20 Nisan 2009 Pazartesi

NBA'de Play-Off'lar Başladı,Hem de Ne Başlangıç!..



Son bir kaç ayda yaşananlar play-off'ların nasıl geçeceği hakkında az çok fikir vermeye başlamıştı aslında.Sezon boyunca bir iyileşip bir sakatlanan ve sonunda sezonu kapayan Ginobili,sakatlandıktan sonra “merak etmeyin riske girmemek için oynatmıyoruz play-off'lara yetişecek”denen ancak play-off'lar öncesi yapılan son antrenmanı acı ve hırstan sağ solu tekmeleyerek yarıda bırakan Kevin Garnett ve esrarengiz sırt ağrıları yüzünden sezonu kapadığı açıklanan-işin perde arkasında takımdan kesilen-ancak şu an nerede ne antrenmanlar yaptığı meçhul olan Nba tarihinin en skorer isimlerinden Allen Iverson.(gerçi sezonu kapaması Detroit adına daha hayırlı olabilirdi.Tabi karşılarına Cleveland çıkmasaydı)Bunların yanında,diz sakatlığından dolayı ancak %50'lerde performans sergileyebilen bunun da yetmediğini Texas derbisinde Dallas'a ilk maçta kendi sahalarında yenilmeleriyle anladığımız Spurs'ün yıldızı Tim Duncan.Liste böyle uzayıp gidebilir.

İşte böyle isimlerin olmadığı bir ortamda sürpriz oyuncular ilk maçlara damga vurdu.Boston Garden'daki maçta konuşanlar ne Ray Allen ne de Paul Pierce'dı.(Pierce 8/21 saha içi,Allen ise daha da felaket şekilde 1/12 isabet ve sadece 4 sayı ile hücum ettiler)Büyük ihtimalle yılın çaylağı seçilecek gard Derrick Rose ilk play-off maçında 12/19 saha içi ve 12/12 faul isabetiyle Boston'ı yıkan isim oldu.Takım halinde %43 ile hücum eden ve ilk beşteki tüm oyuncuların çift haneli skor ürettiği Chicago'da öne çıkan diğer isimler 20 sayı 5 asistle şutör Ben Gordon ve Garnett'siz Celtics pota altını 11 sayı 17 ribaund 3 blokla karıştıran,Florida'yla üst üste iki Ncaa şampiyonluğu yaşamış Fransız Joakim Noah oldular.Uzatmaya giden maçı kazanıp saha avantajını ele geçiren Chicago'nun en büyük soru işaretiyse nitekim tecrübesiz olan kadronun,yeteneğiyle seriyi sonuna kadar zorlayıp zorlayamayacağı.Ancak burada bir not vermek yerinde olacak çünkü Chicago'nun 2 sezon önce play-off ilk turunda elediği takım yine bir son şampiyon Miami Heat'ti!

Batı'nın en çekişmeli geçmesi beklenen eşleşmesi(aslında çekişmesiz geçecek tek bir seri yok gibi bunu normal sezonun son maçları sonunda tam 4 takımın sıralamadaki yerinin değişmesinden anlayabiliriz)Portland-Houston'dan da yine sürpriz sayılabilecek bir sonuç çıktı.Houston,Rose Garden deplasmanında 108-81'lik bir galibiyet elde etti ve saha avantajını lehine çeviren bir başka takım oldu.Sahanın yıldızı,kendine güvenen Houston yönetimini mahcup etmeyen 1.80'lik Oregon mezunu genç gard Aaron Brooks'tu.(tecrübeli gard Rafer Alston'ı sezon ortasında neredeyse hiç bir şey karşılığında-Brian Cook!'a karşılık-Orlando'ya göndermiş ve Brooks'u ilk beşe çekmişlerdi.)27 sayı,7 asist,4 ribaundluk galibiyet getiren performansı onun için Oregon eyaletinin en büyük şehri Portland'da sergilemekten daha iyisi olamazdı.Yao da 9/9 ile ürettiği 24 sayının yanına 9 da ribaunt ekleyerek Portland'ın ipini çeken isimlerden biri oldu.Portland'da All-Star Brandon Roy dışında ayakta kalan çıkmadı.

Texas derbisinde ise bu yıl hariç ne zaman eşleşirlerse eşleşsinler serinin her daim favorisi olacak Spurs,biraz yukarıda saydığımız nedenlerden biraz da Dallas'ın şimdilik sorunlarını geride bırakmış görünen kilit oyuncusu Josh Howard'ın dönüşüyle yakaladığı son dönem formundan dolayı sahasında kaybetti.AT&T Center'daki maçta öyle bir hava vardı ki,sanki San Antonio ne yaparsa yapsın Dallas bir şekilde onları yakalayıp geçecek gibiydi.Nitekim öyle de oldu ve Dallas sahadan 105-97 galip ayrılarak hem seride 1-0 öne geçti hem de deplasmanda kazanıp saha avantajını lehine çeviren takımlardan biri oldu.

Şampiyonluğun en büyük iki adayı ve finalde karşılaşmaları büyük bir aksilik olmazsa kesin görünen Cleveland ve Lakers sahalarındaki ilk maçları beklendiği gibi farklı kazandılar.İki takım da rakiplerinin(Detroit ve Utah'ın-Memo sakatlığı sebebiyle Lakers karşısında oynamadı-)maç boyunca kendilerini yakalamasına izin vermediler ve kadrodaki hemen her oyuncudan katkı alarak ileriki haftalarda karşılaşabilecekleri uzun serilerde büyük avantaja sahip olacaklarını gösterdiler.

Bir başka sürpriz ise normal sezonda iki takımın arasında oynadığı üç maçı da kazanan Hido'lu Magic'in Philadelphia'ya daha doğrusu süper atlet Andre Iguodala'ya kendi sahasında yenilmesiyle gerçekleşti.Orlando farkı üçüncü çeyrekte bir ara 17 sayıya kadar çıkarmasına rağmen 76ers,İguodala'nın bitime 2.2 saniye kala Hido'nun savunmasına karşın bulduğu basketle 100-98 kazandı ve tartışmasız ilk maçlar sonunda en büyük sürprize imza attı.Hido belki de sakatlıktan dönmesinin etkisiyle 6 sayıda kaldı ve açıkcası Igoudala karşısında da hem yıprandı hem de etkisiz kaldı.Kısacası koç Van Gundy'nin Igoudala'ya savunmada başka bir çare bulmasının gerekliliği ortaya çıkmış oldu.Dwight Howard'ın da 31 sayı 16 ribauntluk play-off kariyer rekorunun boşa gitmiş olması Orlando adına bir diğer üzüntü kaynağı oldu.

Ligin sayı kralı Dwayne Wade'in 19 sayıda kaldığı maçta Heat,Hawks deplasmanında çok ağır bir yenilgi aldı:90-64.Maç boyunca sürekli karşılaşılan sahne,havada uçup uçup smaçlar yapan bir Josh Smith ve onu izleyen-başta Jermaine O'neal olmak üzere!-Miami pota altıydı.Miami savunma ve hücumun ikisinde birden aksayarak hem sezonun en düşük skoru olan 64 sayıda kaldı hem de Atlanta'dan tam 6 oyuncunun çift haneli skor üretmesine neden oldu.Böyle giderse Wade her maç 50 atsa dahi işleri çok zor gözüküyor.Yine de bir an için 2006 Nba finalini hatırlarsak,Atlanta'nın Wade'i her maç aynı konsantrasyonla savunması gerektiği sonucu ortaya çıkıyor..Ne de olsa sayı kralı!

Bir başka çekişmeli geçmesi beklene serideyse Denver sahasında New Orleans'a 113-84 ile geçit vermedi ve ilk maçların en farklı galibiyetine imza attı.Çekişmeli geçmesi beklenen serinin çekişmesiz geçen maçında Pepsi Center'ı dolduranlar hem Chauncey Billups'ın 8/9 lik çılgın üç sayı performansına hem de yıllarca en büyük sorunu müdafaa olan Nuggets'ın,rakibini ikinci yarıda 37 sayıda tutan müthiş savunma performansına şahitlik etttiler.New Orleans cephesindeyse serinin kaderini belirleyecek faktör Chris Paul'un daha ne kadar takımını omzunda taşıyabileceği olacak.Oldukça derin ve tecrübeli bir kadronun bu kadar düşük performans göstermesi akıl alır gibi değil...

Güneşi Gördüm...


GÜNEŞİ GÖRDÜM VE GÜNEŞİ GÖREMEDEN ÖLEN ÇOCUKLAR ÜSTÜNE BİR AĞIT...

Bu film üzerine söylenecek çok şey var elbet... Biraz o yemeğin suyuna, biraz bu yemeğin suyuna banalım da ortaya şöyle karışık bir sulugöz lezzeti sunalım mantığına hizmet için yola çıkmış olsa gerek, yapımcılar ya da yapımcıları yönlendiren bilirkişiler!!! Dur bakalım dedim kendime, aradığımı bulamayacağımı bilmeme rağmen “ bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma” düsturuma saygısızlık etmeme adına gittim ve baktım filme ''ne varmış ne yokmuş?'' diye… Bir de üstüne üstelik 24 Mart Yerel Seçimleri sonrasında Batman’da bulunan Türk asıllı bir misafir izleyici olarak!

Evet, ucundan kenarından yaşanan gerçek acılara ufacık dokunuşlar vardı filmde...Ama güneşi görmek pek mümkün olmadı; güneşsiz günlere mahkum edilmeye çalışılan bu ülkenin karanlık sinema salonlarında... İronilerle bir o yana bir bu yana savruluşun hengamesi vardı yüreğimde...Savruluşlarımın sebepleri anacıkların yürekleri üzerine dökemediğim ağıtlardandı aslında...

İyi, iyi ve iyiydi herkes ve her kurum... Hatta, terör için dağa çıkmış delikanlı da bir ana evladıydı, ailesinin ve Kürt halkının haklarını savunmak adına dağdaydı, canını feda etmişti milletine...

Asker iyiydi, Çocuk Esirgeme Kurumunda herkes iyiydi, hastanelerde herkes iyiydi ve insan insandı...Peki herkes, her kurum bu kadar iyiydi de sorun neredeydi? !!! Niye birbirine düşmüştü Çanakkale’de, Kurtuluş Savaşı’nda sırt sırta savaşmış bu memleketin evlatları? Nerede, ne zaman başlamıştı bu Kürt-Türk etnik milliyetçiliği? Kimler neden baş koymuştu bu yola? Kimler payelenmişti bundan? Kimlerin ruhu duymamıştı kanayan yaraları? Bunca anan(ı)n yüreği niye kanamıştı? Aynı karından beslenen, aynı yatağı, aynı katığı paylaşan aynı ana babanın evlatlarından biri terörist olup dağa çıkarken, diğeri neden Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Mehmetçiği olmuştu? Eğer sorun etnik milliyetçilikse bu bir ironi değil miydi? Serhat ve
Berat isimleri konulmuş iki kardeşin kaderleri nerede ayrılmıştı? İsimlerin anlamlarına mı yüklemek lazımdı suçu?

Milenyum dediğimiz çağda yaşarken, hala erkek evlat kıymetlidir bilir misiniz bu topraklarda... Hani erkek evlat müjdesi gelince varlıklarının değeri bilinmemiş kız evlatların da katıldığı sevinç gösterisi var ya; aslında, sessiz sedasız devam eden kutsanmışlığıdır erkek evladının...Hayaller ve hayatlar vaat edilmeyen annelerin çocuklarına hayaller ve hayatlar vaat etme imkanı var mıdır sanırsınız? Her ana(nın) yüreği aslında aynı kanar evlatları için bilir misiniz? Doğum sancısını çekmeyen doğum sancısını tarif edebilir mi gerçek anlamda?


Bu kadar konunun filmine 4 saat 30 dakika bile azken, isot kıvamında birkaç sahne ile kotarılmış, standart saatlere sığdırılmış filmin için sana teşekkür etmekten başka çaresi yok bu uyutulmuş afyon kıvamındaki milletin; sayın yapımcı-senarist-oyuncu Mahsun Kırmızıgül!!! Peki ya o Norveç’teki sahnelere ne demeli filmdeki? Burada devlet devlettir şakşakcılığı? Ne yani hepimiz Norveç’e sığınmacı mı olacağız devletin devlet olduğunu anlamak için? Yoksa her kişinin ve kurumun devlet bilinciyle hareket ettiği bir memleket için mi savaşacağız?

Görmeden, bilmeden, okumadan ahkam kesmeyin arkadaşlar!!! Madalyonun bir de öbür yüzüne bakın!

Kimler ne uğurlarda anaların evlatları için ağlayan yüreklerine takmaz, aldırmaz bilin! Bilin de faili yanlış yerde aramayın! Obama önce Türkiye’yi ziyaret etti sonra Irak’a gitti ve Barzani’yi ziyaret etti... Niye dersiniz? Ey bu milletin umudunu kaybetmeyecek akıllı evlatları uyanın!!! Ve atın artık üstünüze örtülmüş düşler battaniyesini bir tarafa... Bu vatan hepimizin ve gidecek başka yerimiz yok!!! Olsa bile memleketiniz, peşinizi bırakmayacak gerçeğiniz...


Yazı Destina 48 tarafından bir sinema sitesinde filme yorum olarak yazılmış ve onun izniyle buraya taşınmıştır.Kendisine hem bu farklı bakış açısı ve dolayısıyla güzel yazısı için bir kez daha teşekkür ederim.

18 Nisan 2009 Cumartesi

Canavarlar Yaratıklara Karşı


Hayalimi ''Deli Deli Olma'' üzerine kurmuştum. Kars, en sevdiğim şehirlerden biriydi. Son Malakanlar'dan görmüşlüğüm vardı. Hatta filmi izlesem, yorumlarken çok güzel anılar paylaşmayı, Malakanlar'dan daha ilginç biriyle karşılamış olmanın yarattığı şaşkınlığı, sokaklarını, binalarını ve başımıza gelen daha bir sürü aksiyonu yazmayı planlamıştım. Ama, son dakika çalımını yiyince Tırtıl'dan; hepsi, şimdilik yattı.

Aslında, geçen sinema günümüzde şöyle bir teklifte bulunmuştum. Gerekli anlaşma sağlanmış, imzalar atılmasa da sözler verilip alınmıştı. Neydi bu anlaşma? Bundan sonra sinemaya gittiğimizde; eğer, benim izlemek istediğim bir film o gün oynuyorsa ikimiz ayrı salonlarda kendi filmlerimizi izleyecek, filmi erken biten de fuayede bekleyecekti.

Tırtıl'la dünden oluşan mutabakatımız sonucunda anlaştığımız saatte onu almaya gittim. Zamanı eskimiş mektubun satır aralarındaki kadın(aslında, bugün daha çok kırmızı ışıkta beklerken arabanın önünden geçen kız gibi geldi; dün yazdıklarım örtüyü kaldırıp, bazı şeyleri hatırlatınca öyle gördüm belki de) sahilde dolaşmayın rüzgar var, dikkatli ol gibi uyarıları yaptıktan sonra, Tırtıl'la ikimiz yola koyulduk.

''Yanına para aldın mı?'' dedim. ''Yoo,'' dedi. ''Hani bu hafta sen ısmarlıyordun!'' dedim. ''Yoo, ben öyle bir şey demedim,'' dedi. ''İyi, o zaman gidemiyoruz,'' dedim sinemaya... ''Yemezler,'' dedi. Böylece klasik geyiklerimizden birini günün jeneriğine koymuş olduk.

Sinemaya gelip bilete yöneldiğimizde, ''sen senin filmine, ben de benimkine gidiyoruz,'' dedim. ''İkimiz de benim filmime gidiyoruz,'' dedi. ''Hani anlaşmıştık,'' dedim. ''Bi daha ki sefer,'' dedi. Sürpriz oldu mu? Tabii ki hayır. Kaçıncı bir dahaki seferde ben direnip kazanacağım göreceğiz.

Film nasıldı? Çok eğlenceliydi. Şahane bir aksiyon, ince bir Amerikan başkanı ve ilişkiler eleştirisi, tüm uzay filmlerine hoş göndermeler... Filmin esas kızı tarafından, sevdiği adamın''öküz'' olduğunu anlama hali, sonra o ''öküzün'' kendi çıkarı için geri dönme hali, ayakları üstünde durmanın ve başarmış olmanın güvenindeki kızın ''öküzü'' silkelemesi sahneleri ile süre giden, canavarlar ve yaratıkların farkını ve aslında ne olduklarını tartıştıran çok keyifli, yetişkin sinemasından klişelere ince bir mizahla dokunan, ve güldüren bir animasyondu.

Filmin ilk yarısında Tırtıl'a ''bu filmin senin sıralamandaki sırası ne? diye sorduğum da, ''Bitsin öyle söylim,'' dedi. Sen yine de şu an ki fikrini söyle dedim; 7. sırada dedi.

İlk yarıda bir kutu mısır tüketmiştik. Antrakta ikinci kutuyu istedi. Bu filmden zevk aldığımızın ilk göstergesi! Film bittiğinde La Paragas animasyon danışmanı Tırtıl'a tekrar sıralamayı sorduğumda sonucu açıkladı: Bolt ile birlikte birinci sırayı paylaşmışlar.

Benim için henüz Ratatouille (Ratatuy) un yerini sarsan bir animasyon olmadı. Bu ikinci sırayı alabilir. Güzel film işin açıkcası; eğlendik ve öteki filme gidemedim diye üzülmedim. Biz öneririz filmi, aklınızın bir köşesinde bulunsun. İki kutu mısıra banamısın dedirtmedi, öylesine bir keyif yani...

17 Nisan 2009 Cuma

Sürtükler...

Ozan gitti...

Dershanedeki birkaç sürtük, aşağılık kız, hocamın gitmesine sebep oldu.

O sürtüklerden biri, hocam hakkında dilekçe verip imza toplamış, benim hiç haberim yok.

Şımarık, züppe kızın teki Ozan hocamın ekmeğiyle oynadı.

Sudan sebeplerle, hocamın asabını bozdular.

O da çekip gitti...



Sen tut, hoca etüt esnasında espri yapıyo diye, sizinle kafa olmaya çalışıyo diye; sizi anlamaya, size fiziği sevdirmeye çalışıyo diye; bunu, belki de alışılmışın dışında yollarla yapıyo diye, git dilekçe yaz...

Sen kimsin be?

Neymiş deneme sınavı esnasında salon hocası Ozan'mış da, neymiş telefonuyla oynamışta, neymiş dikkatleri dağılmışmış.

Ulan senin dikkatin dağılsa nolur be!..



Ozan duruma katlanamadı.Yediremedi...Kız öyle laflar etmiş ki müdüre...

Kaç parayla duruyodu akşama kadar o etüt odasında?Belki, 400 lira anca alıyodu.

Akşama kadar dersi vardı be adamın...



Bu gün dershaneden ayrıldı.

En sevdiğim hocam gitti.



Çok ciddiydi ilk kez.

Anlamıyordum, anlayamıyordum ne oldu? Söylenenler doğru muydu ?Yoksa çok daha farklı bir şey mi oldu? Bilmiyorum...


Zaman olsaydı soracaktım ama ne zaman vardı, ne de zamanıydı…



Koridordaydı .

''Hocam,'' dedim.

''Hoşça kal kaptan,'' dedi...

Sadece bu kadar...


Söylenenler doğruysa;

Umarım bir gün, o sürtükler her kimseler, dayanılmaz bir pişmanlık yaşarlar...

Umarım, hayat onlara bunun daha kuvvetlisini yaşatır...

Oğul...



Kırmızı ışıkta beklerken arabanın önünden geçen kız hep oğlu olsun istedi.

Kırmızı ışıkta beklerken arabanın önünden geçen kız hep dedi ki: ''Sana seninle aynı burçtan bir oğlan doğuracağım.''

Kırmızı ışıkta beklerken arabanın önünden geçen kız bir de şunu dedi hep: ''Kocasını çok seven kadın güzel çocuklar doğurur.''

Kırmızı ışıkta beklerken arabanın önünden geçen kız, sözünü tuttu.

Bir 17 Nisan öğleden sonrasında ailenin yeni kuşağının ilk çocuğunu doğurdu.

Hem de her sokağa çıktığında yol boyu insanlar tarafından durdurulup sevilen bir çocuk...

Bütün kuzenlerin; yolda, kızların durudurup sevme garantisi olduğu için, sürekli ben gezdireceğim kavgası yaptıkları kadar güzel bir çocuk.

O güzel çocuk, bugün kocaman, yakışıklı ve taze bir üniversite öğrencisi...

Türkiye' de NBA üzerine en iyi yazabilecek adamlardan biriyken ve daha önce ntvmsnb-c de sürekli yazılara yorum yazarken şu blogda, iki yazıyla kalmış olmasına sitemlerimizi belirtmeden de geçmeyeceğiz tabii ki...

Doğum günün kutlu olsun, güzel oğul...

16 Nisan 2009 Perşembe

Blogu'nu Yukarılara Taşımak İsteyenlere Bir Deneyim Üzerinden İki Çift Laf...

Son iki üç gün içinde yaşadığımız bir deneyimi, hedefi yukarılara tırmanmak olan Blogger'larla paylaşmak istedik. Genel olarak şöyle bir kaygı ve buna bağlı olarak da hedefe yönelik bir amaç gözlüyoruz bu alemde: Özellikle yaşı daha genç olan Blogger'lar bir an önce yukarılara taşınmak, ziyaretçi sayılarını artırmak istiyorlar. Bunun için de her gün çok sayıda, olur olmaz konuda kısa yazı yayınlıyorlar.

Biz, şunları yaşadık ve gözlemledik kendi blog serüvenimiz içinde: Öncelikle, bizim hiç bir zaman yazı yazmaktan öte bir hedefimiz olmadı. Genellikle de yazdığımız yazılar blog standartlarına göre oldukça uzundur. Blog yazmaya başladığımızda yirmi milyonların üzerindeydik Alexa sıralamalarında. Buna bağlı olarak da önceki adı Blograzzi, şimdiki adı Blooxo olan platformda çok alt sıralardaydık. Hiç bir hedef gütmeden yazdığımız ve genel ortalamaya göre uzun sayılacak, bazen iki üç günde bir yayınlandığımız yazılarımız; günlük ziyaretçi sayımız yüzün altında olmasına rağmen kısa sürede üst sıralara taşıdı bizi. Bu arada bizden çok çok eski ve daha fazla ziyaretçi alan blogları bir bir geçmeye başladığımızı gördük. Gittikçe artan bir hızda yukarılara doğru tırmandık. Blog yazmaya başladıktan yaklaşık iki ay sonra 20 civarı Blograzzi puanımız, üçe yükselmiş pr. değerimiz vardı ve günün blogu olduk.

Günün blogu olmak bize bir şey katmadı. Biz kendi yazdıklarımızla gelmiştik zaten bir yere. Bunu biraz açmak gerekirse; sizin samimiyetiniz okuyucuya geçmişse, okuyucunuz sizi bir yere taşıyor. Eğer içeriğiniz sağlamsa ve samimiyse, günün blogu olmak sadece sizi o ana kadar görmemiş olanlara fark ettiriyor. Yani, süreklilik için önemli olan sizin içeriğiniz. Giyim piyasasının güzel bir lafı vardır, mağazacılık için kullanılır çoğunlukla. Söz şudur: ''İlk malı müşteri alır, sonrakileri mağaza satar.'' İşin aslı budur işte!..

Geçen gün, tümüyle espri üzerine kurulu bir yazının içinde bir gazetedeki habere gönderme yaparak, biraz da magazin basını mantığını eleştiren ince bir ironi yüklenmiş, ''Abiyi Allah Korusun'' adlı yazıda bir kamasutra pozisyonundan bahsedince ziyaretçi sayımızda hızlı bir artış oldu. Gelen ziyaretçinin söz konusu pozisyonu yazarak yaptığı aramalar sonucunda bize ulaşıyor olması bir fikir verdi ve şezlong pozisyonu +16 başlıklı yazıyı yazdık. Hedefimiz bunun içine koyduğumuz linkle okuyucuyu Birmilyonkalem sitesindeki kitap kampanyasına yönlendirmekti, bunda başarılı olduk.

Tamamıyla tesadüf bu olayın blog yazma ve blogların yükselme pratiği ile ilgili kısmına gelirsek tekrar: Bu yazı bizim hit sayımızı binin üzerine çıkardı. Ama bu arada şu oldu: Onca sayısal artışa rağmen, hem Alexa sıralamasında hemde Blooxo'da geriledik. Bu yazı iki gün içinde güncelliğini kaybedip ziyaretçi sayımız hızla düşüp normal düzeyine geldiğinde ortalama kalma süresi arttı, biz tekrar kaybettiğimiz sıralara yükseldik.

Demek istediğimiz şu: Blogunuzun yükselmesi ve önemli yerlere ulaşması çok yazı yazmanız, çok ziyaretçi almanızla ilgili değil. Direk içerik kaliteniz, oradaki samimiyet ve okuyucunuzun blogunuzda kalma süresiyle ilgili. Ziyaretçimiz binin üzerine çıktığında ortalama ziyaret süresi iki dakika civarına düşmüştü. Bu bizi Alexa'da aşağılara düşürdü, dolayısıyla Blooxo'da da... Oysa, bizim ortalama ziyaret süremiz hiç 6 dakikanın altına düşmemişti.

Tamamıyla rastlantısal, yükselme hedefi gütmeksizin, bir hayıra vesile olmak maksatlı bu deneyimin Blogger'lar için kıssadan hissesi şudur: İnandığınız gibi ve samimiyetinizle yazın. Bu samimiyet okuyucunuza her koşulda geçer. Okuyucu sizin samimiyetinize inandıkça kalma süresi artacağı için siz, hiç kaygı ve telaşlar yaşamadan zaten doğal bir işleyişle yükseleceksiniz. Bu deneyden şu anlaşıldı ki internetteki sistem samimiyetten ve emekten yana... O yüzden yazılarınızı hiç oradan buradan tırtıklamadan, çok hazıra konmadan yazarsanız, hedeflerinize daha kolay ve kalıcı bir şekilde ulaşabilirsiniz. Normal davranmanın ötesinde çok ekstra bir çabaya ve yollara hiç gerek yok. Güzel güzel, kendinize ait olanları, kendi düşüncelerinizi hiç iyi kötü kaygısı taşımadan içtenlikle yazın. Eğer hedefiniz yukarılarsa bunları yaptığınızda oraya geliyorsunuz. Önemli olanın sayısal bir kalabalık değil, sadık ve kaliteli okuyucu olduğu bu deneyle kanıtlanmıştır bize göre. Bu paylaşımımızın yararlı olacağını umarak, güzel, samimi ve emek yoğun yazılarla daha başarılı yerler dileriz herkese...

La Paragas

14 Nisan 2009 Salı

Olasılıksız...


Bir öğlen, dinamik anlatması için, dersanenin fizik hocasından(stajyer) saat aldım.Yaklaşık bir saatini bana ayırcağını, hem dinamik anlatıp hem soru çözeceğini söyledi.Eyvallahh!..(kendisine hoca demek gelmiyor içimden, bu yüzden ben ona Ozan diyorum.:))O da, hiç bozulmuyor he!..)


Öğlen, saat 3 gibi, kurulmuş ders çalışırkene...

+Ozan, bu dinamik ne kasvetli konu ya!
-Yok, aslında değil!
+Yok yok, diğerlerinin de en zorlandığı, en büyüttüğü konu bu be!..
-Aslında şöyle...
+Benim bir arkadaş var, bana bu konuyu anlatacak; sen boşver, ben ondan dinlerim bunu,benim soruları çözelim istersen.
-Tamam...

Ozan, sorularımı çözerkene...

+Ya Ozan! Bizim bu arkadaş varya, acayip fizik biliyo, adam takmış kafayı fiziğe...Odtü fizik okumak istiyo;aslında tam olarak fizik değil, mekatronik filan...
-Hadi ya! Çok yüksek bölüm.Odtü de 12 kişilik kontenjanı var galiba o bölümün....
+Ama, adam fiziğin erbabı, teorik fizikle filan ilgileniyo, kendi çapında deneyleri filan var, kendi fizik hocalarından filan randevu alıp sohbet ediyo adamlarla;artık, son zamanlarda, iyice kitaplara yöneldi.Stephen Hawking okuyo...Son olarak da elinde "Zar Adam" diye bir kitap vardı.Sınıfmış dersmiş umrunda değil, adam aşmış ya!..
-Vay be!.."Zar Adam" mı? Ben de okudum...Onun yanında bi de "Olasılıksız" diye bir kitap var, onu biliyo musun?
+Yok, hayır!..
-Acayip bi şey ya!..Yanımda, bir bak istersen...

Ozan, kitabı öve öve bitiremedi...

Kitap derken: Teorik fizik dedi, ordan ışınlanmak dedi, zamanda yolculuk dedi, zaman makinesi dedi...Ben de, heyecanla dinledim.Oradan tutup Marmara anılarını, fizik profesörlerini, fizikçi arkadaşlarını anlattı...Muhabbet koyuyken, ben ''film'' dedim; o, ''Frankeshtayn'' dedi...Ben, ''yönetmenler!'' dedim, o hevesle dinledi.

Bizim fizik etüdü, yalan oldu...

Etüt odasında, diğer çalışanlar bize kulak misafiri...
Hocalardan birinden uyarı aldık, kibarca...
Dedim, ''Ozan sana bir kahve ısmarlıyayım...''
Kabul etti...
Ada manzaralı kantinde oturup kitaplar, filmler ve hayallerimiz üzerine sohbet ettik...En sonunda, yine "Olasılıksız"a geldik.
Sonunda bir baktık, iki saat kadar konuşmuşuz...
Dedim neymiş bu Olasılıksız yav!..
Bizim sohbet sonrası, atlayıp trene Haydarpaşa'da indim.''Olasılıksız"ı aldım, bizim kitapçıdan...

Aynı gece...Kitap öylesine sardı ki;dersi mersi unutup kitabı okudum, ertesi gün bitirdim.Deneyler ,denekler, şizofrenler, ajanlar ve bilim adamları dahilinde, polisiye ve kaçış kovalamaca bizim "Olasılıksız"...Derin bir anlatımı yok, fazlasıyla basit...Süpriz bir kitap...Biraz da fantezi...

Bir anda olasılıksız oldum...'Of, ne kitapmış, dedim!..Acayip, dedim! Süper, dedim! Herkes okumalı, dedim! İyi ki okumuşum be, dedim!..Ne hayaller kurdum üzerine...İki gecemi verdim...İlk ben okudum::)))

Bir kaç gün sonra tekrar dersaneye gittim.Herkese kitabı anlatıyorum.Ulan herkes okumuş!:))
Hocalara olasılıksız diyorum.-Hee!.. Adam Fawer mı?Empati'yi de okudun mu? O da iyi, onu da oku filan...Arkadaşlara kitabı söylüyorum; ''süper kitap ya! Geçen sene okumuştum,'' diyolar...

Kitap zaten 3 yaşındaymış...:):)
Sorarsanız,''sana bir kazanımı oldu mu?'' diye..
Sadece kabardım...:)))

Gidip, bi de Empati'yi aldım...

Ozan benden film istedi...Ben de Sean Pean getirdim,Into The Wild filan...Sonra bir sürü film, bir sürü kitap önerisi...Acayip sevdi benim filmlerimi...

Tek sorun: Benim etüt hocasıyla, ders çalışılmıyor!..

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP