20 Haziran 2009 Cumartesi

Cennet ...HEAVEN


Koku ve Koş Lola Koş filmleriyle keşfettiğim Tom Tykwer, pek bilinmeyen bu filminde, doğal ışığı kendine has ve farklı bir uslupla kullanıyor. Filme fon yaptığı manzaraları, mekanları, karakterleri bir tablo ya da fotoğraf lezzetinde parlatarak perdeye yansıtırken; onları filmin oyuncusuymuşlar gibi kullanıyor. Görselliği anlamında benim için çok özel bu film: Bu lezzetli görselliğe, bir aşık olma, aşık olunana ve inanılana sonuna kadar yardım etme öyküsünü yerleştiriyor.

Uyuşturucu dünyasının karanlık ilişkileri ve sonuçlarını, yönetim erkinin yeraltıyla bağlantılarını sorgularken; iyi, kötü, arkadaş, dost olma hallerinin yaşamdaki yerlerini de, zekice, nefes nefese sürprizlerle dolu bir polisiye halinde sunuyor.

Sinemada çeşitliliği, farklı ses veren yönetmenleri sevenlerin izlenecekler listesinde mutlaka yer alması gereken bu film: Hafta sonu evde sinema keyfi için, çok ama çok hoş bir seçim olabilir... Seveceğiniz konusunda şüpheniz olmasın:)

19 Haziran 2009 Cuma

Ünlü ve ''Farklı'' Kadının ''Seksi'' Fotoğrafları Üzerine... Salladım Gitti.


Ayşe Arman'ın Hello dergisi için çektirdiği fotoğraflar gazetede yayınlandığından beri üzerine düşünmekteyim. Zaman zaman yazılarını okumaktan zevk aldığım yazara, kendine yönelik anlatılarından da yola çıkarak baktığımda, bir sürü yargı oluştu kafamda... Aslında olayı Ayşe Arman özelinden ziyade, benzer durumdayken bu isteği hayata geçirecek her kadın ya da erkek açısından sorgulamak istiyorum.

Başa, yani Ayşe Arman özeline dönersem eğer; kendi yazısında da ifade ettiği gibi, sevgilisine yani kocasına soruyor bu isteğini... O da, ''Ben senin baban değilim ki, neden benden izin alacaksın.'' diye bir yanıt veriyor. Kendi düşünsel analizlerimi tümüyle sergilemeden önce, baktığım resimlerin bende yarattığı etkiden söz edeyim: Eğer bu resimler Ayşe Arman değil de herhangi birine ait olsaydı, eminim ki daha farklı bir gözle bakardım ve bende yarattığı etki ile ilgili olarak farklı yorumlar koyabilirdim ortaya. Resimlere o kadar düz baktığımı fark ettim ki ve hiçbirine ikince kez dönüp bakma ihtiyacı hissetmedim. Nasıl olmuş ki merakıydı beni resimlere yönelten...

Sonra bu resimleri çektirme arzusunu yadırgamadığımı hatta anladığımı fark ettim; ama bu fark edişin çok önemli nüansları da vardı; bana ve her farklı kişiye özel...

Biliyorum ki, ya da tahmin ediyorum ki kadın erkek ayırmaksızın bir çoğumuzda bu tür fotoğraflar çekme ya da çektirme arzusu var. Belki bir çoğumuz kendi mahremlerimizde bunu yapıyoruz. Ama bu olaydan yola çıktığımda, hiç de ahlaksal yargılama içermeyen bir bakışla düşüncelerimi dökmem gerekirse.. ya da şöyle söylim: Toplumun var olan, doğru yanlış ama bir gerçeklik hali olarak ortada duran değerleri, değerlendirmeleri ve bakış açılarından yola çıkarak bir analiz yapmaya kalkarsam, epey bir sonuç çıkardığımı fark ediyorum.

Olayın öznesinden bakarsam; burada, bu fotoğrafları çektirme niyetinin kökeninde, onları sadece fotoğraf olarak görüp haz almanın ötesinde.. ben, kendi kararlarını alan, bunu açığa koyan ve bu açığa koyma halinden asla çekinmeyen biriyim tavrının göze sokulması, kanıtlanması var sanki. Aynı zamanda, bu hali karşısındaki erkeğe onaylatabilen duruşunun ve gücünün testini yapıp, hazzını yaşama duygusu da var gibi. Bir bireyin, tüm bu etki alanlarını fark edip test etmesini, gücüne güç katmasını ve bunu duyumsama arzusunu anlayabiliyorum. Zaten bir insan hali olarak, benim için olumsuzluk arz eden bir yanı da yok. Ama bu marjinal duruştan, kimsenin yapamadığını ama düşündüğünü yapma halinin göze sokulması hissini almam, o resimlerdeki samimiyeti azaltıyor.

O resimleri, bu sabah gördüğüm, yatak ucundaki pencereden içeri dolan sabah tazeliği ışıklarının üzerine yansıdığı yatağa yüzüstü yatmış, üst tarafını göremediğim ama kalçasının sol yanından aşağı doğru uzanmış ve dizden yukarı kaldırılmış kot pantolonlu bacağın, ayakkabılı ve sanki az sonra gideceği işi için hazırlanmış bir kadın hâli yansıtan fotoğrafının aklıma çizdirdiklerinden bakarak, ikisini kıyasladığımda; söz konusu olan erotizmse (eşiyle yaptığı konuşmada yer alan, eşinin: ''Seks fotoğrafları değil seksi fotoğraflar olsun'' ifadesi bunu destekliyor) ya da resimlerin bu anlamda çağrıştırdıklarıysa.. ikinci fotoğrafla ilgili çok ama çok şey yazabileceğimi biliyorum, seziyorum. Hatta öyle düşünüyorum. Dolayısıyla Ayşe Arman fotoğraflarının altındaki niyet, doğal olan ve bilinmeyenin göz önüne gelme halinin lezzetini yaşatmıyor.

Sonra şuradan bakıyorum birde olaya: Bir adam karısının ya da sevgilisinin bütün geçmiş yaşanmışlıklarını ve değerlerini, marjinal başkaldırı ve kafa tutmalarını bilip görüp, kabul edip onunla mutlu olabilir ve bu çok da normaldir. Ama yine bende oluşan kanaatten yola çıkarak baktığımda: O adam ve benzerlerinin bu süreci hiç içlerinde sızı duymadan, kafalarında olumsuz ve mutsuz duygular dolaştırmadan yaşayabileceklerini sanmıyorum. Elbette tüm bunların dışında gözlerle bakabilecek insanlar vardır. Ama gerçekten seven ve o kadını karısı ya da sevgilisi yapmış bir erkeğin: O fotoğrafların bir profesyonel tarafından çekilmesini, tüm o çekim evrelerini ve o fotoğrafları bir şekilde elden geçiren tüm insanları göz önüne aldığında ve yine bundan böyle gittiği her yerde karşılaştığı her erkekte oluşacak düşüncelerin kaygısından ve rahatsızlığından uzakta bir yerde durabileceğini sanmıyorum. Çünkü erkeklerin dünyasını yine en iyi erkekler biliyor.

Bir kadının geçmişini ve düşüncelerini kabul etmekle, birlikte yaşarken ki süreçte yaşananları kabul edebilmek arasında bir fark olduğunu düşünüyorum. Bunun doğruluğunu yanlışlığını tartışmıyorum. Ama ne kadar özgürüz desek de her birimiz bir şekilde toplumsal değer yargılarının tümünden harmanlanmış insanlarız. Evlilik ya da sevgililik, sonuçta iki insanın ben halleriyle içine girdikleri ve biz oldukları bir evre. Kendince aidiyetleri olan, her türlü karşılıklı kabul edişlere rağmen evlilik, ötekini rahatsız edecek davranışlardan vazgeçişleri de içinde barındıran bir hâldir diye düşünüyorum. Burada, yani yazıya konu halde, kadın kendi kararlarını uygularken aslında bilinç altını bildiği birinin hissedeceklerine karşı da gelebilmenin; o adamın  kabul edemezlikle edebilirlik arasında kalmış haliyle oynaşmanın, ve ona kendi baskın halini göstermenin arzusunun ve sonuçlarının keyfini yaşadığı duygusunu da alıyorum. Sonuç itibariyle bu fotoğraflar, öncelikle bir bireysel tatminin, kendini gösterme gücünü tatmanın ve bunun keyfini çıkarmanın fotoğrafları bence... Ben öyle sanıyorum ya da.

Bu marjinal duruşun, kimsenin yapamadığını ama düşündüğünü yapma halinin göze sokulması, o resimlerdeki samimiyeti azaltıyor ve bende, benzer fotoğraflara bakmanın lezzetini yaratmıyor. Yoksa kadın ve fotoğraflar güzel; ama erotik bir lezzette değil. Kanımca.

Fotoğraf: Hürriyet.com.tr

18 Haziran 2009 Perşembe

Altyazı...Düş-ün-me(k)...


Hayat nedir diye sorarsan, bilmiyorum evlat; sormazsan biliyorum.

Haraptarlı Nafi

Resim:1964 doğumlu ve Moskova'lı sanatçı Anton Arkhipov'un Blues Alfresco adlı eseridir.

17 Haziran 2009 Çarşamba

Hiç Unutulmayacak Güzel ve Mutlu Bir Akşamdı...

Ailenin yakışıklı sırıklarından iki numara Alp'in mezuniyet törenindeydik geçen cuma... Çok şahane bir mezuniyet töreni olduğunu belirtmeliyiz öncelikle... ve bu törenin daha özel anlamı da şuydu: Bu öğrenciler, bu taze Anadolu Lisesi'nin ilk mezunlarıydı... Okulun bahçesinde beyaz örtüler ve giydirilmiş sandalyelerin yarattığı görüntü çok güzeldi... Özellikle gün batımına denk gelen saatler olduğu için yer yer gölge ve güneşin oynaştığı alan; zarif konuklar ve günün heyecanıyla uçuşan kelebekler misali bir görüntü sergileyen öğrenciler, soğuk ve statükocu görüntüden uzaklaşmış okul binasının mimarisi çok güzel bir şıklık yaratmıştı. Bir mezuniyet töreninde değil de soylu bir şatonun bahçesinde verilen bir yaza merhaba partisindeydik adeta...

Üzerlerine kuru yemiş ve kuru pasta servis edilmiş masalardan protokole yakın ve en ön sıradakilerden birine oturduk; mezunun annesi, bu satırların yazarı muhabirimiz, ünlü ressam Naz hanım ve babaları... Bütün bu güzel ambiyansın yaratıcısı anne, kardeş ve ingilizce öğretmeni, her zamanki gibi çok şıktı, Naz hanımı söylemeye zaten gerek yok...

Tören; saygı duruşu, İstiklal Marşı ardından okul birincisi, okul müdürü, ilçe milli eğitim müdürü ve ilçe kaymakamının konuşmalarıyla başladı... Bu konuşmaların ardından ilk üç dereceyle mezun olan kız öğrenciler ve aileleri takdim edilip ödülleri verildi. Erkek öğrencilerden biri ödül alsa bu sıra dışı bir olay olurdu ki aynı gün içinde bu farklı mezuniyet töreninin yarattığı güzel atmosferle birlikte iki sıra dışı olay fazla gelebilirdi...

Masalarımıza tatlılar servis edilirken, İlim Yayma Vakfı mutfağında hazırlandığını ve hafta sonu üniversite sınavı gözetilerek okunup üflendiğini öğrendiğimiz pilav ve etler servis edilecekleri masaya doğru giderken, önümüzdeki geçişleri esnasında saçtıkları kokuyla çok güzel ve lezzetli olduklarının sinyalini verdiler. Bu esnada, yapılan anonsla birlikte okulun giriş kapısından - çalan 10 yıl marşı eşliğinde- kızlı erkekli, cüppeli ve kepli öğrenciler çok güzel bir tempoyla ve müziğin akışkanlığında bir hızla çıkarak, kapının iki yanındaki verandada sıra oldular... Görüntü gerçekten hoştu! Görüntü alabilmek için orada bulunan basın ordusunun kalabalığını yararak, kendilerine uygun açılar yaratan kameranımız ve foto muhabirimiz çok güzel görüntüler aldılar...

Kep atma için geri sayım başladığında, okulun giriş kapısının üstündeki balkona konuşlanmış öğrencilerin balonları aşağı yollamasına konfetilerde eşlik edince, havaya fırlatılan keplerle birlikte çok hoş, çok güzel, çok coşkulu bir an yaratılmış oldu...

Bayrak devir teslimi törenin ardından ki bu sahnede yer alan, üç kişilik tören kıtasındaki Alp'in duruşu, disiplini ve bıyık ucu bir mizahla beslenmiş ciddiyeti görülmeye değerdi.

Sürekli olayların akışını izlemek zorunda kalan muhabirimiz, her ne kadar masadaki yiyeceklerden yararlanamasa da, başkentin çok iyi ve ünlü bir okulunda başladığı kariyerini oğlu nedeniyle bu okulda tamamlamak isteyen, okulun en ''tehlikeli'' ve ülkenin en ödüllü ingilizce öğretmenlerinden Beran Hoca torpiliyle pilavın keyfini çıkarabildi... Hakikaten şahaneydi pilav; onca çoklukta bu kadar lezzetli bir etli pilav yapabilen ahçıyı da yeri gelmişken kutlamak gerek...

Ve töreni çok güzel sunumlarıyla başarılı bir şekilde idare eden sunucu öğretmen tarafından öğrencilerin mezuniyet belgelerinin verilmesi anının geldiği anonsu yapılınca; bizim için de, belki de gecenin en önemli sahnesini kaçırmama telaşları başladı. Fotoğrafları çeken muhabirimiz Naz Özsamsun ve kameraman buraneros, bu an için uygun açıları tespit edip sahnenin o noktasına kadar sızmak için yaptıkları planları son kez gözden geçirerek, olay mahalline hareketlendiler. İlk sınıfın belgeleri verildikten sonra bizim için heyecanlı dakikaların başladığı anons geldi; sıra Alp Özsamsun'un sınıfındaydı. Öğrenciler yarım ay şeklinde yerlerini aldıktan sonra, Alp Özsamsun'un mezuniyet belgesini vermek üzere ingilizce öğretmeni Beran Hoca davet edildi. Uygun açıdaki kameramız masadan kalkıp yürümeye başlayan öğretmeni kaydetmeye başladı... Basamakları çıkarken ki heyecanı gözlerinin pınarlarında görülmeye başlamıştı Beran Hoca'nın... Merdivenleri başı dik, kendinden emin bir şekilde çıktı. Öğrencisi Alp karşısına geldi. Uzatılan mezuniyet belgesini alan Beran Hoca belgeyi öğrencisine kısa bir tebrik konuşmasıyla verdi. Sonra, elini sıkıp iki yanağından öptü. Ve sonrasında, öğretmen sorumluluğu ile iç içe geçmiş bir duygunun hakimiyetindeki o anda; ana oğulun tebrik sahnesi ve sarılmaları muhteşemdi... Etraftaki tüm öğretmenlerin ve öğrencilerin gözlerinde yaş tanecikleri, çok ulvi bir an yaşadığımız duygusunu katmerledi... Ve bence, en şahanesi: Bu sarılmanın ardından, çok spontane ve o an gelişen, daha doğrusu bizim hesap etmediğimiz ve düşünmediğimiz bir şekilde, oğulun bu sene çok çektiği ve sohbetlerimizde ''bir ingilizce öğretmenim var ki vay bana'' dediği öğretmeninin, yani annesinin elini öpmesiydi... Gerçekten herkesin tüylerini diken diken eden; ve çok samimi alkışlar ve göz yaşlarına sahne olan şahane bir andı...

Bu an'ın ardından bütün aile tek tek çocuçuklarını tebrik ederken, babanın gözyaşılarını bastırma anı ve duygu yoğunluğu da gözden kaçmadı.

Tüm belgelerin verilmesinin ardından küp kırma yarışmasına geçildi... Sınıf başkanı sıfatıyla yarışmaya katılan Alp' i izleyen kameramanımız ve foto muhabirimiz hiç bir basın mensubunun alınmadığı bu bölgeye girmeyi başararak, en güzel görüntüleri akıp giden zaman için kayıt altına almayı başardılar... Ama baklavayı ne yazık ki, az önce yaşadığı duygusal ortamın etkisinden kurtulamayan bizim çocuk kazanamadı...

Mezuniyet pastasının dağıtılması, gençlerin önce kolbastı sonra değişik danslar yapmasıyla süregiden tören, Alp'in hayranlarının birlikte fotoğraf çektirmek için oluşturduğu kuyruğun sona ermesi ardından havai fişek gösterileriyle son buldu... İzlediğim en güzel mezuniyet töreniydi; ki geçen yıl ilk sırık Mussano'nun mezuniyet töreni şehir kulübünde olmuştu, her şey çok güzeldi ama okulun bahçesinde bir parti havasında gerçekleşen bu törenin sıcaklığı olamamıştı onda... Öğrenciler yemeğe geçip kendileri kutlarken geceyi; veliler, çoktan evin yolunu tutmuştu... Bu; şehirde ilk kez bir okulun mezuniyet töreninin görkemli otellerin balo salonlarından alınıp okulun bahçesine taşınmış haliydi ve çok başarılıydı... Bu fikri yaratıp organizasyonu yapan kişinin bizim aileden olması da gurur vericiydi... Beran Hoca geceye damgasını basmış, başta müdür baş yardımcısı hanımefendi olmak üzere herkesin ortaya koyduğu çabayla birlikte, tıkır tıkır işleyen bir organizasyonun keyfini yaşatmışlardı hepimize... La Paragas olarak kutlarız kendilerini...

Daha sonra tören alanından ayrılan aile ve Alp'in bir kaç arkadaşı, kişisel kutlamaları için Yelken Kulüp'e doğru yola koyuldular... Denizin hemen kenarında şahane bir masayı az sayıda, ama çok keyifli yiyeceklerle donatan aile, sahnede çalan iki erkek bir kadından oluşan müzisyenlerin şahane ve dozunda şarkıları eşliğinde ve benzerlerine çok az rastlanan bir keyifle rakılarını içerken çok mutluydular. Hava tatlı bir esintiyle yalayıp geçerken ortamı; ay ve gece ve denizin üzerindeki teknelerin salınımları, kıyıdan denize yansıyan ışıkların kıpırtılarıyla sarmaş dolaş yakamozların yarattığı tablo şahaneydi.

Fotoğraflar: Naz

16 Haziran 2009 Salı

Az Önce E-Postama Düştü...

Hikayeyi; ''Gülüşü Muzur Ruhu Huysuz ve Tatlı Kadın'' göndermiş, ben çok güldüm paylaşmak istedim... Akşama kendi kendini imha edecek yazı, günlük yani; yetişen okuyor.:)

Küçük kasabanın birinde, bir caminin tam karşısında arazisi olan adam, arazisi üzerine bir genelev inşa etmeye başlamış. İmam ve cemaat buna şiddetle itiraz etmişler, ancak mal sahibinin kendi arazisi üzerine nasıl bir iş yeri açacağına da yasal olarak karşı çıkamamışlar. Tüm cemaatin tek yapabildiği şey, imamın öncülüğünde bu genelev için hergün beddua etmekten öteye geçememiş.

İnşaat ilerlemiş ve açılışına birkaç gün kala her nasılsa şiddetli bir yıldırım düşmesi sonucu genelev yerle bir olmuş.

Caminin cemaati bu olaydan duydukları büyük memnuniyeti saklamaya gerek görmemişler, ancak genelev sahibi adam, cami imamının ve cemaatin direk veya indirek olarak bu hasardan sorumlu oldukları iddası ile camiye karşı tazminat davası açmış.

Cami imamı ve cemaat, savcılığa verdikleri savunmalarında bu konuda herhangi bir şekilde sorumlu tutulmalarına şiddetle itiraz etmişler, bu olayın kendi dualarından dolayı meydana gelmiş olabileceği iddiasını da kabul etmemişler.

Gerekli tüm belgeler tamamlanıp mahkeme günü geldiğinde, hakim dosyayı dikkatle incelemiş ve taraflara dönüp:

"Bu konuda nasıl bir hüküm verebileceğimi bilmiyorum," demiş. "Ancak dosyadaki tutanaklara bakarsak ortada tuhaf bir durum var. Taraflardan birisi duanın gücüne inanan bir genelev sahibi, diğeri ise duanın gücüne kesinlikle inanmayan bir imam ve cemaati...!"

14 Haziran 2009 Pazar

Embryo...Evvel Zaman Önceki Bir Konser Gelince Akla!..


Geçen gün gazetede, dünya turunda olan bir gösteri grubuyla ilgili bir haber okuyunca, aklıma, çok yıllar önce dünya turundaki konserler dizisinin bir ayağında, henüz kuruluş aşamasındaki üniversitenin vakfı yararına kentimize gelen Alman pop caz grubu Embryo geldi. Bu haberin Embryo'yu aklıma getirmesinin sebebi haberdeki gösteri grubunun da sahnede aynı ambiyansı yaratmış olmasıydı.

Vakfın başkanı hanımefendi, aynı zamanda İngilizce dersleri de aldığım yazlık komşumuz bir kadındı ve bu şehir, şu an ülkenin en önemli üniversitelerinden birine sahip olmasını bu kişiye borçludur. Henüz lisenin ortalarında olan bana da bu konserle ilgili olarak, okulda satmam için 22 bilet vermişti ve bu sinema salonunun bir sırasının tümü demekti. Biletleri satmam zor olmadı, kendi arkadaş grubum yetmişti.

Kızlı erkekli konserde, bir yazımda '' kiminin bir konser salonunda bütün sıcaklığı ile omuzuma düşen baştaki içten, saf romantizmini sevdim'' diye söz ettiğim kız özellikle benim yamacıma denk getirilmişti, arkadaşların gıyabımda kurguladıkları bir hâl olarak. Ve gecenin geç bir vaktinde onu eve bırakma görevi de bana yüklenmişti. Bundan şikayetçi olmuş muydum? Tabii ki hayır. Uzun bir süre kalabalık bir grup halinde yürüdüğümüz konser çıkışında, o gün ve bugün hâlâ şehrin en güzel kadınlarından olan kişinin önerisiyle kapı zillerine basa basa yürümüştük; hem de camlara çıkıp bas bas bağıranları en masum cümlelerle başka kişilere yönlendirerek...

Konser, hayatımızda izlediğimiz ilk yabancı grup konseriydi. Ve siyasetin kanlı bıçaklı günlerinde aksi gibi karşıt görüşlü grupların hakimiyetindeki bir bölgedeydi konserin sahnelendiği sinema salonu... Ama gerekli önlemler fazlasıyla alındığı için, hiç giremediğimiz bu bölgede herhangi bir kazaya da uğramamıştık.

Konserin ve grubun ilginç yanı şuydu: Her konser verdikleri sahneye kocaman bir tuval açıyorlardı ki nerdeyse bir sinema perdesi kadardı bu... Ve ona, gruba dahil bir ressam  ilk konserle başladıkları, yerel izler taşıyan bir resmi çiziyordu. Hindistan'da bitecek konser dizisi sonunda o tablo da tamamlanmış olacaktı. Biz konserin son ayaklarından birine denk geldiğimiz için resmin önemli bir bölümünü görme şansına sahip olmuştuk. Grubun bir diğer ilginç özelliği de konser verdikleri ülkenin bilinen bir enstrümanına yer vermeleriydi, sahne performanslarında... Türkiye'de ud'du bu... Ve o romantik sahne ud'un şahane tınıları esnasında oluşmuştu.

Girişte sözü edilen gazete haberi de, habere konu gösteri grubunun yine her performans esnasında sahneye kurdukları kocaman perdeye yaptıkları resme İstanbul gösterilerinde de devam ettikleri üzerineydi ve haber aklıma bu anıları getirdi. Anılar tetiklenince bana da oturup grubu aramak düştü. Ve bir albümlerini buldum. O gün çaldıkları şarkıya da ulaştım. Ve internet sen ne büyük bir keşifsin, ta yılların ötesinde kalmış anıları sahipsiz bırakmıyorsun teşekkürler deyip, icat edenlere şükranlarımı sunarken; şarkıyı da, akıp giden zamana bırakmak istedim.

İşte o günkü konserin açılış parçası:

13 Haziran 2009 Cumartesi

Kayıp Kimlik...

Bir Kimlik Bulundu, Kimlik Bilgilerinde Şunlar Yazıyordu:

Yaşadığı yer :
Medeni durum :
Meslek :
Eğitim:
Uyruğu:
Dini:
Cinsiyet :
Doğum tarihi :
Boy ve Kilo :
Saç rengi :
Göz rengi :

Bir de şunlar:

Hayatın işleyişi, renkleri, oyuncuları üzerine düşünen ve eğlenen...

Kitaplar, filmler ve müzik üzerinden insan ilişkilerini, duyarlılıklarını, çelişkilerini konuşmayı... Yakındaki gölün kıyısında kaya mezarlarının olduğu yere yayılıp kitap okumayı... Akşam üstü o gölün kıyısındaki içkisiz aile lokantasında kiremitte kaşarlı alabalık yemeyi... Yakın bir köyde, iki kardeşin küçücük lokantasında, kendi yetiştirdikleri kuzulardan yaptıkları tandırların suyuna ekmek banmayı... Kar yağarken, trenle eski kente gitmeyi... Depeche Mode' dan  I Feel You, Rolling Stones' dan Angie, Madrugada' dan  Stories from the street'i; Omara Portuonda ve Buena Vista Social Club' dan her şeyi, Rahmaninof''tan 2 numaralı piyano konçertosunu, Müslüm Baba'dan son albüm Aşk Tesadüfleri Sever'i, Juliet' den Avolon'u, Yann Tiersen'den Le moulin ve ´Sur le fil´i... İş için gittiği taşranın teneke saksılardan çiçek, evlerden yemek kokuları yayılan ara sokaklarında gezmeyi... Çiçek pasajında birayı, İnci'de profetorolü, uzun minareli camisi olan benzinlikteki büfede dünyanın en iyi soğutulmuş kolasını... Sinemada kola içip patlamış mısır yemeyi... Üç saniye çizgisinin sol dibinden şut atmayı... Arabada 5. vitesi... Dağbaşında dumanı... Kitap ve CD'leri çocukluğunda kendi başına ilk plağını aldığı dükkandan almayı... Küçük limanların balıkçı barınaklarındaki küçük lokantalarında gün batarken rakı balığa... Konser, sinema, tiyatro ya da iyi bir akşam yemeği sonrasında iyi müzik çalınan sessiz barlara gitmeyi seven... Kimliğin içine üç küçük yalan, bir ipucu yerleştiren... Adam gibi adam olmakla, seviyeli birlikteliklerin nemenem bir şey olduğunu bir türlü çözemeyen... Hayatın sınırlarında gezinirken, aynı zamanda derinliklerini sorgulayan bir bakışla, sosyolojisine ve ironisine de göz atan birisi...

Derinlikli, duyarlılıklar ve yaşanmışlıklar içeren bir olmuşlukla, doğumla ölüm arasındaki, adına yaşam denen zaman diliminde bir şeyler yaşadım (ve yaşıyorum) ne âlâ diyebilen... Hayata nanik yapıp göz kırpabilen... Üç küçük yalan bir ipucundaki ironiye zeka pırıltılarıyla tebessüm eden... En uzun dostluk romanını bir ıslıkta bulabilen... Bilmiyorum diyebilen bilemediğinde ve çok normal olan bilemeyişi... Farkında, genel geçer her şey üzerine konuşabilen, tek dereden su getiren, kelimeleri insan olan birisi...

Hangisi ?

Görsel:Videlec.org

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP