Kürt açılımı lafından çok haz etmiyorum. Bunun nedenlerinden ilki, adlandırmanın kendisinin bir ayrımcılık, bir ötekileştirme anlamı taşıyor olması... İkincisi; bir ülke kendi vatandaşlarının bir takım haklarını gasp ettiğini fark ettiğinde, olağan hakları geri vermek anlamında bahşedici bir uslupla yaklaşıyormuş duygusunu vermesi...
Aslında tıpkı anayasa yapılması konusundaki tutumun bir tekrarı ile karşı karşıyayız şu an...
Başlangıçta samimiyetle ortaya çıkan fikirler, niyetler; bir süre sonra, kaçınılmaz bir şekilde iç siyasat dengeleri 'gereği' ve genel siyaset uslubumuzun münazara mantığı taşıması sebebiyle sulanıyor. Temel sorunlar bir kenara bırakılıp, konu üzerine çözümler ortaya koyarak tartışmaya katılıp katkı vermek yerine, kim kime daha iyi giydiriyor noktasına geliniyor. Tıpkı son günlerdeki gibi...
Öncelikle temel yaklaşımımız yanlış...
Evet bu ülkenin, bu ülkede yaşayan her yurttaşın, hadi biraz daha konuyu açmak ona yakın durmak babından söyleyeyim, her etnik kökenden gelen yurttaşın sorunu aynı... Bir kere genel anlamda bir demokrasi sorunu var. Özel anlamda da, (ırksal anlamıyla)Türkleştirme çabalarının ve niyetlerinin yıllar ötesinden gelen sonuçları var. Ve bu bizim görmek istemesekte, ne yazık ki varolan bir gerçeğimiz.
Aslında varolan sorunların çözümü basit... Ama bunun için devrimci bir ruhla, hiç yalpalamadan, sağa sola bakıp frenler yapmadan, iç siyaset hesaplarına bakarak geri adımlar atmadan, radikal kararlar alabilecek bir hükümete ihtiyaç var. Şu anki hükümette çözüm konusunda ve sorunun farkındalığı noktasında niyet var, ama sorunun çözümü noktasındaki o kararlılık, risk, sorumluluk alma ve entelektüel düzey yok. Bunun yerine olayın her türden riskini başkalarına pay etme çabası var.
Muhalefeti zaten uzun uzun konu etmeye hiç gerek yok... Aslında bu sürecin düşünsel anlamda lokomotifi olması gereken, ideolojik temelleri insan ve insan hakları olan bir partinin lideri; bilim ve üniversite çevrelerini, konu üzerine görüş beyan edebilecek sivil toplum örgütlerini olaya dahil edebilecek ve zengin bir fikir ortamı yaratabilecekken, en faşist partiden daha faşist bir tutum sergileyebiliyor. Oysa bu sorun üzerine en farkında ve doğru görüşler, o siyasetin hem parti programında hem de konu üzerine hazırlanmış parti raporlarında fazlasıyla var. Ama! O körolası tribüne oynama ve bu halin olmazsa olmazı, diğer siyasi partileri inadına aşağılama ve onlara sürekli giydirme uslubu yok mu? İşte o, sorunu ana ekseninden ve gerçek düzleminden fazlasıyla uzaklaştırarak ortalığı gerip, soğutup, ana konuyu başka mecralara doğru dallandırıp budaklandırıyor. Ve elbetteki kamuoyundaki sığ düşüncelere odaklı ve onları kaşıyarak kazanım elde etmeye yönelik bölünme dayanaklı korku senaryoları yaratma kolaycılığını da peşinden getiriyor.
Öteki muhalefete gelince: Kendi ırkından insanlara başka ülkelerde ad değiştirmek dahil benzer muameleler yapıldığında bas bas bağıran, hak talep eden ideoloji; söz konusu asimilasyona uğramış kendi topraklarındaki başka etnik kimliklere sahip yurttaşlar olduğunda, insan olduğunu unutuyor.
Bir de olayın, etnik bir kimlik üzerinden siyaset yapan, toplumdaki genel hassasiyetleri gözetmeyen bir uslupla ortamı geren, ve popülizmin temel argümanlarını kullanarak kendi tribünlerine oynayan; lafı sürekli geveleyip insan hakları ve demokrasi taleplerinin ötesine geçen gerçek niyetini saklayan siyasi bir kesimi daha var. Ve elbette tüm bu hallerden memnun olan, bu yangınlara körük sallayan ve adına dış güçler denen bir kesimle onun yerli işbirlikçileri de var.
Lafı fazla uzatmayacağım, insandan yola çıkarak bu ülkede olan bitenler ve gözlediklerim üzerinden bakarak temel inancımı
Hotel Rwanda yazımın sonundaki:
Ve etrafınızdaki insanları dilleri, dinleri, etnik yapılarıyla görmeyin, insan oldukları için sevin; işaretlemeyin!.. Çünkü birileri fena halde onu yapmanızı istiyor sizden; sizi yok etmek için... Siz istemeyin !.. Bazılarının; sanki bu toprakların insanı değilmiş gibi; özüne sözüne, şarkısına türküsüne, taşına toprağına, yazanına çizenine, yemesine içmesine, diline ninnisine yabancılaştığı ''bu güzel ülkeyi tutkuyla sevin'' cümlelerimle ortaya koymuştum evvel zaman önce...
Sorunun bölge açısından özel nedenlerini ve geçmişini de
Öfkem Büyük yazımda iki farklı etnik kimliğin çektiklerini ve orada geçmişten beri süregiden ve sürekli kışkırtılan çatışma ortamının sonucunda yaşananları, babannemden dinlediğim anılardaki iki farklı olaydan yola çıkarak şu cümlelerle gözönüne getirmiştim:
''Kardeşlerim at sırtında kuşanıp giderlerdi, döndüklerinde göz çanakları kan kırmızı olurdu; tüm bunların vicdan azabından öldüler '' ve ''Mezarlara silahlar gömmüşlerdi, bir gecede ortalık kan gölüne dönmüştü. Bir gün baktık ki dağ taş bombalanıyor, emir verilmişki falan yerden öte taş taş üstünde kalmasın; yanımıza ne bulduksa aldık, yola düştük''
Sonra, çocuk gözümle gördüğüm de o günün olağanlığında önem arzetmeyen bir durumu bugünün sorunlarından baktığımda kısaca şöyle özetlemiştim:
Yıllar sonra sokak adlarının, adres tariflerinde adı geçen yerlerin nereden geldiğini buluyorum. Bunu babannenin ''Komşular olarak falancayı filancayı saklamıştık'' dediği cümlelerle bağlıyorum. Dedemin köy girişinde o neşeli haliyle başka dillerden selamlaşmalarını, o farklı farklı oldukları söylenen ama benim bir farklarını göremediğim insanları, o insanların dedemler öldüklerinde onların adlarını alıp kendi adları yapacak kadar sevdiklerini de gözümün önüne getiriyorum.
Ve geçen gün onu bir yere yolculamak için havalanına götürürken ve güncel siyaset üzerine konuşurken bir an farkettik ki benim kızkardeşimin adı Kürtçe! Aslında bunun öyle olduğunu biliyorduk. Ama o birlikte yaşama kültürünün içinde durum hiç farklı gelmemişti gözümüze, dilimize, gönlümüze... Ve hiç bir nüfus memuru, hiç bir kamu kurumu, hiç bir okul sorun etmemişti bunu... Ama etnik kimliği bir başka olan ya da ülkenin bir başka coğrafyasında yaşayan için Kürtçe bir ad sorun teşkil edebiliyordu. Bizim Türk ve o coğrafyanın dışında doğup büyümüş olmamız aynı ada bir başka bakış açısı ve anlam yüklerken, aynı ad bir başka etnik kimlikte ve coğrafyada göze batıyordu, sorun oluyordu. Ve bu ülkede diğer etnik kimliklerin en azından ad anlamında sorunu yokken bir başkasının sorunu vardı.
Tüm bunlar bir şekilde aklımın kıyısından köşesinden geçerken, gözümün önüne gelen her örnek; sorunun aslında halkın sorunu olmadığını, onların birbirleriyle hiç bir anlamda bir ayrışma içinde olmadıklarını ortaya koyuyordu. Sorunu her zaman ülkeleri yönetenler çıkarıyordu. Onların kendi bakış açıları ve etnik kimlikleri, insan olma düzeyleri ve iktidarı ellerinde tutma arzuları zalim olabiliyordu. Hatta oluyordu. Ve onların siyasal hırsları ve demokratik olmayan tavırları, katılımcılıktan uzak akılları, paylaşımcı olmayan ihtirasları ve savaşkan kimlikleri ortalığı yakıp yıkıp kin tohumlarını büyütüyordu. Tıpkı bizim çözmeye çalıştığımız olayın iki tarafındaki siyasetçileri gibi... Oysa devletin dini ve etnik kimliği olmamalıydı. Ve ülke adı ırksal anlamlar yüklenmemliydi. Her etnik kimlik kendi alanlarında, dernekleşip örgütlenerek kendi kültürünü yaşatabilmeliydi. Bu demokratik ve olağan bir hak olmalıydı. Bunlara müdahale edilmemeliydi. Türkiye adı tüm ırksal yüklenmelerden uzak bir vatan adı olarak söylenmeli, bilinçler öyle oluşturulmalıydı. Bireyler de bu yurdun etnik kimliklerini açıkca ifade edebilen yurttaşları olmalıydı. Zaten bu demokratik haklar zamanında verilmiş ve kimlikler insanların kendilerini özgürce ifade edebilecekleri kadar ortada dursaydı... Başta feodalite olmak üzere devlet işine gelen yapıları oluşturmasaydı... Terör de zaten kendine uygun zeminleri bulamazdı. Ve ne yazık ki ortam öyle bir çorba hale geldi ki, bu ülkede dönem dönem yönetim erkini ve gücü elde tutanların bakışları yüzünden o bölgedeki her yurttaşa, ya da Kürt her vatandaşa potansiyel terörist gözüyle bakılmaya başladı. Öyle bakıldı. Ve çözüm diye devlet vatandaşlarını korumak adına onları yerlerinden yurtlarından edip göçe zorlarken, haksız yere canlarını yaktı. Aşını işini yaratıp güvenliğini sağlamak yerine...
Ve korkum o dur ki ve dilerim ki, çözüm için öyle ya da böyle bir yola çıkılmışken; Ken Loach'ın muhteşem filmi Ülke ve Özgürlüğe yaptığım yormun sonuna yazdığım şu cümle bir kez daha tekerrür etmesin:
''Ve her zaman olduğu gibi, çıkarsız inanmışlıkla ''çarpışanların'', çıkar hesapları ''iktidar''(!) olanlar tarafından tasviyesiyle biter''.
Bkz: Öfkem Büyük
Bkz: Hotel Rwanda'nın Hatırlattıkları...
Bkz: Ülke Ve Özgürlük
Görsel: JAMES VITO CORDASCO