7 Ocak 2010 Perşembe

Yaban Koyununun İzinde

Yeni yıl hediyesi olarak oyuncak bekleyen küçük bir çocukken, bir yılbaşında babamın aldığı Jules Verne'in Michel Strogoff adlı kitabına ne kadar çemkirdiğimi, ne kadar naz yaptığımı hatırlıyorum...

Aradan bir-iki yıl geçtikten sonra ise, yine bir yılbaşında hediye ettiği Harry Potter ve Büyülü Taş kitabının ilk sayfasına şuna yakın şeyler yazmıştı babam: "İyi seneler mussano... Umarım yeni yılda da kitap kurdu olmayı sürdürürsün"...



Zamanla beni en çok sevindiren yılbaşı armağanı, oyuncaktan kitaba dönüştü. Bu yılbaşındaki hediyem de Japon yazar Haruki Murakami'nin "Yaban Koyununun İzinde" isimli romanı oldu...

Bir kere arka kapağında "Japonya hakkında tüm bildiklerinizi unutun!" cümlesiyle başlayan tanıtım yazısını ve açılış sayfasındaki -genelde Amerikan ağırlıklı- önemli dergi ve gazetelerin şaşalı övgü cümlelerini okuduktan sonra insanın kitapla ilgili beklentileri ister istemez artıyor. Reklam endişesi de tabi ki...

Murakami galiba kendini öncelikle bir dünya vatandaşı olarak görüyor. Çünkü romanın adını bilmediğimiz başkişisi Heineken bira içiyor, Levi's kot giyiyor ve araba olarak Volkswagen'i tercih ediyor. Hatta suşi yemek yerine Fransız restaurantına gidiyor. Sayfalar ilerledikçe aslında Japonlarla aramızda çekik gözlerden başka bir fark olmadığını hissediyorsunuz. Japonya, gelişen olaylara yalnızca fon olarak katkı sunuyor.

Kitabın ismine ilham veren "ünlü" koyunumuzun romana müdahil olması biraz zaman alıyor. Çünkü kitabın ana kahramanı olan beyimizin öncelikle aşması gereken bazı kişisel sorunları var. Aile meselelerini halletmesi, geçmişiyle yüzleşmesi ve günde birkaç bira yuvarlaması gerekli...

Murakami'nin başarısı bence işte burada yatıyor. Çünkü siz merakla koyunun olaya nasıl müdahil olacağını beklerken, yazar başarılı bir ön yemekle kitaba böylece bir-iki boyut daha kazandırıyor. Koyunun peşine düşene kadar biraz post-modern ve biraz da varoluşçu çizgide ilerleyen kitap, koyun işin içine girince kendini bir de artık elinizden bırakamadan okuyacağınız bir dedektif romanına dönüştürüyor. Bana göre biraz muğlakta kalan son bölümünde ise kafkaesk esintilere rastlamak mümkün...

Japonya ve Amerika'da çok tutulan bir yazar olduğunu sonradan öğrendiğim Murakami'nin okuduğum ilk romanı olan Yaban Koyununun İzinde, az bir farkla da olsa, içimde onun başka kitaplarını da okuma isteği uyandırdı diyebilirim. Hatta dedim bile!

6 Ocak 2010 Çarşamba

Red Kit Batıya Hücum

Batıya Hücum; zevkle izlenen, hoş esprilerle bezenmiş durum komedisi tadında bir film.

Kızılderililer'i, Daltonlar'ı, Düldül'ü, Rintintin'i, çölleri, arabaların çember olup konakladığı geceleri ile bütün Red Kit klişelerine yer veren...

Barış çubuğu içmeyi bırakmış Büyük Reisi, sigaradan vazgeçip arada bir ağzımda dal bulunduruyorum diyen kahramanıyla sigara karşıtı tavrı da güzel ve güncel bir espri olarak içinde barındıran...

Süresi boyunca çağa, modern kent yaşamına, onun kurallarına göndermeler de yapan...

Red Kit hayranı yetişkinlerin; şimdiki zaman halleriyle harmanlanmış yeni nesil bu filmi anılarındaki Red Kit kitapları ve filmlerinden yola çıkarak belki biraz eleştirebilecekleri...

Coşkulu, komik, heyecanlı, lunaparkta geçirilmiş pazar günü lezzetinde ve evde sinema keyfine fazlasıyla yakışır bir eğlencelik de aynı zamanda Batıya Hücum.

Bütün animasyonları ısrarla takip eden Tırtıl'la gitmiştik filme... Daha sonraki günlerde listesindeki sıralamalar değişse de o gün, izlediği animasyonlar içinde bir numaraya yerleştirmişti filmi... Ben de onun peşinden her animasyona giden bir yetişkin olarak en çok bu filmde eğlenmiştim. Üstelik, modern animasyonların yapay hallerini pek sevmeyen biri olarak bu filmi, çizgi film ruhuna pek de yakın bulup, o halin lezzetini tümüyle almıştım.

Yetişkin bir macera filminin bütün ögelerini hoş bir dil, espri ve renkle içinde barındıran, klasik western müziklerinin bir adım ötesine taşınmış güncel tınıları ve şarkılarıyla çok hoş, gerçek bir durum komedisi tadında güzel bir seyirlik. Keyifli bir gün için izleyin.

yazının ilk yayın tarihi: 16.Ağustos.2009

İcradan Satılık!

Gazetede; Zonguldak'da icra yoluyla satılacak bir genelevin, Zonguldak 3. icrası tarafından verilen satış ilanını ve mahalle halkının da bu işyerleriyle ilgili daha önceki şikayetleri, gerekçeleri ve bunların kaldırılması yolundaki çabalarını okuyunca; uzun zaman önce, bir arkadaşımın e-posta yoluyla gönderdiği fıkra geldi aklıma ve olayın güncelliğini de göz önüne alarak paylaşmak istedim.



Mahallenin birinde bir arsa sahibi, tam da caminin yanında bir inşaata başlar. Kısa bir zaman sonra arsa sahibinin işyeri adıyla giriştiği binanın genelev olacağı öğrenilir mahalleli tarafından. Doğal olarak, başta imam olmak üzere tüm mahalleli şiddetli karşı çıkarlar. Tıpkı bu haberdeki insanlar gibi; oluşumu engelleyebilmek için, ellerinden gelen çabayı ortaya koysalar da, adamın inşaatı yasal olduğu için her şikayet başvurularından elleri boş dönerler.

Yasal başvurularından, inşaat yasal olduğu için bir sonuç alamayacaklarını anlayan mahalle sakinleri imamın önderliğinde, bu inşaatın sonuca ulaşamaması doğrultusunda allaha yakarıp, dualar ve beddualar ederek sürdürürler mücadelelerini.

İşyerinin açılışına kısa bir süre kala da, şiddetli bir yağmur gecesinde, inşaat bir yıldırım düşmesi sonucu yerle bir olur. Elbette ki başta caminin imamı olmak üzere tüm mahalleli, inançlı ve imanlı dualarının karşılığını almış olmaktan memnun olurlar ve bu memnuniyetlerini de kimseden saklamazlar.

Bu durum üzerine inşaatın sahibi, doğrudan ve dolaylı olarak- dua ve beddualarından dolayı- meydana gelen hasarlardan mahallelinin sorumlu olduğunu belirten bir şikayet dilekçesiyle birlikte mahkemeye başvurur. Bu başvurusunda aynı zamanda, imam başta olmak üzere cami yönetiminden ve halktan yüklü bir tazminat talep eder. Olay resmiyet ve ciddiyet kazanınca; suçlananlar, olaydan sorumlu oldukları konusundaki şikayetlere şidettle itiraz ederler ve duruşmalar esnasında, tüm bu olanların kendi dualarından olabileceğini hiç bir şekilde ve kesinlikle kabul etmezler.

Bütün bu sürecin sonucunda duruşma gününde karar verme anına gelinince, hakim, bütün olan biteni ve dosyayı şöyle bir gözden geçirdikten sonra taraflara döner ve şunları söyler: "Açıkçası bu konuda nasıl bir hüküm verebileceğimi bilmiyorum. Ancak dosyadaki tutanaklara bakarsak ortada tuhaf bir durum var. Taraflardan birisi duanın gücüne inanan bir genelev sahibi, diğeri ise duanın gücüne kesinlikle inanmayan bir imam ve cemaati...!"


Haberin Kaynağı
Görsel: John White- widelec.org

5 Ocak 2010 Salı

Bu Gece Kanal D'de Güz Sancısı.


İzlemeye niyetiniz varsa eğer... İsterseniz şu yazıya bir göz atın ve beklentilerinizi sakın yüksek tutmayın.

30 Aralık 2009 Çarşamba

Köstebek

Babil' i izlediğimde bu yılki Oscar adayım bu film demiştim. Başta en iyi film olmak üzere, en iyi yönetmenle birlikte ödüllerin bir çoğunu alacağı düşüncesindeydim. Ödüller açıklandığında, Babil için üzülmekle birlikte Köstebek' i henüz izlememiş olduğumdan ucu açık bir burukluk, dolayısıyla filme karşı bir merak vardı içimde... Sonra bulduğum ilk fırsatta Köstebek'i izledim... Bildik, çok izledik bir dünyayı belki de klasik denecek bir uslupla, ama olağanüstü güzel ve ince ince dokuduğu bir merak uyandırmayla anlatıyordu. Oyunculukları konusunda garanti belgeleri olan oyuncuları, bütün bu bilindik özelliklerinin üzerinde bir performansla yoğun bir gerçeklik hali içinde izliyordum.

Film; sırtını oyuncuların isimlerine dayamadan, adalet ve suç tarafındaki iki dünyanın farklı konumlardaki insanlarının ilişkilerini, çelişkili gibi görünen ama insan davranışları içinde yeri de olan bir gerçeklikle ortaya koyması; gizli servisler dünyasını lezzetli bir dille ve çok hoş bir görsellikle anlatmasıyla sürekli bir heyecan ve merakla sizi diken üstünde tutarken, bütünüyle hikayenin içine sokup, insan ruhu ve davranışları üzerine ince ince düşündürtüyor.

Köstebek; izleyiciyi sürekli ters köşelere yatıran, tarzın klasikleri içinde yıllar geçtikçe tadı daha da artacak bir (yeniden çevrim!) film.

İzleyip bitirdiğimde gömülü kaldığım koltukta karakterler üzerine düşünüp, filmin lezzetini dilim dilim yudumlarken; 'Babil ve İnarritu sizi seviyorum, ama itiraf etmeliyim ki Martin Scorsese'de ermişler katından tescilli bir büyük usta. Ve sizi sevip bir değer olarak kalbimin en güzel yerine koyarken, onun önünde saygıyla eğiliyorum. Kusura bakmayın ve üzülmeyin, çünkü ben üzülmedim' demiştim.

Bir büyük ustanın çok iyi olduğu bir alanı; yani sokaklar, güven ve ihanet üzerine şiddet ve kan kokan bir senaryoyu sanatıyla nasıl boyayıp -uzakdoğu asıllı bir filme nasıl yepyeni bir renk ve tat verdiğini görmek için bu filmi mutlaka izleyin.

29 Aralık 2009 Salı

Siz Yine de Gelin Beni Dinleyin...

Dün; farkında mısınız bilmiyorum ama bir toplantıda başbakanımız, güneydoğu başta olmak üzere ülkenin değişik yörelerindeki eylemlerde taş, molotof atan çocukların ıslah edilmesi konusunda dahiyane bir çözüm üretti. Duyarlı ve duygulu insanlarımıza seslendi. Yine en zeki ve en pragmatiğinden çözümü buldu. O çözümü bulunca, benim aklım da en direğinden sapkın fikirlere gark oldu. Anında aklıma düşen Franco İspanya'sının klasik uyku hapı, ideolojiler üzerinden günlük yaşam analizleri yapanların olmazsa olmaz klişesi üç f (fado, futbol, fiesta) oldu...

Akıl bu ya, sapınca sapkın yollara, bir de bakınca gündemdeki karmaşaya, iyi niyetinden ve saflığından hiç şüphem olmayan sayın başbakanın entelektüel düzeyinin yetersizliğine kesip cezayı, hiç sosyoloji diye bir bilimin varlığına atıf yapmaksızın; bu çocukların, büyüklerin adına 'düşük yoğunluklu savaş' dedikleri ne idüğü tanımlanamamış bir karmaşa içinde çocuk bile olamamış hallerini düşündüm. Her biri, yoksulluk ve yokluk denen ağacın dallarından düşe kalka heba olmuşken; tıpkı ve senelerce üzerine sözler söylenmiş, kitaplar yazılmış, çözümler aranmış Almanya'da doğan ikinci üçüncü kuşak Türkiyeli çocukların düştüğü durumun aynısını, üstelik de kendi ülkelerinde yaşadıklarını düşündüm. Bir insanın kendi topraklarında ötekileştirilmesinin, yabancılaştırılmasının yarattığı kimlik sorunlarının, küçük yüreklerdeki ağırlığının altından kalkamadım. Bir yandan ergenlik sorunlarıyla boğuşmak zorunda kalan bu çocukların, hiç çocuk olamama hallerinden bakarak, her şeyi kader olarak adlandıran büyüklerin vurdumduymaz siyasetlerine ve o siyasetlerin empati yoksunu basit ve faşizan çözümlerine kızdım.

Bu kızgınlığa alaycı bir bakış yükleyip şöyle bir göz attım yaşama. En kenarından mahallelerin en ücralarında dolaştırdım aklımı. O aklım gördü ki, bu ülkede bir çocuğun en kolay ulaşabileceği şey top. En ücra bakkalda fiyatı iki ekmek parasını geçmeyecek fiyata plastik toplar görmek olası. Ve bu ülkenin her sokağında, en ücra çayırında, en piknik alanında, en okul bahçesinde, evinin odasında top peşinde koşan çocuklar görmek en sıradan olgu... Televizyon ekranlarında, yazılı basının sayfalarında tonlarca top üzerine yazı, söz, fotoğraf ve gündem var. Sonra düşündüm ki; onca topa rağmen bu ülkenin başbakanının kastettiği toptan yetişmiş bir adam çıkamamış bu ülkeden dünya arenasına... Ama baktım ki bir de; yazın dünyasından, bilimden, müzikten, resimden bir sürü insan sunmuş bu ülke... Hatta her ne kadar kendisi ve ödülü tartışılsa da nobel ödülü almış bir yazarımız bile varmış. Ödül üzerine ödüller alan filmlerimizi yazmıyorum bile...

Kısacık bir yazı planlamışken yine sözü fazlasıyla uzattım farkındayım. Niyetim bir paragraflık bir yazıda bir öneri paylaşmaktı. Yazıya o niyetle başlamıştım. Sözüm ona, başbakanın ''bu çocukların elinden taşları alıp yerine top verelim'' cümlesinden hareketle, 'hazır yılbaşı gelmişken ve sevdiklerinize hediye de alacakken diye başlayan, çocuklara kitap alın diye devam eden ve bunu düşünenlere bir seçenek olması açısından bir kitap önerisini içinde barındıran 'parodi' tadında bir yazı hevesiyle başlayıp kervanı yolda dizmeye kalkınca ortaya çıkan yazı; üzgünüm ki bu oldu.

Bu ülkede ne yazık ki bazen gülmek isterken bile insan takılıp kalıyor hüznün oltasına bir şekilde; hele çocuklar söz konusu olunca...

Son sözüm şudur efendim: Siz gelin başbakanı dinlemeyin beni dinleyin, bu yılbaşında bir çocuğa iz olun. Ona bir kitap alın. Eğer aklınızda bir kitap adı yoksa; belki daha önce de okuduğunuz BİR ÇOCUĞUN YAŞAMINA DOKUNMAK İSTERSENİZ; ONA BU KİTABI ALIN: başlıklı yazımdaki önerime kulak verin.

Görsel: La Loba
Galeri : DeviantART

28 Aralık 2009 Pazartesi

Bir Kelebeğim Olmuştu

 

Yıl 2005

Geliş


*... Ben boşlukları dolduruyorum...

Ama düşünüyorum da hayatımda ilk kez boşlukları olmayan bir adamı göreceğim. Babamdan sonra ...

Günlerden beri ilk kez bir sabaha heyecanla uyanacağım.

Ve günlerden beri ilk kez günün geldiğine sevineceğim.

Oraya geldiğimde yanılmayacağım ve yanıltmayacağım, bunu biliyorum. Ama tersi olsa bile zamandan çaldığım günler adına mutlu olacağım yine de.

İnceliklerim yüzünden oluşan kabalıklara müdahale edemedim. Ama asla ben olmaktan vazgeçmeyeceğim. Kendimle mutluyum.

Sonucu ne olursa olsun hep içimdeki çocuğun çizdiği rotada kalacağım.

Yine delice seveceğim. Yine kusturacağım sevgiden...

Yine sonsuz kere sonsuz güveneceğim. Yine yanılacağım...

Ama yolum bu...

Ve ben değişmeyeceğim.


Bir gün bir yerlerde bir adam bunu anlayacak. O gün gelene kadar ve o günden sonra da ben olmaya devam edeceğim.

İyi ki varsın. Ve keşke o adam sen olsan...

Belki de sensin kimbilir?

Bu bir rehavet değil, kapıp koyvermek de değil; bu sadece çocuk bir kadının içindeki bir istek... Bir umut...

Ama olmasan bile şu günlerde seni hissetmek yaşama tekrar tohum atmama sebep oluyor. Kimbilir, belki de çiçek açarım yeniden...

Ama bunun kokusu farklı olacak; çünkü, bu sefer toprağın verimli kokusunu hissediyorum...






Yıl 2005

Dönüş

*...

Sıradan hiçbir şey yaşanmadı bu iki gün boyunca...

Belki sıradanlaşsaydı; bu iki insan birbirine bu kadar yakın olmayacaktı.

Kesinlikle böyle .

Biz; hiçbir toplum kuralının ve hiçbir insan mantelitesinin alamayacağı ve anlamayacağı kadar insandık; ve asla hiç kimse bunu, o dört duvar arasında yaşanan tertemizlikleri, bizim kadar bilemeyecek. Ve asla da inanamayacak...

Sanırım dünya bunu gerçekleştiren insanların temiz ruhları sayesinde dönüyor.

Her şey için ve her şey adına ve daima sana minnettarım.

Ve yine: Her şey için ve her şey adına sana yürek dolusu teşekkür ediyorum.

İyi ki varsın ve daima olacaksın.

Bundan sonraki adımlar önemli...

Şimdi gelelim bu iki günün kadına kazandırdığına: ARTIK KENDİ DEĞERİMİ ANLAMANIN ZAMANI ...



2009 Sonu

2010'a 3 gün kala.


Mesleğinde yükseleceğini ve bu kadar ünlü olacağını ben biliyordum.  "Falcı" ben miydim?:)

Ne dersin?;)

Mutlu Yıllar ...





Ve sonra...

 

Bir Kelebeğim Olmuştu'nun giderken bana bıraktığı turkuaz bilekliğinin koyduğum yerdeki sahiciliğine baktım. Onu yolcu ettikten sonra, eve döndüğümde klavyenin başına oturup yazdıklarımın lezzetini ve sahiciliğini okudum bir kez daha...

Ve sonra, birden, ameliyat sonrası kız kardeşte kalınmış bir haftanın dönüşünde bilgisayarımı açtığımda, oğlunun öldüğü gece acısını sığındıracak biri olarak beni görüp online bulamadığı MSN'ime döktüğü sızıları hatırladım. Telefonla aradığımda, verilen ilaçlarla boğulmuş, konuşamayacak kadar uyuşmuş sesinden ''canım dostum'' deyişini duydum.

 
* Sergey Rahmaninov hayranı Kelebeğin mektuplarından satır araları...

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP