14 Mart 2009 Cumartesi
Tuttum Zamanı!.. Müslüm Baba Seni Seviyorum.
İki gündür Müslüm Babanın son albümü Sandık'tan Tutamıyorum Zamanı adlı şarkıyı dinliyorum. Ben bu adamı acaip seviyorum. Önüme gelene şarkıyı yolluyorum.
Gülüşü Muzur, Ruhu Huysuz ve Tatlı Kadına dün msn den yollamıştım. Gripti ve keyfi yoktu. Onu bir dergiye kapak yaptım ve dünyanın bir çok ünlü kentindeki bir çok bilboarda resimlerini koydum. Gülüyor...
Bu şarkı yüzünden arkadaşlarıyla kayıklara içmeye gitti.
Üzerine Dondurma Konmuş Vişneli Ekmek Tatlısı Kadın o ara online' dı... Önceki Müslüm albümünden Artakalan sevdiği şarkıydı ve bir günün tamamında sadece onu dinlediğini biliyorum. ''İster misin?'' dedim, ''Lafımı olur,'' dedi.
Zamana daldım şarkıyla ve dışardaki yağmurla birlikte: Arabayı şehrin en yokuşlarından birinin tepesinde park eder, sulu karlı akşamlarda iki kadehi torpidonun üzerine çıkarır, yağan yağmura, çalan müziğe, lakırdılarımıza katık ederdik Buzbağı. Yağan yağmurdan sakınıp da kapşonlarına, şemsiyelerine, sevgilililerine sığınarak yürüyenlere bakar, kendi sıcağımızın keyfini çıkarırdık.
Ya da konyak ve çikolatalar alır, dışarıda lapa lapa kar yağarken sıcacık bir tren kompartumanından akıp giden ağaçlara ve zamana, çağıl çağıl derelere, her geçilen evdeki hayat öykülerine, durulan her istasyon binasının muhteşem yalnızlığına baka baka, eski kente giderdik.
Uzun zamandır ikisini de yapmadığımı fark ettim bugün. Yığdığım odunlara çakmağı çaktım ve onların çıtırtılarına karışan Müslüm Babayla, tutamadığım ama bundan da çok memnun olduğum zamana bakıyorum. Bir düş (üm) var, ona gülüyorum. Trenin saati geçti. Akşama yemek olmasa, yağmurun altında içmek vardı.
Ya da şimdi, şu anda olduğu gibi Müslüm Babaya odun çıtırtıları eşlik ederken, yanağımı sol elime yaslayıp masaya koyulmuş dirsekten destek alarak tutamadığım zamana, o zamanı anlamlı kılan tüm yol arkadaşlarıma bakmak...
Bakıyorum.
13 Mart 2009 Cuma
Mutlu Mutlu Mutluluk Yazdım...
Mimleri seviyorum. Çünkü bunları değerli kılan, mimlerin kendisinden öte o mimlerin geldiği yerler... Onların satır aralarında yakaladığım, gördüğüm derin kimlikler, ki o kimliklerin dünyalarında var olmak bana değer katıyor. Dün sabah Sevgili Ateş Böceği "Sence mutluluk ne?" diye sorarak, bana bir mutluluk yaşattı. Ben de oturup mutlu mutlu bu yazıyı yazdım. Bakalım birlikte, ne imiş bence mutluluk?
Mutluluğun insanın bakış açısında saklı olduğuna inanırım. O bakış açısı ve hissediş, doğduğunuz aile ve o ailenin ilişki içinde olduğu çevreyle doğru orantılı olarak gelişir. Mutluluk da diğer olumlu, olumsuz bir çok duygu gibi öğrenilen bir şeydir, ben öyle düşünürüm.
Birileri size oturup anlatmaz bunları, siz tanık olursunuz, zamanın kumbarasında biriktirirsiniz, öğrendikçe çoğaltırsınız. Sormazsınız kendinize ben mutlu muyum diye, doğal bir akışkanlık halinde yaşarsınız... Soru, mutsuz anlarınızda gelir, neden ya da niye diye.
Aslında boş dolu bardak klasik cümlesinin yorumunda bulur kendini mutlu olma hali... Ben o cümleye kabul gördüğü, bir çok insanın değerlendirdiği, seslendirdiği anlamda bakmam. Genel kullanımında boş tarafı görmezden gel telkininin yattığını düşünürüm. Kendine bir rüya hali yaratmaktır bu... Eğer bakış; daha doğrusu yorum bu olursa, doluluk da gerçek değerini ve mutluluk halini barındırmaz içinde... Boş taraf da bizim gerçekliğimizdir. Onla baş etmeyi, kabullenmeyi, direnmeyi ve dik durmayı bildiğimiz, öğrendiğimiz gün bir anlamı vardır dolu tarafın da.
Evet mutluyum. Hayatımın her evresinde mutluydum. Yaşadığım ve yaşamakta olduğum hayatı şöyle nitelerim: İçinde acılar, kederler, yenilgiler, üzüntüler, bazen ufak da olsa kaygılar olan mutlu bir hayat; içinde düşlerin, hayallerin olduğu bir gerçeklik hali...
Mutsuzluğunu anlat dendiğinde yaşadığım ve anlatabileceğim hiçbir şey yoktur. Bu, hayatımda acılar yoktur anlamına gelmesin. Fazlasıyla vardır. En sevdiklerimden bir çok kişi mezarlardadır. Ayrılıklar vardır. Doğalının, olması gerekenin olmadığı ve bu olmamazlık hali yüzünden yaşam anılarında eksiklikler kalmış insanlar vardır. Ve bu hal onların suçu değildir. Evet bazen oturup düşündüğümde, bu durum fazlasıyla da acı verir. Ama tüm bunlar, genel anlamda kendimi; mutluluk kavramından baktığımda, mutsuz diye niteleyebileceğim olgular değildir. Her biri, kendi hissettirdikleri ile tanım bulan anlardır bende...
Otursam, bu yazı yerine acılarım deyip bir yazı yazsam ve hayata sadece oradan baksam. Bir de damardan bir arabesk koyup yanına da bir şişe açsam. Öyle hissetsem. Hayatla oyunumuzda ortaya çıkan bazı sonuçların nedenlerini ona yüklesem. Hayatın bir yalancı, bir dolandırıcı olduğunu düşünsem: Ya kafama sıkıp giderim ya da captaiin'in dünkü yazısındaki gibi, bir urgan yeter. Oysa biz hayatla her gününde bir sürü bonus olan, çok keyifli bir oyun oynuyoruz.
Mutluluk hem çok kolay hem de çok zor elde edilebilir bir olgudur. Tıpkı tek gerçeğin, algıdaki gerçek olduğu kuramsal doğrusu gibi... Tıpkı aynı somut halin farklı algılarda farklı anlamlar bulan gerçeklikler olarak dile dökülmesi gibi... Mutluluk her günün içinde saklanmış ve gün boyu öncül ve artçılarıyla devam eden bir devrim halidir, hem de sürekli bir devrim.
Bir kahve fincanındadır, demli bir bardak çaydadır, bir merhabada, bir şarkının en güzel sözcüğünde, bir e-postada, bir kadının en sıkıntılı halinde yüzüne oturtabildiğiniz tebessümde, bir bakışta, taşrada bir sokak arasında o gün keşfettiğiniz bir dondurmacıdaki bir tabak dondurmada, bir ağacın üzerindeki kuşta, yüzünüzü okşayan rüzgârda, önünüzde yürüyen iki sevgilide, söylediğiniz kışkırtıcı bir cümleye bir kadın tarafından söylenmiş tek bir sözcükte ''Deli,'' dedir.
Bir doğum gününüzde, hiç ummadığınız bir sürprizle tüm yasakları delip riskler alarak, arkadaşlarınızın, 12 eylül paşalarına ayrılmış yemek odasında, onların masalarına donattıkları sofradadır. Bir cezaevi karanlığında, hiç unutamadığınız, adı aklınıza yazılı bir genç kıza, bir öğretmene yazılmış bir küçük kardeş mektubundaki, ''Buralarda kayısı ağaçları çiçeklendi,'' cümlesindedir. Çağrıldığınız ziyaret bahçesinde, bin yıl düşünseniz aklınıza hiç gelmeyecek, izinizin kaldığı okul arkadaşınızın elinde bir kutu kuru pastayla sizi görmeye geldiği andadır.
Bir ayna üzerine yazdığınız bir cümleye, baş ucuna bıraktığınız bir tek güle bakıp, ona izler bırakarak yönlendirdiğiniz yerdeki hediyeye gitmeden, yan odada oturmuş kucağınıza en pijamalarıyla gelen kadının dolanmış kollarının dudağınıza kondurduğu tutkulu öpücüktedir. Bir tren penceresinden baktığınız akıp giden zamandadır. Bir vapur güvertesinde yanınıza oturacak düştedir. Binlerce mekânda binlercesini içtiğiniz biralardan birini hepsinden farklı yapandadır.
Her sorusuna yanıtlar verdiğiniz minicik bir çocuğun, bir gün bir sorusuna bilmiyorum dediğinizde; onun kocaman yüreğinin ses tonundaki, koca koca anlamlarla yüklenmiş ''Sen harika bir babasın,'' cümlesindeki, teselli ediştedir.
Bunların her biri birileri için hiç bir anlam ifade etmezken birileri için çok şey ifade edebilir, eder! Mutluluk elimizin altındadır. Bulamadığını iddia edenlerin aradıkları yerler yanlıştır ...Suçlu bizizdir...Suçlu ne yaşam, ne öteki, ne de kaderdir.
Andre Gide'ın muhteşem bir sözü vardır: Yasam çok zalim bir ögretmendir. Önce sınav yapar, sonra dersi verir.
Ben o sınavları hep sevdim; ve hayatla eğersiz ve hiç küsmeyen bir arkadaşlığımız var. Ben onu olduğu gibi seviyorum, o da beni...
O an hissettiklerimi bir blog yazısı yapmayı düşünerek not aldığım çok taze bir mutluluk örneğimin giriş kısmını, o anki kelimelerim ve başlığımla buraya taşıyayım ki benim için mutluluğun ne kadar emek verilerek elde edilmiş bir kolaylık olduğuna örnek olsun. Aşağıdaki yazımda her bir cümle, her ifade ettiğim, tek başına da bir mutluluk anıdır ve bunların toplamı da sadece o gün yaşanmış kocaman bir mutluluktur. O ânı yaşamak, ondan tat almak sadece o günlük bir şey değildir de aynı zamanda!. Zamanın kumbarasındaki kocaman bir anlar birikmişliğidir .
Bir Fotoğrafla Ayaküstü Bir Gönül İlişkisi...
Bir fotoğraf gördüm... Kalabalık; gülüp eğlenen kadınlı erkekli bir kalabalık... O Fotoğrafın içinde bir fotoğraf gördüm: Gözüm önce takıldı, sonra baktı, sonra gördü... Görünce, daha çok baktı. Kalabalığın içinden kadını ayırıp tek kişilik bir fotoğraf yaptım. Gözlerimin içine bakıyordu. Gözlerinin içine baktım. Tanıyordum. Tanıdım... Tanıdı... Kalabalıktı, mutluydu... Ona seslendim: ''Bir insan onca kalabalığın içinde ancak bu kadar farklı ve tek durabilir, ruhun bambaşka, bu çok hoş!..'' ''Aşırı sıcak ve dumandan ötürü bir parça bayılmış olmanın da etkisi var o ruh üzerinde desem,'' dedi. ''Ben gördüğünü okuyabilecek biriyim desem,'' dedim.
O fotoğraf şimdi gözümün ucunda, düşümde...
Mutluyum.
Doğru Söze Ne Denir...Haklısınız:))
“Her kadın biraz Budisttir... Çünkü hayatında mutlaka bir öküze tapmıştır...”
Bu yazıyı bir arkadaşımın msn iletisinde günlerdir görüyorum ve çok gülüyorum.Dün bunun aslı astarı ne imiş dedim.Ya da kimden çıkmış bu anlamlı laf diye şöyle bir bakındım;meğerse şu sıralar en popüler forward mesajıymış.Hatta Reha Muhtar bir köşe yazısı bile yazmış.Ben çok sevdim;belki duymayanlar vardır diye paylaşmak istedim.Üzerime alınmadım.İçim rahat:))
12 Mart 2009 Perşembe
BİLMİYORUM....
Bizim varoşlarda ,bizim bakkal sahibi her gencin derdini bilir...genci yaşlısı bizim ağabeye dert anlatmaya gelir.bizim ağabey de dinlemeyi bilir.
o gençte gelirdi...söverdi kızdıklarına.
ben bir merhabaydık o gençle sadece...
Ağabey sigara derdi...
iki dal önündeydi.
Bizim varoşlarda böylesi gençlerden çok olur.Lise terktir birçoğu;birçoğu, onu bile çok görür kendine.Bizim gençte o gençlerden...di.
Bizim gencin adı Mustafaydı…
Yaşı 18 di.
Tertemizdi...
O Gün cumartesiydi.
Gece şakır şakırdı yağmur iken...
Bir çığlık duyduk...
Mustafa kendini asmış...
Dört gündür başka bir alemdeyim...
sadece düşünüyorum…
insanlar Mustafayı söylüyor.
Herkesin ayrı dilden konuştuğu açık.
Ben sadece “neden” diyorum.
Bir genç ve sıradan bir hayat ve bir urgan!
Bu kadar basit... mi?
10 Mart 2009 Salı
Ey Kadınlar Gözünüz Doysun...
Kadınların özgürleşmek anlamında öne çıkardıkları ve mücadelesini verdikler tüm konular üzerindeki çabaları boşunaymış. Bugün bunu öğrendim. Ve bu öğrenmenin ardından duyduklarımı bu yazı yoluyla paylaşarak, kadının özgürleşmesi yolunda bir ışığa neden olabileceğim için de gururluyum.
Ve kadınların bu haklı mücadelesinde yanlarındayım. Bütün tanıdığım erkekleri de elimden geldiğince bu çabaya ortak edeceğim. Her ne kadar kadının özgürleşmesinin erkeğin elinden geçmesine karşı olsam da, şu an itibariyle başkaca da bir çare gözükmemekte...
Kadın özgürlüğünün yolu çok basitmiş ve bir çok kadın da farkında olmadıkları bir özgürlüğe sahipmiş aslında; ya da bu kadın milleti fazlasıyla nankör.
Bazı siyasilerin Tunceli merkezli çabaları, eşya dağıtımı henüz özgürleşememiş kadını özgürleştirmek; bütün değerlerden daha önemli, hatta en önemli bir hakkı vermek içinmiş. Hep birlikte haksızlık etmişiz; şimdi özür dileme zamanı... Bir özür de kocalarınızdan, erkeklerinizden dileyin kadınlar; sizi başının tacı sayıp özgürleştirdikleri için...
Ey erkekler; kadınınızın özgürlük mücadelesine destek verin, verelim; eğer yoksa ona bir çamaşır makinası alın, alalım... Az özgürlük dersen merdaneli, çok veren kesesinden dersen full otomatik...
Hiç bir şey yapamıyorsan bir taksitli kampanyaya gir, ilk taksidini sen ödeyerek özgürleşmesinin yolunu aç, kalan taksitleri o ödesin. Özgürleşme yolundaki mücadelesine sahip çıksın emek versin.
Ve gün itibariyle kadın mücadelesinin sloganları şu şekilde değiştirilsin.
Yaşasın Kadınların Özgürlüğü...
Yaşasın kadının çamaşır makinası sahibi olma mücadelesi...
Merdaneli yetmez... iki üç... daha fazla özellik...(asıl sloganın selam kısmını uyduramadım, Ernosto'yu da sığdıramadım:))
Ve bu satırların yazarı olarak, tüm erkekler gibi kadının değerini her zaman bilmişimdir. Öyle olmasa, yazının resmi kadının erkek gözündeki en değerli çalışma alanından, üstelikte çamaşır makinasıyla çok alakalı bir mekandan olmazdı.
Bütün bunlar nereden çıktı derseniz de buradan buyurun, kadınlar önden...
9 Mart 2009 Pazartesi
Naz Özsamsun'un İkinci Yağlı Boya Çalışmasını İftiharla Sunarız...
Resim; henüz eğitimde olduğu için öğretmen tarafından ana hatları kurşun kalemle çizilen tabloların, ressam Naz Özsamsun tarafından boyanmasıyla oluşmaktadır. Naz hanım büyük bir incelik gösterek, kendisiyle ilgili resimler dahil tüm bilgilerin yayın haklarını dev medya kuruluşlarından gelen tüm teklifleri elinin tersiyle iterek La Paragas'a vermiştir. Bu tercih edilme tüm La Paragas ailesi olarak bize fazlasıyla gurur veren; ve çalışma azmimizi artıran bir durumdur.Kendilerine teşekkür ederiz.:))
Naz Özsamsun kimdir derseniz buradan buyurun...:))
8 Mart 2009 Pazar
Luna...Ay
Ülkemizde, sinemalarda oynatılması konusunda o yıllarda büyük tartışmalara neden olan ve çok özel izinlerle vizyona girebilen, izleme fırsatı bulabildiğim bu film: Ergenlik dönemindeki sorunlu, uyuşturucu bağımlısı oğlunu kurtarmak için tensel yakınlığını kullanmak zorunda kalan -Jill Clayburgh'un muhteşem oynadığı, opera sanatçısı sıradışı bir anne ile oğlunun öyküsüdür.
Enseste dair sahne içermekle beraber, asla bir ensest filmi değildir.
Bertolucci bu sıradışı filmde anne-oğul ilişkisinin karmaşık, sırlarla dolu bağını, çaresizliklerini, gerilimli ve derin bir psikolojik sorgulamayla ortaya koyar.
Film daha çok, anne-çocuk ilişkisinde, bir annenin çocuğu için fedakarlığının sınırlarını, ergenlik sorunlarını tartışmaya açarken; aile olamamanın çocuklar üzerindeki olumsuz etkilerinin sonuçlarını da göz önüne serer.
Ve çok sıra dışı bir halden yola çıkarak, ahlak anlamında bütün boyutlarını göz önüne serdiği olay üzerinden bir sorgulama yaparken, idealize ettiği ve doğru bulduğu tavrıda ortaya koyar.
İşin özü; insana dair, sevilen öteki için fedakarlığın nereye kadar olduğunu, suçluluk duygusunu, derin bir yanlışı farketmenin ve onu telafi edebilmek adına insanın nerelere sürüklenebildiğini içinde barındıran; toplumun genel bakışı ve değerleri noktasında, ahlaksızlık ya da ahlaklı olmak ikileminde tam bir sırat köprüsü hal ortaya koyan öyküsüyle, insanın düşünce dünyasına çok şey katan; renkleri, müzikleri, olağanüstü sahneleriyle çarpıcı, vurucu, sıradışı, ters köşe bir filmdir.
Ve ne yazık ki izleyiciyle yeteri kadar kucaklaşamamıştır.