe olur mu?

Önceki paragraftaki duruma bakıp bu türden düşünceleri aklından geçirecek sapkın fikirli askerler yoktur diyemeyiz mi?

Plan tatbikatın ne olduğunu bilenler(!) olarak, önceki paragrafın birinci cümlesinin altını kalın kalın çizip, o kalabalıktaki sunumlar, seminerler ya da plan tatbikatlarda cami uçurmalar, kendi uçağını vurmalardan ve darbe planlarından bahsedilemez diyebiliriz mi?

Ama şunlar olabilir mi misal?

O toplantı, plan tatbikat ya da adı her neysenin içinde bulunan ve orada normal bir sunum yapan yetkili biri; tüm o kabul edemediğimiz senaryolarında içinde barındığı sapkın fikirlere sahip olabilir mi?

Tüm bu fikirleri de kendisiyle aynı düzlemdeki bir grupla başka yerlerde paylaşabilir mi?

Aynı ortamlarda sıklıkla bulunmuş ve o grupla birlikte hareket eden bir başka sapkın fikirli kişi, zaman içinde pozisyon olarak istediği yere gelemediğinde kazık yediğini düşünerek "Ben size sorarım." duygularının harekete geçmesi sonucunda da suçsuz metinlerin içine suç teşkil edenleri şırıngalayıp servis edebilir mi?

Bir gazeteci arada bir de olsa "Neden bu dosyalar hep bana gelir." diye düşünmeli mi?

"Yahu neden bu belgeleri bana getiren vatanseverler(!) vakti zamanında değil de üzerinden yıllar geçtikten sonra gündeme taşırlar." diye sormalı ?

Gündem üzerine oynamak isteyen kişiler(ülkeler) insanların meslek hırslarını, meraklarını, ön yargılarını, kendi inançlarına olan samimiyetlerini, kendi dünyalarının kaf dağında yaşama hallerini fark ederler mi?

Dolayısıyla hangi türden haberlerin üzerine kimlerin atlayabileceğini gayet iyi bilirler mi?

Hepimizde bir nebze de olsa önümüze gelen bir durumu kendi inançlarımıza, sempati ya da antipatilerimize göre yönlendirerek anlatma huyu vardır ?

En demokrasi aşığı ve en hukukçu cumhurbaşkanlarımızdan biri, rektör atamalarında en çok oyu alanı değil de kendi değerlerinden bakarak uygun gördüğünü görevlendirdiğinde biz demokrasi aşıkları, bu yapılanın demokratik kurallara aykırı olduğunu haykırmıştık ?

Askeri seven vatandaşlar olarak bir darbeyi sevip bir darbeyi sevmediğimizi fark ederek demokrasiye daha çok sahip çıkmayı düşünüp, her seferinde ağlaya ağlaya askere koşmasak da oy verdiğimiz partilerin çakılı başkanlarına sesimizi duyursak ?

Bir başbakan, bütün uluslararası ilişkilerdeki gücünü varlığından aldığı bir kuruma imalı laflarla babalanırken ve şüpheli bir darbe senaryosu üzerinden mağduriyetin keyfini çıkarırken bir eylül ayında gerçekleşmiş olanından hala hesap soramıyorsa; bu, miyavlamak anlamına gelir mi?

Vakti evvel bir zamanda bir büyük ülke, bir küçük ülkede olan bir darbe üzerine "Bizim çocuklar yaptı." diye sevinç naraları atmıştı ?

Sonra yeşil kuşak denen bir hatta bir kaç darbe ve karışıklık olmuştu mu?

Yeşil kuşaktaki ülkelerden birinin darbecisiyle bizim darbecimiz kardeşlik ilanı vermişlerdi mi? Küçük darbeci bizim ordumuzda eğitim görmüştü henüz genç bir subay iken... Hatta siyah beyaz formalı bir takımımızın hasta taraftarıydı kendileri mi?

Yeşil kuşak bir projeydi mi?

Ilımlı islam diye güncellendi mi?

Partisini kurup ilk seçimlere katılacağı dönemde bir takım cemaatlere mensup yakın arkadaşlarımız; siyaset tartışmalarında, seçim öncesi görüş alışverişlerinde -ülkemizde en değerli icazet referansı olan- bir büyük ülkenin de liderlerini çok tuttuğunu ve istediğini, kar suyu gibi kulaklarımıza üflemişlerdi mi?

13 eylül sabahı darbeye gerekçe olan kargaşa şıp diye kesilmişti mi?

O darbe Türkiye'deki güçlü ideolojilerin önünü kesip tasfiye etmişti mi?

Biz demokrasicilik oynarken, ülkeyi sivilleştiriyoruz derken birileri, ülkedeki muhalif siyasetçilerin haline de bakarak keyiften gülüyor olabilirler mi ?

Biraz düşünsek mi?

Personelinin büyük çoğunluğu aydın ve uzak görüşlü olan ordumuzu hep birlikte siyasetin içinden çekip alarak bir kaç ihtiras sahibinin kendi emellerine alet edebileceği bir kurum olmaktan çıkarıp layık olduğu ve hak ettiği yere oturtsak mı?

Söz gümüşse sükut altın mı?

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP