22 Mart 2009 Pazar

Sen Kendini Sadece Pide mi Sanmıştın

Pazar günlerinin ayinidir pide. Aslında bu uzun tören cumartesi gününden başlar. Öğleden sonra kasabından, özellikle pide için hazırlattığı kıymayla birlikte babaanne girer evden içeri. Sabah pazardan aldıklarını yüklettiği küfeciye parasını verip gönderdikten, uygun yerlere yerleştirilen alınmışlardan hemen sonradır kasaba yöneliş. O esnada, torunlar için alınmış, ekmeğe sürülecek kıvamda, bol yağlı Edirne peynirinin müjdesi de verilir ve seslenilir içerdeki geline: '' O tel peynirleri de pidenin peynirlerine karıştıralım Türkân.''

Ev, kalabalığın hoşluğunu taşır buram buram... Kira bir evdir. Tahtaların kenarından mantarlar çıkar bazen... Karanlık mutfağın göz hizasındadır bahçesi ve muhteşemdir tarabaları.

Akşam ev halkı usul usul toplanmaya başlar. Bütün odaların kapılarının açıldığı hol- salon karışımı yerde yenir akşam yemeği...

Yemek sonrasında, yatma zamanı halanın yatak odası olacak misafir odamsıda, çalan radyonun şarkıları yayılır huzura... Ya da pikaba koyulur sevilen şarkılardan bir 45 lik. Babayla amcanın zar ve pul seslerine, çocukların baklava sevinci katılır: Bilirler ki baba kazansa da, kaybetse de o baklava alınacak. Kardeşe kıyamayan baba her olasılıkta verecek baklava için parayı ve arabanın anahtarlarını...Ve çocuklar; hem çarşıya gitmiş olurken arabayla, hem de ekstra bir tur attıracaklar amcaya...Üzerine bir de kaymaklı, cevizli baklavanın keyfi. Hem de Kaşıbeyaz'dan.

Mutfaktan babanneyle annenin sesleri katılır küçük odaya, bir de hazırlanmakta olan pidenin içi... Kıymaları kendilerine has bir yöntemle, önce çok az suyla haşlarlar, o buharı hissederiz biz de. Sonra soğan ilave edilir minicik doğranmış bir halde... Kıymanın saldığı suyu çekmesine yakın yağ, özellikle tereyağı boca edilmeye başlar içine. Hâlâ sırrını çözüp lezzetini yakalayamadığımız bu pişirmenin pidelerini konuşuruz, her pide gününde.

Bir de fırında sıra meselesi yüzünden önceki geceden numara alabilmek için çevrilen fırıldaklar vardır. Başlangıçta pazar sabahı pideyi yaptırma görevi büyüklere aitken, belli bir yaşa gelince çocuklardan en büyüğü alır görevi; üstelik "Anne bu mahallede de o kıyafetlerimi giyeceğiz?" denen evde. Bu uyanık büyük sıra kendine geldiğinde, çözüm aramaya başlar bu sıra işine. Çünkü, ülkenin henüz bu hallere düşmediği dönemlerdir, çokca insan gelebilmektedir fırınlara. Genelde sabah namazına giderken aldığı için birileri numarayı -ki bunların sabah namazına gidenleri yoktur artık bu mahalleye geldiklerinde- pazar uykusunun tadına yatan çocuk, pideyi ancak öğlen getirebilmektedir eve. Evdekiler çok şikayetçi olmamakla birlikte durumdan, çocuk, günü tüketecek olmanın korkusuna telaşlıdır.

Bir gün, kendi mağazalarındaki girişlerin yazılıp fişliğe geçirildiği sarı kağıtların fırındaki numara kağıtlarıyla aynı olduğunu farkeder. İçlerinden uygun numarayı, şöyle saat dokuz gibi pişme olasılığı olanını, koparıp alır. Bu fikir gelmeden önce aklına, uyguladıkları yöntem şudur: Daha önceye numarası olan bir arkadaşın tepsisine eklenmek. Burada şöyle bir sorun ve dolayısıyla fark ediş çıkmıştır ortaya: Eğer arkadaşınki kıymalı, sizinki farklıysa buna ses çıkarılmamaktadır. Çünkü insanlar kıymalı pidelerinin yanısıra peynirli, sucuklu yumurtalı, pastırmalı yumurtalı gibi farklı çeşitlerde yaptırabilmektedir. Ama aynı tepside iki kıyma kabı olunca durum farkedilip protesto sesleri ve homurtular karışmaktadır mekâna...

Fırın pazarları çok keyiflidir! Her hafta aynı yüzler ocağın etrafında toplanır. Futboldan siyasete bir çok konu konuşulur. Bir aile gibidir herkes. Zaten mahallelilik ölmemiştir henüz. Bir de tarladan yapılmış futbol sahasında varsa o gün mahallenin maçı, süper lig tadında yorumlar yapılır. Kızlar da gelmektedir fırına üstelik!

Pidesi içeri atılan, genelde kesme bölümüne geçer ve o sırada çıkan diğer pidelerin kesilmesine de yardım eder. Bu çocuğun iki korkusu vardır: Birincisi, bizim pideler çıkarken ya orada kimse olmazsa; çünkü o, sıcak pideleri tutup kesmekten korkmaktadır. İkincisi de, fırın içi kalabalıkken, ustanın ekmekleri çıkardığı betonun arkasında, fırıncının küreğinin sapının çıkış noktasında kalmak. Ha bir de pidesi pişen, bekleyen sofralara giderken, en geç saate kalacak olana ikram eder içinden bir kaç tane... Bazen farklı lezzetler takas edilir bir iki parça ...

Çok güzeldir pide günleri. Çok özeldir. Buram buram mutluluk kokar. Bütün ailenin sofrada olduğu tek kahvaltıdır. Sabah yakılmış banyo kazanının, sırta koyulmuş life dökülen sıcak suyun, sabunun, annenin şefkat kokusunun, dedenin cami kokusunun, baba ve amcanın Aqua Velva kokularının ruhları ışıldattığı masalardır. O günlerde adı konmasa, bilinmese de, bugünlerin ''brunch''ıdır. O gün çay bile bir başkadır. Tabaklar, sofraya çıkan ve çıtır pidelerin üzerine sürülecek tereyağ, isteyenin pidenin üst kısmını aralayıp içine dökmesi için kırmızı pul biberler, çeşit çeşit turşular... O gün, bütün sokaklar pide kokar. O gün, henüz enstitüde öğenci olan, evin modern yüzü halanın yaptığı, üzerinde zeytinler olan salata koyulur sofraya. O gün, kapıya gelecek boyacı için hazır edilmiştir ayakkabılar. Ve elbette, onlar da nasiplerini alırlar sofradan...

Şimdilerde.. ki yukardaki fotoğraf geçen pazar böyle bir gündendir,  yine yapmaktayız aynı düzenle aynı keyifleri. Ama artık sokaklar pide kokmuyor pazar günleri... Fırınların yerlerini pasta börek satan ekmekçiler aldı. Pideler artık pidecilerde yeniliyor. Odun yakan fırınlar tek tük. Her köşe başında bir pideci, her lokantada da bir pide fırını var. Ama o lokantalarda, lüks pidecilerde, pide yemelerin koca koca heyecanları yok. Yiyorsunuz kalkıyorsunuz. Karnınız doyuyor. Hepsi bu!..

21 Mart 2009 Cumartesi

Bir Sorum Var!

Sevgili Yasemin, yani Kaplumbağalarda Uçar geçen hafta Perihan Mağden'in son kitabı Refakatçi'yi yazmıştı blogunda... Ben de, Yasemin'in blog yazılarını sürekli ve severek takip eden biri olarak ''Bir de ben sevebilsem onu!" diye bir yorum bırakmıştım. Sonra ''Niye ki?'' diye soran sevgili Yasemin'in merakı üzerine şöyle bir yorum yaptım: Aslında, aykırı duran, bu anlamda sözü olan, hatta marjinal insanlara saygım sonsuzdur. Anarşist duruşları severim. Ama bu duruş bir ''iddia'', kendini başka bir yere taşıma, farklı kılma özelliği gibi kullanılırsa, kişiliğin ve farklılığın bir kanıtı gibi göze sokulursa, o zaman beni kimse tutamaz...

Perihan Mağden bana samimiyetsiz ve doğal değil gibi geliyor. Ve tüm bu aykırılık halini bir imaj olarak giyindiğini düşünüyorum. Bu yüzden sevmiyorum. Belki de sorun benim algılamamda, bilmiyorum.


Sonra merak ettim: Bende mi gerçekten sorun, yoksa ben haklı mıyım?

''Alemlerin En Siberine Düştüm Bir Zamanlar'' 2.Bölüm

Öncesi

Şaşkın ördek başlayıp, usul usul büyüyen kahramanımız; ''Aradığı arkadaşı nasıl anlatıyor'' bölümüne de bunları yazmış:

Bu alemde, özellikle kadınların profillerinde bol miktarda uyarı levhası olması; kendilerinin ve erkeklerin neden burada olduklarının farkında olmadıkları (belki de fazlasıyla farkında oldukları,) bunun yanısıra, genelleme yapmaktan mümkün olduğunca uzak kalmaya çabalamama rağmen yine de çoğunluğun, tıpkı gerçek hayatın içi gibi; kendilerini ayrıcalıklı bir yere taşıdıkları izlenimi yaratan ve de bunun keyfini çıkaran bir anlayış içinde olduklarını zevkle izliyorum. Hem kendilerine gösterilen ilgiden memnun, bunun yanısıra da biraz yukardan bakan seçici bir tavır. Burada seçici tavıra bir eleştiri olduğu anlaşılmasın. Bunu samimi ifadelerle belirtenlere selam olsun. Benim eleştirim, ´´istemem yan cebime koy´´culara... Hayata dair bu kadar iddalı profiller yazarken, her akşam, birbirinden farklı ruh hallerinde yada arayışta, yaklaşık 3,4 bin kişinin yer aldığı bir platformda bir genelleme yaparak, kendilerine yazılan mesajların niteliğine bakıp en azından neyi istemediklerini belirten bir yanıt yazmamalarının ve umursamazlığın, kendilerini koydukları dünyabilirlik haliyle eylemleri arasında nasıl bir çelişki yarattığına ve sorgulanması gerekenin kim olduğuna dikkat çekmek istedim. Üstelik de, rahatsız edenleri yasaklamak gibi bir olanakları varken... Ve hayran listeleri boş kaldığında neler hissettiklerine tebessüm ederek...

Yani! Şairin dediği gibi: "Bir flarmoni orkestrası veremeyecek sana, kontraplak bir gitarda doğru basılmış bir fa diyezin mutluluğunu... Sevince lafı dolandırmadan söylediğin ´´seni seviyorum´´gibi, basit bir öpücük yetecek sana... Basit sıcak bir öpücük... Ve o öpücükle dolacak tüm günlerin, tüm düşlerin... Ve o öpücük için yapacaksın hayatının kavgasını... Bir ıslıkta bulabileceksin en uzun dostluk romanını... Bilmiyorum diyebileceksin bilemediğinde ve çok normal olacak bilemeyişin... Tek dereden su getirmek yetecek bir 'istemiyorum'´´diyebilmeye...


3.Bölüm:Sonra neler oldu:))

Şairden kasıt Nazım Hikmet'tir.

''Alemlerin En Siberine Düştüm Bir Zamanlar ''Yazı Dizisi: 1.Bölüm

Bu dizi La Paragas'ın bir sosyal hizmet projesidir !

Dört evvel zaman önce, şaşkın ördek günlerde, hiç bilmediği bir aleme düştü bir adam; reel denenin kurduydu da, sanal denen alem nasıl bir yerdi ki hele.. .Önce, kıyısından köşesinden baktı. Sonra, ilgisini çekmeye başladı. Sonra, alemin haleti ruhiyesine şöyle bir göz atıp, sosyolojisi üzerine gözlemler ve ona dayalı düşünceler de oluşturunca kafasında, başladı yepyeni bir hayat; eğlenceli, meraklı, sınırda bir heyecan... Sonra da, oturup bir profil yaptı. Aha da şöyle yazdı, kendini nasıl anlatıyor bölümüne:


Sonrası:

Anket defterlerine yanıtlar yazan okullu çocuk heyecanıyla gelmiştim buraya; ama gerçeğin tokadı fena şapladı suratımda... Gerçek hayata nal toplatır bir sahtelik ki sormayın gitsin.... Orada, hiç değilse gözlerine bakıp yakalayabiliyorsunuz... Burada, tam bir altı kaval üstü şişhane... Herkese,´´ yapıştımı bırakmayan bir ısrarcılık´´ gömleği giydiren hakim anlayış, ya da gerçekten yapışıp da bırakmayanlar (Burada kastedilen kadınların gözüyle erkekler...Gerçi zararlı haşeratı engelleyici aeresoller de var sistemde:)

Bunun yanı sıra; gerçek tavrını ortaya koyan, ne istediğini bilen, ama umarsız bir çığırtkanlık içinde kaynayıp giden ve bunların tümüyle farkında, hayatın sıradan insanları... Umarım yolları kesişir. Onlar, hayatın matrisinin dışında bir çabayla yaşarken, burada başka bir matrisin içindeler. Ben kendi hesabıma o ölüyor diye son bölümü seyretmediğim, bana kendimce bildiğim ama buradakilerin bir kısmının ne dediğini anlamadığım konuları anlatacak ve beni matristen uzak tutacak Triniti´yi arayan, dengeli bir duruşun yanında sınırda yaşamanın heyecanını da seven, buraya toy gelip sonra da biraz büyüyüp ilk yazdığı profilin romantizminden uzaklaşan, bütün eleştirdiği konuların aynı zamanda da gerçekliğini kabul eden birisi.

Büyümeden öncesi:

Hayallerimin peşinden koştum hep... geçmişten sesler, geçmişten yüzler... Yırtılmamış sevinçler,ve saklı hüzünler yaşadım hep... Ölümsüz idim. Mihenk taşı en büyük aşk... En bi şeydim işte... Sonra bir kış gecesi ansızın... Yıllardır aynı daktilonun,aynı tuşunda kaldığımı anladım birden... Acımasızca geçen mevsimler geçmiş, olan olmuştu... Farkında değildim. Mahalle bakkalı yoktu. Arka bahçedeki dut ağacı yoktu. Oysa ben, aynı aşkı aynı aşkla sevmiştim hep... Şimdi de, dağ başında bir kelebeğin peşinden koşuyorum. İyiyim...


2.Bölüm: ''Aradığı arkadaşı nasıl anlatıyor bölümüne de aha bunları yazmıştı''...

Büyümeden öncesi kısmındaki dizeler, Rıfat Fahir İskit'indir.

20 Mart 2009 Cuma

Bir Femur Kırığı Sürecinin Ohh..Be'si!..


Geçen yıl bugünlerde... Çok keyifli bir cumartesi gününde, çok hoş bir balık lokantasında kızkardeşim, eşi, ben, erkek kardeşim, çocuklar rakı balık muhabbeti yapmıştık. O gecenin yıldızı Tırtıl bizi gülmekten kırıp geçirmişti. O keyifli günün ertesinde öğle üzeri yine bir araya gelmiş, mangalı da yakmıştık. Ben bilgisayarımla, kızkardeşimin eşi mangalla meşgulken, çocuklarda dışarıda oynuyorlardı. Aradan kısa bir süre geçti ki,Tırtıl'ın ''çok acıyor!'' diyen ağlama sesini duydum. Nasıl olduğunu kimsenin konuşmak ve hatırlamak istemediği için bilmediğimiz, bilmekte istemediğimiz bir şekilde ufacık bir kaza sonucu kanapeye yatırdığımız Tırtıl'ın alt tarafını soyduğumda; sadece diz kapağında ufak, her normal çocuk düşüşünde olabilecek bir sıyrık, sağ bacağının üst yan tarafında da yine benzer bir sıyrık vardı. Bana kalsa bir şey yok deyip belki de akşamı edecekken, bu konularda çok hassas olan kızkardeşimin eşinin önerisiyle tanıdık bir özel hastaneye gittik. Film odasına aldıklarında, ilk diz kapağınınkini çektiler ve sonuçta bir olumsuzluk yoktu. Tam içime su serpilmişken, kalça bölgesinden bir film çektiler ki sonuca bakan doktorun yüzü anlatmaya yetti herşeyi... Sonradan öğrendik ki bu bir femur kırığıymış.

O anki hissiyatlar, olayı anneye haber verme anı ve ötesi ayrıntıları, dışa vuran kaygıları, üzüntüleri bir dosta yazılmış mektuptaki duygularımı; bir gün, tarihe not anlamında yazmak istiyorum. Ama bu blogu bazen Tırtıl da okuduğundan, bunu bir süreliğine erteliyorum.

Kısaca femurdan söz etmem gerekirse: Ameliyatını yapan doktorumuzun da dediği üzere, bizim başımıza gelen kendilerinin de ilk kez karşılaştıkları türden bir kırıkmış. Femur(başı) kırıklarının önemi şurada: Büyüme çizgisi denen yeri ve o hassas kapsulü içinde barındırması... Ve bizim kırığımızın tam da o noktada idi... Konuyu daha açamıyor ve olumsuz sonuçların neler olabileceğini, tüm yaşamı etkileyecek ne tür riskler içerdiğini Tırtıl faktörünü göz önünde tutarak yazamıyorum. Bunu yaşayanlar ve başına gelenler bilirler. Ve google üzerinden; dilerim kimsenin başına gelmez ama hayat bu; eğer birileri ihtiyaç duyup arama yaparsa ve bu yazıya ulaşırsa, bir faydası da olsun istiyorum.

Biz ilk yattığımız hastanede ameliyattan bir gün önce, ameliyatta gerekli görülen vida, platin levhalar ve benzeri malzemenin gelmesini beklerken, doktor anneyi görüşmeye çağırdı. Anne döndüğünde odanın dışında, camın kenarına oturmuş ağlıyordu. Dışarı çıktığımda doktorun anlattığı olası riskleri ve bunun gerçekleşme oranını söylediğinde, gök kubbe üzerime çöktünün pratikteki karşılığının ne olduğunu o gün anladım.

Olayı duyup ziyarete gelen kuzenimin eşi, kendi annesini aynı yerden ameliyat eden doktorla da bir konuşsak deyince; o gün, ilk doktorumuzun anlatımıyla olayın ciddiyetini de fazlasıyla anlayınca, tanıdık ne kadar doktor varsa ayağa kaldırdık. Onlar vasıtasıyla tüm ortopedistlere ulaştık nerdeyse... Gelinin önerdiği doktorun siz yapsanız bu ameliyatı teklifimize verdiği yanıt: ''Fakülteye gidiyorsunuz, ameliyatınızı Yılmaz Tomak'a yaptırıyorsunuz. Sonunda da çocuğunuzu sapasağlam bir halde elinden tutup götürüyorsunuz.'' olunca; bu kez anne ilk olarak çok dostu, ablası saydığı bir prof'u aradı. Onun, Yılmaz Tomak'ın kendisinin de öğrencisi ve herşeyden önce çok iyi bir insan olduğu temelinde bir sürü övgü dolu sözü üzerine karar verildi. Yine tanıdık, üniversitenin farklı bölümlerinde çalışan doktorlardan da gelen olumlu referanslar sonucunda, sabah o özel hastanede ameliyata girecekken, o an şehir dışında bir toplantıda olan anne arkadaşının '' aradım, sizi fakültede bekliyorlar'' telefonu üzerine, o gece Tırtıl'ı hastaneden alıp bir ambulansla üniversite hastanesine götürdük.

Femur kırıkları konusunda uzman ekibin de ilk kez karşılaştığı bizim olayımız, parçalı bir kırıktı. Bunu çok önemli bir not olarak belirtmek isterim.

Çok başarılı geçen ameliyatın ardından önce göğüse kadar alçı içinde, alçı sonrasında bacağa takılan aparatla uzun bir süre yatağa mahkum olan Tırtıl, yaz sonunda son tellerin alınmasıyla yürümeye başlamıştı. Aklıma gelmişken yine bilgi anlamında şunu belirtim: Bu ameliyat tedbir anlamında vida, platin ve benzeri yedek parçalar hazır edilmesine rağmen hiç biri kullanılmadan, orjinal kırıkların toparlanmasıyla gerçekleşmiştir.

Ve dün bir yıl sonra, bu ameliyatın sonuçları açısından en önemli kontrolü vardı. Beklenen bu önemli sonuçta şudur: Ameliyat kemiklerin kaynaması, yerli yerine oturmasıyla başarıya ulaşmış olmuyor. Bu yerin önemi dolayısıyla, o bacağın büyümesi için bölgedeki kan akışının devam ediyor olması gerekli. Bu kırığı gelecek açısından önemli kılanda bu. Ve burada patolojik bir olumsuzluk olup olmadığı da ameliyattan sonraki altı ay içinde belli oluyormuş genelde.

Ve dün hayatımın en gerilmiş anını yaşadım. Bilgisayardaki filme bakan, sonuç ne olursa olsun sözünü edeceğim düşüncelerimin değişmeyeceği, ameliyatın olduğu gün çekilen ilk filme bakışından duygularını ve mesleğine sevgisini hissettiğim... O bakışta, herşeyden önce yaptığı eserle gurur duyan, ona bakarken duygularını paylaşan bir heykeltraş, bir sanatçı keyfi gördüğüm. Ve o gün, dünyanın neresine gitsek daha iyisi olmayacak duygusunu bize, sadece o duruşuyla hissettiren, o güveni veren; herşeyden önce, çok ama çok insan; ameliyat evresinde doçentken bu genç yaşta prof ünvanını aldığını dün öğrendiğim Prof.Dr.Yılmaz Tomak'ın ağzından dökülen sözcükler bir anda tüm korkuları kaygıları silip, o gerilimin bütün zembereklerini boşalttı. O an, bütün bir gerilimli yılın patlama anıydı. Tüm aile, ki en çok da kendini bu olayın sorumlusu addeden amcanın, yani hepimizin kendimizi çok ama çok kötü hissedeceğimiz bir geleceğin ışıldama anıydı. Ağızdan çıkacak sözcüklerin olumsuz olması demek bir tükeniş ve mutsuz bir gelecekti.

Hayatımızda hiç kimseye minnetimiz olmadı, minnettarlık duygusu yaşayacağımız şeyler de olmadı. Ama hayatımda ilk kez bir insana minnettarım; ve hepimiz aynı duygular içindeyiz. Bu kişi: Bize bir yaşam bahşeden, olmazı olur yapan, çok başarılı bir doktor olmaktan çok çok daha ötede, çok ama çok büyük bir insan: O.M.Ü Ortopedi ve Travmatoloji bölümünden Prof.Dr. Yılmaz Tomak'tır. O, yüzlerimize yeniden kocaman bir gülücük konduran, başta Tırtıl olmak üzere, hepimizin kahramanıdır. Onu ve ilgilerini hiç bir zaman eksik etmeyen, son derece sempatik ekibini hep şükranla anacağız.

18 Mart 2009 Çarşamba

Mr.Brooks


İzlerken kendi hakkında sürekli kararlar oluşturmama sebep olan. Bir türlü nereye konumlandıracağıma karar veremediğim. Sürekli, yüzümde iyi ve eğlenceli bir sinema tadı yaratan tebessümün eksik olmadığı bir zevkle izlediğim. Aslında ne kadar doğru bilmem ama; Kevin Costner'in oynadığı anti kahramanla birlikte, Demi Moore' un oynadığı sıradışı polis karakterine ironik bir sevgi duyduğum. İki karakterin istenilen gibi değil de istedikleri gibi olma duruşlarındaki dikliğe ve gözükaralığa sempatiyle baktığım. Kevin Costner'in William Hurt'la vücut bulan ötekisi ile barışık, sakin konuşmalarından felsefik düşünceler çıkarmaya çalıştığım. Seri katil, polisiye, cinayet filmlerinin tümü üzerine sanki bir kolaj sunan. Belki mükemmel demiyeceğiniz ama ironik bir şekilde ilginç, eğlenceli ve kendine has bulacağınız. Belki de sırrı Kevin Costner'in ağzından dökülen:"Tanrım, değiştirebileceğim şeyler için değiştirme cesareti ver, değiştiremeyeceğim şeyler için ise kabullenme gücü. Ve bu ikisi arasındaki farkı anlayabilmek için de bilgelik ver'' cümlesinde yatan ...

Üzerine hiç kötü şeyler düşünemediğim bir keyifle izlediğim. Demi Moore' un neden polis olduğu sorusuna verdiği yanıt üzerine düşündüğüm. Bazen heyecanla, bazen tebessümle, bazen içim acıyarak, bazen de merak ederek izlediğim ve sevdiğim. Karanlık ve klostrofobik bir havası da olan, ilginç ve zeki bir filmdi. Ben izleyin derim. Hatta mümkünse arkadaş grubunuzla birlikte... Çünkü üzerine çok konuşursunuz.

17 Mart 2009 Salı

Sanatın ve Sanatçının Dostu La Paragas: Ezgi'yi İftiharla Sunar



Ezgi: Sevgili arkadaşım, süper güzel, Gülüşü Muzur,Ruhu Huysuz ve Tatlı Kadın'ın kendi kadar güzel,henüz üniversite öğrencisi yeğenidir.Ve bu kayıt tamamıyla amatörce ve ev koşullarında yapılmıştır.Yakın zamanda hazırlanacak demosunu yayınlamak umuduyla,Ezgi'yi sizlerle buluşturmak ve beğenilerinize sunmakta bizim için bir gurur kaynağıdır.Ne mutluki bize; sanat hayatının ilk basamaklarındaki sanatçılar, tüm büyük medya organlarından gelen teklifleri ellerinin tersiyle itip La Paragas'ı tercih ediyorlar:))Biz de; resmini koysak alemi sallar güzellikteki sevgili Ezgi'ye başarılar dilerken,onun yıldızının; birgün, çok ama çok yukarılarda; ve çok parlak ışıldayacağını biliyoruz.

Şarkının aslı Şebnem Ferah'ın'' Sil Baştan'' dır.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP