5 Mart 2009 Perşembe

Kısa Günün Kârı!..


Dün gazetelere göz atarken, kendisine özel bir ilgim olduğundan Ersun Yanal İstifa Etti spotunu görünce Hürriyet com tr.de, bir sazan olarak tıkladım hemen haberi... İçerikte, haberin -adını özellikle yazmadığım-bir yerel internet sitesi tarafından, sabah antremanına katılmadığı gibi bir takım gerekçelerle desteklenerek verildiği yazıyordu. Haber daha sonra Ersun Yanal'ın böyle bir şey olmadığı ile ilgili açıklamalarıyla geliştirildi. Akşamda, Trabzonspor yönetim kurulundan, bunun takımın başarısını çekemeyenler tarafından ortaya atılmış olduğunu içeren hamasete dayalı sert bir açıklama geldi.

Bugün; dün konu açıklığa kavuşmuş olmasına rağmen, yine Hürriyet'te spottan Trabzon'a İstifa Bombası Düştü diye verilen haberin içeriğinde; gelişmelerle birlikte, söz konusu yerel sitenin bugün yayınladığı şu açıklamasına da yer veriliyor: "Haberimiz meslek yaşantımızın en talihsiz yol kazalarından biri olmuştur. İstihbarat kaynağımızdan gelen bu bilgiyi doğrulattırmadan sitemize koyduk. Haberi ilk duyuran olma heyecanıyla yaptığımız bu büyük, ’yanlışlık’ için özür diliyoruz" .

Biri büyük, biri de yerel iki medya kuruluşu... Siz ikisi arasında ahlak açısından bir fark görebildiniz mi?

Reklamın iyisi kötüsü olmaz sözcüğünün akıllılık örneği gibi sergilenmesinden iğrendiğim kadar; amaca ulaşmak için her yol meşru çirkinliğinden de iğrenmişimdir. Böyle bir istihbaratın gelmesiyle Ersun Yanal'ı ya da Trabzonspor yönetim kurulundan herhangi birini telefonla arayıp haberi doğrulatmak arasında geçecek zaman, yazının yayınlanır hale getirilmesinden daha uzun sürebilir mi? Özellikle bugünün iletişim teknolojisi göz önüne alındığında...

Oysa yan masadan, ya şöyle bir haber patlatalım gündeme oturalım uyanıklığındaki kişiden gelen öneriyi istihbari bir haber sayıp, o gün bunun ulusal medayada da yer bulacağını görüp kendi sitesini gündeme oturtan, gün boyu tık rekorları kırdıran ve ertesi gün de yine oturduğu yerden bir özür mesajı yayınlayarak ''etik bir güzellikte'' sergileyen çalışan: Akıllı ve uyanık olarak değer görüp, el üstünde tutulurken; işin ahlaki anlamda doğrusunu yapacak muhabirin akıllı addedilmesi ve çalışkanlığının takdir görmesi olası mıdır?

Siz bu olaydaki samimiyete inanabildiniz mi?

Ekmek aslanın ağzında değil ,ekmek ahlaksızlığın ağzında...Uzanabilirseniz!

Hayat kirleniyor (mu?) Hergün biraz daha...

4 Mart 2009 Çarşamba

Sevdiğim Şair, Sevdiğim Şiir Mimi...

Bu kez mim soldan soldan geldi. Soldan geldi derken; şiirle ilişkim ideolojik temeller üzerine kurulu olduğundan. Başta Nazım, Lorca ve Neruda olmak üzere diğerleri...

İyi bir şiir okuru değilim. Bugüne kadar elime alıp başından sonuna okuduğum bir şiir kitabı olmadı. Arada bir, birini elime alıp sayfaların arasından rastgele okurum. Genelde elime geçen dergi ya da gazete köşelerindeki, seçilmiş şiirlere takılırım. Başta Orhan Veli olmak üzere, yalın ve gündelik bir dil kullanan şairler daha çok etkiler beni. Mesela blog dünyasından Hayatın Ortasında iyi bir örnektir buna... Ama mimin kuralına uyarak kesinlikle bir isim yazmam gerekirse; Nazım Hikmet derim en sevdiğim şair.

Bir dönem sevdiğim şiirleri kağıtlara yazıp oraya buraya atardım. Hatta bir iki tane de kendi yazmışlığım vardır. Bunlar, tıfıl çağların ona buna öykünme, kendine şekil yapma halinde ilerleyen sürecine aittir. Ha bunlar nerede şimdi dersek, arasam da bulamam. Bir gün bir şeyleri ayıklarken elime gelenleri şuraya koyayım bulmam kolay olur demiştim. Koymuştum da... Şimdi o yeri bulamamaktayım.

Mim her ne kadar soldan soldan geldi desem de, asıl geldiği yer önemli benim için... Neden diye bir soru gelirse... Geldi soru... Dedim ya, rastladığım yerde okuduğum dizelerin o an bende yarattığı etki, aklıma çizdiği resim önemli diye... Bir çok yerde tekrar ettiğim gibi, göz önünde olanlardan ziyade saklıda duran, popülizmin rüzgarında yelkenleri şişirilmemiş olanları severim.

Blog alemindeki geçmişim çok yeni, o yeniliğin ilk günlerinde bakınırken oraya buraya; bir blogda bir şiir gördüm; ve sözcüklerini hemen not aldım. Bunlar Kayıp Fesleğen'in yani persona noN grata~~nın, yani A.Nur'un Saklan adlı şiirindeki şu dizelerdi: Uyku tutmuyor beni/Gel sen tut…/ Fakir nakaratlarımın içine bağdaş kur.

Sevgili Kayıp Fesleğen mimi yollarken bana, isterse sevdiği sözcükleri not ettiği defterinden bir şiir çıkarsın La Paragas demiş. Aslında onun şiirine yazdığım yorumda da vurguladığım gibi, cümlelerin altını çizmek, bir yere not almak gibi bir alışkanlığı olmayan, bunu hep isteyen ama bir türlü beceremeyen bir okur olarak, not aldığım cümle çok azdır. Dolayısıyla da şiir... Birde en sevdikleri kategorisine çokça şey koymayı seven, eni değil de enleri olan biri olarak; beni yaşadığım bir olaydan dolayı en çok vurmuş olan, izi derin bir Ece Ayhan şiirini yazmak istedim. Nazım Hikmet'ten, Kelimelerin şiiri için af dileyerek.

MEÇHUL ÖĞRENCİ ANITI


Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı,
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür.

Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:
- Maveraünnehir nereye dökülür?
En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:
- Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir.

Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor
Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır:
Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım

O günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyik
Yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazmıştır:
Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler

Arkadaşları zakkumlarla örmüşlerdir şu şiiri:
Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında
Her çocuğun kalbinde kendinden büyük bir çocuk vardır
Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek

3 Mart 2009 Salı

Kar

Bir gün dışarıda lapa lapa kar yağarken...

Bir boş vaktimde...

Çıtırtılı sobanın başından bilmem kaç senedir baktığım aynı yerlere gözlerimi dikmişken...

Çocukluğumun düş zamanlarına gittim.

Orada bir çocuk, gecenin yakışıklı laciverti günün mavisine dönerken; kır sakallı, iskoç kareli ama ısrarla koyu ceketli; içinde, mutlaka deriden -köstekli saat için- cepli... hatta şimendifer resimli saatin - ben demiryolcuyum dedirten- zincirinin takıldığı bir iliği olan yelek, herdaim cami kokulu...

Hani amcalar kendi ölüm yataklarındayken gözyaşı damlalarının kelime olduğu anlatılardaki göz gözü görmez bir tipinin; kapı altlarından, cam aralıklarından girip de birbirine sığınmış üşümüşlükleri daha üşümüşlükler yaptığı buz kesmiş bir sabahta...

Siyah paltosu bembeyaz olmuş, elinde iki torba kömürle kapı ağzından ''Bu enikler olmasa bu çekilir bir çile mi?'' diyerek, taa istasyondan şehrin bir tepesindeki fakir eve yürüyen...

Sadece bu tavrıyla bile sülaleye sorumlu baba olma duygusunu miras bırakan...

Tabakasından çıkardığı kağıdı baş parmağı ile işaret parmağı arasına sıkıştırıp tütünleri özenle yerleştirdikten sonra dudaklarıyla şöyle bi ıslatıp, alışmışlığın ustalıklı estetiğiyle sardığı ve bunu her seferinde bir ritüele çevirmeyi başardığı sigarasını, ispirtolu çakmağı ile yakan...

Ondan son gazoz parasını aldığımın ertesi günü, ölümün soğuk yüzünü ilk kez hissettiğim Dedenin sabah namazına giderken biz sıcağa kalkalım diye yaktığı mangalın ısıttığı, babannenin sıcağından uyanılmış odada, sokak lambalarının sarı ışıkları altındaki dokunulmamış karı seyrederken; Adamo'nun Her Yerde Kar Var şarkısının tınıları yol alırdı derinliklerime doğru...

İsterdim ki...

Hani demiştim ya yetişkin halimdeyken bi kere daha...

 "Hani ütülenmiş, hala temizlik kokulu ve ev ne kadar sıcak olursa olsun, o çarşafa ilk yattığında hissettiğin tazelik kokan bi soğukluk vardır ya..." tıpkı onun gibi...

...dokunulmasındı  beyazlığa,

hoyratlığın çirkin ayakları basmasındı haketmediği ruha,

hiç iz olmasındı bu bebek aydınlığın üstünde...

O telaşlarla, kimbilir kaç sabah o dokunulmamış keyfi seyrettim.

Ve şimdi...

Bugünlerde yani...

Tıpkı o karın hiç dokunulmamış halini, o saflığı sevdiğim gibi.

Değiyor.

1 Mart 2009 Pazar

Ben deli...


Bir deliymişim...Yani öyle diyorlar.Tescilliyim anlayacağınız bizim akrabalarca.

He bir de Samsunluyum.

Bizim oralar yağmura aşinadır; şimşeğe, göğün sesine ve yıldırıma...

Ummadık yağmurlarıdır, benim şehrimi benim şehrim yapan.Yalanı yoktur hani!..Geliyorum derse gelir koparır geceyi gündüzü...Ne vakit gideceği Allah kerim!

Samsundayım...

Yine bir gün ;gün gecenin kaçık yapacağına gebe...Olgun bulutları ve yağmuru bekliyor.

O dün dedemlerin evi misafirle dolup taşıyor.Bütün büyükler bizde.Büyük halalar, büyük amcalar, cici anneler, babaanneler,onların çocukları, yetişkinler.

Geceyi bekliyorum...Yağmur henüz çise çise...

İki katlı, ahşap, mütevazı bir ev bizimkisi...Yanına da dört katlı beton bir bina dikiliyor.Nasip olursa , bu yaz yapımı bitecek ve ev halkı bu yeni eve yerleşecek...

Derken gece başlıyor.Yağmur bastırıyor.Diyorum ki, geliyor.İşte kopacak.

Evde bir panik hâli, gök gürültüsünü duyan yaşlı başlı ev halkı, koşuşuyor.Ev önü harmanı toplanıp, yağmura hazırlık yapılıyor.Brandalar çekiliyor.Havyanlar ahırlara...Kovalar, maşrapalar damın damlayacağı yerlere diziliyor.Ne de olsa boydan boya ahşap bir ev.''Aman ha kırmızı giyinmeyin şimşek çeker!'' rivayeti dilden dile...

Ve karanlık ve şimşek ve gürültülü bir gök.Ve kopuyor.Sel, su o biçim...Bardaktan boşalmak deyimi halt etmiş.

Deliriyorum...Beni bir gülme alıyor...Göğe,bu haliyle tapıyorum.Balkondayım...İçeri gel çığlıkları arkamda...Prestij'de Nicola Tesla'nın deneylerinden kopma bir sahne…Gök yırtılıyor.

Diyor ki! Burası Karadeniz.Ben Karadenizim.

Evde bir saklanma çabası herkeste,bir o yana bir bu yana...Elektrikli cihazlar çıkarılıyor.Televizyon açanın vay haline .

Sevincim, birilerini huzursuz ediyor...Her korkan ,sinirini benden alıyor.

''Sen nasıl bir insansın!''nidaları peş peşe.

Herkes sesten ürküyor.Bir yıldırımla evin alev alması en muhtemel durum.

Hava, Bering denizinde yengeç avlayan denizcilerin savaştıkları bir hava.

Alıyorum elime piknik tüpümü; bir demlik ,kuru çay, kıtlatmalık küp şekerler, bir battaniye bir de minder...İnşaat aşamasındaki binanın en üst katına taşıyorum bunları.Binada elektrik bile yok, telefonumun ışığıyla yapıyorum her şeyi...O kadar merdiveni çıkmak biraz can sıkıcı elbet...

Diyorum ki''De hadi bana eyvallah!Bu gece beni beklemeyin ''.

Binanın terasındayım...Köyümün bağlı olduğu ilçe ayaklarımın altı...İndikçe iniyor yıldırım.Sanki gün aydınlık...Bir seferde onlarcası düşüyor...Aklımda o gece en büyüğü yakalamak var; en devasayı, en korkutucu olanı...

Yerden yirmi metre kadar yüksekteyim. Nasıl mutluyum.Bir de çocuğum,üstelik Yaş 14 15...Battaniyemin altında, terasa açılan kapının önünde, ufak çatımsı çıkıntının altındayım.Acayip üşütüyor hava.Tüpüm de yanmıyor, rüzgar götürüyor benim alevi.Kalıntı tuğlalardan minik bir duvar örüp, savunuyorum alevimi,kaynatıyorum suyumu,demliyorum çayımı.Beli ince bir bardaktan yudumluyorum.Erzurum hesabı, kıtlama.

Hele bir de sigara yakmışım sormayın!..Hava deliriyor.Yağmur sesinden kimse kimseyi duymuyor .İsmimi çağırıyorlar; ''Gel Allahın belası, nerdesin?'' İşitmiyorum.

Yıldırımlar...

Bir sürü düşüyor.Hiç birini beğenmiyorum.Bumuydu be!Hadi bakalım yürü!..Ha ha! Minik şey seni!..

Derken, beklenen oluyor.Ağaçlar yerle öpüşüyor.Bizim tuğlalar devriliyor.Benim çaydanlık ,çay, tüp hepsi helak...Sigaram tütmüyor.

İşte, bir tanesi geliyor!..O beğenmediğim şimşekler var ya; bana nispet yaparcasına, sen misin diyor gök...Bu sefer ses bilindiklerden farklı;ve korkunç!

Ayağa kalkıp, kafamı göğe kaldırıyorum .Yağmurun altındayım.Kollarım göğe açık.Ve o büyük an...Bir seferde, yaklaşık onbeş tane şimşek bir anda çakıyor ve üzerimden dağlıyor.Atomik şeyler oluyor.Titriyorum.O an gerçekten korkuyorum . Normal bir kimsenin normal bir hayatta görebileceği en devasa şimşek bu...Su içindeyim.Bir tanesi inse başıma, yanmış kibrit çöpüne dönerim.Öyle Discovery Channel'da anlatılan mucize kurtuluşlara benzemez.

Gök istediğimi verince, bende inat etmiyorum.

Aşağı inip eve girmemle, ev halkı başlıyorlar;beddua edeni mi dersiniz, bağıranı mı?.Üzerimi değişip,yatıp uyuyorum.

Gün ışıyor.Geceden eser kalmamış.Belki de gök yorulmuş.

Ertesi sabah...Televizyondan haberleri alıyoruz.Bizim ilçeye,bilmem kaç yerde, bilmem kaç biçimde yıldırım düşmüş.

İşte onların hepsi benim...

Düş'e Alt Yazı 9‏


22:14:23 adamın e-postasına düş(medi)

23:27:46 adamın e-postasına düş(medi)

01:43:16 adamın e-postasına düş(medi)

05:32:06 adamın e-postasına düş(medi)


07:30:22 adamın e-postasına düş(medi)

10:47:38 adamın e-postasına düş(medi)

28 Şubat 2009 Cumartesi

Despero...


Bugün hiç fikriyatımda yokken, kendi planlarım Slumdog Milioner üzerineyken, Tırtıl'dan gelen talimat: Despero'ya, ''ya gidilecek, ya gidilecek!'' olunca, emir demiri kesti.

Ruhum ve aklım hafta boyu o kadar koşullanmış ki; gişedeki kıza, Slumdog Milionere bir tam bir öğrenci dedim. Ki o sinemada oynamıyordu film...

Sonra patlamış mısırımızı aldık her zamanki gibi, tabiki çikolata ve gofret çeşitlerini ve içecekleri de... Salon zaten en sevdiklerimizden biri, keyifler gıcır... Film başladığı andan itibaren bir animasyon izlemiyormuşum da, çocukken, çok severek okuduğum kitaplardan birinin içinde kaybolmuşum gibi geldi. Başından sonuna çok zevkle izlediğim bu filme ne yazsam eksik kalır diyerek yorumu şu iki cümleye bağladım:

Arzu'nun masallarını seven, bu filmi de sever...

Kendinize bir iyilik yapın, Despero'yu izleyin...

Bir animasyon fanı ve sinemasever olan Tırtıl'ın tüm zamanlar listesinde onlarca filmi geride bırakarak ikinci sırayı aldığını; özellikle ve bir dip not olarak belirttim filmin. Ve kesinlikle yetişkenlerin çok zevk alacakları, iki kişi izleyebilecekleri, blog aleminde fazlasıyla sorgulanan bazı duygularla ilgili olguları içinde bulabilecekleri, çok keyifli bir film. Ben bu mecburiyetten hiç şikayetçi olmadım. Çok hoş bir sinema günüydü; istediği kitabı, istemediğim kitapçıdan almak zorunda kalmış olsam da...

27 Şubat 2009 Cuma

Bulgur Pilavına Siyaset Karıştı Bence Çok da Lezzetli Oldu...

Karnım acıkınca, her zaman olduğu gibi mutfağa daldım. Niyetimde bulgur pilavı yapmak vardı. Durup dururken, olmadık anlarda, olmadık saatlerde ve olmadık yerlerde uyarı ışığını yakan üstün zekam; sınır çizgilerinde yaşamayı, onun merakı ve bilinmez sonuçlarının heyecanını seven kişiyi de ayartıp paçalarıma yapıştırınca... Hep vurguladığım gibi bu serseri hale ortak olmaya, katılmaya ve bir sonu bilinmez heyecana sürüklenmeye aşkla bağlı olduğumdan, zamanı ıska geçemedim. "Bu pilav, bugüne kadarkilerden daha farklı olsun, sınırı aşalım." diyen öteki sürekli dürterek, zaten meyletmeye dünden razı beni ikna edip anarşizm yolunda adımlar attırmaya başladı. Ve hep birlikte, bugüne kadar hiç bir resmi tarifte yer almayan, aslında var olan ama bulgur pilavı için yok sayılan lezzetleri buluşturmaya karar verdik.

Hep derim; çok coşkulu ve fırlama bir yanım olduğu gibi derin ve duygusal bir düşünüşüm de vardır. Ve tüm kendime dağınıklığımın ötesinde, başkaları söz konusu olduğunda umulmadık derecede düzenliyimdir, saygılıyımdır. Bu ön sözden hareketle daha çabuk, daha sistemli ve daha kolay olması için her şeyin; tüm malzemeleri yerlerinden alıp, mutfak tezgahının üzerine konuşlandırdım.

Tek tek liste yapıp bir mecburiyet ve asker düzeni oluşturmadan, aslında kendi mecralarında gönüllüce ve sevgiyle renklerini yaratan, yaratacak ve ortaya çok daha kuvvetli bir tat çıkaracak olanları, statükocu bir tavıra mahkum etmek istemedim.

Önce, Amasya'dan büyükçe bir soğanı yemeklik doğradım. O kenarda dururken iki adet orta boy Konya'lı havucu kabuklarını soyduktan sonra rendenin en iri tarafında, sonra da yine aynı şekilde Nevşehir'den orta boy bir patatesi havuçlara karışmayacak bir başka tabağa rendeledim. Bu arada musluktan akan Yeşilırmak suyunu yaklaşık beş bardak şeklinde ısıtıcıda kaynamaya bıraktım.

Genelde izlemesi daha kolay ve zevkli olduğundan pilav yaparken, geniş ve cam kapaklı teflon tencere kullanmayı tercih ediyorum. Tencereyi hazır ederken, iki büyükçe su bardağı bulguru ince tel süzgecin içine doldurup, içindeki kötü niyetlileri ayıkladıktan sonra bir kenara bıraktım. Tencerenin içine bir miktar Trakya yöresinden ayçiçek yağı döktüm, yemeğe ekstra bir tat katsın diye Vakfıkebir tereyağından bir çorba kaşığı kadar ilave ettim. Onlar eriyip cızırdamaya başlayınca, doğranmış ve hazırda bekleyen soğanları boca edip, yüksek ateşte kavurmaya başladım. Bu esnada, Antalya'lı sivri biberlerden- ben tatlısını tercih ettiğimden- iki tanesini çok ince halkalar halinde doğrayıp soğanlara kattım.

Tenceredekileri Devrek'te yapılmış tahta kaşıkla çevirip kavururken bir yandan; Büyük Millet Meclisi'ndeki grup toplantısında Kürtçe konuşan, aslında feodalitenin göbeğinden, geçmişte başka bir partiyle doğunun aşiret ağa düzeninden gelerek milletvekilliği yapmış aşiret mensubunun, bölgedeki yükseliş başka bir mecraya yönelmiş olsa orada siyaset yapma olasılığı yüksek adamın, şahsına ve niyetlerine kızsam da Kürtçe konuşma yapmış olmasına hiç kızmadım. Hatta o adamın değişmiş saflığını ve kültürsüzlüğünü sevdim. İngilizce konuşsa hiç tartışma konusu olmayacak bir hale ötekiler tarafındaki şiddetli karşı duruşun ne olduğunu anlasam da bu tavrı çok yersiz buldum. O grup toplantısında konuşuyordu ve seslendiği yörede ana dili Kürtçe olan insanlar vardı. Nasıl ki işitme engelliler için bir tercüman sürekli aktarıyorsa anlasınlar diye, bu da, ondan daha farklı bir şey değildi.

Soğanların pembeleşmiş kokusu burnuma değince, biberlerin de kıvam aldığını fark ettim. Kenarda çözülmeye bıraktığım, daha önce haşlanıp deep freeze'e atılmış Ege yöresinden bezelyeleri tencereye katıp güzelce çevirmeye başladım. Gittikçe renklenen tencereye farklı sebzeler, kendi kimlikleriyle, hiç hormonlanmamış halleriyle ilave oldukça oluşmaya başlayan pilavın kokusu beni keyiflendirmeye, içimi kıpırdatmaya yetti.

Artan coşkularım elimden tutup ofisimsiye doğru sürüklemeye başlayınca beni, anladım ki "Hani müzik." diyorlar! Onları asla kıramayacağımdan, müzik çalarıma bu ülkenin yetiştirdiği en yetenekli, poptan caza, funk'tan reggea ve house'a farklı türlerde söyleyebilen en güçlü seslerinden Nilüfer Akbal'ın CD' sini koydum.

O söylemeye başlayınca bu ülkenin toprağından şarkıları, ben çoğalmış olarak yemeğimin başına dönüp, rendelenmiş havuçları şefkatle tencereye kattım. Havuçların turuncusuyla birlikte renklilik ve koku daha da çoğalarak sarmaya başladı herbir yanı. Keyfim, içerden gelen şarkıların diline kendi dilimden eşlik etmeye başladı. Nilüfer Akbal, ben ve yaşamın tüm renkleri hoş bir koro olup, an'ı aynı coşkuyla paylaşmaya başladık. Kelimelerimiz aynı oldu. Tezgahın üzerinde kıpır kıpır, bu kolektif coşkuya katılmayı bekleyen rendelenmiş patateslerin "Hadi!" seslerine kulak verip, ekledim onları da tencereye. Bir özgün güzellik, bir farklı renk daha boca olmuştu lezzete.

Onlar birbiriyle karışırken ben, gittikçe çoğalan coşkuyu, bu kabul görürlüğün neşesini daha da derinden hissetmeye başladım. Ağzımda türkü, yağmur damlalarının çiçeklerini açmış erik ağacındaki parlaklığına bakarken, anaların göz yaşlarına durdum.

Musluğun altında ıslattığım bulgurların içinden kötü niyetlileri ayıkladıktan sonra süzülmek üzere bir kenara bıraktım. Artık Tokat domatesinden yapılmış salçadan iki tatlı kaşığı eklemenin zamanı gelmişti. Salçayı attığım tencere, daha önce katılmış olanları çalan şarkının neşesinde sarmaş dolaş yaparken; önceki gece Fox TV' deki tartışmanın güzelliğini düşünmeye başladım. Hep karşı durduğum, gördüğüm anlarındaki sert ve radikal duruşundan dolayı kızgın olduğum, arkadaşlarıma her zaman "Şu adamı TV' lere çıkarıp ne olduğunu göstermek lazım." dediğim Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir, bu kez bana gösterdi.

Özgürlüklere karşı hiç değilim ve siyasetçilerin mesele yaptıklarının hiç biri benim meselem değil. Ama bir görüşün, bir duruşun, bir ifade edişin kin taşımasından, hesaplaşma mantığı gütmesinden rahatsız olurum. Medyanın bana sunduğu Osman Baydemir'i hep böyle bilmiştim. Etnik siyaset yapan iki yandaki bazıları gibi sanmıştım. Fena halde yanıldığımı gördüm. Süzülmüş bulgurları tencereye katıp kavurmaya, salçayla ve diğer sebzelerle sarmaş dolaş yapmaya devam ederken, empati denen duygunun bir söz olmaktan çıkarılıp içi duyguyla, düşünceyle, samimiyetle doldurulduğunda ortaya çıkanın: Yiğit Bulut'un oturumda, ''Bugün söyledikleriniz dağda sıkılmış onbinlerce mermiden daha etkili.'' sözcüklerinde anlamını bulan şahane gücünü gördüm. Buna gelecek adına sevindim.

Bu sevincime biraz Urfa'dan pul biber, bir miktar Adana karabiberi, çok az da köfte baharı katarak, kaynamış suyumdan dört bardağı iki et tablet ilave edip erittikten sonra tencereye döküp, yarım bardak kadar daha su ilavesiyle hepsini güzelce karıştırdım. Sonra, tencerenin kapağını kapattım. Suyunu çekip de yağın cızırtısı duyana kadar bekledim. Cızırtılar başladıktan sonra en kısığa alıp bir süre daha beklemenin ardından, altını kapatıp bir süre dinlenmeye bıraktım pilavı.

Dinlenmekte olan çok renkli pilavı büyük bir keyifle izlerken keşke ahçılar kurnazlıklarını, ince hesaplarını bir kenara bırakıp yemeklere samimiyetlerini, içtenliklerini, duygularını, insan olma özelliklerini katsalar da sofrada oturanlar: Şarkıların ortak dillinde, yanmamış yüreklerle, ellerindekini, dillerindekilerini pay etseydiler ötekileri ötekileştirmeden diye hayıflandım.

Birilerini etnik milliyetçilik yapıyor diye suçlayanlar, bas bas bağıranlar, birilerini eleştirenler: Bulgaristan'daki, Yunanistan'daki Bulgar ve Yunan vatandaşı Türkler'in varolan-bu kelimenin altını çiziyorum-adları değiştirilmeye, Türkçe eğitimlerine son verilmeye başlandığında, çok haklı olarak karşı durmamışlar mıydı? Durmamış mıydık?

Neden herkes bu ülkenin bir mozaik olduğunu söylerken o mozayığın parçalarını kendi görmek istediği gibi bir araya getiriyor diye düşünürken dalıp giderek on dakikayı tükettiğimi fark ettim. Tencereyi açıp, aromaları birbirlerine daha çok geçsin diye pilavı şöyle bir harmanlayıp tekrar kendi haline bıraktım.

Tabağıma koyduğum pilavın muhteşem kokusu tüm dünyaya yayılırken; kulağımda Nilüfer Akbal; Adapazarı'nın yoğurduna şehrimin suyunu katarak kıvamlı bir ayran yaptım. Alanos'un fırınından aldığım ekmeği, dört adet Tekirdağ köftesini de tost makinesinda ızgara edip pilavın yanına ekleyerek, afiyetle yedim.

Ben ülkemin kokularından oluşmuş kokusunu hep sevdim, seviyorum. Sevmeyenler neyi kaçırdıklarının farkında olurlar bir gün umarım...


Alanos, benim şehrimde, yaşadığım yerin değiştirilmeden önceki adıdır
.
Not:Muzicone'a bişeyler olduğu için elimdeki cd den kendi dilinden Nilüfer Akbal yükleyip dinletemedim. Bunun içinde üzgünüm:))

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP